Dr. Matthew Weiss, Las Vegas’taki Güney Nevada Koleji’nde tam-zamanlı
Siyaset Bilimi eğitmeni olarak çalışan Amerikalı bir Siyaset Bilimcidir. Weiss,
daha önce Teksas Rio Grande Valley Üniversitesi’nde çalışmıştır. Weiss, ayrıca,
2011-2012 döneminde Singapur Ulusal Üniversitesi’ne bağlı Ortadoğu
Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmacı olarak bulunmuştur. Doktora
derecesini 2011 yılında California Davis Üniversitesi’nden alan Matthew Weiss,
Türk Dış Politikası, Türk-Kürt ilişkileri, Yemen’deki su sıkıntısı ve
çatışmalar ve uluslararası nehir basenleri konusunda yaşanan işbirliği ve
çatışmalar gibi konularda çeşitli dergilerde uluslararası makaleler
yayınlamıştır. Weiss’ın, Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Prof. Dr. Hüseyin Işıksal
editörlüğünde yayınlanan Historical
Examinations and Current Issues in Turkish-American Relations adlı kitapta
da Türk-Amerikan ilişkilerini Ortadoğu bağlamında değerlendiren önemli bir
makalesi bulunmaktadır. Weiss’ın uzmanlık alanları ise; Uluslararası İlişkiler,
Ortadoğu Politikası, Amerikan hükümeti ve geleneksel olmayan güvenlik
meseleleridir.
Dr. Ozan Örmeci: Dr. Matthew Weiss, bize zaman ayırdığınız için
teşekkürler. Mülakatımıza 2020 ABD Başkanlık seçimlerine dair bir soruyla
başlamak isterim. Demokrat Parti Başkan adayı ve ABD eski Başkan Yardımcısı Joe
Biden, seçimleri kazanarak 46. ABD Başkanı seçildi. 81 milyonun üzerinde oy
almayı başaran Biden, böylelikle en yüksek oyla seçilen ABD Başkanı da oldu.
Buna karşın, Cumhuriyetçi Parti adayı ve 45. ABD Başkanı Donald Trump da 74
milyonun üzerinde rekor bir oy almayı başardı. Başkanlık seçimi ve Kongre
seçimi sonuçlarına bakarak, 2020 ABD Başkanlık seçimleri hakkında neler
söyleyebilirsiniz? Sizce Biden’ın Trump karşısında rahat bir zafere koştuğunu
gösteren kamuoyu yoklamaları Trump’ın gücünü anlamakta gerçekten yetersiz mi
kaldılar?
Dr. Matthew Weiss: Joe Biden’ın seçimi 7 milyon oyun üzerinde bir farkla
kazandığı düşünülürse, Amerikan halkının Biden’a güçlü bir destek verdiği
anlaşılacaktır. Ancak dediğiniz gibi, bu, bazı anketlerin öngördüğü gibi ezici
bir zafer olmadı. Birçok gözlemcinin seçim öncesinde de belirttiği üzere, Trump
ve Cumhuriyetçiler, anketçilerin beklentilerinin üzerinde bir başarıya
ulaştılar ve hem ülke genelinde, hem de birçok eyalette oylarını yükselttiler.
Bu, ABD siyasetinin merkez sağ eğilimli yapısının devam ettiğini gösteriyor.
Seçim sonuçları, ABD’de sola doğru keskin
bir dönüşten ziyade, Trump’ın COVID-19 pandemisini kötü yönetmesi ve
buna bağlı olarak gelişen ekonomik krizi reddetmesinin neticesi olarak
anlaşılıyor. Hatta Trumpizm’in bir ideoloji olarak mağlup edilemediğini de
belirtmek gerekir. Cumhuriyetçi seçmenlerin yüzde 70’i -ortada somut bir hile
kanıtı olmamasına rağmen- halen daha seçimin hileli olduğuna inanıyorlar. Hatta
Trump, Twitter üzerinden milyonlarca seçmene ulaşarak, onların Başkan’ı gibi
hareket etmeye devam ediyor. Buna rağmen, 2024’te ne olacağına dair spekülasyon
yapmak için çok erken; hatta ben Trump’ın tekrar Başkan adayı olacağını
düşünmüyorum. Bence Trump, 2024 seçimlerinde, kızı İvanka Trump’ı ya da Kongre’deki
yardımcılarından birini destekleyecek.
Şunu da belirtmek gerekir ki, ABD seçim sonuçlarını doğru tahmin etmek,
Seçmenler Kurulu (Electoral College)
olarak bilinen seçim sistemi nedeniyle diğer demokrasilerden çok daha zor
oluyor. Bu sistemde, ABD Başkanı, en çok oyu alan aday değil, en çok delegeye
(en az 270 delege) ulaşan aday olarak seçiliyor. Ezici bir farkla ya da burun
farkıyla kazanmasına bakılmadan, “kazanan hepsini alır” (winner-take-all) seçim sistemi gereği, bir eyaletin tüm delegeleri o adayın hanesine yazılıyor. Bu, “nispi temsil” mantığının ve
sisteminin tam zıttı bir siyasi uygulama. Hatta bu yüzden, ABD’deki bir
Başkanlık seçiminde bir adayın 50 eyaletten sadece 11 daha kalabalık olanını 1
oy farkla kazanarak ve toplamda yüzde 27 civarında bir oyla Başkan seçilmesi
mümkün olabiliyor. 2000 ve 2016 Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi adaylar
George W. Bush ve Donald Trump’ın zaferlerinde de zaten toplam oy değil, delege
(seçmen) sayısı belirleyici olmuştu.
Bu ilginç sistemin iki olumsuz sonucu oluyor. İlk olarak, Başkan adayları,
seçim kampanyaları döneminde, Cumhuriyetçi ve Demokrat oyların yakın olduğu ve
delege (seçmen) sayısının çok olduğu salıncak eyaletlere (swing states) büyük zaman, kaynak ve enerji ayırıyorlar. Bu tarz
eyaletlerdeki küçük bir oy değişimi seçim sonucunu etkileyebileceği için, bu
seçim bölgelerinde Başkan adayları arasındaki rekabet de son derece şiddetli
oluyor. İkinci olarak ise, ulusal (federal) düzeyde yapılan toplam oy
tahminlerinin pek de bir anlamı olmuyor. Son tahlilde, eyalet bazlı analizler
ön plana çıkıyor. Buna karşın, ilginç bir sorunsal olarak, yerel düzeydeki
anket çalışmaları federal düzeydeki anket çalışmalarına kıyasla çok daha az
fonlanıyor/destekleniyor.
2020 seçimine bakacak olursak, bu seçim öncesindeki anketler, aslında 2016
seçimine kıyasla bir konuda çok daha başarılı oldular. 2020 seçimi öncesindeki
anketler, Demokrat aday Joe Biden’ın salıncak eyaletlerdeki başarısını (oy
farkını) olduğundan fazla hesaplarken, 2016 seçimi öncesindeki anketlerde hem
oy farkı, hem de kimin üstün olacağı konusunda hatalı öngörülerde bulunuldu.
2016 seçimleri öncesinde çoğu anketler Demokrat aday Hillary Clinton’ın
salıncak eyaletleri kazanacağını öngörürken, seçim sonucunda bunun böyle
olmadığı anlaşıldı. Ancak “RealClearPolitics” gibi diğer tüm anketlerin
ortalamasını alan ve son haftaya girilirken Trump ile Clinton arasında kıyasıya
bir seçimin olacağını öngören platformları da bu noktada belirtmek gerekir.
Aslında bu seçim öncesinde de anketler Donald Trump’ın yükselen
performansını görmezden gelmedi. Ancak bu çalışmalar, Cumhuriyetçi Parti’nin ve
adaylarının güç ve dirençlerini hafife aldılar. Seçim öncesi anketleri yanıltan
bir şekilde, Cumhuriyetçiler, özellikle bazı seçim bölgelerinde Temsilciler
Meclisi yarışında da beklenenden başarılı oldular. Bu sayede, 9-10 fazla koltuk
kazanan Cumhuriyetçiler, Demokratların Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğunu azalttılar.
Aynı şekilde Senato’da da, koltuğunu kaybetmesi beklenen birçok Cumhuriyetçi aday,
koltuklarını korumayı başardılar. Bu nedenle, Demokratların Senato’da çoğunluğu
alma hayalleri de suya düşmüş oldu. Şimdi Georgia’daki iki koltuğu kazanırlarsa
-Demokratlar için bu bir zorunluluk-, Senato’da 50-50 eşitlik ve Başkan
Yardımcısı Kamala Harris’in de oy hakkı sayesinde zayıf bir Demokrat çoğunluğu
oluşabilir. Eyalet yasama meclislerinde de Cumhuriyetçilerin Demokratlara
kıyasla bu seçimde daha başarılı olduklarını belirtmek gerekir.
Kısacası, Biden’ın seçim zaferi -Cumhuriyetçilerin
ulusal, eyalet ve yerel düzeydeki seçim başarısı düşünüldüğünde- bir anlamda
bir tür “anomali” olarak değerlendirilebilir. Peki nasıl böyle sonuçlar ortaya
çıktı? İlk olarak, bu seçimde banliyölerde
yaşayan Amerikalı beyaz ve bağımsız seçmenlerin birçoğunun “bölünmüş
bilet oylaması” (split-ticket voting)
şeklinde oy verdiklerini ve bunun Biden’ın şansını artırdığını belirtmek
gerekir. Bu tarz oylamada, seçmenler, Kongre ve eyalet seçimleri için bir
partiden adaylara, Başkanlık seçimi için ise diğer partinin adayına oy
verebiliyor. Dolayısıyla, Trump’ın karakter zaafiyetleri ve COVID-19 sürecini
kötü yönetmesi nedeniyle, Kongre ve eyalet seçimlerinde Cumhuriyetçi adaylara
oy veren birçok seçmen, Başkanlık seçiminde Trump’ı tercih etmediler. Başka bir
ifadeyle, Biden, “aşağı oylama etkisi” (down-ballot
effect) veya “kuyruk etkisi” (coat-tail
effect) oluşturamadı ve diğer Demokrat adayların oy oranını yükseltemedi.
Bu nedenle, bu seçimleri Demokratların silip süpürdüğü (Democratic sweep) bir seçim olarak görmek mümkün değil.
Anlaşılıyor ki, birçok seçim bölgesinde, Biden’ın zaferinde ona ve
politikalarına verilen destekten ziyade, Trump’ı cezalandırma düşüncesiyle
seçmen ona yöneldi. Trump’a yabancılaşan seçmen, buna karşın Kongre’de Cumhuriyetçilere
daha fazla oy verek, Biden ve Demokrat Parti’nin liberal kanadını kontrol
altında tutmak istediler. Birçok açıdan, Biden’ın zaferi, bağımsızlar, ılımlılar,
banliyölerde yaşayan seçmenler, orta sınıf ve kolej mezunu beyaz seçmenlerin
aralarında kurduğu ve kalıcı olmayan bir seçim ittifakına/koalisyonuna
dayanıyor. Bu seçmenleri birleştiren en önemli unsur ise, Trump’a karşı duyulan
karşıtlık idi. Bu nedenle, 2024 seçimlerinde aynı ittifakın oluşması kesin
değil.
Tabii şu da var ki, Biden, klasik Demokrat Parti seçim bölgelerinde
kadınlar, Afrikalı Amerikalılar ve Hispaniklerin yoğun desteğini almayı
başardı. Ancak ilginçtir ki, bu gruplar arasında Trump da oy oranını yükseltti.
Özellikle Afrikalı Amerikalı ve Hispanik erkek seçimenler nezdinde Trump’ın
2016 seçimlerine kıyasla oy oranının yükselttiğini görüyoruz. Buna karşın,
Biden da 2016’daki Hillary Clinton’a kıyasla beyaz erkek seçmen nezdindeki
oyunu yüzde 8 civarında artırmayı başardı. Bu oy değişkenliğini, Trump’ın beyaz
imtiyazlarına yönelik vurguları ve ona karşı olarak gelişen ırklararası eşitlik
temelli keskin muhalefeti düşündüğümüzde, açıklamak kolay değil. Demokratların
azınlık gruplarında az da olsa oy kaybına uğraması, orta vadede çözüm bulunması
gereken bir sorun.
Dr. Ozan Örmeci: Joe Biden-Kamala Harris ikilisinden 4 yıllık iktidarları
sürecinde neler beklemeliyiz? Sizce yeni dönemde en önemli konular neler
olacak?
Dr. Matthew Weiss: Bence öncelikle seçilmiş Başkan Joe Biden ve seçilmiş
Başkan Yardımcısı Kamala Harris’ten önümüzdeki 4 aylık dönemde ne beklememiz
gerektiği daha öncelikli bir soru olabilir; çünkü Biden ve Harris’in ilk olarak
COVID-19 pandemisi ile mücadele ve bunun Amerikan ekonomisine yıkıcı etkileri
konusunda harekete geçmeleri gerekiyor. Zira burada 1930’lardaki Büyük Buhran
döneminden beri benzerine rastlanmayan bir ekonomik krizden ve tüm Amerikan
tarihindeki en büyük kamusal sağlık sorunundan söz ediyoruz!
Şu sıralar ABD’de işsizlik oranının yüzde 6,7’ye gerilediğini de belirtmek
gerekir. Buna karşın, COVID-19 pandemisi nedeniyle enfekte olan kişi sayısı çok
hızlı bir şekilde artıyor ve bu durum kısa sürede kontrol altına alınacak gibi
gözükmüyor. Bu bağlamda, yakında alınacak yeni kapanma ve sokağa çıkma yasağı
kararları nedeniyle ekonomide “çift dipli resesyon” (double dip recession) yaşanabilir. Ayrıca ABD Kongresi’ndeki
partizan tıkanmaya bağlı olarak ikinci büyük ekonomiyi canlandırma paketinin
geçirilememesi nedeniyle, on milyonlarca Amerikalı, uzatılmış işsizlik
desteklerinin ve federal icra ve
tahliye kararlarını erteleme süresinin sona erecek olması nedeniyle
uçurumun kenarında bulunuyorlar. Bunun yanı sıra, federal düzeyde bir kredi programı olan ve küçük işletme
sahiplerinin çalışanlarının maaşlarını ödemelerini sağlayan Maaş/Ücret Koruma
Programı’nın (Paycheck Protection Program)
devamı konusunda da riskler bulunuyor. 54 milyondan fazla Amerikalı’nın
dünyanın en zengin ülkesinde gıda güvenliği sıkıntısı çekmeleri de ülkenin
içerisine girdiği sıkıntılı durumu ispatlıyor.
Bu nedenle, Biden-Harris ikilisinin Ocak 2021’de işbaşı yapmalarının
ardından en önemli öncelikleri COVID-19’la mücadele ve ekonomiyi canlandırmak
olacaktır. Çeşitli raporlara göre, COVID-19 salgınıyla mücadele konusunda
kapsamlı bir plan hazırlanıyor. Konuşulan yaratıcı önlemler arasında; Güney
Kore’de de uygulanan ve pandemi yayılma oranlarını gösteren Ulusal Pandemi
Panosu’nun (Nationwide Pandemic Dashboard) hayata geçirilmesi, ücretsiz COVID-19
testleri yapılması, COVID-19 virüsü tespit edilen hastaların temaslarının
önceden planlanmış kapsamlı bir strateji ile takip edilmeleri, izole edilmeleri
ve karantina altına alınmaları ve azınlık gruplarında virüsün yıkıcı
etkileriyle mücadele eden özel bir birimin oluşturulması gibi öneriler var.
Bunlara ek olarak, Başkan Biden’ın Başkan Trump’tan farklı olarak
bilimsel/tıbbi önerileri daha ciddiye alacağını ve bunu da 100 gün süreyle
maske takılmasını zorunlu hale getiren çağrısıyla gösterdiğini belirtebiliriz.
Bunlar dışında, Biden-Harris
ikilisinin iklim değişikliği ile mücadele konusunda gerek ABD içerisinde,
gerekse de uluslararası alanda çok daha aktif olacakları, açıkladıkları kapsamlı
plandan da anlaşılabiliyor. California Senatörü olarak, Kamala Harris, Yeşil
Yeni Düzen (Green New Deal)
anlaşmasının -ki bu anlaşma ABD ekonomisinin 21. yüzyılda fosil bazlı yakıtlara
bağlı olmaması ve yenilenebilir enerji sektöründe milyonlarca yeni iş imkânı
yaratılmasını öngörüyor- sponsorlarından birisiydi. Ayrıca Başkan Biden’ın
Başkan Obama’nın 2017’de bıraktığı yerden devam edeceği ve ofise girdiği ilk
gününde ABD’yi Paris İklim Sözleşmesi’ne yeniden dahil edeceği belirtilebilir.
Biden-Harris ikilisinin, ayrıca, ırklararası
eşitlik ve polis şiddeti konusularında da cesur adımlarla harekete geçmeleri bekleniyor.
Geçtiğimiz yaz aylarında silahsız bazı Afrikalı Amerikalı vatandaşların polis
tarafından öldürülmeleriyle başlayan ve birçok büyük Amerikan şehrinde etkili
olan protestolar ve Kamala Harris’in ilk Afrikalı Amerikalı Başkan Yardımcısı
olarak geçmişte San Francisco Bölge Savcısı ve California Başsavcısı gibi
görevlerde bulunan bir kişi olduğu düşünüldüğünde (ki bu bölgelerde polis
şiddeti ve ırklararası şiddet olayları sıklıkla yaşanabiliyor ve hukuk
sisteminin konusu oluyordu), onun polis reformu ve ırklararası adalet
konularında harekete geçebilecek ideal kişi olduğu söylenebilir.
Bu konularda Biden’ı zorlayacak
unsurlar ise; kademeciliğe (yavaş ve sindirilmiş reformlara) yatkın içgüdüleri
ve muhtemel bir Cumhuriyetçi çoğunluklu Senato olacaktır. İlk meseleye
odaklanırsak; Biden siyaseten tam bir merkez Demokrat figürü olmasına ve
kendisini yenilikçi bir reformist olarak ayrıştırmamasına karşın, COVID-19
pandemisinin yarattığı çoklu kriz ortamında, Biden, kendisinden beklenmeyecek
ölçüde değişim-dönüşüm yönünde hareket edebilir. Pandemiyle mücadele ve
ekonomik krizin aşılması konusundaki kapsamlı planları, Biden’ın Amerikan
halkının ruh hali ve beklentilerini doğru anladığını gösteriyor. Tarihsel bir
benzerlik kurulması gerekirse, eski ABD Başkanlarından Franklin Delano
Roosevelt’in (kısaca FDR) 1930’larda ABD’yi ekonomik krizden çıkaran sosyal
refah programları uygulamaları ve hizmetleri buna örnek verilebilir. Aslında
FDR’nin aristokrat geçmişi nedeniyle onun büyük bir liberal reformcu olması hiç
beklenmiyordu; ama o, gidişatı doğru anlayarak sosyal güvenlik sistemi gibi son
derece kapsamlı ve tarihi sosyal ve ekonomik programları devreye soktu ve
ülkeyi krizden çıkardı. Günümüzde Biden da aynı yolu takip edebilir...
İkinci konuya bakarsak;
Cumhuriyetçilerin Georgia’daki iki Senato koltuğu için yapılacak seçimlerinde
bir koltuk veya her iki koltuğu da kazanmaları durumunda, Biden, Obama
döneminde olduğu gibi, Kongre’den çok Başkanlık kararnameleri (executive orders) ile yapmak
istediklerini yapmaya çalışacaktır. Bu şekilde de birçok şey başarılabilir;
ancak Başkanlık el değiştirdiği anda, bu reformların kalıcı olması zor hale
gelecektir. Nitekim Obama’nın başardıkları Trump döneminde büyük oranda ortadan
kaldırıldı/tersyüz edildi; Biden’ın da aynı riski yaşamaması için, Kongre’de
çoğunluğu sağlayarak, yapmak istediklerini yasalaştırması gerekiyor.
Dış politika açısından bir
değerlendirme yaptığımızda ise; tüm uluslararası gözlemcilerim ve benim de
görüşüm, Biden’ın Trump’ın “Önce Amerika” (America
First) sloganıyla uyguladığı yeni-izolasyonist politikasına son vereceği ve
ABD’nin geleneksel diplomatik çizgisine döneceği yönünde. Biden, öncelikle,
Başkan Trump’ın tek taraflı politikaları ve müttefiklere danışmadan hareket
etmesi nedeniyle küstürdüğü geleneksel Amerikan müttefikleri, NATO üyeleri ve
diğer demokrasilerle (Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore) ilişkilerini
düzeltmeye gayret edecektir. Biden’ın Senatörlüğü ve Obama’nın Başkan
Yardımcısı olduğu dönemlerde takip ettiği yol, daima çok taraflılık ve
uluslararası liberal düzenin kural ve kurumlarına uygun hareket etmek şeklinde
olmuştur.
Dr. Ozan Örmeci: Joe Biden’ı çok da iyi tanımayan Türk sosyal bilimcileri
ve kamuoyu için onu siyasi fikirlerini ve Demokrat Parti ve ABD siyasetinde
neyi temsil ettiğini açıklayabilir misiniz?
Dr. Matthew Weiss: Biden’ın iç politikadaki durumunu önceki sorularda
detaylı olarak anlattığım için (kriz zamanında işbaşına gelen merkezci bir
Demokrat), bu soruya cevaben, kendisinin dış politika ve uluslararası sorunlara
yaklaşımını anlatmak isterim. Şunu belirtmek gerekir ki, Joe Biden, 1988
Başkanlık seçimini kazanan George H.W. Bush’tan (Baba Bush) beri Başkan olan
dış politika alanında sicili (bilgisi ve tecrübesi) en kabarık kişi oldu.
Biden, ABD Senatosu’nda uzun yıllar boyunca Dış İlişkiler Komitesi’nin
üyesi/Başkanı ve ayrıca Obama’nın Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. Hatta ilk
Başkan seçildiğinde dış politikadaki tecrübesizliği nedeniyle Obama’nın onu
Başkan Yardımcısı olarak seçtiği de biliniyor.
Buna rağmen, Joe Biden’ın dış politikada her zaman doğru kararlar verdiğini
söylemek mümkün değil. Örneğin, birçok muhalifi, onun 2003 yılında George W.
Bush (Oğul Bush) Başkanlığında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle sonuçlanan Irak
Savaşı’na destek veren politikalarını eleştiriyor ve onun tarihin doğru
tarafında durmadığını belirtiyorlar. Hatta Biden’ın savaşa neden olan ve
sonradan doğru olmadığı açıklanan Saddam Hüseyin’in elindeki kitle imha
silahları konusundaki iddialara da destek olduğu belirtiliyor.
Buna karşın, Obama’nın Başkanlığı döneminde, Biden, birçok uluslararası
meselede ılımlı, makul ve iyi düşünülmüş pozisyonlar almış bir siyasetçi. Hatta
kendisi, bu doğrultuda, zaman zaman Obama’nın dış politika danışmanlarıyla olan
farklı görüşlerini de saklamamıştır. Buna en iyi örnek, Obama’nın ilk döneminde
danışmanlarının ona ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığını artırmasına
yönelik önerilere karşı çıkmasıdır. Obama’nın danışmanlarının aksine, o dönemde
Başkan’a Afganistan’da daha ılımlı bir politika öneren Biden, asker sayısını
artırmak ve Afganistan’da ucu açık ve kapsamlı bir ulus yaratma süreci yerine,
özel kuvvetlerin, insansız hava araçlarının (drone) ve teknolojik unsurların ön planda olduğu daha dar kapsamlı
bir terörle mücadele politikasını savunmuştur. Biden, ayrıca, Taliban’ın ABD
için varoluşsal bir tehdit olmadığını ve ABD’nin mücadelesinin kalan El Kaide
unsurlarını yok etmek üzerine kurulması gerektiğini savunmuştur. Obama,
başlarda Biden yerine etrafındaki Generaller ve danışmanların sözünü dinlemiş
ve Afganistan’daki ABD askeri sayısını 30.000 kadar artırmıştır. Ancak aynı Obama,
Biden’ın Afganistan’daki ABD misyonunun ölçeğinin daraltılması ve ulus-inşa
sürecinin devamı konularındaki tavsiyelerini kısmen uygulamıştır. Afganistan
Savaşı’nın seyri ve Taliban’ın ABD ile müzakerelere sıcak yaklaşımı
düşünülürse, Biden’ın yaklaşımı haklı çıkmıştır.
Dış politikadaki kapsamlı deneyimlerinin yanında, Biden’ın Beyaz Saray’a
kendisiyle yıllardır birlikte çalışan ve görmüş geçirmiş kişileri getirecek
olması da büyük bir avantajdır. Örneğin, Biden’ın Dışişleri Bakanı olarak
seçtiği Antony Blinken, Biden’ın dünya algılamasını ve düşüncelerini çok iyi
bilen bir kişidir. Elbette, Biden’ın seçtiği bazı danışmanların daha farklı
fikirleri de olacaktır. Hatta zaman zaman bu görüş ayrılıkları yeni yönetim
içerisinde çeşitli çatışmalara da neden olabilir. Ancak Trump döneminde olduğu
gibi, bu görüş ayrılıklarının Beyaz Saray’da kaotik süreçlere neden olmasını
beklememek gerekir. Biden-Harris ikilisinin, Trump döneminde kıyasla, diğer
ülke liderleri ve toplumlara daha tutarlı bir dış politika sunacaklarını
düşünüyorum. Başkan Trump’ın dış politikayı kişiselleştirme eğilimi ve dış
politikada yaptığı zamansız müdahalelerle onları etkisiz kılma huyu vardı.
Biden ise, dış politikaya damgasını vurmaya çalışırken, bunu uzlaşı (konsensüs)
oluşturarak yapmaya çalışacak ve müttefiklerine ve hasımlarına tutarlı mesajlar
vermeye gayret edecektir.
Dr. Ozan Örmeci: Sizce yeni dönemde Türk-Amerikan ilişkilerindeki en
önemli konular neler olacaktır? Acaba Başkan Trump ile Türkiye Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan arasındaki kişisel dostluğun artık diplomaside bir unsur
olarak var olmaması Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkileyebilir mi? Biden
döneminde ikili ilişkilerdeki en önemli sorunlar sizce neler olacaktır?
Dr. Matthew Weiss: Joe Biden’ın Başkan seçilmesi, Türk-Amerikan
ilişkilerinde -konusuna göre- hem uyum/işbirliği, hem de uyuşmazlık/anlaşmazlık
olasılıklarını artırıyor. Biden’ın Türk-Amerikan ilişkileri açısından en önemli
avantajı, müthiş dış politika deneyimi ve diğer ülke liderleriyle olan
ilişkileri.
Bazı açılardan, Trump ile Erdoğan arasındaki kişisel ilişkiler ve yakın
dostluk, gerçekten de Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da zarar görmesini
frenlemiştir. Bu nedenle, Trump’ın seçimi kaybetmesi, Başkan Trump’ın
Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma sistemi nedeniyle ABD
Kongresi tarafından yaptırıma uğramasına engel olduğu da düşünüldüğünde, Ankara
açısından bir endişe kaynağıdır. Buna karşın, her ne kadar Trump-Erdoğan
dostluğu Türk-Amerikan ilişkilerine olumlu bazı katkılar sağlasa da, Trump’ın
emprovize ve dış politika konusunda beceriksiz yaklaşımları -ki bana göre
beceriksizliği ve diplomasi sanatını öğrenme konusundaki isteksizliğinden
kaynaklanmaktadır- bana göre Türk-Amerikan ilişkilerinde birçok farklı
gerginlik ve anlaşmazlığa neden olmuştur. Dolayısıyla, Trump’ın kişisel
menfaatleri dışında hiçbir ilke ve doktrine dayanmayan dış politikası, Türkiye
ve diğer müttefiklerle aslında daha çok sorun yaşanmasına neden olmuştur.
Buna somut bir örnek vermek gerekirse; Başkan Trump’ın Türkiye’nin
bölgedeki en önemli rakiplerinden olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlikleri (BAE) gibi Sünni güçlerin istek ve kaprislerini tatmin etmek için
uyguladığı politikalar, Türkiye’yi ve Türkiye ile ilişkileri olumsuz yönde
etkilemiştir. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ın kurduğu acımasız
düzeni ve Cemal Kaşıkçı cinayetini görmezden gelen Trump yönetimi, Körfez
monarşileri ve Mısır’ı Türkiye ve Katar gibi ülkeler karşısında desteklemiştir.
Suudi Arabistan ve BAE’ye on milyonlarca dolarlık yeni silah satışları
gerçekleştiren Trump, farkında olarak veya olmayarak Sünni dünya içerisindeki
bir mücadeleye taraf olmuş ve Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermiştir. Trump’ın,
İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarındaki yayılmacı faaliyetlerine daha
önce eşi benzeri görülmemiş ölçüde göz yumması ve Filistinlilerin hakları
konusunda duyarsız olması da, dış politikasını Filistin Davası üzerine oturtan
Türkiye’nin ABD’yi kınamasına ve ikili ilişkilerin bozulmasına neden olmuştur.
Bu konudan hareket edilirse, Biden’ın Suudi Arabistan ve BAE Prenslerinin
isteklerini yerine getirmek ve bu ülkelere milyarca dolarlık silah satışları
gerçekleştirmek dışında öncelikleri olacağı için, dış politikadaki büyük
tecrübesiyle Türkiye’nin temel çıkarlarına daha uyumlu politikalar uygulaması
muhtemeldir. Birçok gözlemci, Biden’ın dış politikada da önceliğinin insan
hakları meselesi olacağını vurguluyorlar. İronik olarak, bu durum, Türkiye’nin
bazı politika ve uygulamalarını da eleştiri konusu haline getirebilir. Buna
karşın, bu politikanın doğal sonucu, Suudi Arabistan ve BAE’nin Yemen’de büyük
bir insani trajediye dönüşen savaş yanlısı agresif politikaları ve Libya’daki
müdahaleci pozisyonlarına yönelik baskı olacaktır. Her ne kadar Biden yönetimi,
Türkiye’yi de tutuklu gazeteciler ve muhaliflere yönelik baskılar bağlamında
eleştirebilecekse de, bunun Türkiye’nin Sünni rakiplerine daha yüksek dozda
yapıldığını görmek ve bu politikanın Türkiye’nin rakiplerini Libya ve Afrika
Boynuzu’nda dizginlemesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olumsuz tepkilerini
sınırlandırabilir.
Biden’ın bir diğer önemli avantajı ise, onun döneminde Başkan Trump’ın
önemsemediği ve ihmal ettiği çok taraflı anlaşma ve kurumların yeniden önem
kazanacak olmasıdır. Trump’ın uyguladığı politikalar, bu tarz anlaşma ve Batılı
kurumlara dahil olan Türkiye’nin de değerli ve güvenilir bir müttefik olarak
değerini azaltmıştır. İlk olarak, kuşkusuz, Türkiye’nin ABD’den sonra ikinci en
büyük üye orduya sahip olduğu NATO, yeni dönemde önem kazanacaktır. Başkan
Biden, ABD güvenlik politikasının kilit unsuru olarak gördüğü NATO’ya daha
fazla önem atfedecektir. Yakın geçmişte, Türkiye, Afganistan gibi bazı
ülkelerde NATO barış gücü misyonlarında kritik görevler üstlenmiştir. Bu
nedenle, NATO’nun yeniden canlandırılması, Türk-Amerikan ilişkilerinde ortak
amaçların belirlenmesini ve son yıllarda yaşanan anlaşmazlıkların yatışmasını
sağlayabilir.
Ayrıca Joe Biden’ın “önce diplomasi” diyen bir Başkan olarak, Türkiye’nin
taraf olduğu Suriye ve Libya’da krizlerin yönetimi ve çözümüne ağırlık vermesi
olasıdır. Ancak bu durum, ABD’nin diplomatik tercihlerinin Türkiye’nin
çıkarları ile mutlak uyumlu olacağı anlamına gelmemektedir. Yine de, ABD’nin
tarafsız bir arabulucu/hakem olarak hareket etmesi ve Türkiye’nin Sünni
rakipleri ile Ankara’ya eşit baskı uygulaması, Türkiye açısından avantajlı
bulunabilir.
Diğer bir konu ise elbette İran nükleer programı ve Tahran’ın bölgesel
hedefleri olacaktır. Biden yönetimi, Sünni bir güç olmasına rağmen İran’la
dostane ilişkileri olan Türkiye’nin kendisine özgü konumunu kullanabilir; ancak
İran ile Türkiye arasındaki jeopolitik rekabeti de unutmamak gerekir. Obama
yönetiminin P5+1 (BM Güvenlik Konseyi üyesi 5 ülke ve Almanya) ülkeleri ile
yaptığı anlaşmayı (İran nükleer anlaşması/JCPOA) bir şekilde yenilemek isteyen
Biden yönetimine karşı, Türkiye de, kendisini ABD ile İran arasında bir tür
arabulucu olarak konumlandırabilir. Trump’ın ABD’yi çektiği bu anlaşma, aslında
İran’ın nükleer çalışmalarını -yaptırımların kalkması karşılığında- ciddi
anlamda kısıtlıyor ve denetim altına alıyordu.
Bunların yanında, ABD ile Türkiye arasında sorun yaratan birçok konu olmaya
devam ediyor. Bunlar arasında; Türkiye’deki
bir devlet bankası olan Halkbank hakkında İran yaptırımlarını delmeye yardım
ettiği iddiasıyla ABD’de başlatılan yasal süreç, Türkiye’nin Rusya’dan
aldığı S-400 hava savunma sisteminin aktive edilmesi ve Ankara ile Moskova’nın
işbirliklerini derinleştirmeleri, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji
hedefleri, Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan Dağlık Karabağ krizi ve
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devlet yönetimine hâkim olan otoriter yaklaşımı
sayılabilir. Bu konularda, Başkan Biden’ın eli, Türkiye’ye karşı giderek daha şüpheci
yaklaşan ABD Kongresi nedeniyle zayıflayacaktır ki, Türkiye konusunda ABD’deki
her iki parti de aynı çizgide buluşmuş, hatta Biden’ın partisi olan Demokratlar
Türkiye’ye karşı daha eleştirel yaklaşmaktadır. Örneğin, Demokrat Parti içerisinde
birçok Kongre üyesi, Dağlık Karabağ krizi konusunda Türkiye’nin desteklediği
Azerbaycan’a karşı Ermenistan’a destek vermektedir.
Biden Oval Ofis’e girip Başkan olarak işe başladığında, bu meselelerden bir
tanesinin alevlenmesi ve Biden yönetimi ile Türkiye arasında yeni oluşmaya
başlayan işbirliğini raydan çıkarmasa bile gölgelemesi mümkündür. Ancak
herşeyden öte, ABD ile Türkiye arasındaki en ciddi mesele Kürt Sorunu olmaya
devam etmektedir. Türkiye’nin ABD ve Avrupa Birliği (AB) tarafından da terör
örgütü olarak kabul edilen PKK’nın uzantısı olarak gördüğü YPG ve PYD gibi
grupları yok etmek ya da geri püskürtmek için Suriye’ye yönelik yeni bir askeri
müdahale gerçekleştirmesi durumunda, Washington ile Ankara arasındaki yapıcı
ilişkilerin devamı zora girebilir. Türkiye’nin onlarca yıldır mücadele ettiği
PKK’nın devamı olarak gördüğü bu gruplar, ABD’nin IŞİD terör örgütüne karşı
verdiği mücadele nedeniyle daha ılımlı baktığı ve silah desteği ve askeri eğitim
sağladığı yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’nin Biden yönetiminden çekinmesinin bir diğer nedeni de, Biden’ın
Obama döneminde başlatılan IŞİD’e karşı Kürt milislerini örgütleme ve
silahlandırma politikasının mimarlarından olmasıdır. Biden, halen de PYD ve YPG
ile diyaloğu desteklemektedir. Biden, Suriyeli Kürt grupları Suriye iç savaşı
denkleminde IŞİD ve rejime karşı desteklenmesi gereken unsurlar olarak
görürken, Türkiye ise, bu grupları, PKK ile birlikte kendi bağımsızlığı ve
toprak bütünlüğüne yönelik varoluşsal tehdit kaynağı olan yayılmacı terör
örgütleri olarak değerlendirmektedir. Biden’ın becerikli bir diplomasiyle
Ankara ve Suriyeli Kürtler arasında uyumlu bir politika geliştirmesi ise kolay
gözükmemektedir; zira Ankara, Washington’ın PYD-YPG ile herhangi bir düzeyde
ilişki kurmasına tamamen karşıdır. Bu şekilde Ankara’nın endişelerine yönelik
olarak “iğne deliğinden iplik geçirmek” şeklinde politikalar oluşturmak ise geçmişte
de denenmiş ve pek başarılı olmamıştır. Örneğin, Ankara, Suriye Demokratik
Güçleri (SDG) çatısı altında Kürt milisleriyle Kürt olmayan (Arap vs.) diğer
etnik unsurlardan oluşan bir muhalif grubun oluşmasına destek vermemiştir.
Kısacası, Erdoğan ve Biden yönetimleri arasında gelişen iyi niyet ve
işbirliği, Kürt Sorunu’nun alevlenmesiyle birlikte kısa süre içerisinde
dağılabilir. Hatta bazı analistler, Türkiye’nin Trump-Biden geçiş dönemini
fırsat bilerek Suriye’deki YPG karşıtı askeri operasyonlarını
genişletebileceğini ve YPG’nin petrol satışlarına engel olarak, burayı ekonomik
olarak boğabileceğini speküle ediyorlar. Buradaki hesap ise, Erdoğan’ın
Biden’ın Başkan olarak işe başlayacağı güne kıyasla Trump’ın son günlerinde
PYD-YPG’ye karşı daha fazla manevra yapma imkânı bulacağı şeklindedir.
Türkiye-Rusya ilişkilerine bakacak olursak; Ankara’nın Soğuk Savaş
döneminde olduğu gibi ABD ve Batı’ya tam bağlı ve Rusya ile enerji ve güvenlik
işbirliğini yüzüstü bırakacak bir çizgiye geçmesi mümkün gözükmemektedir. Ancak
ekonomi, enerji ve güvenlik teşviklerini kullanarak, Biden yönetimi, kendisini
Moskova’ya kıyasla daha çekici bir partner haline getirebilir. Türkiye’nin
Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına ve satış tamamlanmasına karşın
halen daha sistemi tamamen operasyonel hale getirmemesi, Biden yönetiminin
Ankara’yı ABD ile daha sağlam bir işbirliği yapabileceği konusunda ikna etme
şansını ortaya koymaktadır.
Dr. Ozan Örmeci: Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni trendleri anlamak için
sizce kimi okumalı ve takip etmeliyiz?
Dr. Matthew Weiss: ABD, Avrupa ve Türkiye’de Türk-Amerikan ilişkileri
konusunda nesnel ve yüksek kalitede analizler sunan birçok önemli düşünce
kuruluşu bulunuyor. Bunlardan bir tanesi de, Özgür Hisarcıklıoğlu’nun yönettiği
Amerikan düşünce kuruluşu Alman Marshall Fonu’nun (German Marshall Fund) Ankara şubesi. Ayrıca ben özellikle Al-Monitor adlı Ortadoğu ve Türkiye
hakkında Türk muhabirler, uzmanlar ve gözlemciler tarafından yazılan zihin
açıcı yorum ve analizler yayınlayan internet sitesini takip ediyorum.
Dr. Ozan Örmeci: Teşekkürler Matthew, seninle mülakat yapmak bir
ayrıcalıktı.
Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 08.12.2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder