12 Aralık 2016 Pazartesi

Mikael Wigell'den 'Mapping Hybrid Regimes'



Dr. Mikael Wigell, Finlandiya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde görev yapan genç bir akademisyendir.[1] Wigell’in 2008 yılında Democratization dergisinde yayınlanan “Mapping ‘Hybrid Regimes’: Regime Types and Concepts in Comparative Politics” (‘Melez Rejimler’i Konumlandırmak: Karşılaştırmalı Politikada Rejim Tipleri ve Kavramlar) adlı makalesi[2], günümüzde dünyada birçok farklı ülkede görülen ve Türkiye için de kullanılmaya başlanan otoriter rejim ve demokratik rejim arasında kalan melez rejimleri tasnif etmek için yararlanılabilecek olan önemli bir makaledir. Bu makalede, Wigell’in bu çalışması özetlenecektir.

Dr. Mikael Wigell

Üçüncü demokratikleşme dalgası sayesinde, son birkaç on yılda dünyanın birçok farklı coğrafyasında yeni rejimler inşa edilmiştir. Bu rejimler, demokratikleşme yolunda attıkları bazı adımlara karşın, Batı tipi demokrasilerden oldukça farklı çizgide ilerlemiş ve farklı yönetim sistemleri oluşturmuşlardır. Demokratik bazı yönetim unsurlarıyla otoriter bazı yönetim unsurlarını birlikte barındıran bu tip ülkeler, genellikle “gri bölge”de ve “melez” olarak kabul edilmektedirler. Ancak bu geniş “gri bölge” (veya “gri alan”) tanımı, bu rejimlerin birbirleriyle olan farklılıklarını açıklamaya yetmemektedir. Bu nedenle, Wigell, bu makalesinde melez rejimleri birbirinden ayırmak için bazı temel kriterler geliştirmeye ve yeni kavramlar oluşturmaya çalışmıştır. Wigell’in önerisi ise iki boyutlu yeni bir tipoloji kullanmaktır. Buna göre; liberal demokrasinin iki boyutu; seçimler (electoralism) ve anayasacılık (constitutionalism) olarak sıralanmıştır. Bu doğrultuda, Wigell’e göre, dünyada 4 farklı tipte rejimden söz etmek mümkündür: demokratik (democratic), anayasal oligarşik (constitutional-oligarchic), seçime dayalı otokratik (electoral-autocratic) ve otoriter (authoritarian) rejimler.

Demokratikleşme çalışmalarında rejimlerin otoriter veya demokratik gibi kabaca iki gruba ayrılmaları, demokratik ülkelerle diğer demokratik ülkelerin, otoriter ülkelerle de diğer otoriter ülkelerin farklılıklarının anlaşılmasını zorlaştırmıştır. Örneğin, 1990’larda Arjantin ve Şili’nin farklı açılardan demokratik olmalarını bu yaklaşımla açıklayabilmek mümkün değildir. Bu doğrultuda, Larry Diamond’ın yaptığı dörtlü bir kategorizasyon, demokratikleşme çalışmaları açısından faydalı olmuş ama yetersiz kalmıştır. Diamond, rejimleri liberal demokrasiler (liberal democracies), seçim demokrasileri (electoral democracies), sahte demokrasiler (pseudo democracies) ve otoriter rejimler (authoritarian regimes) olarak tasnif etmiş ve geniş “gri alan”da kullanılabilecek yeni kategoriler yaratmıştır. Büyük ölçüde Freedom House Özgürlük Raporu verilerine dayalı olarak geliştirilen bu kategorizasyon, faydalı olmasına karşın rejimlerin farklılıklarını analiz etmede yetersiz kalmaktadır. Dahası, Freedom House’un verilerini doğru kabul etmeyen yaklaşımlar da bulunmaktadır. Scott Mainwaring’in geliştirdiği bir diğer tasnif ise, 3 farklı rejim tipi üzerinde durmuştur: otoriter rejimler (authoritarianism), yarı-demokrasiler (semi-democracies) ve demokrasiler (democracies). Otoriter ve demokratik modeller arasındaki farkı “yarı-demokrasi” kategorisiyle belirtmesine karşın, bu kategorizasyon da yetersiz kalmakta ve birçok birbiriyle hiç alakası olmayan ülkeyi aynı kategoride toplayabilmektedir. Bu nedenle, Mikael Wigell, yeni bir kategorizasyon yaratmaya çalışmış, bunu da demokrasiyi iki farklı boyutta inceleyerek yapmıştır.

Wigell’e göre, liberal demokrasinin iki boyutu; özgür ve hilesiz seçimler (demokratik boyut) ve devlet gücünün kısıtlanmasıdır (liberal boyut). Demokratikleşme çalışmalarında daha çok seçim boyutu üzerinde durulduğu için, anayasacılık, devlet gücünün sınırlandırılması ve hukuk devletine (rule of law) ilişkin ikinci boyuta dayalı değerlendirmeler arka planda kalmaktadır. Oysa bir demokrasinin en önemli özelliği; yöneticilerinin seçimle işbaşına gelip gelmemesi kadar, vatandaşların devlet gücünden ne ölçüde korunabildikleri ve hukuk devletinin ne ölçüde işlediğidir. Özgür seçimlerin yapılması, -rejim üzerindeki halk egemenliğini arttıracağı için- teorik olarak liberalleşmeye hizmet eder gibi bir düşünce yaratmasına karşın, tarihteki birçok süreç göstermiştir ki, özgür seçimler yapıldıkça ve kâğıt üzerinde demokrasi yerleştikçe özgürlük seviyesinin azaldığı ülkeler de pekâlâ var olabilmiştir. Bu nedenle, demokratikleşme çalışmalarında, demokrasinin sadece prosedürel boyutu üzerinde durmamak gerekmektedir.

Bu bağlamda, demokratikleşme değerlendirmelerinin seçim boyutu açısından 4 temel kriter üzerinde durulmalıdır: özgür seçimler (free elections), hilesiz seçimler (fair elections), rekabetçi seçimler (competitive elections), kapsayıcı seçimler (inclusive elections). Demokratikleşme açısından anayasal boyut bağlamında inceleme yapılırken ise şu 4 kritere bakılmalıdır: örgütlenme özgürlüğü (freedom of organization), ifade özgürlüğü (freedom of expression), alternatif bilgiye erişim hakkı (right to alternative information) ve ayrımcılık yapılmaması (freedom from discrimination). Bu 8 temel kriteri yerine getiren ülkeler, Wigell’e göre “demokrasi” olarak kabul edilmelidirler. Ancak “liberal demokrasi” konumuna ulaşabilmek için, şu ek kriterler de yerine getirilmelidir;
  • Seçim boyutu açısından: sivil üstünlüğü (electoral empowerment), eşit oy hakkına dayalı seçimler (electoral integrity), seçim egemenliği (electoral sovereignity), seçim üstünlüğü (electoral irreversibility). (Burada özellikle birinci ve üçüncü kavramlar birbiriyle çok yakın anlamlı olduğu için bir eleştiri yapılabilir)
  • Anayasacılık boyutu açısından: yürütmenin denetlenmesi (executive accountability), bağımsız yargı ve hukuk devleti (legal accountability), partizan olmayan ve siyasileşmeyen bir bürokratik yapı (bureaucratic integrity), yerel yönetimlerin de anayasal düzene uygun olması (local government accountability).

Wigell’in demokrasi kriterleri

Bu yeni kriterler ve kavramlar ışığında rejim tipleri tasnif edildiğinde, şöyle bir durumla karşılaşmaktayız. Otoriter rejimler; seçim ve anayasacılık boyutu açısından, ne klasik, ne de sonradan eklenen liberal demokrasi kriterlerinin hiçbirini karşılamayan en katı rejim tipleridir. Seçime dayalı otokratik rejimler; anayasacılık boyutu açısından kriterleri yerine getiremezken, seçim boyutuyla demokrasiyi ek kriterleriyle bile büyük ölçüde gerçekleştirmiş olan rejimlerdir. Anayasal oligarşik rejimler; bir önceki kavramın tam zıttı şekilde, demokrasiyi anayasacılık ve temel haklar açısından büyük ölçüde gerçekleştirebilmiş, ancak seçim boyutu anlamında demokrasiye uzak kalan liberal monarşik yönetimlerdir. Demokrasiler ise; her iki boyutuyla da demokratik kriterleri yerine getiren ve “liberal demokrasi” seviyesine ulaşmayı başaran daha ileri örnekleri ek kriterleri de yerine getirebilen en başarılı modellerdir.


Wigell’e göre rejim tipleri ve demokrasi kriterlerine uygunlukları

Wigell’in kategorizasyonunu Türkiye bağlamında değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin son yıllarda giderek artan bir hızla seçime dayalı otokratik rejim tipine evrildiğini söyleyebiliriz. Zira çok eleştirilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti-AKP) iktidarı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, aslına bakılırsa 2002’den beri sürekli genel, yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giren ve bunları kazanan, dahası, anayasal referandum süreçlerinden de iki defa zaferle çıkmayı başaran bir yapıdadır. Bu nedenle, günümüzde Türkiye’deki iktidarın seçim boyutuyla bir demokrasi eksikliğinden söz etmek mümkün değildir. Lakin 2015 yılında iki seçim arası dönemde yaşanan ilginç terör hadiseleri ve sonrasında ortaya çıkan seçim tablosu, “siyasal mühendislik” eleştirilerini gündeme getirmekte ve seçim tarafsızlığını gölgelemektedir. Günümüzde de, aynı argüman, Başkanlık referandumu öncesinde kullanılmaya çalışılmakta ve ne idüğü belirsiz canlı bomba saldırılarına dayalı olarak Başkanlık sistemi propagandası yapılmaktadır.  Buna ek olarak, Türkiye’deki rejimin demokrasi kategorisine girememesinin temel nedeni, anayasacılık boyutuyla demokrasiden çok uzakta bir görüntü vermesidir. Türkiye, bugün alenen bazı vatandaşlarına ayrımcılık uygulayan bir ülke durumundadır. Geleneksel-tarihsel olarak daha çok dini inançları devlet katında temsil edilmeyen Aleviler, devlette çalışmalarına yasak getirilen aşırı sol görüşlüler (Marksistler, komünistler vs.) ve etnik kimlikleri uzun süre baskı altında yasaklı kalan Kürtler bu durumdan muzdarip olmuşken, son yıllarda yaşam özgürlükleri kısıtlanan laik çevreler (içki yasakları, astronomik tütün ve içki ücretleri, sosyal baskılar vs.) ve son dönemde de devletten tasfiye edilen bazı İslami gruplar (Fethullah Gülen cemaati sempatizanları) devletin otoriter özelliklerinden nasibini almışlardır. Bu nedenle, Türkiye’nin şu an için seçime dayalı otokratik yönetim modeline uygun olduğu, ancak seçim güvenliği tartışmalarının daha da artması durumunda, ilerleyen yıllarda artık en kötü yönetim biçimi kabul edilen otoriter yönetim kategorisine dâhil edileceği söylenebilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok: