17 Ağustos 2010 Salı

Hüseyin Nihal Atsız


-->
Ofansif ve etnik temelli Türk milliyetçiliğinin ve Türkçü-Turancı düşüncenin en önemli ideologu ve tartışmalı ismi olan Hüseyin Nihal Atsız 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul Kadıköy’de doğdu. Atsız İstanbul’da doğmuştu ancak ailesi Gümüşhane kökenliydi ve Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları ailesi olarak biliniyordu. İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul sultanilerinde yapan genç Atsız, buradan mezun olunca Askeri Tıbbıye’ye yazılmıştır. Askeri Tıbbiye yılları Atsız’ın hayatına yön verecek çok önemli bir gelişmeye sahne oluyor ve Atsız okuduğu kitaplar ve arkadaş çevresinin etkisiyle Türkçü-Turancı düşünceyle tanışıyordu. Kısa sürede bir Türkçü akvitist olan Atsız, Ziya Gökalp’in cenaze töreninin yapıldığı gece Arap asıllı bir teğmenle kavga ettiği gerekçesiyle 1925 yılında 3. sınıftayken Askeri Tıbbiye’den atılır. Bir yıl geçici işlerde çalışan Atsız daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin edebiyat bölümüne girer. Ancak Tıbbiye’den atıldığı için askerlik zamanı gelen Atsız, yaptığı tüm itirazlara karşın askerliğini tecil ettiremez ve Edebiyat Fakültesi’ni bırakarak askerlik görevini yerine getirmek için Taşlıkışla 5. Piyade Alayı’na katılır. Askerlik görevini tamamlayan Atsız daha sonra Ahmet Naci isimli arkadaşıyla birlikte hazırladığı “Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuat Köprülü’nün dikkatini çeker. Hocasının da destekleriyle 1930 yılında Edebiyat fakültesinden mezun olur ve Köprülü’nün yanında asistan olarak işe başlar. 1931-1932 yılı arasında 17 sayılık “Atsız Mecmua” dergisini çıkaran Nihal Atsız, bu dergi sayesinde ırkçı düşüncelerini yaymaya ve sempatizan bulmaya başlar. Bu arada Atsız Mehpare Hanım’la dört yıl sürecek (1931-1935) bir evlilik yapacaktır.
Nihal Atsız’ın medyanın gündemine ilk çıkışı ise 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında olur. Kongrede Dr. Reşid Galib’in Türkçü hocası Zeki Velidi Togan’a yaptığı eleştiriler üzerine ikinci eşi olacak Bedriye Atsız ve yakın arkadaşı Pertev Naili Boratav ile birlikte Reşid Galib’e bir protesto telgrafı çeken Atsız isminden söz ettirmeyi başarmıştır. Ancak ertesi yıl Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Galib, ilk iş olarak Türkçü-Turancı düşüncelerinden rahatsızlık duyduğu Atsız’ı asistanlıktan attırmıştır. Bunun üzerine genç ve ateşli Atsız, Edebiyat Fakültesi dekanı Ali Muzaffer Bey’i bir yerde yakalayarak herkesin önünde tokatlamıştır. Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya’da bir okula Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiş ve bir yıl kadar Malatya'da kalmıştır. Atsız’ın siyaset sahnesine ikinci defa çıkışı ise bir sonraki yıl atanacağı Edirne’de gerçekleşecektir. Edirne Lisesi’nde yalnızca 3-4 ay kalmasına karşın burada “Orhun” dergisini çıkarmaya başlayan ve öğrencileri Türkçü-Turancı düşünce etrafında örgütleyen Atsız, Cevat Rıfat Atilhan’la birlikte bir anlamda 1934 Trakya Olayları’nın mimarı olmuştur. Atsız’ın Orhun ve Atilhan’ın Milli İnkılap dergilerinde çıkan anti-semitist ve Nazilerden etkilenerek yazılmış yazılar halkı Edirne’de maddi olarak iyi durumda Yahudilere karşı kışkırtmış ve bunların neticesinde 1934 Haziran’ında Trakya Yahudilerine karşı yaygın bir saldırı başlatılmıştır. Haziran ayı boyunca Edirne’de birçok tecavüz, yaralama ve yağma olayı gerçekleşmiş ancak hükümet isteyerek veya istemeyerek olaylara müdahale etmekte çok yetersiz kalmıştır. Bu olay neticesinde Trakya Yahudilerinin neredeyse hepsi başka ülkelere göç etmişlerdir. 1934 Trakya Olayları her nedense Türk siyasal tarihinde fazla yer verilmeyen ve üzerine fazla kaynak bulunmayan bir olaydır. Ancak Atsız ve Atilhan gibi Türkçülerin ırkçı düşüncelerini özgürce açıklayabilmeleri ve hükümetin tüm dünyada da ırkçılığın prim yaptığı ve anti-semitizmin yaygın olduğu bir dönemde bu olaylara tepkisiz kalışı ve çok geç müdahale etmesi; Türk siyasal elitinin de bu dönemde ırkçı düşünce sisteminden etkilendiğini ve giderek artan antropolojik çalışmalar neticesinde büyük oranda bir sivil milliyetçilik anlayışı üzerine kurulu olan Kemalizm’in giderek etnik bir temele oturtulmaya çalışıldığı düşüncesini akla getirmektedir.

1934 Trakya Olayları sonrası Bakanlık kararıyla Orhun dergisi kapatılan Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak atanır. 1936 yılında ise ikinci eşi olan Bedriye Atsız’la evlenir. Nihal ve Bedriye Atsız çiftinin Yağmur Atsız ve Buğra Atsız isminde iki oğulları olacak ancak çift 1975 yılında ayrılacaktır. Irkçı düşünceleri ve bulunduğu yerlerde yaptığı provokatif söylemlerle Milli Eğitim Bakanlığı’nın daima göz hapsinde tuttuğu Atsız, şansını bir de kontrolün daha düşük olduğu özel liselerde denemek ister. Özel Yüce-Ülkü Lisesi’ne geçen Atsız, burada 1937-1939 yılları arasında edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur. Atsız, Boğaziçi Lisesi’ndeyken Orhun Dergisini de yeniden yayınlamaya başlamıştır. Nihal Atsız’ın Birinci Türk Tarih Kongresi ve 1934 Trakya Olayları sonrası 10 yıllık sessiz bir dönemden sonra yeniden siyaset meydanına çıkışı 1944 yılındaki Türkçülük Davası ile olacaktır. Bu dava yalnızca Atsız ve Türkçü-Turancı düşünce için değil, “Milli Şef” İsmet İnönü kontrolündeki Türkiye Cumhuriyeti devleti ve CHP için de Kemalizm’e getirilen farklı yorum ve izleri ortaya çıkmaya başlayan Soğuk Savaş döneminde izlenecek siyaset açısından da son derece önemli ve siyasi bir davadır.

Aslında her şey Faris Erkman’ın hazırladığı “En Büyük Tehlike” isimli broşürün basılmasıyla başlamıştır. Erkman bu makalesinde Türkiye’de hızla güçlenmekte olan ırkçı düşünceye dikkat çekmiş ve bunun Kemalist prensiplerle alakalı olmadığını göstermiştir. Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde yayınlanan ve sonradan kitaplaştırılacak olan bu broşürde Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Emir Erkilet ve Nazilerle görüşmeler yapmış Nuri Killigil Paşa’ya dikkat çekilmiş ve Nazizm’den etkilenmiş bu kişilerin çıkardığı Bozkurt, Gök Börü, Çınaraltı ve Ergenekon gibi yayın organlarının isimleri tehlikeli yayınlar olarak zikredilmiştir. Bu yayın aşırı milliyetçi çevrelerde büyük tepki doğurmuş ve Atsız’la Türkkan hemen Zekeriya ve Sabiha Sertel, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Behice Boran gibi isimleri komünist iç düşmanlar ilan ettikleri bir broşür yayınlayarak Tan Gazetesi ve Tasviri Efkar gibi komünist propaganda yapan yayınların kapatılmasını talep etmişlerdir. Bu olayla birlikte aşırı milliyetçi ve solcu çevreler arasında bir karşılıklı yayın savaşı başlamıştır. Nihal Atsız ve Sabahattin Ali birbirleri aleyhine “İçimizdeki Şeytanlar” isminde birer broşür-kitap yayınlarken, Faris Erkman’ın yazısı sonrası ortalığın kızışmasına neden olan Nihal Atsız’ın İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de artan komünist faaliyetler üzerine ilgilileri ikaz için Orhun’un Mart 1944'te yayınlanan 15. sayısında devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir açık mektup yazmasıdır. Atsız’a göre Hasan Ali Yücel kontrolündeki Milli Eğitim Bakanlığı komünist propaganda yapmaktadır ve anayasal olarak yasaklanmış bu rejimin övülmesi ciddi bir suçtur. Atsız’ın düşüncesinde Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal Antel ve Ahmet Cevat Emre gibi özellikle Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kümelenen “komünist hainler” Hasan Ali Yücel’i de etkileri altına alarak Türkiye’deki Kemalist rejimi değiştirmeye yönelik çalışmalar yürütmektedirler. Bu gelişmeler üzerine Atsız ve arkadaşları aleyhine “Türkçülük Davası” olarak bilinen dava açılıyor ve davanın başlarında İsmet İnönü’nün Atsız ve arkadaşlarını eleştiren sert sözlerine karşın, 3 yıl sürecek bu dava neticesi itibariyle Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde izleyeceği politikalara da ışık tutar bir nitelikte beraatla sonuçlanıyordu. Davanın yanı sıra çeşitli gazete yazıları ve broşür-kitaplarla devam eden bu komünist-ırkçı savaşı özellikle 1 Mayıs-18 Mayıs 1944 tarihleri arasındaki Türk medyasının ana gündemini oluşturuyor ve karşılıklı suçlamalar içeren mektuplar çeşitli gazetelerde tefrika ediliyordu. Davanın ikinci duruşmasının yapıldığı ve milliyetçi öğrencilerin büyük gösterilerine sahne olan 3 Mayıs 1944 tarihi ise 3 Mayıs Türkçülük Günü’nün başlangıcı oluyordu.

Dava sürerken Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel hakkında yapılan suçlamalar nedeniyle görevinden istifa ediyor ve yerine Reşat Şemsettin Sirer atanıyordu. Zaten dava da Nihal Atsız-Sabahattin Ali ikilisini aşarak Hasan Ali Yücel ve Prof. Kenan Öner ikilisi üzerinde yoğunlaşıyordu. Türkiye’de yapılmış birçok aydınlanma projesine imza atan Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla sosyalizme kolaylıkla evrilebilen devrimci Kemalist ideoloji doğrultusunda yayınlar yapan Milli Eğitim Bakanlığı sözde milliyetçi, Amerikancı bir çizgiye çekiliyordu. Yine dava sürerken İkinci Dünya Savaşı Almanların yenilgisi ve Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri’nin kesin zaferi ile sonuçlanıyordu. Bu arada Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarafsız kalmaya çalışan politikaları ve Nazi Almanya’sı ile ticaret ilişkilerine devam etmesi nedeniyle Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği resmi ağızdan olmasa bile Türkiye’ye yönelik tehditlerde bulunuyordu. (Bu konuda Türkiye Komünist Partisi’nin gizli belgeler arşivine bakılabilir) Ayrıca Turancı düşünce dava nedeniyle giderek popülarite kazanıyor ve binlerce üniversiteli genç 1945 yılında Tan Gazetesi’ne büyük bir saldırı düzenliyorlardı. Tan Gazetesi Baskını Türkçülük Davası süresince aralarında Alparslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu Türkçü sanıklar sorguya çekiliyor ve iddialarına göre tabutluk adı verilen hücrelerde işkence görüyorlardı. Dava 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanıyor ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkum oluyor ancak Atsız kararı temyize götürüyordu. Sonuçta Askeri Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi kararı esastan bozuyor ve Atsız 1,5 yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest kalıyordu. 5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (Öner-Yücel davası olarak da bilinir) 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanıyor ve yargılanan 29 kişi serbest bırakılıyordu. Atsız ve arkadaşları savunmalarında komünizm gibi milliyetçi olmayan bir ideolojiye karşı milli çıkarları koruduklarını ve Sovyetler Birliği’nde baskı altında yaşayan milyonlarca Türk’e destek çıktıklarını ancak ne Sovyetlere ne de Türk hükümetine yönelik aktif bir hareket hazırlığı içinde olmadıklarını söylüyorlardı.
Türkçülük Davası; 1947 yılındaki son kararı ve dava süresince yaşananlar, konuşulanlar itibariyle Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi politikasına ışık tutan bir niteliktedir. Nihal Atsız ve arkadaşlarının Kemalist milliyetçilikten tamamen farklı ırkçı düşünceleri ve Kemalizm’in özünü kavramış sol düşünürlere yönelik saldırgan ve itham edici tavırları bu davanın beraatla sonuçlanması sayesinde bir anlamda devlet nezdinde aklanıyordu. Türkiye’nin abartılan Sovyet tehdidi nedeniyle ABD ve kapitalist batı bloğuna yöneleceğinin sinyalleri ve komünizmin başını ezmeye yönelik politikaların çekinmeden uygulanabileceği ve hatta bu uğurda milliyetçi-ırkçı (12 Eylül’den sonra İslamcı) düşüncelere dahi tahammül edilebileceği bu dava ile açığa çıkmıştır. Bilindiği üzere Kemalizm’den gün geçtikçe uzaklaşacak olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumları ve bu kurumlarda ön plana çıkan kişiler; 1960 ve özellikle 1970’lerde komünizmin önüne kesmek için ABD desteğiyle birçok faaliyete girişiyordu. Ancak yine de Türkiye’de özgürlük ve demokrasiden giderek uzaklaştırıldığı bu döneme bakarak Atsız’ın düşünceleriyle Kemalizm ve Kemalist milliyetçilik arasında bir paralellik kurmak çok hatalı olacaktır. Nihal Atsız kendi de övünerek belirttiği gibi bir ırkçıdır ve Türk ırkının üstünlüğüne inanmaktadır. Oğluna yazdığı vasiyette de açıkça görüldüğü üzere Türklük anlayışı tamamen etnik temellidir ve diğer etnik kökenden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına mensup kişilere karşı dışlayıcı bir tavır göstermektedir. Ancak Kemalist milliyetçilik daima söylenildiği şekilde Türklüğü bir üst kimlik kabul etmiş ve 1930’larda Almanya ve diğer Avrupa devletlerin bilimsel olarak gerisinde kalmamak adına yapılan kafatası ölçümleri hariç asla ırkçılığa yorulabilecek politikalar uygulamamıştır. “Ne mutlu Türk olana” değil, “Ne mutlu Türküm diyene” denmesi bunun en somut ispatıdır. Zaten vatandaşlık hakları genelde iki temelde şekillenmektedir: Soil-based (ius soli-toprağa bağlı) ve blood-based (ius sanguinis-kana bağlı) (McCrone, sayfa 8). Mustafa Kemal, Fransız Devrimi’ni referans alan toprağa bağlı ilerici bir milliyetçilik anlayışı seçmiş ve bu yönüyle Avrupa’daki bir çok ülkeden farklı bir politika izlemiştir. Unutmayalım ki bu kana dayalı vatandaşlık hakkı yakın zamana kadar Almanya’da yürürlükteydi. Yine o dönemde Kürt kökenli kimselere sistematik bir şekilde dışlama politikası güdülmemiş ve Kürt kökenli vatandaşlarımız devletin en üst kademelerine kadar yükselmişlerdir. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi aşırı milliyetçi kabul edilebilecek olgular ise ulus-devlet yaratma projesinin çok önemli ayaklarındandır ve bu şekilde kabul edilmelidir. Profesör Ergun Özbudun’a göre de “1930’lu yıllar gibi Avrupa’nın çok büyük bölümüne otoriter, ırkçı milliyetçilik anlayışının egemen olduğu bir dönemde, bunun bizce tali bazı yönlerinin Türkiye’de görülmesi değil, bu etkinin bu kadar sınırlı kalmış olması hayret edilecek bir husustur. Bir siyasal söylemin sağlıklı olarak değerlendirilmesi, o söylemin bir bütün olarak ve dönemin şartları içinde incelenmesini, ana doğrultularıyla geçici ve tali sapmaların birbirinden ayrılmasını gerektirir. Kemalizm’in milliyetçilik söylemi bir kül halinde ele alındığında, onun hukuki ve kültürel cephesinin çok daha ağır bastığına kuşku yoktur” (Özbudun, sayfa 158).

İşte Kemalizm’le uzaktan yakından alakası olmayan Atsız’ın bu ırkçı düşünceleri Soğuk Savaş koşullarında komünizmle mücadele adına ön plana çıkarılıyor ve Atsız’ın sıkı takipçilerinden Alparslan Türkeş de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi ile siyaset sahnesinde yerini alıyordu. Özellikle Süleyman Demirel’in kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetlerinde başlarda Atsızcı olan ancak daha sonra Türk-İslam sentezi görüşüne yönelen ülkücüler birçok toplu katliam ve siyasal cinayet olayına da karışıyorlardı. Davadan beraat eden Atsız ise birkaç sene işsiz gezdikten sonra Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne tayin oluyor ve ırkçı çalışmalarına aralıksız devam ediyordu. Özellikle 1964-1975 yılları arasında yayınladığı Ötüken dergisi ülkücülerin buluşma adresi haline geliyor, Atsız 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’nin de genel başkanı oluyordu. Atsız öldüğü 1975 yılına kadar zaman zaman siyasal iktidarlarla sorunlar yaşasa da ırkçı düşüncelerinin önüne kesin bir şekilde geçilmesi nedense gündeme gelmiyor hatta 1973 yılında Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız’ın hapis cezasını iptal ettiriyordu. 11 Aralık 1975 tarihinde vefat eden Nihal Atsız’ı ve kendisini takip eden ırkçıları incelerken kuşkusuz dünya konjonktürü ve siyasal atmosferden bağımsız bir değerlendirme yapılmamalıdır.
Nihal Atsız benzeri ırkçı düşüncelerin ortaya çıkışını tarihsel süreçte anlamak için öncelikle Avrupa emperyalizmi üzerinde durmalıyız. Başlardaki din ve kolonicilik temelli olan Avrupa emperyalizmi 20. yüzyıl başlarından itibaren Adam Smith’in laissez-faire’i ve Malthus’un nüfus teorisinin sentezinin Darvinizm ile cilalanması sonucu sosyal Darvinizm haline dönüşmüştür. Avrupa’da Rousseau’nun Marx’ın hümanist yapıtlarının işçi sınıflarına dahi ulaştığı 20. yüzyılda tabii ki Avrupa emperyalizmi kendi halklarını ve özellikle devrimci-demokratik işçi unsurlarını emperyalist politikalarına destek vermeleri için kendine yeni bir kılıf üretmek zorundadır ve bu nedenle sosyal Darvinizm ve anti-semitizm gün geçtikçe Avrupa’da yayılmaya çalışılmaktadır. Üstün ırk görüşünü biyoloji mitleriyle pekiştirerek koloniciliği, emperyalizmi ve kapitalizmi ideolojik bir dayanakla donatan Avrupalı devletler dünyanın entellektüel anlamdaki motoru olduğu için bu ırkçı düşünceler dünyaya da hızla yayılmaya başlıyordu. Özellikle Tanzimat dönemi sonrası Avrupa ile dengesiz bir şekilde yakın kültürel ilişkiler geliştiren Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti de doğal olarak Avrupa’da ortaya çıkan bu ırkçı dirilişten etkilenmiştir. Kemalizm’in özüne ters olan bu ırkçı fikriyat akımı başlarda Nazi Almanya’sı, daha sonra ise ABD sayesinde ülkemizde de yaygınlaşmış ve etnik milliyetçi ve ırkçı düşünürler ve siyasal örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Soğuk Savaş’ta ABD ve kapitalist Batı bloğunun yanında yer alması da bu düşünce sisteminin yaygınlaşmasını kolaylaştıran bir faktör olmuştur. Türk milliyetçiliğinin tarihsel olarak geç ortaya çıkması, resmi milliyetçilik anlayışında ırkçı unsurların ön planda olmayışı ve Türkiye’nin milyonlarca Kürt kökenli vatandaşının bulunması da bu yan ve sapkın düşüncenin bir alternatif olarak ortaya çıkmasında etkili olmuştur.

Ülkücülerin Atsız Ata’sı işte bu tarihsel perspektifte incelenirse daha anlamlı bir tarihsel figür haline gelecektir. Olayları, kişileri değerlendirirken tarihsel süreçlerden bağımsız değerlendirmeler yapılması kişileri hataya sürükleyecektir. Günümüzde Türk milliyetçiliği sivil ve kültürel bir dönüşüm geçirip mutedilleşirken, Kürt milliyetçiliğinin etnik ve saldırgan bir temelde ortaya çıkması Anadolu coğrafyasının önemli bir sorunudur.

KAYNAKLAR

- Özdoğan, Günay Göksü, “Dünyada ve Türkiye’de Turancılık”, Tanıl Bora ve Murat Güntekingil’in “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik Vol.4, (2002), İstanbul: İletişim Yayınları
- Nihal Atsız.org, http://www.nihalatsiz.org/
- Özbudun, Ergun, “75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru”, (1998), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları
- McCrone, David, “The Fall and Rise of Nationalism”, “Sociology of Nationalism” kitabından, (1998), London: Routledge

Ozan Örmeci

6 yorum:

Murat Döner dedi ki...

Türk Irkından olmadığını söylemek için bu kadar uğraşmana gerek yoktu dostum.

Ozan Örmeci Makaleleri (Ozan Örmeci Articles) dedi ki...

Hangi ırktan olduğumu heralde kafatası ölçüm cihazınızla hemen anladınız Murat Bey. Ama yanlış ölçüm yapmışsınız anladığım. Ayrıca hatırlatmak isterim ki Türkiye Cumhuriyeti bir ırk değil, siyasal bilinç cumhuriyetidir.

GastroAktiv dedi ki...

"...bulunduğu Türkçü sanıklar sorguya çekiliyor ve iddialarına göre tabutluk adı verilen hücrelerde işkence görüyorlardı."

Çok afedersin ama bu kadar emek verip yazı yazmışsın ama bu kadar aleni bir gerçeği bile "öyle birşey yok ama iddia ediyorlar işte" şekline sokmuşsun. Bu insanlar işkenceden geçirildiler. ister ırkçı olsunlar ister komünist bunlar yapıldı. İşinize gelince yılmadı fikrini savundu diye sağcısına solcusuna övgüler düzersiniz neden bu adama bu kadar ikiyüzlü davranılıyor anlamıyorum. Adam ırkçı kendiside söylüyor kimsenin ölümünden sorumlu değil kimseye vur emri vermemiş. Kimseyi gazlamamış. MHP ile ilişkilendiriyorlar bazen ona çok ülüyorum bu adam mhp çizgisinden fersah fersah uzakta olmasına rağmen kimi ülkücü katillerin suçu bile laf olsun diye atsıza yükleniyor. bu yazıyı tarafsız hale getirmediğiniz sürece ciddiye alınacak yeri yok...

Ozan Örmeci Makaleleri (Ozan Örmeci Articles) dedi ki...

Ya beyefendi elimde kanıt olmadığı, tarihi bir belgeye dayanmadığı, olayın şahitlerini dinlemediğim için bu şekilde ifade ettim. İşiniz gücünüz yok benim bir iki ifademe takılıyorsunuz.

0 beyin dedi ki...

nihal atsız kendisinin de her zaman belirttiği üzere ırkçıydı, ırkçılığını "türk olmayan bütün gruplara karşı bir savunma mekanizması" olarak açıklıyordu. doğal olarak yahudilerden de ingilizlerden de almanlardan da hoşlanmıyordu. demek istediğim nihal atsız nazizmden etkilenip ırkçı olmamıştır, türkiyede mussoliniyi ve hitleri eleştiren ilk insanlardandır, davetiye şiirine bakabilirsiniz. ayrıca milli inkilap gibi antisemitizm üzerine kurulu olan bir dergide yazmamıştır. onun sorunu sadece yahudilerle değildi çünkü ve nazilerden de destek görmüyordu. türk olmayan herkese şüpheyle bakıyordu.

Unknown dedi ki...

Makaleniz için teşekkür ederim, güzel bir çalışma olmuş.