Birleşik Krallık’ın 23 Haziran 2016 düzenlendiği referandum sonucunda
Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) kararı almasının üzerinden neredeyse 2 yıl
geçmesine rağmen, bu süreçle ilgili belirsizlik ve endişeler devam ediyor. Bu
konuda, 4 Mayıs 2018 tarihinde Council on Foreign Relations (CFR) çatısı
altında “British Foreign Policy Post Brexit” (Post-Brexit Sürecinde Britanya
Dış Politikası) başlıklı önemli bir akademik oturum düzenlendi.[1] Steve Myrow başkanlığında düzenlenen
oturuma; Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü
öğretim üyesi Matthew Goodwin, Financial
Times yazarı Edward Luce ve Georgia Üniversitesi Hukuk Merkezi ziyaretçi
öğretim üyesi Jennifer Anne Hillman katıldılar. Bu yazıda, bu oturumda
değinilen önemli konular özetlenecektir.
Oturumun kaydı
Oturumun ilk konuşmacısı olan Matthew Goodwin, önceki gün yapılan yerel
seçimlerin de ispatladığı üzere, Birleşik Krallık’ta Brexit yanlıları ve
karşıtları arasındaki kutuplaşmanın halen devam ettiğini ve bu kutuplaşmanın
daha çok büyük şehirlerde yaşayan orta sınıf mensupları ve “millennial” kişilerle, kırsal alanlarda
veya küçük şehirlerde yaşayan daha muhafazakâr kimseler ve işçi sınıfı mensupları
arasında olduğunu söylemektedir. Muhafazakâr Parti’nin (Conservative Party) önceki gün düzenlenen son yerel seçimde Brexit’e
yüzde 60 ve üzerinde “evet” oyu veren bölgelerde yine çok başarılı olmayı
başardığına dikkat çeken Goodwin, bunun partiyi “hard Brexit” (AB’den daha sert ve keskin bir ayrılış) sürecine
yönlendirebileceğini vurgulamıştır. Muhafazakâr Parti üyeleri ve
milletvekilleri içerisinde yalnızca azınlık bir grubun (yüzde 24) AB ile “ortak
pazar” (Gümrük Birliği) içerisinde yer alınmasına sıcak baktığını kaydeden İngiliz
akademisyen, bu süreçte Muhafazakâr Parti’nin AB’den iyice soğuduğunun ve aşırı
sağa doğru kaydığının altını çizmektedir.
İlk turda ikinci konuşmacı olan Edward Luce, Brexit sürecinde Britanya’nın
A noktasından B noktasına doğru ilerleyemediğini, zira sürecin bir dairesel
düzlem şeklinde Birleşik Krallık’ı başlangıç noktasına getirdiğini ve “post-Brexit” (Brexit sonrası) süreciyle
ilgili bu ülkede herhangi bir uzlaşı olmadığını iddia etmektedir. Başbakan
Theresa May’in zor durumda olduğuna dikkat çeken Luce, kabinedeki Boris Johnson
ve Michael Gove gibi “hard Brexit”
yanlıları ile Philip Hammond ve Amber Rudd gibi “soft Brexit” yanlıları arasında bir denge tutturmanın kolay olmadığını
ve May’in bu kadar zorlu bir süreci yönetecek liderlik yeteneklerine sahip
olmadığını söylemektedir.
Theresa May
İlk turun son konuşmacısı olan Jennifer Anne Hillman ise, Luce’nin
tespitine katılarak, İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınırın ortak dolaşım
ve Gümrük Birliği mevzuatı gibi konularda nasıl yönetileceği konusunda Brexit
sürecinin çözümsüzlüğe takıldığını işaret ederek, AB ile Birleşik Krallık’ın
yoğun ekonomik ilişkilerine dikkat çekmektedir. Birleşik Krallık’ın dünyanın en
büyük 5. ekonomisi olduğunu, lakin dünyanın en büyük 2. ekonomisi olan AB
içerisinde yüzde 16’lık pay ve yüzde 42’lik ihracat oranıyla (Birleşik Krallık’ın
toplam ihracatının yüzde 42’si AB ülkelerine yapılmaktadır) çok daha güçlü
olduğunun altını çizen Hillman, ticaret meselesinin Brexit sürecinde en önemli
sorun olduğunu vurgulamaktadır. Başbakan Theresa May’in bu konuda AB ile
müzakere etmesine karşın henüz bir sonuca ulaşamadığına dikkat çeken Hillman,
şu an için en önemli meselenin Kuzey İrlanda-İrlanda sınırının ticaret ve
serbest dolaşım konularında nasıl yönetileceği olduğunu detaylı bir şekilde
anlatmaktadır.
İkinci turda ilk konuşmacı olan Edward Luce, Başbakan Theresa May’in AB
ile ilişkiler konusunda Norveç ve Kanada modelleri arasında sıkıştığını
belirtmektedir. Norveç’in Gümrük Birliği üyesi olduğunu ve bu modelin Boris
Johnson gibi “hard Brexit”
yanlılarınca kabul edilmeyeceğini belirten Luce, Kanada modelinin ise bir ikili
ticaret anlaşmasından ibaret olduğunu ve bunun da Brexit karşıtlarınca hoş
karşılanmayacağını vurgulamaktadır. Brexit sürecinin AB ile Birleşik Krallık
arasında müzakerelere sahne olmasını beklerken, bu konunun daha çok Birleşik
Krallık’ta ve hatta Londra’daki Muhafazakâr Parti saflarında bir iç mesele gibi
tartışıldığını vurgulayan konuşmacı, Theresa May’in ise bu süreçte kötüler
arasındaki en iyi tercih (worst leader
possible except for all the others) olduğunu belirtmektedir.
Jacob Rees-Mogg
İkinci turda yeniden söz alan Matthew Goodwin, ülkesi Birleşik Krallık’ta
son dönemde AB kuşkucularının (Eurosceptics)
kabine içerisinde güçlendiğini belirtmekte ve Amber Rudd yerine yeni İç İşleri
Bakanı olan Sajid Javid’in de Gümrük Birliği’ne karşı çıkarak sürpriz bir
şekilde “hard Brexit” saflarına
katıldığını söylemektedir. Özellikle Jacob
Rees-Mogg ismine dikkat çeken Goodwin, parti içerisinde bir grubun giderek
daha yüksek tonda -Brexit fikrine özünde tezat teşkil ettiğini düşündükleri- AB
ile “ortak pazar” (Gümrük Birliği) yaklaşımına karşı çıkmaya başladıklarını ve
bu süreçte ılıman bir isim olarak görülen Theresa May’in yerine daha şahin bir
isim olan Rees-Mogg’un birkaç hafta içerisinde Başbakan olma ihtimalinin
bulunduğunu iddia etmektedir.
Bu turda son konuşmacısı olan Jennifer Anne Hillman ise, 2019 yılının Mart
ayında Brexit sürecinin gerçekleşeceğini ve bu nedenle bu sene Ekim ayına kadar
AB ile Birleşik Krallık’ın anlaşması gerektiğini söyleyerek, daralan takvim
sürecine işaret etmektedir. Hillman, ayrıca bir boşanmaya benzettiği bu süreçle
ilgili konuların yarısının halen belirsiz olduğunu belirtmekte ve Birleşik
Krallık’ın AB bütçesine sağlayacağı katkı oranı, Birleşik Krallık’ta yaşayan AB
vatandaşlarının durumu, AB ülkelerinde yaşayan Birleşik Krallık vatandaşlarının
durumu ve Kuzey İrlanda sorununun çözülmesi gereken en temel meseleler olduğunu
açıklamaktadır. 29 Mart 2019’a kadar bu sorunlarda anlaşılmasının ardından, AB ve
üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerin nasıl olacağı konusunun 2019 Mart-2020
Aralık takviminde çözülmesi gerektiğini kaydeden Hillman, deneyimli bir ticaret
anlaşmaları müzakerecisi olarak, kapsamlı bir ticaret anlaşmasının 18 aydan
önce yapılmayacağına işaret etmekte ve Birleşik Krallık’ın 2020 yılı sonuna
kadar bu süreçleri tamamlaması gerektiğini söylemektedir.
Üçüncü turda ilk sözü alan kişi olan Edward Luce, Avrupa’da Brexit
kararı çıkmasının ardından başta AB içerisindeki İngiltere karşıtları, Fransa’daki
Anglofobik çevreler ve Almanya’daki “üzücü bir süreç ama gitme kararı
aldıysanız gitmelisiniz” perspektifine sahip olanların bu süreç karşısında
endişelenmediklerini, ama geçen 2 yıl içerisinde büyük bir demokrasinin
kendisini yok etme eşiğine gelmesi ve AB içerisinde de Polonya ve Macaristan
gibi otoriterleşen ülkelerin belirmesi nedeniyle son dönemde Brexit’in AB’yi de
destabilize edeceğinin anlaşılmaya başladığını söylemektedir. 2019 Mart’ına
kadar AB ile Birleşik Krallık’ın bir yol haritası konusunda anlaşamamaları
durumunda erken seçim yapılabileceğini ve bu seçimi bir diğer Brexit yanlısı
olan Jeremy Corbyn’in liderlik ettiği İşçi Partisi’nin (Labour Party) kazanabileceğini söyleyen konuşmacı, bu belirsiz sürecin
sadece Birleşik Krallık’a değil, AB’ye de zarar verdiğini sözlerine
eklemektedir.
Jennifer Anne Hillman, bu turda, AB’nin Brexit sürecinde Birleşik
Krallık’a çok cazip bir anlaşma sunması durumunda Grexit (Yunanistan’ın AB’den
ayrılması) ve Nexit (Hollanda’nın AB’den ayrılması) gibi süreçlerin
yaşanmasından korktuğunu ve bu nedenle Brexit sürecinde sert davrandığını
açıklamaktadır.
Matthew Goodwin ise, Theresa May’in Avam Kamarası’nda yapılacak “soft Brexit” anlaşması oylamasını
kazanabileceğini, zira DUP ile koalisyonu sayesinde May’in parlamentoda
çoğunluğunun bulunduğunu ve yüksek Brexit oyu çıkmış seçim bölgelerindeki İşçi
Partili milletvekillerinin de oylamada May’e destek verebileceklerini söylemektedir.
Oylamanın reddedilmesi durumunda ise Theresa May’in kesin olarak Başbakanlık
koltuğunu kaybedeceğini söyleyen Goodwin, Muhafazakâr Parti’nin Jeremy Corbyn’li
İşçi Partisi’nin iktidar için yalnızca yüzde 2-4 puanlık bir kaymaya ihtiyacı
olduğunun farkında olduğunu ve bu nedenle temkinli davranacağını
belirtmektedir. Londra’da birçok kişinin Corbyn ve İşçi Partisi’nin Gümrük
Birliği’ne üyeliğin devamını öngören “soft
Brexit” yaklaşımına destek verdiklerini, ancak iktidarı İşçi Partisi ve
Corbyn’e bırakmak konusunda endişeli olduklarını belirtmektedir.
Konuşulanlardan da anlaşıldığı üzere, Brexit meselesi sadece Birleşik
Krallık ve AB’nin geleceğinden öte, iç politikada partiler (Muhafazakâr
Parti-İşçi Partisi) ve parti içi hizipler (“hard
Brexit” yanlısı muhafazakârlar ve “soft
Brexit” yanlısı muhafazakârlar) arasında da büyük bir rekabet ve müzakere
sürecine sahne olunan son derece karmaşık bir konudur. Bu konuda alınacak
kararlar ise, bence bu ülke halkının ekonomik ve siyasi menfaatlerine uygun
olarak akla ve bilime uygun olarak alınmalıdır. Bu noktadaysa, “soft Brexit” seçeneği, hem AB ile
ekonomik ilişkileri koparmaması ve gelecekte yeni bir bütünleşmeye açık olması,
hem de daha yapılabilir olması açısından daha doğru bir tercih gibi
gözükmektedir. Bu süreçte Başbakan Theresa May’in liderlik yeteneklerini
göstermesi ise zaruridir. Zira zor süreçler gibi algılanan siyasi krizler,
siyasetçiler için aynı zamanda büyük fırsatlar haline de gelebilir; ancak elbette
bunun için, siyasetçilerin bu tarz süreçleri doğru yönetmeleri ve halka emin
oldukları somut bir program sunabilmeleri gerekmektedir. Öte yandan, ABD Başkanı Donald Trump'ın ve Rusya'nın da etkisiyle, Avrupa ülkelerinde ilerleyen aylarda aşırı sağ hareketlerin güçlenme ve demokrasilerin düşüşe geçme ihtimali hiç de sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Bu süreçte İngiltere gibi köklü bir demokrasinin ayakta kalabilmesi ise kuşkusuz tüm dünyanın lehinedir.
Dr. Ozan ÖRMECİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder