23 Temmuz 2025 Çarşamba

Almanya-Birleşik Krallık İş Birliği Derinleşiyor

 

Giriş

Brexit sonrası Birleşik Krallık (İngiltere) ile Avrupa Birliği (AB) ve kıta Avrupası ülkeleri arasındaki ilişkilerin daha belirsiz bir sürece girebileceği düşünülürken, Londra, AB'den ayrılmasına karşın Avrupa güvenliği ve istikrarına katkı sunmayı sürdüreceğini her fırsatta göstermeye devam ediyor ve İngiltere ile AB'nin önemli ülkeleri arasındaki iş birliği azalmadığı gibi, farklı şekillerde derinleşerek devam ediyor. Nitekim geçtiğimiz yıl sonunda Almanya ve Birleşik Krallık Savunma Bakanları Boris Pistorious ile John Healey arasında imzalanan savunma antlaşmasından sonra, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un genel anlamda iyi geçen Londra ziyareti ve Alman ve İngiliz Başbakanları Friedrich Merz ile Keir Starmer arasında geçtiğimiz gün imzalanan tarihi antlaşma ile ilişkilerdeki yakınlık bir kez daha teyit edildi. Bu yazıda, İngiliz-Alman güvenlik antlaşması mercek altına alınacaktır.

Londra'nın geleneksel Avrupa tavrı: İçinde değil ama yanında 

Tarihsel, idari ve sosyolojik olarak kıta Avrupa'sından hep bir ölçüde farklı olmuş ve bu konumunu genelde sürdürmek ister bir tavır takınan Birleşik Krallık, geleneksel jeopolitik perspektifinde Avrupa'yı tek bir gücün domine etmesine sıcak yaklaşmadığı gibi, bunu sağlamaya yaklaşan Avrupalı bir güç olduğunda (Napolyon Bonapart Fransa'sı veya Hitler Almanya'sı) yaşlı kıtanın siyasetine bizzat müdahalede bulunmaktan da çekinmeyen bir devlet olagelmiştir.

Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında süpergüç konumunu yavaş yavaş kaybeden Birleşik Krallık, Avrupa bütünleşmesine karşıt olmamış ve başlarda EFTA (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) gibi kendi alternatifini yaratmaya çalışsa da, daha sonra istikrarlı bir şekilde Avrupa Birliği'ne üye olmaya çalışmıştır. Nitekim İngiltere'nin ABD'nin truva atı olduğu düşüncesiyle Avrupa bütünleşmesine katılmasına karşı duran Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle engeli ortadan kalkınca, Londra, 1973 yılında Avrupa Birliği'ne (o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu) üye olabilmiş ve Avrupa bütünleşmesine bilfiil katılmıştır. Ancak İngiltere'nin AB üyeliği hep özel bir statüde olmuş ve Londra, zaman zaman başvurduğu "opt-out" politikaları ile göç, parasal birlik ve AB bütçesine katılım gibi bazı konularda özel pozisyon ve muafiyetler elde etmeyi başarmıştır.

Buna rağmen, AB içerisinde son yıllarda gelişen göç akınları ve karşıtlığı politikalarından olumsuz etkilenen Birleşik Krallık, AB'nin 2010'lu yıllarda Almanya'nın büyük ekonomik gücü nedeniyle adeta bir Alman İmparatorluğu'na dönüşmesinden de endişe ederek, 2016 yılında Muhafazakâr Partili Başbakan David Cameron iktidarında AB üyeliğini referanduma götürmüş ve neticede 2020 yılında sonuçlanacak sancılı bir süreç sonunda AB'den ayrılmıştır. Bu süreçte bazı ekonomik ve siyasi kayıplara da uğrayan Birleşik Krallık, buna rağmen ABD ile özel ilişkileri, dinamik ekonomisi ve yetişmiş insan gücü sayesinde kısa sürede toparlamış ve dünya siyasetindeki ağırlığından henüz fazla bir şey kaybetmemiştir. Ancak bu süreçte İngiltere'nin ABD politikalarına daha bağımlı hale geldiği de doğrulanmış ve özellikle Donald Trump gibi ABD-İngiliz değerler ortaklığının temellerini oluşturan serbest ticaret ve demokrasi savunusu gibi konularda daha farklı ve alışılmadık pozisyonlar alan bir ABD Başkanı'nın iktidarı nedeniyle, Londra, son dönemde Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini ikili ilişkiler bazında da geliştirmeye gayret etmeye başlamıştır. Bu kapsamda, 2024 yılı sonunda imzalanan ve iki ülke arasındaki askeri yatırımları geliştiren savunma antlaşması sonrasında, Londra, Berlin ile yeni bir güvenlik antlaşmasına imza atmıştır.

Birleşik Krallık-Almanya Güvenlik Antlaşması

1945 yılından beri en ciddi Alman-İngiliz antlaşması ve İkinci Dünya Savaşı'ndan beri "savunma alanında bir ilk" olarak adlandırılan ve geçtiğimiz gün iki ülke Başbakanları Keir Starmer ile Friedrich Merz arasında imzalanan antlaşma, Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (Friendship and Cooperation Treaty) olarak adlandırılsa da, aslında iki ülke arasındaki savunma, dış politika, ekonomik iş birliği ve göç gibi çok farklı alanlarda ikili ilişkileri güçlendirmeyi amaçlayan kapsamlı bir güvenlik antlaşması olarak değerlendirilebilir. Nitekim 17 Temmuz'da yeni Almanya Başbakanı Friedrich Merz'in Londra ziyareti vesilesiyle kendisi ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer arasında imzalanan antlaşma, iki ülke arasında stratejik bağları daha da güçlendirmektedir.

7 farklı bölümden oluşan antlaşmanın ilk bölümü diplomasi, güvenlik ve kalkınma alanındadır. Bu bölümde yer alan ilk (1.) maddeye göre: iki ülke güvenlik ve dış politika konularında birbirleriyle istişare halinde hareket ederek benzer yaklaşımlar geliştirmeye çalışacak; caydırıcılık, savunma, nükleer konular, silahlanma kontrolü ve diğer önemli uluslararası güvenlik konularında stratejik iş birliklerini derinleştirecek ve daha yoğun istihbari ve güvenlik yardımlaşması sağlayacak; devlet ve devlet-dışı aktörlerden gelen tehditler konusunda kriz yönetimi bağlamında daha kapsamlı iş birliği geliştirecek; yaptırımlar konusunda ortaklaşa hareket edecek ve Dışişleri Bakanları aracılığıyla yıllık "Stratejik Diyalog" toplantıları düzenleyeceklerdir. İkinci (2.) maddede ise, benzer şekilde; iki ülkenin birbirleri ve AB ile stratejik iş birliklerinin derinleştirilmesi vurgulanmış ve uluslararası sorunlar konusunda -Fransa ile birlikte- G7 ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi çok taraflı uluslararası platformlarda ortak hareket etmeleri gerektiği belirtilmiştir. Üçüncü (3.) maddede; her iki devletin NATO üyeliklerine olan bağlılıkları vurgulanmış ve Birliğin kolektif caydırıcılık girişimlerine ve Avrupa'nın kendi güvenliğini sağlamaya yönelik çabalara destek verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Dördüncü (4.) maddede; yeni gelişen hibrit tehlikelere dikkat çekilmiş; bu konularda ortak ve gelişmiş bir kapasite geliştirilmesi gerektiği ifade edilmiş ve siber diplomasi, siber güvenlik, siber uzay ve yeni gelişen teknolojiler konusunda iş birliğine vurgu yapılmıştır. Beşinci (5.) maddede; Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Gündemi ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri doğrultusunda sürdürülebilir kalkınma, kriz yönetimi, barış yapma, istikrar ve insani yardım gibi konularda düzenli istişare ile iş birliği gerektiği belirtilmiştir. Altıncı (6.) ve son maddede ise; sağlık konuları ve pandemilerle mücadele alanındaki iş birliği olgusuna atıfta bulunulmuştur.

Antlaşmanın "Savunma İş Birliği" temalı ikinci bölümünde, ilk olarak yedinci (7.) madde ile; Avro-Atlantik güvenliğine ve saldırgan devletlere karşı caydırıcılık gerektiğine dikkat çekilmiş; ikili savunma iş birliğinin geliştirilmesi gerektiği belirtilmiş; ortak siyasi liderlik, güçlendirilmiş diyalog ve mutabık kalınan mekanizmalar yoluyla tarafların caydırıcılık konusunda iş birliklerini derinleştirecek ve kara, deniz, hava, uzay ve siber alanlarda gelecekteki tehditlere karşı koymak için iş birliğini düzenli olarak gözden geçirecekleri ifade edilmiş; NATO'nun kuzey ve doğu kanatlarına özel ilgi ve odaklanma paylaşan tarafların Birliğin üyeleri ve müttefikleriyle birlikte bu bölgelere yönelik caydırıcılık ve savunmayı güçlendirmek için mümkün olduğunca kuvvetlerini koordine ederek iş birliği yapacakları vurgulanmış; tarafların NATO müttefikleri olarak taahhütlerini yerine getirme ve yüksek yoğunluklu ve çok alanlı kolektif savunmaya hazır olma kararlılıklarını teyit edilerek, Savunma Planlarının uygulanmasını sağlamak için gerekli olan kuvvetler, yetenekler, kaynaklar ve altyapının sağlanacağı taahhüt edilmiş; tarafların etkili askeri yetenekleri verimli bir şekilde sağlamak, ulusal kısıtlamaları en aza indirmek ve endüstriyel rekabet gücünü güçlendirmek için uzun vadeli ortak bir yaklaşımla endüstriyel ve yetenek iş birliklerini geliştirmeye çalışacakları ilan edilmiş ve son olarak da nükleer konular da dahil olmak üzere, karşılıklı çıkarları olan savunma konuları ve küresel ufuk taraması konusunda tarafların yakın bir diyalog sürdürmeye çalışacakları belirtilmiştir. Bu bölümün sekizinci (8.) maddesinde; tarafların endüstriyel ve hükümetlerarası iş birliğinin ekonomik ve siyasi başarısını sağlamak ve hükümetlerarası programlardan veya kendi endüstrileri tarafından geliştirilen savunma ile ilgili ürünlerin kendi topraklarından transferini veya ihracatını onaylama yetkisini güvence altına almak için transferler ve ihracatlarla ilgili güvenilir bir gündemin önemini kabul ettikleri belirtilmiş; Birleşik Krallık'ın Savunma İhracat Kontrolü Anlaşması'na katıldığı tarihe kadar, savunma ihracat kontrolleri konusunda iş birliği kapsamında, Savunma İhracat Kontrolü Anlaşması'nın 1 ila 5. maddelerini ve 1 ila 3. eklerini aralarında ön olarak uygulamayı kabul ettikleri ilan edilmiş ve Birleşik Krallık'ın Savunma İhracat Kontrolü Anlaşması'na katılması durumunda, işbu  maddenin 2. fıkrasının yürürlükten kalkacağı açıklanmıştır.

Antlaşmanın "İç Güvenlik, Adalet ve Göç" başlıklı üçüncü bölümünde, ilk olarak dokuzuncu (9.) madde ile; tarafların kritik altyapı dahil olmak üzere iç güvenliklerine yönelik devlet ve devlet-dışı tehditlere karşı, tüm uygun politika, hukuk, operasyonel, diplomatik ve teknolojik araç ve mekanizmaları en iyi şekilde kullanarak ve kolluk kuvvetleri ile istihbarat kurumlarının doğru araç ve yeteneklere sahip olmasını sağlayarak, yakın ve eşit bir iş birliği içinde hareket edecekleri vurgulanmış; kolluk kuvvetlerinin yeteneklerini geliştirmek için ikili olarak ve çok taraflı kuruluşlar aracılığıyla iş birliği yapılacağı, uluslararası sistemin bütünlüğünü desteklemek ve kötü niyetli aktörler tarafından suistimal edilmesini önlemek için INTERPOL ile iş birliğine gidileceği ve bu bağlamda, Europol ve Eurojust gibi AB kurumlarının hayati rolleri kabul edilerek, hibrit tehditlerin yarattığı zorluklar, organize suç ve terörizme karşı mücadelelerini güçlendirmek için başka yollar da değerlendirecekleri ifade edilmiş; gümrük makamlarının yetki alanına giren suçlar da dahil olmak üzere, uluslararası ciddi ve organize suçların önlenmesi ve bunlarla mücadele konusunda yakın iş birliği içinde olmanın uygun olduğu konusunda mutabık kalınarak, tarafların kara para aklamanın önlenmesi, terörün finansmanı, yasadışı finansal akışlar ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadeleye yönelik ortak çabalarda iş birliğini yeniden teyit edilmiş; göçmen kaçakçılığı ve sınır güvenliği dahil olmak üzere ciddi ve organize suçlarla mücadele dahil olmak üzere içişleri konularının tamamını kapsayan, en az yılda bir kez üst düzey yetkililer düzeyinde bir İçişleri Diyaloğu düzenlemeye edileceği belirtilmiş ve her iki ülkeye yönelik terörist tehditlere karşı, ortaya çıkan tehditlere karşı koruyucu güvenlik önlemleri de dahil olmak üzere, iş birliğini güçlendirecekleri taahhüt edilmiştir. Onuncu (10.) maddede; Birleşik Krallık ile Federal Almanya Cumhuriyeti'nin ceza adaleti konularında en etkili iş birliğini teşvik etmeye kararlı oldukları ilan edilmiş; hukukun üstünlüğü konusunda, yurtdışında da dahil olmak üzere, iş birliğini yoğunlaştırmak için çalışacak ve iç adalet sistemlerinin modernizasyonu konusunda bilgi alışverişinde bulunacakları belirtilmiş ve medeni ve aile hukukuna ilişkin konularda bilgi, en iyi uygulamalar ve teknik yardım paylaşacakları ifade edilmiştir. Bu bölümün son maddesi olan 11. maddede ise; düzensiz göç ve küresel baskılardan kaynaklanan zorlukların farkında olan Birleşik Krallık ile Almanya'nın göç, iltica ve sınırlar konusunda küresel düzeyde yürütülen tartışmalarda aktif liderlik rolünü üstlenmeyi taahhüt ettikleri, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti gibi organize sınır ötesi suçlarla mücadelede iş birliği yapacakları, iki ülkenin birbirlerine göçmen kaçakçılığı yapan suçluların kovuşturulması ve karşılıklı hukuki yardım sağlanması konusunda destek verecekleri ve sınır güvenliği ve düzenli göç sistemlerine yönelik ortak taahhütlerini teyit ettikleri açıklanmış ve tarafların insani ihtiyaçların karşılanması, eğitim ve beceri eğitimi sağlanması, istihdamın artırılması ve çatışma ve iklim değişikliğine karşı direncin güçlendirilmesi dahil olmak üzere, düzensiz göçün temel nedenlerini ele almak için menşe ve transit ülkelerle kapsamlı ortaklıkları derinleştirecekleri ve güvenli, düzenli bir göç sistemini destekleyerek, uluslararası hukuk ve insan hakları standartlarına olan bağlılıklarını paylaştıkları vurgulanmıştır.

Antlaşmanın "Ekonomik Büyüme, Dayanıklılık ve Rekabet Gücü" başlıklı dördüncü maddesinde, ilk olarak 12. madde ile; tarafların ekonomik büyümeyi, istihdam yaratmayı, dijital dönüşümü ve inovasyonu desteklemek için birlikte çalışacakları, birçok Küçük ve Orta Ölçekli İşletme dahil olmak üzere, güçlü iş dünyası ve insan ilişkileri bağlarının ekonomik ilişkilerinin temeli olduğunu kabul ettikleri ve ülkeler arasında değer zincirlerini daha da geliştirmek için ticaret ve yatırımın teşvik edilmesi alanında ortak çalışmaları sürdürmeyi taahhüt ettikleri, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), G7 ve G20 gibi çok taraflı kuruluşlarla iş birliğini geliştirmek istedikleri ve iki ülkenin Ekonomi-Finans Bakanları arasında düzenli görüşmelerin yapılacağı belirtilmiştir. 13. maddede; enerji ve diğer stratejik sektörlerde iki ülke arasında uyumlu ve iş birliğine dayalı ilişkilerin geliştirileceği taahhüt edilmiş; 14. maddede ekonomik istikrar için birlikte çalışılacağı ilan edilmiş; 15. maddede bilim, teknoloji, araştırma gibi alanlarda iş birliği yapılacağı vurgulanmış ve 16. maddede devletin dijitalleşmesi ve modernizasyonu gibi kritik bir konuda da iş birliği gereksinimine dikkat çekilmiştir.

"Açık ve Dayanıklı Toplumlar" başlıklı beşinci bölümde, ilk olarak 17. madde ile; tarafların ülkelerinin güvenliğine katkıda bulunabilecek ve artan müdahale ve manipülasyon girişimlerine karşı koyabilecek dirençli toplumlar inşa etmek amacıyla, demokrasilerinin direncini güçlendirmeye yönelik stratejiler konusunda iş birliği yapacakları vurgulanmış ve iki devletin de ifade özgürlüğü ve din veya inanç özgürlüğünü teşvik ederken, her türlü nefret suçuyla mücadelede iş birliklerini derinleştirecekleri vurgulanmıştır. 18. maddede; tarafların vatandaşları arasında her düzeyde alışverişi teşvik etmek için engelleri azaltmaya çalışacakları, halklar arası temasların güçlendirilmesi için çaba gösterecekleri, sınır geçişlerinin daha sorunsuz olmasını teşvik edecekleri ve birbirlerinin vatandaşlarına otomatik sınır teknolojisine erişim imkânı sağlayacakları belirtilerek, ikili okul ve gençlik değişimlerine değer verildiği ve bu tür değişimleri kolaylaştıracak “İngiltere-Almanya Bağlantısı” gibi ilgili yapıların ve girişimlerin destekleneceği açıklanmıştır. Ayrıca yine bu maddede tarafların mesleki eğitim, üniversite eğitimi ve staj gibi öğrenim fırsatlarının önemini kabul ettikleri ve eğitim, beceri ve öğretim alanlarında kendi yasal çerçeveleri dahilinde karşılıklı alışverişi artırmak için ortak çaba gösterecekleri ilan edilerek, kültürel kurumlar arasında en iyi uygulamaların paylaşılmasına yönelik diyalog ve iş birliğini teşvik eden faaliyetler kapsamında British Council ve Goethe Enstitüsü arasında yakın iş birliği ve Yaratıcı Teknoloji konusunda hükümetlerarası bir Çalışma Grubu kurulması da dahil olmak üzere, kültürel ifadenin tüm alanlarında daha yakın ilişkiler kurulmasının teşvik edileceği belirtilmiştir. 

"İklim, Enerji, Doğa, Çevre ve Tarım" başlıklı altıncı bölümde, ilk olarak 19. maddede; tarafların iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak ve küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelerin 1,5°C üzerinde tutmak için çabalarını sürdürmek amacıyla, Paris İklim Anlaşması'nın uygulanması da dahil olmak üzere, ikili ve çok taraflı işbirliğini daha da derinleştirecekleri, Birleşik Krallık-Almanya İklim Diplomasisi Diyaloğu da dahil olmak üzere, iklim dış politikası alanındaki iş birliğini ve koordinasyonu güçlendirecek, finansal akışları düşük sera gazı emisyonları ve iklime dirençli kalkınma yoluyla uyumlu hale getirecek, iklim, çevre, barış ve güvenlik arasındaki etkileşimi ele alacak ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini karbonsuzlaştırmalarına ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyum sağlamalarına destek olacakları ve küresel enerji dönüşümünün ve iklim nötrlüğüne geçişin önemli toplumsal, çevresel, ekonomik ve jeopolitik etkilerini kabul eden tarafların ortaya çıkan dış politika ve güvenlik sorunlarını öngörmek ve ele almak için diyaloglarını yoğunlaştıracakları belirtilmiştir. 20. maddede; tarafların Hidrojen Ortaklığı da dahil olmak üzere Enerji ve İklim İşbirliği Ortak Bildirisi kapsamında, yenilenebilir enerji, özellikle yenilenebilir kaynaklardan elde edilen hidrojenin rolü, özellikle azaltılması zor sektörlerde karbon yakalama, kullanımı ve depolaması, enerji güvenliği, net sıfır stratejileri ve politikaları ve yeşil geçiş gibi konularda ortak hedeflerini gerçekleştirmek için birlikte çalışmayı amaçladıkları belirtilmiştir. Ayrıca tarafların Paris Anlaşması ve 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi'nde belirtilen hedefleri uygulamak amacıyla, enerji ve kaynak verimliliğini artırmak da dahil olmak üzere, kendi ulusal emisyon azaltım hedeflerine ulaşmak, ulusal ve küresel adil enerji geçişinin dayanıklılığını ve güvenliğini arttırmak ve yenilenebilir kaynaklardan elde edilen güvenli, sürdürülebilir ve uygun fiyatlı temiz enerji sağlamak için birlikte çalışacakları vurgulanarak, iki ülkenin Kuzey Denizleri'ndeki öncü rolleri belirtilmiş ve açık deniz rüzgar enerjisi, elektrik, hidrojen ve karbondioksit altyapılarının geliştirilmesini hızlandırmak için birlikte çalışacakları ifade edilmiştir. Bu bölümün 21. ve son maddesinde ise; tarafların Kunming-Montreal Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi ile uyumlu olarak, doğayı restore etmek, ormansızlaşmayı durdurmak ve tersine çevirmek, okyanusları korumak, plastik, kimyasal ve hava kirliliğini azaltmak ve doğaya dayalı çözümler aramak da dahil olmak üzere, çevre korumasını teşvik etmek ve biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve tersine çevirmek için ikili ve çok taraflı olarak iş birliği yapacakları belirtilerek, yüksek hayvan refahı standartları da dahil olmak üzere, uluslararası düzeyde dayanıklı ve sürdürülebilir tarım ve gıda sistemlerini teşvik etmek için birlikte çalışılacağı ve özellikle küresel istikrar ve güvenliği sağlamak için bir araç olarak küresel gıda güvenliği ve beslenmenin sağlanmasına odaklanacakları ifade edilmiştir. 

Antlaşmanın "İşbirliği Biçimleri" başlıklı yedinci ve son bölümünde, 22. maddede; tarafların her 2 yılda bir Bakan düzeyinde istişareler düzenlemeyi kabul ettikleri ve bu istişarelerde anlaşma kapsamında sonraki 2 yıllık dönem için projelerin uygulama planı onaylanacakları belirtilmiş; istişarelerin yeri, iki ülke arasında dönüşümlü olarak belirleneceği açıklanarak, tarafların uygun gördükleri durumlarda, bireysel politika konularına ilişkin Bakanlar düzeyinde diyaloglar düzenleyecekleri vurgulanmış ve Tarafların Dışişleri Bakanlıklarının bu anlaşmanın hükümlerine uygun olarak ikili ilişkileri gözden geçirmek üzere her yıl bir araya gelecekleri ilan edilmiştir. Bu bölümde, son olarak 23. maddede; ilgili Bakanlıklar arasında mevcut iş birliği anlaşmaları ve Mutabakat Zaptı'nın bu Antlaşma çerçevesinde sürdürüleceği ve devam ettirileceğinin altı çizilmiştir. 

Antlaşma, "Son Hükümler" bölümünde yer alan 24, 25, 26, 27, 28, 29 ve 30. maddelerle sona ermektedir. 

Yorum

İki ülke arasında imzalanan bu antlaşma, çok kapsamlı taahhüt ve stratejik bir perspektif içeren, muhtemelen aylarca süren müzakere ve istişareler sonucunda belirlenmiş ve iki ülkenin geçmişe sünger çekerek gelecekteki iş birliklerini garanti altına alan çok önemli ve dönüm noktası niteliğinde bir uzlaşıdır. Bu antlaşmada, birçok güvenlik unsuru olduğu gibi, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel konularda da genel olarak "Batı dünyası" adı verilen siyasi blokun çerçevesini çizen yaklaşımlar yer almaktadır. Bu anlamda, Birleşik Krallık, ABD'nin Trump döneminde yaşadığı savrulmanın da etkisiyle, AB ve Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerini garanti almaya ve derinleştirmeye çalışmaktadır. Bunun temel sebebi ise, Birleşik Krallık'ın Rusya ile Ukrayna'da giriştiği jeopolitik mücadelede istediği sonuçlara ulaşamamasıdır. Bu bağlamda, Batı, Batı-dışı toplumlar üzerinden kendisini tanımlamakta ve bu yolla kendisini birleştiren değerleri (uluslararası hukuka saygı, serbest ticaret, demokratik seçimler vs.) sürekli yeniden üretebilmektedir. Birleşik Krallık ve Almanya da, bu değerlere sistematik şekilde uyum gösteren, demokratik, zengin ve barışçıl devletler olarak tanımlanabilirler. Aslında, bu durum genelde Avrupa ülkeleri için de geçerli durumdadır. Ancak dış politikada İdealizm her zaman geçerli olmayabilir ve Rusya, Çin, Türkiye, İran, İsrail vs. gibi uluslararası hukuk ve Batılı değerlerle her zaman uyum sağlamayan devletlerle ilişkilerin de belirli bir stratejik düzlemde sürdürülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, Almanya ile Birleşik Krallık, hem Realist, hem de İdealist düzlemde iki iyi müttefik devletler olarak Nazi dönemine sünger çekmiş dost ve müttefik ülkelerdir. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ


22 Temmuz 2025 Salı

Japonya'da LDP ve Başbakan Ishiba'nın İktidarı Zorlanıyor

 

27 Ekim 2024 tarihinde yapılan son genel seçimler sonucunda, merkez sağ çizgideki Japonya'nın hegemonik partisi LDP'nin (Liberal Demokrat Parti) yaşadığı oy kaybına rağmen Budist Soka Gakkai hareketinin partileşmesi sonucunda kurulmuş muhafazakâr sağ Komeito Partisi'nin (NKP) desteğiyle bir azınlık hükümeti kurmayı başaran Başbakan Shigeru Ishiba, 20 Temmuz 2025 tarihinde yapılan 248 sandalyeli üst meclis Danışmanlar Meclisi kısmi seçimlerinde de oy kaybına uğrayınca, ülkede kendisi ve partisine yönelik istifa sesleri artmaya başladı. Bu yazıda, 20 Temmuz 2025 Japonya Danışmanlar Meclisi seçimi ve hükümetin durumu analiz edilecektir.

Ülkeyi yöneten hükümetin kurulduğu 465 sandalyeli "Diet" adlı alt meclisin (Temsilciler Meclisi) yanında, Japonya'da, sistemi dengeleyici rolde bir de 248 üyeli Danışmanlar Meclisi (Sangiin) bulunmaktadır. LDP Genel Başkanı ve Başbakan olduktan kısa bir süre sonra, geçtiğimiz yılın Ekim ayı sonlarında ilk genel seçimine giren Shigeru Ishiba, bu seçimlerde istediği ölçüde başarılı olamasa da, 191 milletvekilliği kazanarak partisi LDP'nin ülkedeki en büyük ve güçlü parti olmasını sağlamış ve Komeito'nun desteğiyle bir azınlık hükümeti kurmayı başarmıştı. Seçimlerde, LDP’den sonra ülkedeki en etkili siyasal parti merkez-merkez sol çizgideki liberal bir parti olan Japonya Anayasal Demokrat Partisi (Rikken-minshutō veya CDP) olurken, eski DPJ’li Yoshihiko Noda liderliğindeki parti Temsilciler Meclisi’nde 148 sandalye kazanmayı başarmıştır. CDP, bu şekilde milletvekilliği sayısını önceki genel seçimde kazanılan 96’ya kıyasla hayli yükseltmeyi başarmış ve iktidar için iddiasını ortaya koymuştur. Nobuyuki Baba liderliğindeki ve milliyetçi-muhafazakâr çizgide siyaset yapan Japonya Yenilik Partisi (Nippon Ishin no Kai) 38 milletvekili çıkararak ülkedeki en büyük üçüncü parti olurken, oy oranı ve milletvekili sayısı önceki seçime göre kısmen azalmıştır. Yuichiro Tamaki liderliğindeki 2018 yılında kurulan merkez-merkez sağ çizgideki Halk İçin Demokrat Parti veya DPP/DPFP (Kokumin Minshu-tō) ise 28 milletvekilliği ile bu seçimle birlikte ülkedeki en büyük dördüncü siyasi parti olmayı başarmış ve beklentilerin çok üzerine çıkmıştır. Budist Soka Gakkai hareketinin partileşmesi sonucunda kurulmuş muhafazakâr sağ Komeito Partisi (NKP) 24 milletvekili kazanarak düşüş trendine girer ve ancak beşinci parti olabilirken, LDP ile Komeito’nun oyları birlikte ancak 215’i bulabilmiş ve hükümeti kurmak için gereken 233 sayısının biraz altında kalmıştır. Tarō Yamamoto liderliğindeki sol popülist Reiwa Shinsengumi 9 ve kadın siyasetçi Tomoko Tamura liderliğindeki aşırı sol Japonya Komünist Partisi (JCP) ise 8 milletvekilliği kazanmıştır.

Sandık çıkış anketlerine göre seçim sonuçları

Böyle bir siyasal konjonktürde düzenlenen 2025 Danışmanlar Meclisi kısmi seçimlerinde ise, Meclis'in 124 sandalyesi için yarışan partiler arasında LDP yine birinci olurken, bu defa 124 sandalyeden ancak 39'unu kazanarak vasat altı bir performans göstermiştir. LDP'nin en ciddi rakibi olan Japonya Anayasal Demokrat Partisi (CDP) 22 meclis koltuğunu garanti ederken, Halk İçin Demokrat Parti veya DPP/DPFP 17 meclis sandalyesi ile ülkedeki en popüler üçüncü parti konumuna yükselmiştir. Tetsuo Saito liderliğindeki Komeito Partisi 14 sandalye ile gücünü gösterirken, Hirofumi Yoshimura ile Seiji Maehara ortak liderliğindeki Japonya Yenilik Partisi (Ishin) 8 ve 2020 yılında kurulan çok yeni bir parti olan Sanseitō da 7 sandalye ile büyük bir çıkış yapmayı başarmıştır. Diğer partilerden Japonya Komünist Partisi (JCP) 3, Reiwa 3 ve Japonya Muhafazakâr Partisi (CPJ) 2 Danışmanlar Meclisi üyeliğine hak kazanmışlardır.

YouTube yayınlarıyla ün kazanan popülist Sanseitō Partisi lideri Sohei Kamiya

Bu sonuçlara göre, Danışmanlar Meclisi'nde Komeito ile birlikte 122 sandalyeye ulaşan mevcut iktidar ve Başbakan Ishiba, çoğunluk için gereken 125 sandalyeye ulaşamadı. Bu şekilde, azınlık hükümeti modeli alt meclis Diet'ten sonra, üst meclis Sangiin'e de yansımış oldu. Muhalefetin seçimdeki yıldızı ise, 7 yeni sandalye kazanarak Danışmanlar Meclisi'nde 15 koltuğu ulaşan popülist sağ çizgideki Sanseitō Partisi ve partinin 1977 doğumlu genç ve karizmatik lideri Sohei Kamiya oldu. ABD'de iktidarda olan Başkan Donald Trump ve MAGA hareketine benzer bazı yönleri olan sağcı popülist bir siyasi grup olarak tanımlanan "Sanseitō", Japonca'da "siyasete, oy vermeye katılma partisi" anlamına geliyor ve siyasetçi Kamiya Sohei, siyasi analist Yuuya Watase ve yayıncı Kyoumoto Kazuya tarafından 2020'de kurulmuş olan çok yeni bir siyasal oluşum. Bir YouTube kanalı olarak siyasi hayatına başlayan parti, Covid-19 (koronavirüs) döneminde geliştirdiği aşı karşıtı söylem ve sonrasında popüler hale getirdiği anti-LGBT söylemleriyle son aylarda yükselişe geçmişe benziyor. Partinin en büyük gücü ise karizmatik genç lideri Sohei Kamiya. Hukuk alanında doktora sahibi ve eski Başbakan Shinzo Abe'nin desteklediği bir isim olan Kamiya, yabancı karşıtlığı, vergilerin düşürülmesi talebi ve Japon vatandaşlığına geçilmesinin zorlaştırılması gibi popülist sağ fikirleriyle dikkat çekiyor. ABD Başkanı Donald Trump'ı örnek alan genç ve hırslı bir siyasetçi olan Sohei Kamiya, popülist vaatleriyle bu kısmi yenileme seçimlerinde beklenmedik bir çıkış sağlamayı başararak, gelecek seneler için önemli bir siyasi figür olma potansiyelini de ortaya koymuş oldu. 

Elbette Sanseitō ve Sohei Kamiya'nın bu beklenmedik ve abartılmaması gereken başarısı, Japonya'nın hâkim partisi LDP'ye yönelik son dönemde artan tepkileri yansıtıyor. Sonuçlar nedeniyle Başbakan Ishiba ve hükümetine yönelik istifa talepleri de artıyor. Seçim sonuçları nedeniyle partisinden özür dileyen Başbakan Ishiba, Komeito ile birlikte azınlık hükümeti olarak Japonya'yı yönetmeye devam edeceklerini ve hükümet koalisyonunu genişletmeyeceklerini ilan ederken, seçim sonrasında Başkan Trump ile gümrük tarifeleri konusunda yeni bir anlaşmaya varılması, enflasyonla mücadele edilmesi ve siyasi istikrarın korunması gibi konular üzerinde duracağını belirtti. Konuyu değerlendiren bazı uzmanlar (örneğin, Eurasia Group’tan David Boling), yükselen enflasyonun neden olduğu hoşnutsuzlukla birlikte, LDP’nin "yorgun bir parti" imajı ve genç seçmenlerin popülist küçük partilere yönelmesi nedeniyle bir "marka sorunu" yaşadığını belirtiyorlar. Ancak Japonya'da yıllardır devam eden ekonomik durgunluğun da bu sonuçlarda etkili olduğu düşünülebilir. 

Neticede, hegemonik (kartel) parti sisteminin demokrasi koşullarında en başarılı örneği LDP'nin hüküm sürdüğü muhafazakâr Japonya'da bile değişim talepleri giderek artıyor ve Başbakan Shigeru Ishiba ve partisi LDP'yi zorluyor.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den "Terörsüz Türkiye Özel Yayını" (19.07.2025/Eski Foça)


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 19 Temmuz 2025 tarihinde Eski Foça'dan "Terörsüz Türkiye Özel Yayını" adlı bir video paylaştı.


17 Temmuz 2025 Perşembe

Yüzde 3,5 Kuralı

Siyaset Bilimi literatürü gelişip derinleştikçe, yüzlerce yıllık modern siyasal yaşama dair veriler ve bilgiler ışığında yeni bazı kavram ve kuramlar (teori) da ileri sürülmektedir. Bu tarz kuramların en yenilerinden birisi olan "Yüzde 3,5 kuralı" (3.5 % rule) ise, 2012 yılında ABD'nin prestijli yükseköğretim kurumlarından Harvard Kennedy School'da ders veren akademisyen Erica Chenoweth tarafından formüle edilmiştir. Chenoweth öncesinde bu teorinin temellerini atan kişi ise, 1995 tarihli The Rebel's Dilemma: Economics, Cognition, and Society kitabında bu görüşü işleyen Mark Lichbach -ki Lichbach yüzde 5'ten bahsetmiştir- olmuştur. Bu yazıda kısaca "yüzde 3,5 kuralı" kuramı açıklanacaktır.

Erica Chenoweth

Erica Chenoweth, bireysel olarak ve Maria J. Stephan ile birlikte yaptığı akademik çalışmalarda (örneğin, 2012 tarihli Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict kitabı), 1900 yılından 2006'ya kadar yaşanan çeşitli toplumsal protesto olaylarını incelemiş ve Şiddetsiz ve Şiddet İçeren Kampanyalar ve Sonuçları (NAVCO) veritabanını oluşturarak ve tüm bu kitlesel protesto olaylarının ortak ve farklı özelliklerini değerlendirerek, Siyaset Bilimi teorisi açısından çok ilginç sonuçlara ulaşmıştır. Buna göre, yazarın ulaştığı ve neredeyse incelediği tüm olaylarda doğrulanan bir hipotez (varsayım), eğer bir ülkede halkın yüzde 3,5'lik önemli bir bölümü aktif olarak ülkedeki barışçıl protesto gösterilerine katılıyorsa, bunun bu ülkede bir siyasi değişimin habercisi olacağı şeklindedir.

Elbette bu kuramın da bazı kısıtları bulunmaktadır ki, bunların başında barışçıl protesto gösterileri ile şiddetli gösteriler ve terör olayları arasındaki geçişkenliktir. Nitekim devletlerin "güvenlikleştirme siyaseti" uygulayarak kolaylıkla barışçıl hareketleri radikalleştirebildiği veya böyle lanse edebildiği bilinen bir gerçektir. Bu durumda ise, halkın yüzde 3,5'lik veya daha yüksek bir oranda kesiminin bile protesto gösterilerine katılması aynı sonucu yaratmayabilir ve sorunu bir bekâ meselesi olarak algılayan ve lanse eden devlet, güç politikaları ile kolaylıkla bu hareketleri (asker, polis ve istihbarat aygıtını kullanarak) bastırabilir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, barışçıl gösterilerle siyasal değişim yöntemi (yüzde 53 başarı oranı) şiddet yoluyla siyasal değişim yöntemine (yüzde 26 başarı oranı) kıyasla iki kat daha başarılıdır. Bunun temel sebebi ise, sıradan insanların barışçıl gösterilere daha yoğun katılım göstermeleri, şiddetli gösterilere ise katılımdan genelde imtina etmeleridir. Filipinler'de Marcos rejimine karşıt gösteriler, Brezilya'daki 1984-1985 ayaklanmaları ve 1989 Çekoslovakya Kadife Devrim'i başarılı barışçıl gösteriler anlamında yazarların öne çıkardığı olaylardır. Erica Chenoweth, sayıların önemli olduğunu; zira ancak devletin normal fonksiyonlarını yerine getirmesini engelleyecek çoğunlukta bir kitleye ulaşılması durumunda siyasal değişimin gerçekleşebildiğinin altını çizmektedir. Nitekim bu sayılar Filipinler'de 2 milyon, Brezilya'da 1 milyon ve Çekoslovakya'da 500 bin olduğunda siyasal değişim süreci başlamıştır. Başarısız barışçıl gösterilerde ise, aktif katılımcıların oranı neredeyse daima yüzde 3,5 düzeyinin altında kalmıştır.

Kurama dair bir diğer kısıt ise karşıt örneklerdir. Örneğin, Bahreyn'de 2011-2014 döneminde halkın yaklaşık yüzde 6'sının aktif katılımına rağmen siyasal değişimin gerçekleşememesi, bu teorinin bazı istisnalarının da olabileceğini göstermektedir. Keza 2013 Gezi Parkı Olayları ve günümüzde (Mart 2025'ten beri) ana muhalefet partisi CHP'nin düzenlediği Ekrem İmamoğlu protestolarına destek verenlerin yüksek oranına rağmen, Türkiye'de önümüzdeki günlerde siyasal değişim beklentisi yüksek değildir. Bu, elbette her ülkenin kendi jeopolitik koşulları, dış bağlantıları ve bunların yarattığı iç dinamiklerle yakından alakalıdır. Yani Türkiye özelinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dış politikada öyle ilginç bir şekilde farklı büyük devlet ve aktörleri kendi rejimine destek verir politikalarda uzlaştırmıştır ki, siyasal değişimin yaşanması için her türlü iç koşul olmasına karşın, dış dinamikler buna engel durumdadır.

Bir diğer önemli husus ise kuşkusuz siyasal kültür olgusudur. Nitekim sivil toplum ve özel sektörün güçlü olduğu demokratik toplumlarda gösteri yoluyla iktidar değişimi makul bir durumken, devletçi ve otoriter siyasal kültürü daha baskın olan devlet ve toplumlarda halk olayları ile iktidarın değişmesi yalnızca mevcut iktidar değil, tüm devlet aygıtı ve hatta muhalefet partileri için bile gelecekte kendi başlarına da gelebilecek bir tehdit unsuru gibi algılanabilir. Rusya ve post-Sovyet ülkelerinde (Beyaz Rusya, Azerbaycan ve diğer Türk Cumhuriyetleri) çok yoğun olarak gözlemlenen bu durum, kısmen Türkiye için de geçerlidir.

Bir diğer kısıt ise kuramın 1900-2006 dönemi verilerine göre hazırlanmış olmasıdır. Yani yüzde 3,5'lik eşik oranı, geleceğe dair kesin bir reçete anlamına gelmez ve geçmiş performanslara dayalı olarak oluşmuş reçete gelecek performansı garanti etmez. Hatta Chenoweth, bir hareketin sadece sayısal hedefe odaklanıp toplumun geniş kesimlerine ulaşma çabasını ihmal etmesinin başarı garantisi vermeyeceğini bilhassa vurgulamaktadır.

Sonuç olarak, Siyaset Bilimi alanında istatistik ve veri kullanımı özellikle ABD'de çok güçlü bir trend olup, bu konuda bu tarz özgün ve yeni çalışmalar yapılmaktadır. Ancak Siyaset Bilimi ve genel olarak Sosyal Bilimlerin doğası gereği, bu konularda ölçüm yapmak zor ve istatistikleri belirleyen etkenler çok boyutlu ve çeşitlidir. Bu nedenle, toplumların yüzlerce yıllık oluşum sürecini analiz eden Tarih, Sosyoloji ve dış etmenleri denkleme dahil eden Uluslararası İlişkiler ve İktisat (Ekonomi) gibi bilim dallarının bulgularının da sürece dahil edildiği daha kapsamlı bir analiz yöntemi bence daha doğru sonuçlar üretebilir.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

KAYNAKÇA

  • Bakırcı, Çağrı Mert (2025), "%3.5 Kuralı: Bir Protesto Ne Zaman Değişim Yaratır?", Evrim Ağacı, 30.03.2025.
  • Chenoweth, Erica & Stephan, Maria J. (2012), Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict, Columbia University Press.
  • Chenoweth, Erica (2024), “Questions, Answers, and Some Cautionary Updates Regarding the 3.5% Rule”, Cambridge, MA: Harvard Kennedy School.
  • Leingang, Rachel (2025), "What is the 3.5% protest rule and what does it mean for the US?", The Guardian, 17.07.2025.
  • Robson, David (2019), "The '3.5% rule': How a small minority can change the world", BBC, 14.05.2019.

15 Temmuz 2025 Salı

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Tarihi Konuşmasına Dair

Giriş

Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 12 Temmuz 2025 tarihinde, PKK kurucusu Abdullah Öcalan'ın silah bırakma çağrısı ve PKK'nın silah bırakma seremonisini müteakiben önemli ve tarihi bir konuşma yapmış ve yeni dönemde iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ve onun yön verdiği devletin izleyeceği politikalara dair önemli mesajlarını tüm Türkiye ve dünya halklarıyla paylaşmıştır. Bu yazıda, bu konuşmaya dair bazı gözlem ve notlar paylaşılacaktır.

Erdoğan'ın Tarihi Konuşmasından Satırbaşları

Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasına, 1984'ten günümüze kadar devam eden ve tüm askeri, siyasi ve ekonomik tedbirlere rağmen bugüne kadar tamamen sonlandırılamayan PKK terörünün, örgütün kurucu lideri Abdullah Öcalan'ın silah bırakma çağrısına örgütün aktif üst yönetimi ve militan kadrolarının olumlu karşılık vermesiyle birlikte sonlandırıldığı müjdesiyle başlamış ve artık "Terörsüz Türkiye" döneminin başladığını ilan etmiştir. Bu mücadelenin kolay olmadığını hatırlatan Erdoğan, Türkiye'nin 10.000 civarında güvenlik görevlisi ve yaklaşık 50.000 vatandaşını bu süreçte kaybettiğini hatırlatarak, terörle mücadele konusunda hizmet veren görevli ve vatandaşlarımıza teşekkür etmiş ve onların çabaları sayesinde PKK terör örgütünün günümüzde silah bırakma kararı aldığının altını çizmiştir. Şehitlerimizin her zaman baştacı olacağını ifade eden Erdoğan, buna karşın Türkiye'de geçmişte uygulanan hatalı politikalar nedeniyle tarihsel olarak Osmanlı/Türk jeopolitiğinin temel dinamiği olan Türk-Kürt-Arap kardeşliğinin bozulduğunu ve günümüzde izlenen yeni siyasalarla bu sorunu çözmeye çalıştıklarını kaydetmiştir. Erdoğan, geçmişte uygulanan yanlış politikalara örnek olarak; "Beyaz Toroslar" olarak da bilinen devlet adına yasadışı olarak faili meçhul cinayet işleyen suç yapılanmalarını, 12 Eylül darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi'nde solcu Kürt mahkumlara uygulanan akılalmaz işkenceleri, Kürtçe konuşmayı suç haline getiren yasakçı faşizan zihniyeti ve terörle mücadele adına insanları evleri ve köylerinden zorla göç ettiren aşırıcı güvenlikçi politikaları vurgulamış ve artık bu tarz uygulamaların tamamen sona erdiğini belirtmiştir. Bu tarz hatalı uygulamaların terörü bitirmek bir yana, tam tersine terör örgütlerine istismar fırsatı yarattığına dikkat çeken Türkiye Cumhurbaşkanı, bu uygulamalar nedeniyle azan terör sonucunda Türkiye'nin on binlerce şehit ve insan kaybının yanı sıra, istikrarsız bir devlet haline geldiğini ve 2 trilyon dolar civarında devasa kaynaklarımızın vatandaşlarımızın esenliği yerine terörle mücadeleye ayrılmak zorunda kaldığının altını çizmiştir. Bu bağlamda, Erdoğan, terörün sonlandırılması politikasını yalnızca bir güvenlik politikası başarısı olarak lanse etmemiş, buna ek olarak genel anlamda yönetişimin birçok farklı boyutunda (istikrarlı yönetim algısı, ekonomik kaynakların optimize edilmesi) ilerleme kat edileceğini ima etmiştir.

2002'de iktidara gelmeleri sonrasında terörle mücadele için çok farklı ve kapsamlı politikalar uyguladıklarını kaydeden Erdoğan, bir yandan demokratikleşme reformları ile vatandaş memnuniyetini arttırmaya çalıştıklarını, bir yandan da yerli savunma sanayisi (drone teknolojisi vs.) ve sınır ötesi askeri operasyonlarla terörle mücadelede Türkiye'nin kapasitesini geliştirdiklerini vurgulamış ve günümüzde yaşanan pozitif gelişmelerin bu doğru politikalar sonucunda gerçekleştiğini izah etmeye çalışmıştır. Türkiye'nin artık sınırlarına tamamen hâkim olan güvenlikli bir devlet haline geldiğini belirten Erdoğan, FETÖ terör örgütünün düzenlediği 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında devleti temizleyerek bir başka tehdidi de bertaraf etmeyi başardıklarını sözlerine eklemiştir. Bu noktada Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli'nin büyük deneyim ve öngörüsü sonucunda yaptığı çağrı ile başlayan açılım sürecinin önemine dikkat çeken Erdoğan, bu defa süreçte güvenlik birimlerinin tam bir koordinasyon içerisinde ve temkinli olarak hareket etmeleri neticesinde terör örgütüne silah bırakma kararı aldırılabildiğinin altını çizmiş ve Dr. Devlet Bahçeli başta olmak üzere süreçte emeği olan herkese teşekkür etmiştir. Cumhurbaşkanı, bu sayede 47 yıllık terör döneminin artık sonlandırılması sürecinin başladığını söylemiş, ancak bunun bir süreç olduğunu belirterek, henüz nihai amaca ulaş ulaşılmadığını da üstü kapalı şekilde vurgulamıştır. Erdoğan, sürecin başarıya ulaşması halinde "Büyük Türkiye" ve "Güçlü Türkiye" idealine ulaşılacağını ve Türkiye Yüzyılı'nın başlayacağını da ısrarla belirtmiştir. Erdoğan, önceki dönemlerde ulaşılamayan bir başarıya erişilen bu yeni dönemde PKK'nın aldığı silah bırakma kararının bir müzakere sonucunda olmadığını da vurgulayarak, devletin gücü ve kararlı duruşu ve geçmişteki hataları kabul etmemesi neticesinde terör örgütünün de barışa razı olduğunu izah etmiştir. MHP lideri Dr. Devlet Bahçeli ile birlikte tüm eleştiri ve saldırıları göğüsleyerek bu süreci el ele götürdüklerini belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendilerinin Türkiye aleyhine bir şeyi asla yapmayacaklarını ve herkesin bunun farkında olduğunu da sözlerine eklemiştir. Erdoğan, bu bağlamda, kimsenin endişe etmemesi gerektiğini de söyleyerek, ne yaptıklarını çok iyi bildiklerini vurgulamıştır.

12. Türkiye Cumhurbaşkanı Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan, konuşmasının son bölümünde terörle mücadele konusunda ilginç benzetme ve açıklamalara yer vererek, yine üstü kapalı biçimde önceki dönemlerde uygulanan hatalı politikalara gönderme yapmıştır. Terörün yarattığı ekosistemin yalnızca terör örgütü tarafında değil, devlet tarafında da etkili olduğunu belirten Erdoğan, bu şekilde halkın istismar edildiğini ve temiz vatanseverlik duygularının kişisel ve grupsal rant için araçsal hale getirildiğine dikkat çekmiş ve bu durumu eleştirmiştir. Bugünlerde barış sürecine karşı çıkanların işte bu odaklar olduğunu da söyleyen Erdoğan, bu grupların yanlış bilgilere dayalı kara propaganda yöntemleri ile süreci halka yanlış aksettirdiklerini ve bu şekilde kendilerine rant sağlayan çatışma ve terör sürecinin devamından medet umduklarını sözlerine eklemiştir. Milliyetçi ve vatansever olduğunu iddia eden bazı kişi ve grupların terör örgütünün silah bırakmasından duydukları rahatsızlığı belirten Erdoğan, Türk halkının bu süreçten önemli dersler çıkarması gerektiğini ifade etmiştir. Erdoğan, bu kişi ve grupların sabotaj faaliyetlerine rağmen sürecin başarıyla tamamlanacağını, terörün tamamen sona ereceğini ve neticede bu grupların işsiz kalacağını da vurgulayarak bu sürece dair kararlı duruşunu ortaya koymuştur. Erdoğan, "Türk-Kürt-Arap 86 milyonun kazanacağı Türkiye" söylemi ile de Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Milli Mücadele dönemindeki birleştirici söylemlerini anımsatan bir üslubu tercih etmiştir. Erdoğan, bu sürecin devlet ve milletin birliğine kesinlikle zarar vermeyeceğini de defalarca vurgulayarak, bu konudaki eleştirileri göğüslemeye çalışmıştır.

Analiz: Erdoğan'ın Nutuk Anı veya Abraham Lincoln Dönemi

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 12 Temmuz 2025 tarihli konuşması, bence, Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk'ün 15-20 Ekim 1927 tarihlerinde Ulus'taki eski Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurul Salonu'nda yaptığı ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) İkinci Büyük Kurultayı'nda, tam 6 gün boyunca ve toplamda 36 saat 33 dakikada okuduğu, sonradan Nutuk (Söylev) adıyla kitaplaştırılıp ölümsüz hale gelen ünlü konuşmasına benzer tarihi bir söylev olmuştur. Nasıl ki Büyük Atatürk konuşmasında Cumhuriyet rejimine geçilmesi ve iktidarı sürecinde yaptıklarını bu konuşmada izah etmeye çalıştıysa, Cumhurbaşkanı Erdoğan da 22 yıllık iktidarları süresince yaşananları bu konuşmada kısaca kendi perspektifinden özetlemeye çalışmıştır. Erdoğan, şüphesiz ki tarafsız bir vakanüvis olmadığı için, konuşmasında kendisine yakın grupları kollayan, diğerlerini ise ötekileştiren bir retorik kullanmıştır. Bu da, aslında, Erdoğan'ın Atatürk'ü örnek aldığı bir diğer unsur olarak belirtilebilir.

Erdoğan'ın konuşmasında işlenen temel hipotez, Türkiye'nin kararlı duruşları sayesinde terör illetinden artık kurtulduğudur. Bu noktada özellikle aşırı milliyetçi geniş bir tabanı olan MHP'nin sürece verdiği destek kuşkusuz inanılmaz önemlidir. Zira daha önce de defalarca belirtiğim gibi, Kürt Sorunu konusunda MHP'siz bir çözümün ülkemizde kabul görmesi olanaklı değildir.

Konuşmadaki ikinci önemli hipotez -ki Erdoğan bu konuya fazla girmek istememiştir- önceden de terörden kurtulma imkânı varsa da, Türkiye'de bazı devlet görevlileri ve vatansever-milliyetçi kitleye yön veren kanaat önderlerinin terör ekosisteminden elde ettikleri menfaat nedeniyle buna karşı çıkmış oldukları iddiasıdır. Bu, bence de haklı boyutları olan bir iddia olmakla birlikte, bu konuda devlet elindeki bilgi ve belgeleri açıklayarak halkımızı daha iyi bilgilendirmelidir.

Konuşmada işlenen üçüncü önemli hipotez, Türkiye'nin terör başta olmak üzere tüm sorunlarını çözerek artık büyük bir devlete dönüştürülmesi sürecine girdiği iddiasıdır. Bu, ekonomik sorunlar  ve demokrasi açıkları nedeniyle biraz gölgelense de, kuşkusuz terörün sonlandırılması -süreç başarıyla tamamlanırsa- gerçek, ciddi ve büyük bir başarı olarak tarihe geçecektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşması, çok iyi planlanmış, Büyük Atatürk'ün Nutuk konuşması ile AK Parti'nin Avrupa Birliği (AB) reform sürecinde Erdoğan'ın yaptığı ilerici konuşmaları harmanlayan güçlü bir siyasi manifesto niteliğindedir. Nitekim Erdoğan, Türk-Kürt-Arap kardeşliği söylemi ile bir yandan Türkiye ve yakın coğrafyasındaki halkların kardeşliği ve birliği düşüncesini işlerken, bir yandan da devletin geçmişteki hatalarını kabul ederek, kendisini geçmişin olumsuz bazı siyasi miras unsurlarından ayrıştıran ve reformist demokrat bir çizgiye yakınlaştıran ikili geçişken bir üslubu tercih etmiştir. Bu tercih gayet bilinçli olup, Erdoğan'ın yeni dönemde izleyeceği siyaseti de tarif etmektedir: Kürtlerin (DEM Parti) yoğun desteği ile Cumhur İttifakı iktidarının devamı.

Kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafsız bir bilim insanı olmadığı için, konuşmasında olumsuz gelişmelere pek yer verilmemiştir. Örneğin, ana muhalefet partisi CHP'ye yönelik halk tabanında kuşkuyla karşılanan yasal operasyonlar, ekonomik sorunlar, devlette son yıllarda yaygın görülen rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma vakaları gibi hususlara konuşmada hiç değinilmemiştir. Bu, kuşkusuz bir siyasetçi için anlaşılır bir durum olmakla birlikte, bir bilim insanı için bunları da gündeme getirmek daha hakkaniyetli, nesnel ve doğru olacaktır.

Ancak sonuçta olaya iyi tarafından bakmak gerekirse, terörün sona ermesi Türk Devleti ve halkı için kesinlikle olumlu bir gelişmedir. Zaten CHP de bu sürece ilkesel olarak karşı değildir; parti lideri Özgür Özel, daha ziyade yöntemsel ve diğer konular üzerinden iktidarı eleştirmektedir. Dürüst olmak gerekirse, birçok belediyesine tartışmalı şekilde hukuki operasyonlar yapılan bir partinin liderinin başka şekilde davranmasını beklemek de zordur. Ama buna rağmen, CHP'nin kurucu parti olarak tarihsel sorumluluğuyla hareket ederek, önümüzdeki aylarda normalleşme sürecine girilmesi halinde yeni bir anayasa yapımına dahil olması bence daha doğru bir tavır olacaktır. Zira 22 yıllık iktidar sonunda bence artık herkes anlamıştır ki, Erdoğan'ın niyeti Şeriat devleti kurmak, Osmanlı'yı yeniden ihya etmek veya federatif bir yönetime geçmek değildir. Erdoğan, mevcut sistemden memnuniyetsiz geniş kitleleri bazı söylem ve eylemleriyle Cumhuriyet rejimiyle barıştırmaya ve kendisi de mümkün olduğunca uzun süre iktidarda kalarak tarihe geçmeye çalışan popülist ve otoriter eğilimli bir sağ siyasetçidir. Bu yönüyle, Erdoğan, bence Amerikan İç Savaşı sonrası ABD'yi yeniden kuran Abraham Lincoln'e benzer şekilde hareket etmekte ve Büyük Atatürk'ten sonra ikinci kurucu olarak yeni ve sivil bir anayasa ile PKK terörü ve iç savaş dönemini sonlandırmayı istemektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşması tarihe geçen önemli bir söylev olmasının yanında, yeni dönemin siyasal şifrelerini de içermektedir. Bu ise, Kürt destekli Cumhur İttifakı'nın yeni demokratik bir sivil anayasa yapması ve Erdoğan'ın üçüncü dönem Cumhurbaşkanlığı için ortak hareket edilmesine dayalıdır. Bu süreçte dışlanan aktör ise CHP olup, kuşkusuz CHP desteksiz bir anayasa ve sistemin kalıcı olması zordur. Bu nedenle, dileğimiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidarın atacağı normalleşme adımları sonrasında uzlaşı ile yeni bir anayasanın yapılması ve yeniden demokratik yönetime ve AB reformlarına dönülmesidir. Bunun için Kürtlerin de gönülden destek vereceği, kültürel hakların korunarak etnik kimliklerin yok sayılmayacağı üniter ve demokratik bir devletin kurulması ise tarihsel bir zorunluluktur.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

11 Temmuz 2025 Cuma

L'appel historique à la paix du leader emprisonné du PKK, Abdullah Öcalan : Je crois au pouvoir de la politique, pas à celui des armes

 

Après quatre décennies de conflit armé tendu avec l'État turc, l'organisation terroriste pro-kurde PKK (Parti des travailleurs du Kurdistan) semble désormais suivre une voie différente et donner une chance à la paix. Le leader emprisonné du PKK, Abdullah Öcalan, a lancé un appel historique à la paix il y a deux jours, le 9 juillet 2025. Incarcéré dans la prison d'İmralı sur l'île d'İmralı, Öcalan, en tant que fondateur du PKK, a appelé les militants du PKK à déposer les armes et à faire la paix avec l'État turc. Öcalan a déclaré : "Je crois au pouvoir de la politique et de la paix sociale, et non à celui des armes, et je vous demande de mettre ce principe en pratique. La mise en place d'un mécanisme de désarmement fera avancer le processus. Ce qui a été fait est une transition volontaire du stade de la lutte armée au stade de la politique et du droit démocratiques. Cela ne doit pas être considéré comme une perte, mais comme un gain historique. Les détails du dépôt des armes seront déterminés et mis en œuvre rapidement."


Le PKK dépose les armes lors d'une cérémonie symbolique

Suite à cet appel historique, le PKK a commencé à déposer les armes aujourd'hui (11 juillet 2025) dans le cadre de « l'appel à la paix et à la société démocratique » lancé par son chef Abdullah Öcalan. La cérémonie symbolique a eu lieu dans la ville de Sulaymaniyah, contrôlée par le gouvernement régional du Kurdistan (GRK), dans le nord de l'Irak. Selon l'agence de presse AFP, 30 combattants du PKK, dont quatre commandants, ont mis le feu à leurs armes dans la grotte de Casana. Tuncer Bakırhan, coprésident du parti pro-kurde DEM, qui s'est rendu à Sulaymaniyah pour la cérémonie de désarmement du PKK, a déclaré : « Nous allons assister à une étape qui éliminera 50 ans de violence et de conflit ». Bakırhan a également déclaré qu'il espérait que le président Recep Tayyip Erdoğan dirait quelque chose d'important dans son discours de demain. L'incendie des armes a envoyé un message fort sur la nouvelle ère : l'ère de Che Guevara est terminée, et l'ère de la résolution des problèmes par la politique et la diplomatie commence.

Pour rembobiner les événements, l'appel d'Öcalan est intervenu après la déclaration choquante du chef de file du MHP, partenaire junior du gouvernement Erdoğan, Devlet Bahçeli, à la fin de l'année 2024. Bahçeli, le leader des ultranationalistes turcs, a surpris tout le monde et a déclaré qu'Öcalan devrait venir au parlement turc et faire une déclaration expliquant que le PKK est dissous et qu'un nouveau processus de paix commence L'appel de Bahçeli a été soutenu par le président turc Recep Tayyip Erdoğan et le gouvernement AK Parti/AKP, tandis que le principal parti d'opposition CHP n'a pas non plus objecté catégoriquement à l'idée que le PKK fasse la paix avec l'État. Erdoğan, suite à cet appel, a remercié Bahçeli et a déclaré que Bahçeli est un leader qui a marqué l'histoire par ses déclarations courageuses et ses paroles sages et qui a fixé une direction. Selon des sondages publics, environ 65 % des Turcs soutiennent également le processus de paix. Cela signifie que le gouvernement, bien qu'il soit fréquemment critiqué pour la mise en œuvre d'un régime plus autoritaire, atteindrait un succès historique si le processus de solution pouvait être achevé et si le PKK pouvait déposer les armes pour toujours.

Cet événement historique en dit long sur l'importance de la conjoncture en politique et sur l'influence de la culture politique. Si l'on se souvient du premier processus de solution au cours de la période 2009-2015, le gouvernement turc a utilisé des méthodes démocratiques et a fait de son mieux pour convaincre le public turc que la solution démocratique au problème kurde et l'élimination du terrorisme du PKK seraient un grand avantage pour le peuple turc, malheureusement, de nombreuses personnes et la plupart des organisations politiques n'ont pas soutenu ce processus. En outre, les médias turcs et les éléments de la presse, au lieu de soutenir la démocratie, se sont opposés au processus et ont joué la carte du nationalisme. Cependant, cette fois-ci, le deuxième processus de solution (2024-2025) est mené par des méthodes plus autoritaires, avec le soutien garanti des médias et de la presse turcs, grâce au contrôle exercé par le gouvernement sur ces derniers. En outre, en raison des opérations judiciaires constantes contre les dirigeants des partis d'opposition, de nombreux politiciens du camp de l'opposition se sont abstenus de critiquer ouvertement le processus. Curieusement, ce modèle semble plus compatible avec la culture politique turque, car les gens ont tendance à soutenir davantage le processus de paix lorsqu'ils ont peur de l'État. En ce sens, le style machiavélique adopté par le président Erdoğan pourrait être plus efficace que la méthode démocratique antérieure. Un autre facteur à prendre en compte est bien sûr la conjoncture. Alors que les groupes PYD/YPG affiliés au PKK (appelés SDF-Forces démocratiques syriennes) acquièrent un statut légal en Syrie, sous le nouveau régime d'Ahmad al-Shaara, sans qu'Ankara ne s'y oppose ouvertement, il semble tout à fait opportun de faire une telle ouverture pour exporter le PKK de la Turquie vers la Syrie. Cette stratégie semble également en harmonie avec les projections des États-Unis dans la région, en normalisant les relations avec la Syrie.

Ainsi, après 22 longues années au pouvoir, le président Erdoğan, grand maître de la petite politique, pourrait cette fois-ci remporter un succès historique et entrer dans l'histoire en devenant le dirigeant qui a éliminé le problème du terrorisme dans le pays. Ce faisant, Erdoğan pourrait également s'assurer un troisième mandat avec le soutien des électeurs pro-kurdes du parti DEM. Cependant, l'approche du gouvernement à l'égard du CHP et d'autres acteurs de l'opposition, ainsi que les mauvaises performances économiques du pays, pourraient rendre les choses plus difficiles dans les jours à venir. En outre, pour que le processus se termine avec succès, le gouvernement doit, à mon avis, prendre de nouvelles mesures concernant les droits des Kurdes. Je pense que ces droits sont davantage liés aux droits culturels, à la civilianisation et à la démocratisation.

Enfin, espérons que la Turquie deviendra bientôt un exemple de pays qui résout son problème de violence et de terrorisme à sa manière, plus compatible avec sa culture politique étatiste et patrimoniale. Cela stimulerait certainement le président Erdoğan tant sur le plan de la politique intérieure que sur la scène internationale, mais en raison d'autres problèmes, un troisième mandat pourrait s'avérer très difficile dans le cadre d'une élection démocratique. Mais quel que soit le motif, le fait que le gouvernement tente de résoudre un problème aussi important, qui a causé la mort de 50 000 personnes, après 40 ans, est une indication importante du courage et de la détermination du gouvernement. Je félicite donc chaleureusement tous ceux qui ont contribué à ce processus.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

Imprisoned PKK Leader Abdullah Öcalan’s Historic Call for Peace: I Believe in the Power of Politics, Not Guns


After four decades of tense armed conflict with the Turkish State, pro-Kurdish terrorist organization PKK (Kurdistan Workers’ Party) now seems to follow a different path and give peace a chance. PKK’s imprisoned leader Abdullah Öcalan’s historic call for peace came two days ago, on July 9, 2025. Incarcerated in İmralı Prison on İmralı Island, Öcalan, as the founder of the PKK, called PKK militants to lay down their arms and make peace with the Turkish State. Öcalan said: “I believe in the power of politics and social peace, not weapons, and I call on you to put this principle into practice. The establishment of a disarmament mechanism will advance the process. What has been done is a voluntary transition from the stage of armed struggle to the stage of democratic politics and law. This should not be considered a loss, but a historic gain. The details of laying down arms will be determined and implemented quickly.[1]

PKK laid down arms in a symbolic ceremony

Following this historic call, the PKK began laying down arms today (July 11, 2025) as part of the “Call for Peace and Democratic Society” made by its leader Abdullah Öcalan. The symbolic ceremony took place in the Kurdistan Regional Government (KRG)-controlled city of Sulaymaniyah in northern Iraq. According to AFP news agency, 30 PKK fighters, including four commanders, set fire to their weapons in the Casana cave.[2] Tuncer Bakırhan, pro-Kurdish DEM Party’s Co-Chairman, who travelled to Sulaymaniyah for the PKK’s disarmament ceremony, said, “We will witness a step that will eliminate 50 years of violence and conflict.”[3] Bakırhan also said that he hoped President Recep Tayyip Erdoğan would say something important in his speech tomorrow. The burning of guns sent a powerful message about the new era: the era of Che Guevara is over, and now the era of solving problems through politics and diplomacy begins.

The end of the era of terrorism in Türkiye

To rewind the events, Öcalan’s call came after the Erdoğan government’s junior partner MHP’s leader Devlet Bahçeli’s shocking statement in late 2024. Bahçeli, the leader of Turkish ultranationalists, surprised everyone and said that Öcalan should come to the Turkish parliament and issue a statement explaining that PKK is dissolved and a new peace process is beginning.[4] Bahçeli’s call was supported by Turkish President Recep Tayyip Erdoğan and the AK Parti/AKP government, while the main opposition party CHP also did not object categorically to the idea of PKK making peace with the state. Erdoğan, following this call, thanked Bahçeli and said that Bahçeli is a leader who made a mark in history with his courageous statements and wise words and set a direction.[5] According to public polls, around 65 percent of Turkish people also support the peace process.[6] This means, the government, despite being frequently criticized for implementing a more authoritarian regime, would reach a historic success in case the solution process could be completed and the PKK could lay down arms forever.

This historic event tells us a lot about the importance of conjuncture in politics and the influence of political culture as well. If one has to remember the first solution process during the 2009-2015 period, the Turkish government used democratic methods and did its best to convince the Turkish public that the democratic solution to the Kurdish Problem and the elimination of the PKK terrorism would be a big gain for Turkish people, unfortunately, many people and most of the political organizations did not support this process. Moreover, Turkish media and press elements, instead of supporting democracy, objected to the process and played the nationalism card. However, this time, the second solution process (2024-2025) is conducted through more authoritarian methods, with the guaranteed support of the Turkish media and press, thanks to government control over it. Moreover, due to constant judicial operations against opposition party leaders, many politicians from the opposition camp refrained from criticizing the process openly. Strangely enough, this model seems more compatible with the Turkish political culture as people tend to support the peace process more when they are afraid of the state. In that sense, the Machiavellian style embraced by President Erdoğan could be more successful than the earlier democratic method. Another factor to be discussed here is of course the conjuncture. While the PKK-affiliated PYD/YPG groups (called SDF-Syrian Democratic Forces) acquire a legal status in Syria, under Ahmad al-Shaara’s new regime, with Ankara’s no open objection, it seems quite timely to make such an opening to export PKK from Türkiye to Syria. This strategy also seems harmonious with the United States’ projections in the region, normalizing relations with Syria. 

So, after 22 long years in power, President Erdoğan, as a great master of petty politics, this time could achieve a historic success and could make history by becoming the leader who eliminated the terrorism problem in the country. By doing this, Erdoğan could also secure a third term in office with the support of the pro-Kurdish DEM Party voters’ support. However, the government’s approach to CHP and other opposition actors, as well as the poor economic performance of the country, could make things more difficult in the coming days. Also, for the process to end successfully, in my opinion, the government needs to take some further steps on Kurdish rights. These, I think, may be more related to cultural rights and civilianization and democratization.

Finally, let us hope that Türkiye will soon become an example of a country that solves its violence and terrorism problem in its unique way, more compatible with its statist and patrimonial political culture. This would certainly boost President Erdoğan both in domestic politics and also on the international stage, but due to other problems, a third term could be still very challenging in a democratic election. But whatever the motive, the fact that the government is trying to solve such a huge problem, one that has caused the deaths of 50,000 people, after 40 years, is an important indication of the government's courage and determination. I therefore wholeheartedly congratulate everyone who has contributed to this process.

Cover Photo: BBC News Türkçe

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

FOOTNOTES

[1] For details, see; https://t24.com.tr/haber/abdullah-ocalan-in-26-yil-sonra-ilk-kez-goruntulu-mesaji-yayinlandi-pkk-ya-silah-birakma-cagrisi-yapti,1248825.

[2] See; https://www.bbc.com/turkce/articles/czdv8lgn78yo.

[3] Ibid.

[4] For details; https://www.bbc.com/turkce/articles/c2kdk9581z0o.

[5] https://www.bbc.com/turkce/articles/cwy1wn9pyz3o.

[6] https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/0507202515.

6 Temmuz 2025 Pazar

Les traces du système de parti dominant en Turquie

 

Le « système de parti dominant », également appelé « système de parti hégémonique », est un exemple unique en sciences politiques, identifiant un système politique dans lequel un seul parti politique domine systématiquement les résultats des élections par rapport aux groupes ou partis d'opposition concurrents. En ce sens, un système de parti dominant diffère d'un système à parti unique, dans lequel un seul parti politique est légalement autorisé à se présenter aux élections.

Le système de parti dominant pourrait être basé sur certains facteurs socio-économiques et culturels, ce qui n'empêcherait pas ce système d'être automatiquement qualifié d'« anti-démocratique ». Par exemple, en raison des terribles souvenirs du régime d'« apartheid » en Afrique du Sud, les Sud-Africains, depuis la transition de leur pays vers la démocratie, continuent de voter pour le Congrès national africain (ANC) malgré les graves problèmes socio-économiques de leur pays. De même, les premières décennies de la démocratie indienne ont été marquées par le règne ininterrompu du Congrès national indien (INC), en grande partie grâce à l'héritage charismatique du Mahatma Gandhi et de la famille Nehru. Le Parti libéral démocrate (PLD) du Japon en est un parfait exemple : il domine la politique japonaise depuis sept décennies, presque sans interruption, parce qu'il a toujours réussi à établir des liens organiques avec la société, la bureaucratie et l'élite des affaires. Un autre exemple est celui du président turc Recep Tayyip Erdoğan et de l'AK Parti (Parti de la justice et du développement), parti de droite orienté vers l'islam, qui a réalisé des performances électorales remarquables depuis 2002. Ainsi, dans cette version plus démocratique du système de parti dominant, bien qu'il y ait des élections compétitives et un environnement politique relativement démocratique, en raison de certains facteurs économiques et culturels (dans le cas de la Turquie, la suppression du mode de vie islamique pendant de nombreuses décennies par l'État laïque), un parti et un dirigeant peuvent dominer la scène politique sans adhérer à des pratiques antidémocratiques et répressives.

Il existe cependant une autre version, moins démocratique, du système des partis dominants, souvent appelée « système des partis cartels ». Un « parti cartel » est une organisation politique qui utilise les ressources de l'État pour maintenir sa position au sein du système politique, en s'associant à d'autres partis d'une manière similaire à celle d'un cartel. Dans un système de partis cartels, le parti au pouvoir, grâce à son contrôle du pouvoir politique et économique de l'État, transforme le système en un régime immuable qui se reproduit constamment dans un cercle vicieux. Ce système de partis politiques est souvent observé dans les pays post-soviétiques, où l'économie est principalement sous le contrôle de l'État, et donc du parti au pouvoir et de son chef. La Fédération de Russie, l'Azerbaïdjan et d'autres États turcs d'Asie centrale sont de parfaits exemples d'un système de partis de cartel, dans lequel les élections servent principalement à renforcer la légitimité du parti ou du dirigeant au pouvoir, plutôt qu'à offrir à l'opposition une véritable opportunité d'accéder au pouvoir. Depuis 2015, et surtout après sa transition controversée vers un système hyperprésidentiel en 2017, la Turquie s'est de plus en plus rapprochée de ce modèle, le président Erdoğan et son AK Parti utilisant tous les appareils d'État pour réprimer et affaiblir l'opposition et conserver un pouvoir permanent. Dans un tel système, le contrôle de l'État sur les médias et la politisation du pouvoir judiciaire servent également de mécanisme légitime pour concevoir l'opposition et empêcher un changement inattendu de gouvernement par le biais des élections. Bien que nous n'en sachions pas trop sur les détails des récentes batailles juridiques contre le CHP (Parti républicain du peuple) pro-laïque, de nombreux observateurs en Turquie affirment qu'il s'agit là de signes clairs de l'approche d'un régime de parti cartel, dans lequel le gouvernement contrôlerait également l'opposition et transformerait les autres partis politiques en « opposition de Sa Majesté ».

Mais il convient également de noter que le président Erdoğan, qui souhaite transformer l'ancien régime de coups d'État militaires perpétuels de la Turquie et qui s'inspire en fait des tactiques utilisées par le fondateur du pays, Mustafa Kemal Atatürk, dans les années 1920 et 1930, a réussi à donner l'impression de résoudre les problèmes du pays qui remontent à plusieurs décennies. Par exemple, sur la question kurde, qui ne passionne pas l'opposition, Erdoğan s'est montré très courageux en négociant avec le leader emprisonné du PKK, Abdullah Öcalan, et en mettant fin au problème du terrorisme, avec l'aide du leader du MHP, Devlet Bahçeli, qui le soutient inconditionnellement. De même, Erdoğan et son parti se sont montrés plus enclins à modifier la constitution turque de 1982, rédigée après le coup d'État militaire de 1980, et à adopter une nouvelle constitution « civile ». Sur ces questions, il est intéressant de noter que l'opposition n'est pas particulièrement réformiste ou enthousiaste, mais agit plutôt comme une continuation de l'ancien régime contrôlé par les militaires. C'est l'une des raisons pour lesquelles Erdoğan bénéficie toujours d'un soutien important de la part de larges segments de la société opposés à l'ancien régime, en particulier les Kurdes.

En ce sens, si le président Erdoğan et son régime parvenaient à rédiger une nouvelle constitution civile, à dompter l'opposition, à exercer un contrôle étendu sur l'armée autrefois autonome et, surtout, à résoudre la question kurde, il s'agirait d'un cas entièrement nouveau en sciences politiques, un régime civil à tendance autoritaire réussissant mieux à résoudre les problèmes structurels du pays. Pour ce faire, le régime d'Erdoğan cherche à changer la direction du principal parti d'opposition, le CHP, en remplaçant Özgür Özel par Kemal Kılıçdaroğlu. Le résultat sera connu début septembre par le biais d'une décision de justice. Une autre question cruciale est celle des mesures qu'Erdoğan prendra dans les semaines à venir pour résoudre la question kurde, qui n'est en fait pas un problème interne, mais, en raison de la présence kurde significative dans les pays voisins tels que l'Irak, la Syrie et l'Iran, ainsi que de l'implication des États-Unis, d'Israël, de la Russie et de l'Europe dans cette question, une question régionale, voire mondiale. Le président Erdoğan, fort de son immense expérience et de son instinct politique très développé, pourrait en fait y parvenir. Cependant, la situation économique problématique du pays serait la principale faiblesse d'Erdoğan pour convaincre le peuple turc et le public international.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ


Footsteps of the Dominant Party System in Türkiye

 

The "dominant party system", also referred to as the "hegemonic party system", is a unique example in Political Science, identifying a political system in which a single political party consistently dominates election results over competing opposition groups or parties. In that sense, a dominant party system differs from a one-party system, in which only a single political party is legally allowed to run for office.

The dominant party system could be based on certain socioeconomic and cultural factors, which would not necessarily be a barrier to this system being automatically labelled as "anti-democratic". For instance, due to the terrible memories of the "apartheid" regime in South Africa, South Africans, since their country's transition into democracy, continue to vote for the African National Congress (ANC) despite serious socioeconomic problems in their country. Likewise, the early decades of Indian democracy were marked by the uninterrupted rule of the Indian National Congress (INC), largely due to the charismatic legacy of Mahatma Gandhi and the Nehru family. A perfect example is the Liberal Democratic Party (LDP) of Japan, which has dominated Japanese politics for the last seven decades, almost without interruption, due to its consistent success in establishing organic ties with society, the bureaucracy, and the business elite. Another example is Turkish President Recep Tayyip Erdoğan and the Islamist-oriented right-wing AK Parti (Justice and Development Party), which has achieved remarkable electoral performances since 2002. So, in this more democratic version of the dominant party system, although there are competitive elections and a relatively democratic political environment, due to some economic and cultural factors (in the case of Türkiye, the suppression of Islamic lifestyle for many decades by the secular state), a party and a leader might dominate the political scene without adhering to anti-democratic and repressive practices. 

However, there is another and less democratic version of the dominant party system, often referred to as the "cartel party system". A "cartel party" is a political organization that uses the resources of the state to maintain its position within the political system, colluding with other parties in a way similar to a cartel. In a cartel party system, the governing party, thanks to its control over the state's political and economic power, transforms the system into an unchangeable regime that constantly reproduces itself in a vicious circle. This political party system is often observed in post-Soviet countries, where the economy is mainly under state control, and thus, the governing party and its leader. This model is closely related with the concept of"rentier state" The Russian Federation, Azerbaijan, and other Turkic States in Central Asia are prime examples of a cartel party system, in which elections primarily serve to increase the legitimacy of the governing party or leader, rather than providing a genuine opportunity for the opposition to attain governing power. Since 2015, and especially after its controversial transition into a hyperpresidential system in 2017, Türkiye has become increasingly closer to this model, with President Erdoğan and his AK Parti utilising all state apparatuses to suppress and weaken the opposition and maintain permanent power. In such a system, the state's control over the media and the politicization of the judiciary also serve as a legitimate mechanism to design the opposition and prevent an unexpected government change through elections. Although we do not know too much about the details of the recent legal battles against the pro-secular CHP (Republican People's Party), many observers in Türkiye claim that these are clear signs of the approaching cartel party regime, in which the government would also control the opposition and turn other political parties into "His Majesty's opposition". 

But it is also worth noting that President Erdoğan, who wants to transform Türkiye's old regime of perpetual military coups, and who is in fact inspired by the tactics used by the country's founder Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, has succeeded in giving the impression of solving the country's decades-old problems. For example, on the Kurdish Question, which the opposition is not so keen on, Erdoğan has been very courageous in negotiating with the imprisoned PKK leader Abdullah Öcalan and ending the terrorism problem, with the guidance of MHP leader Devlet Bahçeli, who supports him unconditionally. Similarly, Erdoğan and his party have been more willing to amend Türkiye's 1982 constitution, which was drafted after the 1980 military coup, and to adopt a new "civilian" constitution. On these issues, the opposition, interestingly enough, is not particularly reformist or enthusiastic, but rather acts like a continuation of the old military-controlled regime. This is one of the reasons why Erdoğan still enjoys strong support from large segments of society opposed to the old regime, especially the Kurds. 

In that sense, if President Erdoğan and his regime could achieve to make a new civilian constitution, tame the opposition, provide extensive control over the formerly self-ordained military, and most importantly, solve the Kurdish Question, this would represent an entirely new case in Political Science, with an authoritarian-leaning civilian regime becoming more successful in solving the structural problems of the country. To do this, Erdoğan's regime is aiming to make a leadership change in the main opposition party, the CHP, by replacing Özgür Özel with Kemal Kılıçdaroğlu. The result will be seen in early September through a court decision. Another critical issue would be the steps that Erdoğan will take in the coming weeks to solve the Kurdish Question, which is in fact not an internal problem, but due to significant Kurdish presence in neighboring countries such as Iraq, Syria, and Iran, as well as the U.S., Israeli, Russian, and European involvement in this issue, a regional or even a global matter. President Erdoğan, with this immense experience and highly developed political instincts, might in fact achieve this. However, the country's problematic economic situation would be Erdoğan's most significant weakness in convincing Turkish people and the international audience.   

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ


2 Temmuz 2025 Çarşamba

Azerbaycan-Rusya İlişkilerinde Gerilim Artıyor


Kafkasya ve Asya'da son yıllarda başarılı otoriter yönetim modelleriyle adından söz ettiren Rusya (Federasyonu) ile Azerbaycan (Cumhuriyeti) arasında son dönemde bazı gerginliklerin yaşanması uluslararası siyasette dikkat çeken bir gelişme olarak not edilmeli. İki devletin güçlü liderleri İlham Aliyev ile Vladimir Putin'in 2024 yılı Ağustos ayında resmi olarak görüşmelerinin ve hatta Aliyev'in Putin'i kendi evinde ağırlamasının ardından ilişkilerde çok iyi bir döneme girildiği düşünülürken, 2024 yılı sonundan başlayarak yaşanan bazı olaylar iki müttefik devletin arasını açtı. Bu yazıda, Azerbaycan-Rusya ilişkilerinde yaşanan gerginlikleri mercek altına alacağım.

İki ülke liderleri Sayın Vladimir Putin ile Sayın İlham Aliyev'in ev görüşmeleri (Ağustos 2024)

İlişkilerde pürüzü yaratan ilk olay, 2024 yılı sonlarında, Aralık ayının 27'sinde Azerbaycan Havayolları'na ait 8432 sefer sayılı yolcu uçağının Kazakistan'da düşmesiyle başladı. Yolcu uçağının düşürülmesi nedeniyle Azerbaycanlı yetkililer Rusya'yı suçlarken, Rus yetkililer ise olayın araştırılması gerektiğini ifade ettiler. 38 yolcunun hayatını kaybettiği ve 29 yolcunun yaralandığı kaza sonrasında, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev, olaya Rus hava savunma sistemlerince ateşlenen füzelerin neden olduğunu belirterek, ancak bunun kasıtlı olduğunu söylemediklerini açıklamıştı. Rus lider Putin ise, kaza nedeniyle Aliyev'den özür dilerken, bunun "trajik bir olay" olduğunu söylemiş, ancak Rusya'nın olay nedeniyle sorumluluk kabul ettiğine dair bir ifade kullanmamıştı. Akademisyen Sedat Laçiner'e göre ise, Rus yetkililer, bu konuda sis ve kuşların uçağa çarpması gibi nedenler ileri sürerek kendilerini savunmaya çalıştılar ve sorumluluk üstlenmediler. Geçen günler içerisinde ortaya konan fotoğraf ve belgelerle olayın bir kaza olmadığı anlaşılır ve Rusya'nın hava savunma sistemlerinin kazaya neden olduğu açıklanırken, iki devletin arasına da ilk kez kara kedi girmiş oldu. Azerbaycan tarafı olay karşısında Moskova'ya öfkeyle tepki verirken, Rusya ise olayı geçiştirmeye ve kaza nedeniyle Ukrayna'yı suçlamaya çalıştı. 

İki ülke ilişkilerini geren ikinci olay ise 2025 yılı Haziran ayı sonlarında yaşandı. Rusya'nın Yekaterinburg şehrindeki polis baskınlarının ardından iki Azerbaycanlının (Ziyaddin Safarov) ve Hüseyin Safarov kardeşler) güvenlik güçlerinin kontrolündeyken işkenceyle öldürülmesi, Bakü'nün büyük öfkesine neden oldu. Azerbaycan Başsavcılığı tarafından soruşturulan olay sonrasında Bakü'de Rusya karşıtı sesler güçlenirken, bu olayın hemen sonrasında Azerbaycan'daki Rus haber ajansı Sputnik'in ofisine yapılan polis baskını dikkat çekti. Azerbaycan İçişleri Bakanlığı'nın başlattığı soruşturma kapsamında, Sputnik'in Şubat 2025'te resmi akreditasyonu iptal edilmesine karşın faaliyetlerine devam etmesi nedeniyle gerçekleştirilen baskın, iki ülke ilişkilerinde son aylarda yaşanan gerginliğin yeni bir doruk noktası oldu. Azerbaycanlıların Rusya'da Türk kökenleri nedeniyle hedef alındığı düşüncesiyle, Bakü tarafından Rusya’nın kamu ve özel kuruluşlarıyla Azerbaycan’da planladığı tüm konser, festival, tiyatro oyunu, sergi ve benzeri kültürel etkinlikler de iptal edildi.

Bu olayları, yaşanan bir kaza ve iç işlerinde yaşanan bazı olumsuz gelişmelere dayalı olarak oluşan geçici bir diplomatik kriz olarak değerlendirmek şimdilik daha akla yatkın bir ihtimal olarak gözükse de, bu olayların arka planında Rusya'nın Gürcistan (2008) ve sonrasında Ukrayna'da (2014, 2022-) uyguladığı yayılmacı ve komşu devletlerin toprak bütünlüğüne saygı duymayan politikaların Azerbaycan'da yarattığı tepkiler ve resmi Bakü'de buna dayalı olarak gelişen Rusya'yı Batı ile ilişkiler kurarak dengeleme politikasının olduğu da iddia edilebilir. Zira uçak kazası sonrasında Cumhurbaşkanı Aliyev'in normalden farklı olarak oldukça sert bir açıklama yapması ve ilişkilerin normalleşmesi için bazı şartlar ileri sürmesi dikkat çekmişti.

Fakat genel resme bakıldığında, otoriter yönetim modeliyle bilinen ve enerji kaynaklarının kalkınma ve devletin güçlendirilmesi için harcanması temelinde gelişen iki devletin birbirlerinden çok da farklı olmadığı düşünüldüğünde, bu krizin büyük bir jeopolitik eksen değişikliğinden ziyade, diplomatik kriz olarak değerlendirilmesi daha mantıklı durmaktadır. Bu ise, her iki tarafta da milliyetçiliği konsolide eden ve ulusal gururu okşayan geçici bir durum olarak değerlendirilebilir.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ