Sciences Po Grenoble’da[1] ders veren Türkiye uzmanı Fransız akademisyen Jean Marcou, aynı zamanda kısaca OVIPOT olarak bilinen ve IFEA (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü) kapsamında kurulmuş olan İstanbul merkezli Fransız Türkiye Çalışmaları Enstitüsü “Türk Siyaseti Gözlem Merkezleri Kaynakları”nda da[2] analizleri yayınlanan önemli bir bilimadamıdır. Marcou, 2004 yılında yayınlamış olduğu « Islamisme et “post-islamisme” en Turquie » adlı makalesinde[3], Türkiye’deki İslamcılık ve post-İslamcılık tartışmalarına değinmiştir. Bu yazıda, Marcou’nun makalesinin özetlenmesi ve makaledeki fikirlerin eleştirilmesi amaçlanmaktadır.
Jean Marcou
Marcou’ya göre, Türkiye, Kemalist dönemden beri Müslüman dünyasının merkezinde laiklik (laïcité) özelliğiyle dikkat çeken bir ülke olmuştur. Ancak 1980’lerde Refah Partisi ve onun lideri Necmettin Erbakan’la başlayan İslamcılığın yükselişi, 1996’da İslamcıları ilk kez iktidara taşımış ve Erbakan Başbakan olmuştur. 28 Şubat süreci nedeniyle kısa süren bu iktidar dönemi, Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması ve Fazilet Partisi deneyiminin başarısız olması neticesinde Türkiye’deki İslamcıları yeni bir aşamaya getirmiş ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), 2001 yılında böyle bir ortamda kurulmuştur. 2002 yılındaki genel seçimlerde birinci parti olan ve tek başına hükümet kurmayı başaran AK Parti ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’deki İslamcıların önceki başarısız denemelerinin ardından, parlamenter demokratik sistemi benimseyen ve devletin laik niteliğine ilkesel olarak karşı çıkmayan bir çizgide kurulmuştur. Hatta partinin öncelikli hedefleri arasında, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne üye yapmak bile vardır. AK Parti hakkında bu dönemden başlayarak 2 ana görüş belirmiştir. Birinci ve bu partiye güvensizlik besleyen görüş, AK Parti’yi Batı dünyası ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin kontrolünde, onları memnun etmek için İslam dünyasına yönelik aktif politikalar geliştiren ve İslamcılıktan sapmış bir parti olarak değerlendiriyordu. İkinci ve daha olumlu görüş ise, AK Parti’yi otoriterlik ve İslamcılık arasına sıkışan Müslüman toplumlarına rehberlik edebilecek ve İslami kitleleri kültürel ve dini kimliklerini koruyarak demokrasiye eklemleyebilecek demokratik bir hareket olarak görüyordu.
Bu giriş bölümünün ardından Türkiye’deki İslamcı hareketin gelişim sürecini incelemeye başlayan Marcou, ilk olarak Kemalist tek-parti dönemine odaklanmaktadır. Kademeli olarak[4] Türkiye’deki İslamcılığı zayıflatmaya ve topluma laikliği benimsetmeye çalışan Mustafa Kemal Atatürk, tek-parti döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da kurarak, dini anlamda topluma bir yeknesaklık kazandırmak istemiştir. Bu yeknesak kimlik, Sünni-Hanefi İslam çizgisinde olmasına karşın, devletin dini birçok alanda kontrol etmesi ve laikliği teşvik etmesiyle nedeniyle radikal bir nitelik kazanmamıştır. Ayrıca Türkiye’de azımsanmayacak sayıda olan Alevi cemaati, bu yeknesaklığa dayalı sistem içerisinde temsil edilememiş, buna karşın radikal İslam korkusu nedeniyle laik Cumhuriyet’e daima destek vermiştir. Bu ilk dönemin ilerleyen on yıllarında, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel gibi merkez sağcı popülist politikacılar, devletin Sünni Müslüman kitleleri birçok noktada kısıtlayan politikalarına tepki gösteren ama Cumhuriyet ideolojisine bağlı kalmaya devam eden İslami politikalar geliştirmişlerdir. Bu sağ liderler de İslam dinine siyasetlerinde yer vermelerine karşın, Türkiye’de siyasal İslam akımını başlatan parti 1969 yılında Necmettin Erbakan önderliğinde kurulan ve Milli Görüş ekolünü başlatan Milli Nizam Partisi (MNP) olmuştur. 1973 genel seçimlerinde yüzde 12 gibi yüksek bir oya ulaşan -12 Mart muhtırası sonrasında kapatılan- MNP’nin ardılı MSP (Milli Selamet Partisi) ise, Türkiye’de siyasal İslam’ın zirveye giden hikâyesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1970’lerin istikrarsız siyasi tablosunda, MSP lideri Erbakan, diğer partilerle koalisyon pazarlıklarına girerek siyasal hareketini merkez siyasete kabul ettirmeyi başarmıştır. Bu yıllarda önce Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), daha sonra da sağcı Milliyetçi Cephe hükümetlerinde kritik Bakanlıkları alan parti ve Başbakan Yardımcılığı yapan Erbakan, böylelikle katı laik çizgideki devlete İslamcı çizgiyi kabul ettirmiştir. Bu durum, aslında Türkiye siyasal sisteminin en katı gözüktüğü dönemde bile İslamcı çizginin daima güçlü olduğunun ispatı niteliğindedir. MSP incelendiğinde, bu partinin üyeleri ve seçmenlerinin tamamen inançlı Müslümanlardan -çoğu farklı tarikat ve cemaatlere üye olan- oluştuğu görülmektedir. İsmindeki “milli” ibaresine karşın, bu partinin milliliği laik milliyetçilikten çok farklı bir çizgide ve daha çok Osmanlıcı bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Bu kültürel söylem, ağır sanayiye ağırlık veren kalkınmacı ve devletçi bir ekonomi politikasıyla da desteklenerek, ortaya somut ve özgün bir ideoloji konulmuştur. Aşırı sol ideolojilerin çok güçlü olduğu ve dinin toplumsal yaşamda yerinin kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemde, bu devletçi-kalkınmacı ve İslamcı ideoloji, devlet tarafından da makbul görülmüştür. Bu yıllarda, Türkiye’deki İslamcı hareket, radikal bazı niteliklerine karşın parlamenter demokrasiye bağlı ve farklı partilerle koalisyona girmekten çekinmeyen bir görüntü çizmeyi başarmıştır.
Türkiye’deki siyasal İslam hareketinin ikinci dönemi, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra gelişmiştir. Nitekim Erbakancıların ve Milli Görüş hareketinin desteklediği Refah Partisi (RP) 1983’te kurulsa da, Erbakan’ın partinin başına geçmesi ancak 1987’de gerçekleşebilmiştir. Bu dönemde, merkez-merkez sağda yer almasına karşın, Başbakan Turgut Özal’ın bireysel dindarlığı ve Arap dünyası ile yakın ilişkiler geliştirmeyi öngören piyasacı ideoloji, Refah’ın yükselmesine engel teşkil etmiş ve İslamcı sağ kitleler büyük ölçüde Özal’a yönelmişlerdir. Ancak Özal’ın sihri kaybolmaya başlayınca, İslamcı Refah Partisi, 1989 yerel seçimleri ve 1991 genel seçimlerinden itibaren hızla yükselmiştir. Bu doğrultuda, Erbakan’ın partisi 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara’nın Büyükşehir Belediyelerini kazanmış, 1995 yılındaki genel seçimlerde de yüzde 21 oyla birinci parti olmayı başarmıştır. Refah, bu yıllarda başarılı bir stratejiyle, sağ seçmenlerin ekonomik hoşnutsuzlukları ile devletin laik engellemeleri arasında bir bağ kurmuş ve bu sayede İslamcı seçmenin gönlünde taht kurmayı başarmıştır. 1996 yılında Erbakan’ın Başbakan olmasıyla zirveye çıkan Milli Görüş, Refahyol hükümetinin (Erbakan’ın Refah Partisi ile Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi’nin koalisyonu) Refah Partisi içerisindeki radikallerin sorumsuz açıklamaları nedeniyle koalisyonun 28 Şubat sürecinde yıkılması ve partinin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması nedeniyle sarsılmıştır. Fazilet Partisi adıyla Milli Görüş’ün yeni bir partisi hemen kurulsa da, bu parti de daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ve asla Refah’ın başarısına ulaşamamıştır.
Marcou’ya göre, Türkiye’deki İslamcı hareketin üçüncü dönemi ise, 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla başlamıştır. Refah Partisi’nden 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş olan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, ılımlı İslamcı bir siyasal ideoloji üzerine kurulmuştur. Türkiye’deki seçim sistemi sayesinde sadece yüzde 34 oyla tek başına iktidar olan AK Parti, 1990’ların ekonomik ve siyasal açıdan istikrarsız tablosuna tepki olarak ortaya çıkmış ve kısa sürede çok başarılı bir performans göstermiştir. Özal ve ANAP’ın tek parti iktidarları sonrasında kurulan koalisyon hükümetleri dönemlerinde yaşanan ekonomik ve siyasal krizler, Türkiye halkında güçlü hükümet isteğini tetiklemiş ve Erdoğan gibi karizmatik ve otoriter eğilimli bir liderin önünü açmıştır. Diyalog ve konsensüs gibi terimleri öğrenen Türkiye’deki İslamcı hareket, AK Parti deneyimiyle beraber artık Türkiye’yi yönetebilir hale gelmiş ve adeta evrim geçirmiştir. Bu dönemde Türkiye’deki laik hareket “derin devlet” ve “yolsuzluk” gibi olumsuz çağrışımlar yaparken, AK Parti ve İslamcı hareket ise iyiyi, güzeli ve temizliği temsil etmeye başlamıştır. Erbakan’ın güçten düşüşünü çok iyi gözlemleyen Erdoğan, sistemle kavga ederek bir yere gelemeyeceğini anlamış ve İslamcı ideolojisini arka plana atarak, güç odaklarıyla iyi geçinmeye gayret etmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yıldızı parlayan Erdoğan, aradığı siyasal fırsatı büyük 1999 depremi ve 2001 ekonomik krizi sonrasında çökmüş bir Türkiye sayesinde bulmuştur. Partisini “muhafazakâr demokrat” (conservateurs démocrates) olarak tanımlayan Erdoğan, böylelikle Avrupalı “Hıristiyanlar Demokratlar”a muadil bir görüntü vermeye gayret etmiştir.
Peki, AK Parti ideolojik olarak nasıl değerlendirilmelidir? Jean Marcou’ya göre, Fransız medyası da dünya medyası da bu konuda bir akıl karışıklığı yaşamaktadır. Le Monde gibi bazı gazeteler partiyi “İslami bir parti” olarak tanımlarken, kullanılan diğer ifadeler arasında “ılımlı İslamcı”, “İslamcı demokrat” ve “İslamcılar” gibi terimler vardır. Elbette Türkiye’deki İslamcı hareketinin ana omurgasını teşkil eden bir partiyi kapsamlı sosyolojik ve siyasi analizler yapmadan tanımlamak zordur. Örneğin, gazeteci Ruşen Çakır, AK Parti için “İslamcı demokrat” terimini kabul etmez ve bunun yerine “eski İslamcı” ifadesini daha yerinde bulur. Sosyolog Ferhat Kentel de, Türkiye’deki İslamcı hareketin son 20 yılda çok değiştiğini ve Türkiye’de şeriat hukukuna desteğin yüzde 5 ile yüzde 7 arasında sınırlı olduğunu söyleyerek, AK Parti için kullanılan “İslamcı” etiketini reddetmektedir. Laik ve Avrupa yanlısı Deniz Vardar ise, AK Parti’nin aşırı sağ Milli Görüş geleneğinden gelen popülist radikallerin kurduğu ama Avrupa normları ve demokrasiyi kabul ederek merkez sağ partilere benzeyen bir nitelikte olduğunu söylemiştir. Bu nedenle, Marcou’nun düşüncesinde, AK Parti’yi “Post-İslamcılık” kavramı ve tartışmaları etrafında değerlendirmek daha doğru olabilir.
Post-İslamcılık, siyasal İslam veya İslamcılık’tan farklı olarak, serbest piyasa ekonomisine daha büyük önem veren bir niteliktedir. Buna karşın, İslami değerler, aile kurumunu yücelten ve koruyan politikalar ve milli değerlere gösterilen büyük saygı ile korunmaktadır. Bu bağlamda, partinin ideologlarından olan Yalçın Akdoğan’ın “Muhafazakâr Demokrasi” (La démocratie conservatrice) programı önemli bir veridir. Post-İslamcılık’ın İslamcılık ve onun Türkiye şubesi olan Milli Görüş’ten temel farkları; İslam dünyası yerine Avrupa odaklı olması ve serbest piyasaya daha açık olmasıdır. Bu ve benzeri görüşler, Marcou’nun makalesinin ana fikrini oluşturmaktadır.
Makale, Türkiye’nin AB üyeliği motivasyonuyla hareket ettiği 2000’li yılların başında ve AK Parti’nin ekonomik açıdan Kemal Derviş programını devam ettirerek çok başarılı olduğu bir dönemde yazıldığı için, genel olarak iyimser bir çizgide olduğu söylenebilir. Ancak elbette uzun süren AK Parti iktidarı, 2010’lu yıllardan itibaren bu ilk yıllarındaki başarısını koruyamamıştır. Partinin İslamcı eğilimleri yıllar içerisinde daha baskın hale gelmiş ve parti içerisindeki çok sesli ve çok renkli yapı kaybolmuştur. Merkez sağ, liberal ve hatta Ertuğrul Günay gibi solcu isimler partiden ayrılırken, yerlerine tamamen İslamcı isimler yerleştirilmiş ve AK Parti, Refah Partisi’nin devamı niteliğinde bir parti hüviyeti kazanmıştır. Bu gelişme, Türk dış politikasında izlenen politikalarla da desteklenince, yıllar içerisinde daha tartışılır hale gelen ve uluslararası kamuoyunda eskisi kadar çok destek bulamayan bir siyasal yapı ve lider ortaya çıkmıştır. AK Parti’nin nereye evrileceği ise, kuşkusuz ilerleyen yıllarda cevabı bulunacak bir sorudur…
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKÇA
- Marcou, Jean (2004), « Islamisme et “post-islamisme” en Turquie », Revue internationale de politique comparée, 4/2004, Vol. 11, ss. 587-609. Erişim Tarihi: 29.09.2016, Erişim Adresi: http://www.cairn.info/revue-internationale-de-politique-comparee-2004-4-page-587.htm.
[3] Marcou, Jean (2004), « Islamisme et “post-islamisme” en Turquie », Revue internationale de politique comparée, 4/2004, Vol. 11, ss. 587-609. Erişim Tarihi: 29.09.2016, Erişim Adresi: http://www.cairn.info/revue-internationale-de-politique-comparee-2004-4-page-587.htm.
[4] 1922’de Saltanat’ın kaldırılması, 1923’te Cumhuriyet’in ilanı, 1924’te Hilafet’in ilgası ve 1937’de laikliğin anayasaya girmesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder