13 Ağustos 2010 Cuma

John Rawls



-->
Kısa bir süre önce 24 Kasım 2002’de vefat etmiş olan Amerikalı ünlü filozof ve siyaset felsefecisi John Rawls, 21 Şubat 1921 tarihinde Baltimore’da dünyaya gelmiştir. A Theory of Justice (1971), Justice as Fairness (2001) gibi klasikleşmiş kitapları bulunan Rawls, Princeton’dan 1950 yılında doktorasını aldıktan sonra ünlü özgürlük kuramcısı ve Two Concepts of Liberty yazarı İsaiah Berlin’le beraber çalışmalar yapmış ve ünlü adalet teorisinin temellerini bu yıllarda atmıştır. 1962 yılında Cornell Üniversitesi’nde Profesör unvanını kazanan Rawls, 1964’ten ölümüne kadar Harvard’da ders vermiştir. Her ne kadar liberallere ve Marksistlere yaranamasa da, toplumsal adaleti ve barışı sağlamak için formüle ettiği adalet teorisiyle Rawls sol literatüre sınıf çatışmalarına dayanmadan katkı yapabilen önemli ve istisnai bir entelektüeldir (bir diğer istisna için Martha Nussbaum incelenebilir). A Theory of Justice eseriyle ağırbaşlı bir Harvard profesöründen beklenmeyecek kadar büyük bir popülariteye ulaşan, kendi düşünce ekolünü ve izleyenlerini oluşturan ve bir anlamda ABD’nin Marks’ı olarak nitelendirebileceğimiz Rawls’un başarısının sırrı; geniş alanlı, sistematik ve güçlü bir adalet teorisiyle ortaya çıkmasıdır. Kendisine karşı çıkanlar dahi teorisinin planlılık ve tutarlılığı konusunda Rawls’u alkışlamışlardır (mesela Robert Nozick). Şimdi Rawls’un temel düşüncelerine A Theory of Justice kitabı, “Political Liberalism” makalesi ve Alan Ryan’ın kendisi hakkında yazdıklarından yola çıkarak bakalım.
Rawls teorisinin temeline diğer bir çok toplumsal sözleşme teorisyeni gibi (Thomas Hobbes, John Locke, Jean Jacques Rousseau, Immanuel Kant vs.) devletin var olmadığı “state of nature (doğal durum)” benzeri original position (başlangıç pozisyonu) olarak adlandırdığı hipotetik (varsayımsal) bir durum koyar. Bu başlangıç pozisyonunun temel özellikleri bireylerin rasyonel (akılcı) olarak kabul edilmeleri ve bireylerin kendi çıkarlarının, yeteneklerinin, sınıfsal pozisyonlarının farkında olmalarını engelleyen ve daha güvenli kararlar almalarına yönlendiren bir cehalet örtüsü (veil of ignorance) altında bulunmalarıdır. “Among the essential features of this situation is that no one knows his place in society, his class position or social status, nor does any one know his fortune in the distribution of natural assets and abilities, his intelligence, strength and the like” (Rawls, “A Theory of Justice”, sayfa.12). Böyle bir durumda bireyler kendilerini birey olmaktan çok belli bir topluluğun parçası olarak görecekler ve buna göre davranacaklardır. “The point is rather that the persons in the original position are not to view themselves as single isolated individuals” (Rawls, “A Theory of Justice”, sayfa 206). Rawls başlangıç pozisyonu düşüncesiyle “kendimizi, rızasını elde etmek zorunda olduğumuz başkalarıyla birlikte toplumsal ve ekonomik kurumları tanzim etmeye çalışırken tahayyül etmemizi ister bizden – kısacası, toplumsal bir sözleşme yapmamızı tahayyül etmemizi ister” (Ryan, sayfa 138-139). Yani adil bir adalet kuramı ancak Kant’ın hipotetik durumuna benzeyen bu atmosfersiz, bu sıfır derece deneysel ortamda, çıkarların belli olmadığı bu tarafsız koşullarda ortaya çıkabilir.
Alan Ryan’a göre Rawls’u böyle bir düşünceye iten oyun teorisi (game theory) içerisinde yer alan “maksimin” ya da “minimax” ilkesidir. Maksimin ilkesine göre çıkarlarının farkında olmayan birey oyunu daha güvenli oynamak isteyecek ve maksimum kayıplarını minimuma indirgemeyi ya da asgari kazançlarını maksimize etmeye çalışacaktır. Bu ilke doğrultusunda Rawls adaleti sağlayacağını düşündüğü teorisini oluşturan iki temel prensibi (Justice as Fairness) açıklar. Birinci prensibe göre toplumu oluşturan tüm bireyler en kapsamlı özgürlüklere dahi eşit erişim hakkına sahip olmalı ve bu temel hak ve özgürlükler daima güvence altında tutulmalıdır. “Each person has an equal claim to a fully adequate scheme of basic rights and liberties, which scheme is compatible with the same scheme for all; and in this scheme the equal political liberties, and only those liberties, are to be guaranteed their fair value” (Rawls, “Political Liberalism”, sayfa 5). İkinci prensibe göre ise sosyoekonomik koşullar fırsat eşitliği esasına dayanmalı ve sosyoekonomik eşitsizlikler dezavantajlı durumda bulunan bireylerin, sosyal grupların yararına olduğu sürece tolere edilmelidir. “Social and economic inequalities are to satisfy two conditions: first, they are to be attached to positions and offices open to all under conditions of fair equality of opportunity; and second, they are to be the greatest benefit of the least advantaged members of society” (Rawls, “Political Liberalism”, sayfa 6). İkinci prensibe göre maksimin ilkesi doğrultusunda hareket edecek olan bireyler kendilerini garanti altına alabilmek için güvenceli davranacak ve “kötü durumda olanlar uğruna kendi refahlarından mantıksız bir biçimde büyük fedakarlıkta bulunabileceklerdir” (Ryan, sayfa 144). Bu iki prensibin harmanlanmasıyla karşımıza çıkan tablo temel hak ve hürriyetleri garanti altına alınmış eşit ve hür bireylerin eşit koşullarda serbest piyasa ekonomisi ya da karma ekonomi düzeni içerisinde yarışmaları ve ekonomik eşitsizliklere ancak fakir grupların (mesela işçi sınıfı) yararına olduğu sürece devletçe müsaade edilmesidir. Bu ikinci çok önemli prensibin somutlaşmış halinin progressive taxation (düzenli vergilendirme) olarak bilinen zenginden çok vergi alma esasına dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Devletin temel görevi Rawls’a göre bu iki prensibin hatasız uygulanmasını sağlayacak güvenli bir ekonomik, siyasi ortam yaratmaktır. Eşitsizlikler karşısında son derece hassas olmasına karşın Rawls birey ve kurumların otonomilerine, toplumun ya da dezavantajlı grupların çıkarına olsa dahi asla geri alınamayacak olan haklarına inanmaktadır. “Each person possesses an inviolability founded on justice that even the welfare of society as a whole cannot override” (Rawls, “A Theory of Justice”, sayfa 3). Rawls’un faydacılardan farklı olarak adalete ve bireysel özgürlüklere verdiği önem bu noktada karşımıza çıkar. Rawls’a göre bir kimseyi toplumun geri kalan tüm bireylerinin çıkarına olacak olsa dahi kurban etmek yanlış ve adaletsiz olacaktır.
Rawls’a göre temel prensiplerin birincisi John Locke ve John Stuart Mill gibi düşünürlerin oluşturduğu liberal gelenekten, ikincisi ise eşitlikçi, hukukun üstünlüğüne dayalı Jean Jacques Rousseau ekolü ve Marksizm’den türemiştir. Rawls’a göre toplumdaki çeşitlilik ve çok sesliliği kaybetmeden sosyal adalete ulaşmanın tek yolu bu iki maddenin kusursuz uygulanmasından geçmektedir. Yasalar ve uygulamalar bu iki temel prensip çerçevesinde “overlapping consensus” yani çeşitli sosyal grup ve bireylerin çıkarlarının örtüştüğü temel maddelerden yola çıkarak hazırlanmalıdır. Rawls’un adalet teorisi, 1971 yılında yayınlanmasıyla beraber Vietnam Savaşı, tutucu toplum ve yozlaşmış devlet sistemi nedeniyle ülkelerini şiddetle eleştiren Amerikan 68 kuşağı tarafından sahiplenilmiştir. Ancak Rawls çoğu zaman sol kesimlerde gerçek bir devrimci olmadığı ve sistem içi çözüm ürettiği gerekçesiyle küçümsenmiş ve siyasal aktivizmden uzak, elitist ve pasif entelektüel yapısı nedeniyle alay konusu yapılmıştır. Rawls’un Marksizm’le ve Ortodoks Marksistlerle uzlaşması gerçekten zordur. Kutupsal karşıtlık anlayışı (diyalektik) ve sınıfsal analizlerden uzak Rawls solculuğu, Marksistler tarafından genellikle sistem içi bir çözüm önerisi ve adeta kapitalizmin can simidi olarak değerlendirilmiştir. Buna ek olarak başlangıç pozisyonundaki rasyonel egoist insan tanımı nedeniyle Marksist sol “Rawls’un insan doğasında kapitalist pazardaki rekabetçilerin özelliklerini bina ederek kapitalizm müdafilerinin karakteristik el çabukluğunu gösterdiğini” ileri sürmüştür (Ryan, sayfa 152). Rawls yabancılaşma ve sömürüyü salt zayıf durumda bulunan pazarlıkçılarla haksız pazarlık yapan pazarlıkçılar sorunu olarak görürken, Marksizm’de bu kavramlar sınıfsal çatışmaların ve kapitalist sistemin bir sonucudur. Zaten Rawls sosyalist bir kumanda ekonomisine (command economy) karşı olduğunu da açıkça belirtmiştir. Bu nedenle Rawls’un savunduğu sistemin karma ekonominin varolduğu bir sosyal refah devleti olduğunu iddia edebiliriz. Ayrıca Rawls özgürlüğün refah uğruna değil ancak özgürlük uğruna kısıtlanabileceğini belirterek sosyoekonomik adaleti temele koyan Marksist ekonomiyi dışlamıştır. Rawls’un Amerika’daki muhalif çevrelerce sevilmesinin önemli bir nedeni sivil itaatsizlik olgusuna verdiği destekten ileri gelir. Mohandas Gandhi’nin hayatı ve eylemlerinden etkilendiği bilinen Rawls, sivil itaatsizliği yasaların ya da hükümet politikalarının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen, şiddete dayanmayan, vicdani ancak yasal olmayan politik eylemler olarak tanımlar ve demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru olarak görür.
Gerçekten de tüm adilane düşüncelerine karşın Rawls’un Amerika Birleşik Devletleri haricinde bir yerde Marksist literatüre dahil edildiği görülmemiştir. Rawls’un ikinci temel prensibi sosyoekonomik adaletsizliklere verdiği önem ve dezavantajlı sınıfları ve grupları koruması nedeniyle sol bir düşüncenin ürünü olarak kabul edilebilir ancak artan düzenli-oranlı vergilendirme (progressive taxation) gibi uygulamaların sınıfsal çelişkileri yok etmek yerine ancak asgariye indirgeyebileceğini söylemek sanırım daha doğru olacaktır. Bu nedenle Rawls bir anlamda kapitalizmin ilacını yaratmıştır. Ayrıca binlerce yıllık sınıfsal çatışmaların yarattığı miras hukukuyla da desteklenen sosyoekonomik eşitsizlerin sadece vergilendirme ve eşitsizlikleri fakirlere hizmet ettiği sürece kabul etme politikalarıyla çözülemeyeceği aşikardır. Her ne kadar eşit hak ve özgürlükler olsa da, fırsat eşitliği uygulanmaya çalışılsa da zaten sosyoekonomik eşitsizlikler binlerce yıllık sınıf çatışmalarının bir ürünüdür ve eşit koşullarla yarışmaya devam edilmesi sadece bu durumu meşru kılacaktır. Metodolojik olarak da Rawls’un adalet teorisi eleştiriye açıktır. Başlangıç pozisyonunda Rawls’un bireyleri çıkar maksimizasyonu peşindeki rasyonel bireyler olarak değerlendirmesi bir varsayımdır. Yine de Rawls’un kapitalizmin vahşetini, azgınlığını biraz olsun dizginleştirmeye, ehlileştirmeye yönelik çabası alkışa ve okumaya değerdir.
KAYNAKLAR
- Rawls, John, “A Theory of Justice”, (1971), Cambridge Mass.: Harvard University Press
- Rawls, John, “Political Liberalism” makalesi
- Skinner, Quentin, “Çağdaş Temel Kuramlar” kitabından Alan Ryan’ın “John Rawls” makalesi, sayfa 132-156, (1991), İstanbul: Vadi Yayınları

Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

''Ancak Rawls çoğu zaman sol kesimlerde gerçek bir devrimci olmadığı ve sistem içi çözüm ürettiği gerekçesiyle küçümsenmiş ve siyasal aktivizmden uzak, elitist ve pasif entelektüel yapısı nedeniyle alay konusu yapılmıştır. Rawls’un Marksizm’le ve Ortodoks Marksistlerle uzlaşması gerçekten zordur. Kutupsal karşıtlık anlayışı (diyalektik) ve sınıfsal analizlerden uzak Rawls solculuğu, Marksistler tarafından genellikle sistem içi bir çözüm önerisi ve adeta kapitalizmin can simidi olarak değerlendirilmiştir. Buna ek olarak başlangıç pozisyonundaki rasyonel egoist insan tanımı nedeniyle Marksist sol “Rawls’un insan doğasında kapitalist pazardaki rekabetçilerin özelliklerini bina ederek kapitalizm müdafilerinin karakteristik el çabukluğunu gösterdiğini” ileri sürmüştür (Ryan, sayfa 152).'' bu kısma aynen katılıyorum fakat ''Yine de Rawls’un kapitalizmin vahşetini, azgınlığını biraz olsun dizginleştirmeye, ehlileştirmeye yönelik çabası alkışa ve okumaya değerdir.'' bu kısma ise tamamen katılmıyorum çünkü Rawls kapitalist sistem içerisinde mevcut bulunan adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri tamamen -en kibar ifade ile- romantik ve hayalci bir şekilde çözmeye çalışmıştır. Fakat yine biliyoruz ki kapitalizmin ve liberal demokrasinin içerisinde ki eşitsizlik ve adaletsizlik sorunlarını kendi içerisinde çözmek zaten hem teorik olarak hem de pratikte mümkün olamamaktadır. Kısacası Hocam, şahsım adına söylemek gerekirse: her ne kadar modern politik teori için önemli bir şahsiyet olsada, Rawls'u yazınızda fazlaca ve hakkı olmayarak yücelttiğinizi düşünüyorum.