17 Ağustos 2020 Pazartesi

İsrail’in Körfez Açılımı: Nasıl Oluyor ve Sürer Mi?

 


Giriş

Geçtiğimiz gün ABD Başkanı Donald Trump tarafından açıklanan İsrail-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) uzlaşısı, birçokları için bir sürpriz ya da tarihi bir dönüm noktası olsa da, İsrail’in son birkaç yıldır Körfez ülkelerine yönelik bir açılım stratejisi geliştirdiği ve bu yönde aşama kaydettiği uluslararası politikayı yakından takip edenlerin bildiği bir durumdu. Hatta ben de, iki yıl önce yayınladığım hakemli bir bilimsel makalede[1] -ki bu konuda yazılan az sayıdaki bilimsel makaleden biridir-, İsrail’le Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri arasında ilginç bir yakınlaşmanın yaşandığını ve İran karşıtlığı temelinde gelişen bu eğilimin, ABD politikaları bu yönde devam ederse, tanınma ile sonuçlanabileceğini iddia etmiştim.

Her ne kadar Suudi Arabistan’dan henüz bir tanıma kararı gelmese de (Filistin Devleti tanınmadan Suudi Arabistan gibi İslam dünyasının merkezi ülkelerinden birinin bunu yapması kolay değildir), geçtiğimiz gün Suudi Arabistan’ın nüfuz alanında yer alan ve en önemli Körfez ülkelerinden biri sayılan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) böyle bir karara imza attı. Böylelikle, İsrail, Türkiye (1949), Nijerya (1960), Çad (1961), Mısır (1979), Özbekistan (1992), Kırgızistan (1992), Tacikistan (1992), Kazakistan (1992), Azerbaycan (1992), Türkmenistan (1993), Ürdün (1994) ve Bosna Hersek (1997) gibi ülkelerden sonra İsrail’i tanıyan bir diğer Müslüman nüfus yoğunluklu devlet oldu. BAE’nin İsrail’i tanımasının en büyük özelliği ise, kuşkusuz, Mısır ve Ürdün’ün ardından İsrail’i tanıyan üçüncü Arap devleti ve ilk Körfez bölgesi devleti olmasıydı. Peki, Trump’ın “İbrahim Anlaşması” olarak adlandırdığı İsrail-BAE anlaşması neleri içeriyor, İsrail’in Körfez açılımının başarısının altında ne yatıyor, bu açılım başarılı sonuçlar almaya devam eder mi, Türkiye’nin bu gelişmeye tepkisi nasıl olmalı ve ABD Başkanlık seçimleri bu süreci nasıl etkiler? Bu yazıda, bu gibi sorulara cevap arayacağım.

Anlaşmanın İçeriği

ABD Başkanı Donald Trump’ın yaklaşan 3 Kasım 2020 ABD Başkanlık seçimlerini de düşünerek açıkladığı İsrail-BAE uzlaşısı, öncelikle şu anlaşmayı içeriyor; BAE, İsrail ile diplomatik ilişkilerini başlatma ve ilişkileri her yönden normalleştirmeyi kabul ederken, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun yıllardır planladığı ve ABD Başkanı Donald Trump’ın da destek vereceğini ilan ettiği Batı Şeria ilhakı, BAE’nin yaptığı tanıma karşılığında, masadan kaldırılıyor. Böylelikle, olası bir Filistin Devleti’nin Batı Şeria’yı kendi toprağı olarak koruyabilmesinin önü açılıyor. Bu, Filistin adına büyük bir kazanım gibi gözükmese de, aksi durumda Batı Şeria’nın kalıcı şekilde İsrail kontrolüne geçeceği de düşünüldüğünde, aslında bu uzlaşı İslam dünyası adına bir kazanım olarak da değerlendirilebilir.

Genel bir tarihsel okuma yapıldığında da, İsrail’le savaşarak on yıllardır sürekli olarak Filistin’in küçülmesine ve Filistinlilerin güç kaybetmesine neden olan bazı Arap devletlerinin, yeni dönemde -geçmişte Türkiye’nin yaptığı gibi- İsrail’le uzlaşarak onun politikalarını yönlendirme/kısıtlama yönünde farklı bir strateji geliştirdikleri görülüyor. Bu, güvenlik eksenli bir devlet olan ve “kuşatılmışlık psikolojisi” içerisinde yaşayan İsrail’in yapısı da incelendiğinde, çok daha olumlu ve başarılı bir strateji olabilir. Hatta öyle ki, Arap dünyasıyla ilişkilerini tamamen normalleştirebilmesi durumunda, İsrail’in Filistin Devleti’ni tanıması ve bölgede kalıcı barışın tesis edilmesinin kapısı bile aralanabilir.

İsrail’in Körfez Açılımı: Kudüs (Tel Aviv) Nasıl Başarıyor?

İsrail’in Körfez açılımının başarıya ulaşmasının birkaç önemli yapısal nedeni bulunuyor. Bunlardan ilki; İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı “Şii hilali” politikasının ve kullandığı Hizbullah benzeri “proxy” güçlerin, bu ülkeyi dış politikada ve özellikle Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen gibi bazı ülkelerde güçlü kılmasına karşın, Sünni Arap dünyasında giderek şeytanlaştırması ve başdüşman haline getirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, geçmişte İsrail karşıtlığı temelinde ve Filistin davasını bayrak haline getirerek Arap ülkelerinden destek bulan Tahran, son yıllarda Arap devletlerinin iç işlerine karışması nedeniyle, bölgedeki monarşik ve totaliter rejimlerce en istenmeyen devlet olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla, İsrail’in başarısındaki en önemli etken, İran’ın bölgesel politikaları olarak belirtilebilir.

Bu konuda ikinci önemli neden ise, ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesini Ortadoğu’da güçlü kılabilmek için -geçmişte uygulanan ABD-Türkiye-İsrail üçgeni yerine- yeni bir stratejik üçgeni; yani ABD-İsrail-Körfez ülkeleri ittifakı politikasını uygulamaya sokması. Trump’ın bu politikası kimilerince “stratejik saçmalık” olarak değerlendirilse ve İsrail-Filistin Sorunu için açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması” (Deal of the Century) İslam dünyasında yeterli destek bulamasa da, görülüyor ki, bu politika, bazı konularda sonuç almayı başarıyor. Nitekim birçok uzman, BAE’nin ardından başka bazı Körfez ülkelerinin de (Bahreyn, Umman vs.) İsrail’i tanıyabileceğini belirtiyorlar. Ancak kalıcı bir İsrail-Arap barışı için, kuşkusuz, bölgenin en güçlü ülkesi olan Suudi Arabistan’ın İsrail’i tanıması gerekecektir.

Üçüncü önemli neden, Türkiye’nin son yıllarda ABD ve İsrail’le yaşadığı gerginlikler olarak karşımıza çıkıyor. Son dönemde artık Türkiye’siz Ortadoğu politikaları geliştirmek zorunda kalan ABD, giderek daha yoğun şekilde Körfez ülkelerine yaslanıyor ve bu ülkelerle geçmişte kurduğu tarihsel stratejik ilişkileri (silah ihracatı) de kullanarak, Ortadoğu’ya yeni bir jeopolitik denge getirmeye çalışıyor. Bu da, İran ve “Şii hilali” karşıtı geniş bir cephe oluşturmaya çalışan Washington için, İsrail ile Sünni Arap devletleri yakınlaşmasını bir zorunluluk haline getiriyor. Bu cephe karşısında ise, İran ve ona yakın olan Şii nüfusu yoğun olan ülkeler (Suriye, kısmen Lübnan ve Irak) bir bloğu, Türkiye, Katar ve bir ölçüde Umman gibi bölgede Sünni-Şii cepheleşmesini istemeyen ülkeler de üçüncü bloğu temsil ediyorlar. Dolayısıyla, Türkiye dâhil olmadan şekillenen ABD dış politikasında, Ankara’nın Filistin konusundaki çekincelerinin yerini Körfez ülkelerinin İran konusundaki çekinceleri alıyor ve giderek daha sağ ve Sünni İslami bir ton ortaya çıkıyor.

Devamı Gelir Mi?

Peki, İsrail’in Körfez açılımının başarısı BAE’nin tanıması ardından devam eder mi? Bu konuda birçok gözlemci olumlu görüş beyan ediyorlar. Örneğin, Medyascope adlı internet kanalı için program yapan Yörük Işık, Bahreyn, Fas ve Umman’ın da çok kısa süre içerisinde benzer kararlar alabileceklerini iddia ediyor.[2] Gazeteci Karel Valansi ise, tarihi bir sürece tanıklık ettiğimizi, Trump ile Netanyahu'nun bu anlaşma için ciddi mesai verdiklerini ve Bahreyn ve Umman’dan da yakında benzer adımlar gelebileceğini söylüyor.[3] ABD Başkanı Donald Trump da, süreci, İsrail’le Arap dünyası arasında “tarihi bir başlangıç” olarak değerlendiriyor. İç politikada sıkışan İsrail Başbakanı Netanyahu’dan da benzer bir açıklama geldiği ifade ediliyor. Ancak bu olumlu yorumlara ve BAE’ye birkaç ülkenin daha katılma ihtimaline karşın, bölgenin lider ülkesi Suudi Arabistan’dan benzer bir karar gelmeden İsrail ile Arap dünyası arasında nihai bir normalleşmeden söz edilemeyeceğini belirtmek gerekiyor. Süreci eleştiren SETA Strateji Araştırmaları direktörü Murat Yeşiltaş ise, İsrail’in Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan güvenlik risklerini çok iyi değerlendirerek, kendisini Arap devletlerinin ABD ile iyi ilişkiler kurmasının anahtarı olarak öne çıkarmayı başardığını ve bu sayede Arap devletlerindeki algıyı değiştirdiğini düşünüyor.[4]

Türkiye’nin Pozisyonu

Ankara ise, bu gelişmeler karşısında İran’dan bile daha sert tepki veren bir ülke olarak dikkat çekiyor. Bu, kuşkusuz Türkiye’nin Körfez ülkelerinden bile radikal İslamcı çizgide olduğu anlamına gelmiyor. Zira Ankara, diğer konularda olduğu gibi, Filistin Sorunu’nda da uluslararası hukuku, yani Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlarının uygulanmasını talep ediyor. Bu da, doğal olarak, İsrail’in 1967 sınırlarına geri çekilmesini öngörüyor. Ancak somut siyasal gelişmeler (Golan Tepeleri ilhakı, Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesi ve ABD Büyükelçiliğinin buraya taşınması), hiç de Türkiye’nin istediği yönde ilerlemiyor. Elbette İsrail-BAE anlaşmasına yönelik tepki, Türkiye’nin İslam dünyasına yönelik açılım politikalarına katkı sağlayabilecekse, hatalı bir tavır olmayabilir. Ancak son yıllarda Arap ülkelerinin iç işlerine fazla karıştığı eleştirilerine maruz kalan, Suriye’deki içsavaşa aktif şekilde müdahil olan, Katar dışındaki Körfez ülkeleriyle ilişkileri bozulan ve Mısır’la neredeyse Libya cephesinde düşman olarak karşı karşıya gelen Ankara’nın, ilişkilerinin sınırlı düzeyde olduğu Arap dünyasından bu politikalarla ne ölçüde destek alacağı büyük bir muamma.

Geçmişte, Ankara, Arap Baharı sürecinde gidişatı doğru okuyarak, tavrını Arap sokağından ve Arap halklarından yana almış ve bu sayede Arap dünyasından büyük destek bulmuştu. Ancak günümüzde, Arap sokağı (halkları), Mısır’daki darbe, Suriye’deki içsavaş, IŞİD ve El Kaide gibi radikal terör örgütlerinin ortaya çıkışı ve ABD’nin Müslüman Kardeşler hareketini terör örgütü olarak ilan etmesi gibi nedenlerle etkisizleştirildi. Bu nedenle, yeni dönemde, Ankara, Arap devletlerinin iç işlerine fazlasıyla karışmak ve sokağa oynamak yerine, güç merkezlerine yönelik politikalar geliştirmeyi deneyebilir. Zira İsrail ve İsrail’le “soğuk barış” düzeyinde de olsa yapıcı ilişkileri olan Mısır gibi ülkelerle ilişkilerini düzeltebilirse, Türkiye, yalnızca Ortadoğu’da değil, Doğu Akdeniz’de de daha güçlü bir konuma geçebilir. Bu nedenle, Türkiye’nin, İslam dünyasının siyasi ve psikolojik liderliğine oynamaya devam ederken, tüm bölge aktörleriyle görüşebilen ve müzakere edebilen aktif bir ülke haline gelmesi gerekiyor. Bunun yolu da, İsrail ve Mısır’la ve hatta tüm bölge aktörleriyle (Yunanistan) acil diplomatik temas kurmak ve ulusal çıkarlarına zarar getirmeyen uzlaşılar/anlaşmalar yapmaktan geçiyor.

ABD Başkanlık Seçimlerinin Etkisi

Bir diğer önemli konu ise, bu gelişmenin ABD Başkanlık seçimlerini nasıl etkileyeceği ve seçim sonrasında bu sürecin akamete uğrayıp uğramayacağı… Öncelikle, bu gelişmenin seçimi kaybetme ihtimali oldukça yüksek olan Donald Trump’a Yahudi (İsrail) lobisi desteği anlamında pozitif bir katkı sağlayacağı iddia edilebilir. Zira ABD tarihinin en İsrail yanlısı Başkanlarından biri olan Trump, Kudüs hamlesi, Golan kararı ve en son BAE uzlaşısıyla birlikte, İsrail ve Yahudilere en çok destek veren ABD Başkanı olarak Yahudiler nezdinde büyük prestije ulaşmış durumda. Rakibi Demokrat Joe Biden ise, kesinlikle İsrail karşıtı bir politikacı olmasa da, Trump kadar iyi bir İsrail destekçisi olarak algılanmayabilir. Nitekim Biden seçilirse, muhtemelen, İsrail-Arap dünyası yakınlaşmasına destek verecek, ama bir yandan da Obama döneminde imzalanan İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) yeniden diriltmeye çalışacaktır. Sonuçta, bu uzlaşı, Trump’a seçim öncesinde bir nebze olsun destek sağlayacaktır; ancak anketlere göre, seçimin favorisi halen daha açık farkla Joe Biden’dır. Biden seçilirse ise, İsrail-Arap yakınlaşmasının engellenmesi söz konusu olmasa da, İran’ın da bölgesel denkleme katılacak olması nedeniyle, İsrail-Arap yakınlaşmasının temelini oluşturan İran karşıtlığının dozu azalacağı için, bu sürecin etkisi zayıflayabilir. Bu nedenle, İsrail ve bilhassa da Netanyahu hükümeti, tüm kozunu Trump’ın yeniden seçilmesi için oynayacaktır. İran için ise, Demokrat aday Joe Biden’ın seçilmesi olumlu bir gelişme olur. Zira Tahran, JCPOA anlaşması yeniden yürürlüğe girerse, muhtemel bir ekonomik çöküşten kurtulabilir ve bölgedeki temel düşman olmanın zorluklarını kısmen de olsa hafifletebilir.

Türkiye için ise, durum çok daha karmaşıktır. Türkiye ile önemli ticari bağları olan İran’ın bölgesel denkleme katılması ve Tahran’a yönelik yaptırımların azaltılması, İran ve Çin başta olmak üzere tüm dünya ülkeleriyle serbest ticaretin yaygınlaştırılması ve genel olarak dış politikada barışçıl yöntemlerin teşvik edilmesi gibi konularda, Joe Biden, Türkiye için daha iyi bir adayken (zira Türkiye zengin yeraltı kaynakları olmayan ve üretip mal ve hizmet satarak ekonomisini geliştiren bir ülkedir), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye operasyonlarına engel olmaması, Suriye Kürtleri ile ABD’nin işbirliğini sınırlandırması ve Ermeni meselesi ve Kürt Sorunu’na duyarsız olması gibi nedenlerden ötürü de, Donald Trump, Ankara için “kötünün iyisi” durumundadır. Dolayısıyla, Ankara için, Trump-Biden ikilisinden hiçbiri, Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir bahar havası vaat etmemektedir. Hangi meselelerin daha önemli olduğu ise tartışmaya açıktır. Ancak Biden’ın Türkiye’deki mevcut iktidara muhalif olması ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın rejimini muhalefete destek vererek değiştireceğini açıkça ilan etmesi sebebiyle, Türk medyasının ve siyasetinin Trump yanlısı ve Biden aleyhtarı bir çizgide olduğu ortadadır. Öyle ki, Joe Biden aleyhtarı yoğun medya kampanyası nedeniyle, Amerikalı Başkan adayının destek vereceğini söylediği Türkiye’deki muhalefet partileri bile şu sıralar Biden karşıtı açıklamalar yapmaktadırlar. Ancak ne olursa olsun, Türkiye’nin ABD seçimlerine etkisi yoğun değildir. Bu anlamda, Trump’ın en büyük gücü, İsrail lobisi ve Körfez sermayesinden gelecektir. Biden ise, Afrikalı Amerikalılar ve diğer azınlık grupları ile Ermeni ve Rum lobilerine güvenmektedir. Avrupalı müttefiklerin büyük çoğunluğunun da Biden’dan yana tavır takınmasını beklemek doğru olur.

Sonuç

Sonuç olarak, BAE-İsrail uzlaşısı gerçekten de tarihi bir gelişmedir. Bu, ABD’nin Trump döneminde uyguladığı yeni dış politikasının bir sonucu ve bir anlamda başarısıdır. ABD’nin bastırması durumunda, başka bazı Arap devletleri de (en makul aday Bahreyn gözüküyor) yakında İsrail’i tanıyabilir. Ancak bölgedeki kritik ülke Suudi Arabistan’dır ve İslam’ın kutsal topraklarına ev sahipliği yapan bu devletin Filistin Devleti tanınmadan İsrail’i tanıması pek de mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla, Arap-İsrail çekişmesi, Filistin Devleti kurulana kadar -dozu azalarak da olsa- sürecektir. Türkiye ise, her konuda (Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Dağlık Karabağ) uluslararası hukuku savunmaya devam etmeli ve İsrail’e yönelik tepkilerinin Yahudi karşıtlığı (anti-Semitizm) veya İsrail karşıtlığı (anti-Siyonizm) değil, uluslararası hukuka aykırı yayılmacı politikalara karşıtlık olduğunu her platformda açıkça ve doğru bir üslupla dile getirmelidir. Ancak bu şekilde, Ankara, haksız yere itham edildiği “İslamcılık” yaftasından kurtulabilecektir. Ankara, güvendiği müttefikleri Azerbaycan, KKTC, Katar gibi ülkelerle saflarını sıklaştırmalı ve tüm bölgesel aktörlerle müzakere eden/diplomasi yapan eski aktif dış politik çizgisine geri dönmelidir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; Ozan Örmeci (2018), “İsrail-Suudi Arabistan Yakınlaşması Gerçeğe Dönüşebilir Mi? Yapısalcı Realist Bir Analiz”, International Journal of Economics, Administrative and Social Sciences (IJEASS), Cilt 1, No: 1, Erişim Tarihi: 17.08.2020, Erişim Adresi: https://www.academia.edu/38344974/_%C3%96rmeci_Ozan_2018_%C4%B0srail_Suudi_Arabistan_Yak%C4%B1nla%C5%9Fmas%C4%B1_Ger%C3%A7e%C4%9Fe_D%C3%B6n%C3%BC%C5%9Febilir_Mi_Yap%C4%B1salc%C4%B1_Realist_Bir_Analiz_International_Journal_of_Economics_Administrative_and_Social_Sciences_IJEASS_Cilt_1_no_1_Aral%C4%B1k_2018_ss_60_100.

[2] http://www.youtube.com/watch?v=21gUBj0Kebs (Videonun 29:44’ten başlayan bölümü).

[3] https://www.youtube.com/watch?v=p54h6GYrd9M

[4] Bakınız; https://www.sabah.com.tr/dunya/2020/08/14/israil-bae-anlasmasi-ne-anlama-geliyor-korfezdeki-ser-ittifakinin-ortadogudaki-amaci-nedir.

Hiç yorum yok: