1958 Batman doğumlu Kürt kökenli
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yazar ve siyasetçi Altan Tan[1], 24.,
25. ve 26. dönem milletvekili genel seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi
(HDP) adına Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş önemli bir kanaat önderi ve
siyasetçidir. Kürt kökenli olan babası Bedii Tan’ı 12 Eylül 1980 askeri darbesi
sırasında Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde gördüğü işkencede kaybeden Tan,
Kürt-İslam kimliğine dayalı olarak siyaset yapan ve Kürt Sorunu konusunda
oldukça bilgili bir isimdir. Kürtçe, Türkçe, İngilizce ve Arapça bilen Altan
Tan, evli ve 6 çocuk babasıdır. Tan’ın ilk baskısı 2009 yılında yapılan ve
Timaş Yayınları tarafından piyasaya sürülmüş olan kitabı “Kürt Sorunu: Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik”[2], bu
alanda yazılmış önemli bir eser olarak dikkat çekmektedir. Kitap, daha şimdiden
onlarca baskı yapmış ve ülke genelinde ciddi kamuoyu yaratmıştır. Bu yazıda,
Tan’ın kitabındaki temel tespitlerini özetlemeye çalışacağım.
Kitap kapağı
Altan Tan’a
göre, Türkiye’de Kürt Sorunu konusunda 5 temel görüş vardır. Bunlar;
- “Kürt Sorunu yoktur” diyen inkârcı görüş,
- “Kürt Sorunu bir terör ve bölücülük sorunudur” diyen ve sorunu kökü dışarıda olarak değerlendiren komplocu görüş,
- “Kürt Sorunu ekonomik bir sorundur” diyen feodalizm ve ekonomik geri kalmışlık karşıtı modernist paradigma,
- “Kürt Sorunu etnik bir kimlik sorunudur” diyen demokratik yaklaşım,
- “Kürt Sorunu ulusal bir sorundur” diyen ve bağımsız Kürdistan’ın kurulmasını amaçlayan bölücü anlayıştır.
Tan’a göre, bu görüşler arasında
en doğru yaklaşım dördüncüsüdür; yani Kürt Sorunu’nu etnik kimliğe dayalı bir
sorun olarak gören ve demokratik açılımlarla bunu çözmeyi amaçlayan yaklaşım. Bunun
ardından, yazar, Kürtlerin tarihini incelemekte ve Orta Doğu’nun kadim
halklarından biri olan Kürtlerin yaşadıkları coğrafyalara (Türkiye, Irak,
Suriye, İran, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Lübnan, Kazakistan) dikkat
çekmektedir. Tan’ın dikkat çektiği bir diğer konu ise, Kürt denildiği zaman Zazaca, Kurmanci, Sorani ve Gorani konuşanların tamamının kastedilmesi, buna
karşın, Bahtiyariler, Lurlar, Talişler ve Lekler gibi Kürt kavmine yakın
halkların genellikle Kürt nüfusa dâhil edilmemesidir. Daha
önemlisi ise, yüzyıllar boyu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt, Türk, Arap ve
diğer etnik grupların yaptıkları evliliklerin ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde
hâkim olan Türk kültürünün etkisiyle, birçok Kürt kökenli kimsenin Türk
kimliğini benimsemiş olmasıdır. Bu nedenle, Anadolu’daki Kürt nüfusu konusunda
kesin bir rakam vermek zordur. Türkiye’de
1927’de yapılan nüfus sayımı, anadili Kürtçe olan nüfusu % 8,7 olarak tespit
etmiştir. 1935 yılı sayımı ise, bunu % 9,86 olarak değerlendirmiştir. Tan’a
göre, devletin yıllar içerisinde verdiği çelişkili rakamlara karşın,
Anadolu’daki Kürt kökenli nüfus şimdilerde 15 milyon dolaylarındadır. Bunun
yanında, İran’da 8 milyon, Irak’ta 4,5 milyon, Suriye’de 1,5 milyon ve diğer
ülkelerde (Ermenistan, Gürcistan, Lübnan, Kazakistan, Azerbaycan) 500.000 Kürt
vardır. Sonuçta, toplam Kürt nüfusu 30 milyon civarındadır. Bu rakamlara göre,
dünyadaki Kürtlerin en az yarısı Türkiye’de yaşamaktadır. Bu nedenle, Türkiye
Cumhuriyeti, ilginç bir şekilde en büyük Kürt devleti olarak da
nitelendirilebilir. Bu durum da, Türk ve Kürtlerin birbirlerinden ayrılmasının
imkânsız olduğunu göstermektedir.
Daha sonra Kürtçe hakkında
bilgiler veren Tan’a göre; Kürtçe, birçok uzmanın kabul ettiği üzere
Hint-Avrupa dil grubuna ait bir dildir. Günümüzde konuşulan Kürt lehçelerini
ise 4 ana grupta toplamak mümkündür; Kurmanci (Bahdini), Sorani, Dimili
(Zazaki) ve Gorani (Hevremani). Dilbilimciler, Kurmanci ile Sorenice’yi, Zazaca
ile de Goranice’yi birbirlerine yakın, Goranice ve Zazaca’yı ayrıca Farsça’ya
yakın olarak kabul etmektedirler. Kürtçe’nin ayrıca farklı ağızları da bulunur.
Örneğin, Kurmanci’nin, Serhad (Muş, Bitlis, Ağrı), Mahmudi (Van, Hakkâri),
Bohti (Cizre, Şırnak, Eruh, Pervari), Tori (Midyat, Nusaybin, Gercüş, Kerboran)
ve Urfi (Urfa, Adıyaman, Malatya) gibi farklı ağızları vardır. Tüm Kürtlerin
yaklaşık üçte ikisi Kurmanci lehçesini konuşmaktadır. Bu nedenle, Kürtlerin dil
alanında ulusallaşması, ancak bu lehçe temelinde gerçekleştirilebilir. Nitekim
Türkiye Kürtleri’nin Kurmanci konuşma oranı % 85-90 dolaylarındadır. Kürtlerin
fizyonomileri de oldukça farklılaşmaktadır. Ancak genel itibariyle, karakaşlı,
karagözlü ve esmer bir halk oldukları belirtilir. Lakin Bohtan, Tor, Hakkâri ve
Zaho bölgelerinde sarışın ve mavi gözlü Kürtler de görülebilmektedir.
Kürtlerin dini inançları da ayrı
bir tartışma konusudur. İslamiyet öncesinde neredeyse tamamı Zerdüşt dinine
mensup olan Kürtler, zamanla Manilik (Manişeizm-Maniheizm), Yezidilik,
Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi farklı dinlere geçmişler, ancak 637 yılından itibaren
yoğun şekilde İslamiyet’i benimsemeye başlamışlardır. Bugün de, Kürtlerin büyük
bölümü Müslüman’dır. Bu Müslüman nüfus içerisinde, Sünnilerin oranı % 90,
Şii-Alevi oranı ise % 10 dolaylarındadır. Ancak Alevi Kürtler, bu rakamları az
bulmakta ve Alevilerin oranını % 25 olarak değerlendirmektedirler. Sünni
Kürtlerin % 80'i Sünniliğin Şafii kolu, % 20’si ise Hanefi koluna mensuptur.
Kürtlerde tarikat örgütlenmeleri de oldukça yaygındır. Örneğin, Nakşibendîlik,
Kürtler için tarihi ve çok önemli bir dini yapılanmadır. Kürtlerin kendilerine
özgü edebiyatı, müzikleri, folklorları ve diğer kültür unsurları da mevcuttur. Ancak
Kürtlerin dağınık ve kendi devletleri olmadan yaşamaları nedeniyle, bu gibi
unsurlar bugüne kadar tam olarak gelişememiştir.
Kürtlerin sosyal yapısı da dikkat
çekici bir unsurdur. Kürtlerde, sosyal olarak en tepede yer alan gruplar Mirler
yani Beyler’dir. Bunlar; Kürtlerin topraklarına sahip olan ve onları yöneten
büyük ve köklü ailelerdir ve feodal otorite sahibidirler. Kürt siyasi tarihinin
en önemli aileleri olan Mervaniler ile Eyyubiler bunlara örnek gösterilebilir.
Bey aileleri, kendi aralarında da farklılık gösterirler. Bir kısım Bey
aileleri, Botan Beyleri (Bedirhaniler) gibi Osmanlı öncesinden beri hüküm
sahibi ve Osmanlı döneminde Valilik ve Paşalık yapmışken, bir kısım aileler de
dönemsel olarak güçlenen Eşraf seviyesindedir. Mirlerden sonra, Kürtlerde en
önemli sosyal yapılanma Ağalar’dır. Burada kastedilen aşiret ağalarıdır. Birkaç
kuşak Ağalığını koruyan aileler, Mirliğe yükselirler. Ancak bu istisnaidir; zira ağaların gücü bölgesel değil, daha çok yereldir ve kendi aşiretleri ile
sınırlıdır. Ağalardan sonra gelen sosyal tabaka ise Eşraf’tır. Eşraf, şehir ve
ilçe merkezlerindeki büyük Kürt aileleridir. Bir diğer önemli grup ise
Şeyhler’dir. Melalar veya Mollalar da, aynı Şeyhler gibi, Kürtler için çok
önemli kimselerdir ve dini otorite sahibi olmalarının yanında, kısmen siyasi
otoriteye de sahiptirler. Bunların altında yer alan halk tabakası ise;
Köylüler, Koçerler (Göçebeler) ve Şehirli Kürtler olarak üçe ayrılır. Bu durum,
Kürtlerin feodalizmden moderniteye geçmeleri nedeniyle azalsa da, sosyal
hiyerarşi Kürtler için hala önemli ve toplumda oldukça yaygındır.
Daha sonra Kürtlerin tarihini
incelemeye koyulan Tan, farklı kaynaklardan istifade ederek birçok önemli
bilgiyi uzunca bir şekilde özetleyerek okuyucuya sunmaktadır. Bu noktada,
yazarın Osmanlı dönemine dair birkaç temel tespitini paylaşmak faydalı
olabilir. 1515’ten 1839 Tanzimat Fermanı dönemine kadar geçen süreçte, Osmanlı
Devleti, Kürtlerin aile içi kavgalarına taraf olmamış; hatta bunların
çözümlenmesinde tarafsız bir hakem rolü oynayarak, kendisini kavga eden
güçlerin üzerinde adil bir yönetici olarak kabul ettirmeyi başarmıştır. Ancak
zaman zaman fırsattan istifade etmeye de çalışan Osmanlı, bazı Kürt
beyliklerini tasfiye etmiş ve göç (iskan) politikalarıyla bölgede mevcut düzenin
devamını sağlamaya çalışmıştır. Vatandaşlık hakları yolunda önemli bir adım
olarak görülebilecek Tanzimat Fermanı sayesinde, Kürtler de, diğer tüm sosyal
grup ve halklar gibi merkezi otoriteye daha bağlı hale gelmiş (düzenli vergi
toplanması), ama bir yandan da hakları artmıştır (devletin ırz, namus, can ve
mal güvenliğini sağlama sözü vermesi vs.).
O güne kadar Kürtlerden vergileri kendi Mirleri toplarken, bu yeni
sistemde verginin devletçe alınması, Mirlerin ve Kürt halkının tepkisini
çekmiştir. Öyle ki, o dönemde Baban Abdurrahman Paşa İsyanı, Rewanduzlu Mehmed
Paşa Hareketi, Garzan ve Sincar İsyanları, Amidiyeli İsmail Paşa Olayı, Müküs
Miri Han Mahmud İsyanı, Botan Miri Bedirhan Bey İsyanı, Yezdan Şer İsyanı,
Osman ve Hüseyin Kenan Bedirhan Olayı ve Şeyh Übeydullah Hareketi gibi birçok
isyan gerçekleşmiştir. Ancak Sultan II. Abdülhamid Han döneminde uygulanan
Osmanlıcı ve İslamcı siyasetin özellikle Kürtler üzerinde başarılı olması
neticesinde, Kürtler, bu isyan döneminin ardından yeniden Osmanlı’ya ve Türk
idaresine gönülden bağlı hale gelmişlerdir. İlerleyen yıllarda Jön Türk hareketi ve
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin özgürlük, eşitlik ve anayasacılık ideallerinden
etkilenen -özellikle daha iyi eğitimli olan- Kürtler, o dönemde Abdülhamit
rejimine karşıt hareketlere kısmen destek vermişlerdir. İlk Kürt gazeteleri de
İttihatçıların ilk yıllarına hâkim olan özgürlük ortamında doğmuştur. Dönemin
Kürt aydınları Şeyh Übeydullah’ın oğlu Seyyid Abdülkadir, Bedirhan Paşa’nın
sürgündeki oğullarından Kahire’de ilk Kürtçe gazete olan Kürdistan Gazetesi’ni
çıkaran Mikdat Midhad Bedirhan ve kardeşleri Emin Ali Paşa ile Hüseyin Kenan
Paşa, Babanzade Süleyman Hikmed Bey, bir dönem Maarif Nazırlığı yapan Bağdat
mebusu İsmail Hakkı Baban, Hariciye Nazırı Süleymaniyeli Kürt Said Paşa’nın
oğlu ve 10 yıl süreyle Stockholm’de elçilik yapan Kürt Şerif Paşa, Kosova
Valisi Hüseyin Fikri Bey’in 1908’de Dersim mebusu seçilen Paris Hukuk Fakültesi
mezunu oğlu Lütfi Fikri, Motkili Halil Hayali, Mısır’da El Ezher
Üniversitesi’nde tahsil gören ve Melaye Bate’nin Kürtçe Mevlüd’ünü yayınlayan
Liceli Ahmed Ramiz, İstanbul Harp Akademisi mezunu ve daha sonra Irak’ta
Bakanlık yapan Mehmed Emin Zeki, Irak’ta Maarif Bakanlığı yapan Tevfik Vehbi,
ünlü Kürt şairleri Piremerd ve Hacı Qadri Koyi gibi kişiler, İttihatçılara
başlarda destek veren önemli Kürt siyasal figürleridir. İttihatçıların anadil
serbestisi gibi ilkeleri, bu dönemde Kürt aydınlarına hitap etmiş ve aydın
Kürtler İttihatçıları desteklemiştir. Buna karşın, İslam’ın sosyal ve siyasal
hayatta II. Abdülhamid dönemi gibi çok yoğun rol oynamasını isteyen ve
modernizme karşı olan Kürtler, İttihatçılara karşı olmuştur. Bunun yanında,
Abdülhamid döneminde Hamidiye Alayları’nda yer alan ve devlette yükselen, ancak
İttihatçılar döneminde yerlerinden edilen Kürtler ve İttihatçılar tarafından
öldürülen ya da sürgüne gönderilen Kürtlerin akrabaları, İttihatçıları
desteklememişlerdir. Bu gibi Kürtler, Ahrar Fırkası ve Hürriyet ve İtilaf
Fırkası gibi İttihatçı karşıtı hareketlere destek vermişlerdir. İttihatçıların
giderek Türkçü bir politikaya yönelmesi neticesinde ise, Kürtler yeniden
ayaklanmalara girişmişlerdir. 1913-1914 Bitlis Ayaklanması ve 1914 Barzan Ayaklanması
bu ayaklanmalara örnektir. Bu dönemde artan Türkçülük, Kürtler arasında da buna
tepki olarak Kürtçülüğün gelişmesine vesile olmuştur. Bu yıllarda çeşitli
cemiyetler kuran ve farklı halklar ve devletlerle de ilişkilere giren Kürtler,
buna rağmen Kurtuluş Savaşı’nı büyük ölçüde desteklemişlerdir. Bunun sebebi
ise, Mustafa Kemal Paşa’nın Kürtler tarafından sevilen bir Osmanlı Paşası
olması ve o dönemde Kürtler aleyhine hareket etmemesidir.
Kürtlerin Cumhuriyet dönemindeki
durumları da Tan’ın detaylı bir şekilde incelediği çok önemli bir husustur. Feodal özellikleri ağır basan ve özgürlüğüne düşkün bir halk olan Kürtler, Atatürk
devrimlerinin bir bölümü nedeniyle devlete yabancılaşmış ve 1924-1925
yıllarından başlayarak yeniden isyan hareketlerine girişmişlerdir. Lozan’da
Kürtlerin azınlık değil, birinci sınıf vatandaş kabul edilmeleri başta olumlu
görülürken, zamanla bunun Türkleşme politikalarına vesile olacağının düşülmesi,
isyan hareketlerini güçlendirmiştir. Bu dönemin en önemli olayı kuşkusuz Şeyd
Said İsyanı’dır. Önemli bir Nakşibendî Şeyhi olan Şeyh Said’in önderlik ettiği
ayaklanma, genç Cumhuriyet’i neredeyse bölünme noktasına getirmiştir. İsyanın
temel sebebi kuşkusuz Hilafet’in kaldırılmasıdır. Ancak bu olayda İngiltere’nin
parmağının olması da kesin gibidir. Zira bu olay, Türkiye’nin Musul-Kerkük
üzerindeki haklarından vazgeçmesine neden olmuştur. Şeyh Said İsyanı sonrası
Kürtlere yönelik politikalar sertleştirilmiş ve İstiklal Mahkemeleri’nin idam
kararlarının yanında, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân politikalarıyla da Kürt
kimliği zayıflatılmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin izlediği ulus-devlet ve
tek millet anlayışlı politikalara tepki duymaya başlayan Kürtler, CHP karşıtı
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka gibi partilere yakınlık
duymuşlardır. Şeyh Said İsyanı dışında Ağrı İsyanı ve Dersim İsyanı da bu
dönemin en önemli olaylarıdır. Şeyh Said ve Ağrı İsyanları Sünni, Dersim İsyanı
ise Alevi Kürtlerin sahiplendiği ayaklanmalar olmuştur. Bu yıllardan sonra
savaş koşulları içerisinde devlete iyice tabi duruma gelen Kürtler, Tan’a göre,
Mustafa Muğlalı Olayı gibi bazı provokatif eylemlere karşın, isyan
hareketlerine girişmemişlerdir. Bu yıllarda İran’da kurulan Mahabad Kürt
Cumhuriyeti ise, Kürtleri heyecanlandıran ve ulusal heveslerini körükleyen bir
deneyimdir. Irak KDP’si ve Molla Mustafa Barzani hareketi de temellerini bu
yıllarda atmıştır. Dolayısıyla, Kürtler, bu yıllardan başlayarak artık tüm
bölge ülkelerinde (İran, Irak, Suriye) örgütlenmeye başlamışlardır.
Katı laik ve sert milliyetçi uygulamalarıyla tepki çeken CHP iktidarına karşı, iktidara yeni gelen liberal Demokrat Parti (DP) yönetimine oldukça sıcak yaklaşan Kürtler, 1950’lerde büyük ölçüde DP’ci olmuşlardır. DP'nin ağır toplarından dönemin Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun veciz ifadesiyle, o yıllarda “sarıklılar da,
çarıklılar da DP’deydi” ve Kürtler, yeni Başbakan Adnan Menderes’i
destekliyorlardı. Dini konularda CHP’ye kıyasla daha özgürlükçü olan ve bu
nedenle Kürtlerden destek bulan DP, buna karşın, milli kimlik konusunda CHP’den
hiç de farklı değildi ve ulus-devleti savunmaya devam ediyordu. Nitekim 49’lar
Olayı ile dönemin Kürt aydınları tutuklanmış ve Kürtler üzerindeki baskılar
aynen devam etmiştir. 1960 İhtilali, büyük şehirler ve ülkenin Batı
vilayetlerinde coşku ile karşılansa da, Kürt illerinde durum pek de iç açıcı
olmamıştır. Zira darbe yönetimi, ilk iş olarak DP’ye yakın 485 Kürt ağa, şeyh
ve aydını gözaltına almış ve bunlar arasından 55 kişiyi de sürgüne
göndermiştir. Bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt Sorunu’na bakışı nettir;
Kürt Sorunu diye bir şey yoktur! Nitekim Kürtleri “Dağlı Türkler” olarak
nitelendiren ve 18 Nisan 1961 tarihli Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen rapor,
bu dönemin bir ürünüdür.
1960’ların devamı ise, tüm Türkiye’de olduğu gibi Kürt vilayetlerinde de aşırı solun doğduğu ve yükseldiği yıllar olacaktır. İşte bu ortamda, demokratik sosyalist Türkiye İşçi Partisi (TİP) solcu Kürtlerin desteğini alırken, sağcı Kürtler de -yoğun olarak Adalet Partisi’ne verilen destek dışında- Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurmuşlardır. Bu dönemin bir diğer önemli olayı ise, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) kurulması olmuştur. Bu hareketler, Kürt ulusal kimliğini güçlendirirken, 1970’lerde Bülent Ecevit önderliğinde CHP’nin başlattığı sol çizgi, Kürtler arasında da büyük destek bulmuştur. DDKO’dan gelenlerin kurduğu Rızgari, liderliğini Dersimli Kemal Burkay’ın yaptığı Özgürlük Yolu PSKT ve Kawa, bu aşırı solcu dönemin ürünleridir. Bu yıllarda, Irak’taki Barzani hareketi de güçlenmeye ve bölgesinde söz sahibi olmaya başlamıştır. Ancak 1970’lerin en önemli olayı, hiç kuşkusuz, açılımı “Partiya Karkeren Kürdistan” yani Kürdistan İşçi Partisi olan terör örgütü PKK’nın kurulmasıdır. Eylemlerine 1984’te başlayacak olan PKK, 27 Kasım 1978 tarihinde Abdullah Öcalan ve arkadaşları tarafından Lice’nin Pis köyünde kurulmuştur. Bu yıllarda “Apocular” olarak bilinen örgüt, Kürt ulusalcılığını Marksist-Leninist tezlerle harmanlayan bir yapıdaydı. Örgüt, NATO üyesi Türkiye’ye karşı olan sosyalist bloktaki ülkeler ve sol gruplarca da destekleniyordu. PKK, Türkiye’yi emperyalist-sömürgeci bir güç olarak görüyor ve Kürdistan’ın ve Kürt halkının sömürüldüğünü iddia ediyordu. Zaten kendisini hiçbir zaman “Kürt milliyetçisi” olarak tanımlamamış olan PKK, sosyalist mücadeleyi tüm ülke ve dünya sathında savunuyordu. Bu hareket, İslam dinine ve feodalizme de karşı olan yapısıyla başlarda Kürt halkından destek bulmakta zorlanmasına karşın, zamanla güç siyaseti ve devletin yanlış politikaları neticesinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde ciddi taban bulmaya başladı.
Altan Tan’a göre, Türkiye’de PKK hakkında 5 yanlış tez vardır. Bunlar;
1960’ların devamı ise, tüm Türkiye’de olduğu gibi Kürt vilayetlerinde de aşırı solun doğduğu ve yükseldiği yıllar olacaktır. İşte bu ortamda, demokratik sosyalist Türkiye İşçi Partisi (TİP) solcu Kürtlerin desteğini alırken, sağcı Kürtler de -yoğun olarak Adalet Partisi’ne verilen destek dışında- Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurmuşlardır. Bu dönemin bir diğer önemli olayı ise, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) kurulması olmuştur. Bu hareketler, Kürt ulusal kimliğini güçlendirirken, 1970’lerde Bülent Ecevit önderliğinde CHP’nin başlattığı sol çizgi, Kürtler arasında da büyük destek bulmuştur. DDKO’dan gelenlerin kurduğu Rızgari, liderliğini Dersimli Kemal Burkay’ın yaptığı Özgürlük Yolu PSKT ve Kawa, bu aşırı solcu dönemin ürünleridir. Bu yıllarda, Irak’taki Barzani hareketi de güçlenmeye ve bölgesinde söz sahibi olmaya başlamıştır. Ancak 1970’lerin en önemli olayı, hiç kuşkusuz, açılımı “Partiya Karkeren Kürdistan” yani Kürdistan İşçi Partisi olan terör örgütü PKK’nın kurulmasıdır. Eylemlerine 1984’te başlayacak olan PKK, 27 Kasım 1978 tarihinde Abdullah Öcalan ve arkadaşları tarafından Lice’nin Pis köyünde kurulmuştur. Bu yıllarda “Apocular” olarak bilinen örgüt, Kürt ulusalcılığını Marksist-Leninist tezlerle harmanlayan bir yapıdaydı. Örgüt, NATO üyesi Türkiye’ye karşı olan sosyalist bloktaki ülkeler ve sol gruplarca da destekleniyordu. PKK, Türkiye’yi emperyalist-sömürgeci bir güç olarak görüyor ve Kürdistan’ın ve Kürt halkının sömürüldüğünü iddia ediyordu. Zaten kendisini hiçbir zaman “Kürt milliyetçisi” olarak tanımlamamış olan PKK, sosyalist mücadeleyi tüm ülke ve dünya sathında savunuyordu. Bu hareket, İslam dinine ve feodalizme de karşı olan yapısıyla başlarda Kürt halkından destek bulmakta zorlanmasına karşın, zamanla güç siyaseti ve devletin yanlış politikaları neticesinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde ciddi taban bulmaya başladı.
Altan Tan’a göre, Türkiye’de PKK hakkında 5 yanlış tez vardır. Bunlar;
- PKK, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen kökü dışarıda ve daha çok dış destekli bir örgüttür,
- PKK, Türk derin devleti tarafından bilinçli olarak kurulmuştur,
- PKK, Türk derin devletindeki bir grup tarafından Musul-Kerkük üzerinde söz sahibi olmak için oluşturulmuştur,
- PKK, ABD’nin Türkiye üzerindeki şantaj aracıdır,
- PKK, Türkiye’yi birleştiren ve Kürtleri Batı vilayetlerine göç ettirerek Türkiye’nin bölünmesini engelleyen araçsal bir oluşumdur.
Kürt ulusçuluğunu PKK terörü ile
birlikte aynı dönemde doruk noktasına ulaştıran konu ise, 12 Eylül 1980 askeri
darbesi ve sonrasında Kürtlere yapılanlardır. Dönemin zulmünün sembolü haline
gelen Diyarbakır 5 nolu Askeri Cezaevi, Altan Tan’ın kitabı ithaf ettiği
babasını da işkencede kaybettiği bir utanç zindanıdır. Burada yapılan insanlık
dışı uygulamalar, bölge halkını devletten soğutmuş ve adeta bilinçli bir
şekilde Kürtleri dağa çıkmaya ve silaha sarılmaya zorlamıştır. Kürtçe
konuşmanın yasaklandığı, işkence ve kötü muamelenin norm haline geldiği bu
dönem, Kürtlere Kürtlüklerini keşfettirmiş ve onları merkez sağ-İslami ve
Ecevitçi merkez sol çizgiden, aşırı sol PKK çizgisine doğru itmiştir. Buna
karşın, 1980’lerde Erdal İnönü’nün lideri olduğu Sosyaldemokrat Halkçı
Parti’nin (SHP) Kürt Sorunu’na yakın ilgi göstermesi, Kürtlerin bağımsız
politik örgütlenmelerini geciktirmiş; ancak 1991 yılında Leyla Zana ve
Hatip Dicle’nin TBMM’deki yemin töreninde yarattıkları kargaşa, bu ortaklığı
sona erdirmiş ve yeniden silahların konuşmasına vesile olmuştur. Bu dönemde, bir
yandan aşırı sol PKK destekçisi taban büyürken, sağ tabanda da merkez sağ
çizginin yerini devlete laiklik temelinde meydan okuyan İslamcı Refah Partisi (RP) geleneği ve
Necmettin Erbakan çizgisi almıştır. Hem sol, hem de sağdan devlete meydan
okumaya başlayan Kürtler, bu dönemden itibaren adeta 12 Eylül travmasının
intikamını almak istemişlerdir.
Kitabının
sonraki bölümünde Türk milliyetçilerinin Kürt Sorunu’na bakışını inceleyen
Altan Tan’a göre, MHP destekçisi gruplarda Kürtlere yönelik 3 temel bakış açısı
bulunmaktadır. Bunlar;
- Kürtlerin varlığını inkâr etmek (Alparslan Türkeş çizgisi),
- Kürtlerin varlığını kabul etmek ama onları düşman olarak görmek (Nihal Atsız çizgisi),
- Kürtlerin varlığını kabul etmek ve onları düşman olarak görmemek, ama Kürtleri Türk milleti üst kimliği içerisinde asimile etmek istemek (Devlet Bahçeli ve klasik Atatürkçü CHP’li çizgisi).
İslamcıların Kürt Sorunu’na
bakışı da çok önemli bir konudur. Altan Tan, bu konuya da kitabında önemli bir
yer ayırmıştır. Kendisi de İslamcı bir Kürt olan ve bu nedenle konuyu yakından
bilen Tan’a göre, İslamcıları şu şekilde gruplandırmak doğru olur; Nurcular,
tarikatlar, Milli Görüş hareketi (Erbakan çizgisi), Müslüman aydınlar, Müslüman
Kardeşler (İhvan) çizgisi ve İran İslam Devrimi çizgisi. Bu gruplar içerisinde,
Tan’a göre, Kürtlere en demokrat yaklaşan oluşum, Bediüzzaman Said-i Nursi ve
onun kurduğu Nurcu hareketidir. Milliyetçi aşırılığın en yoğun olduğu dönemde
yaşamasına rağmen, Nursi, ilginç bir şekilde Kürt halkını hiçbir zaman
reddetmemiş ve onların haklarını da -aynı İslamcılar gibi- savunmuştur. Modernleşmenin
insanları yerel kılık-kıyafet ve geleneklerinden koparmasını eleştiren ve
Kemalizm’in devrimci radikal metotlarından hazzetmeyen Nursi, Türkçe
yazılarının yanında Kürtçe yazılar da kaleme almıştır. Nursi, Kürt ve Türk
milliyetçiliklerine karşı olup, Türkleri ve Kürtleri ümmet anlayışı içerisinde
bir arada yaşatmak isteğindedir. Ayrıca Kürtlerin Türklerden bağımsız bir
gelecek kurmasına da daima karşı olmuştur. Ona göre; Kürtler, muhtariyet
(özerklik) için mücadele etseler bile, bunu Osmanlı’ya karşı Batılıları ya da
diğer güçleri destekleyerek değil, Osmanlı ya da Türkiye ile beraber hareket
ederek yapmalıdırlar. Buna karşın, Nursi’nin hayali sadece Türkler ve Kürtlerle
sınırlı değildir; o, halkların eşit parçası olacağı büyük bir İslam devleti
istemektedir. Said Nursi’nin izinden giden Nurcular ise, Nursi’nin fikirlerinden ilham alarak, değişen koşullara uygun yeni siyasalar ve görüşler
geliştirmişlerdir. Yeni Asya, Yazıcılar, Yeni Nesil, Meşveret, Fethullah Gülen Cemaati,
Med-Zehra Grubu ve Zehra Grubu gibi farklı alt kümelerde gruplandırılabilecek
olan Nurcular, Soğuk Savaş döneminde anti-komünist mücadelenin ön plana
çıkmasından dolayı Kürt Sorunu’na başta fazla ilgi göstermemiş ve Said
Nursi’nin çizgisinden caymışlardır. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte,
Nurcular, demokratikleşme ve Kürt Sorunu’na daha büyük önem atfetmeye
başlamışlardır. Özellikle Türkiye ve Irak’taki Kürt vilayetlerine birçok okul
açan Gülen Cemaati, bu konuda öncü bir rol oynamış ve Kürt haklarını demokrasiye
uygun olarak savunmuşlardır. Tarikatlar da, Kürtler konusunda daima önemli bir konumda
olmuşlardır. Zira Kürtler, birkaç asırdır yoğun biçimde Nakşibendî tarikatına
mensupturlar. Ancak tarikatlar, devlet korkusu ya da saygısından olsa gerek,
Kürt Sorunu konusunda oldukça muhafazakâr bir çizgidedirler. Buna benzer
şekilde, Necmettin Erbakan ve Milli Görüş hareketi de Kürt Sorunu konusunda
devrimci bir yaklaşım benimsememiş ve Müslüman kimliği altında Türk ve Kürtleri
kaynaştırarak bu sorunu çözebileceğini iddia etmiştir. Müslüman aydınların bir
bölümü resmi tezlere yakınken, bir bölümü Kürt haklarını İslami çizgiye uygun
olarak savunmaya gayret etmişlerdir. İhvan (Müslüman Kardeşler) çizgisi de,
bugüne kadar Kürt Sorunu konusunda Erbakan çizgisine yakın bir siyaset izlemiştir. İran
İslam Cumhuriyeti ise, Tan’a göre, İslami rejim adı altında Kürtlere en sert
yaklaşımı benimseyen ve Fars (Pers) kimliğini Kürtlere dayatan bir siyaset
izlemiştir.
Yazara göre, Türkiye Cumhuriyeti
devletinin Kürt Sorunu konusunda uyanmaya başladığı dönem Turgut Özal iktidarı
olmuştur. Özal, ailesinin bir tarafından Kürt olmasının yanında, Kürtlere
sevgiyle yaklaşması nedeniyle Kürtlerin çok sevdiği bir lider olmuştur. Buna
rağmen, birçok hatalı politika Özal döneminde de devam etmiştir. Hatta korucu
uygulaması, ilk kez Özal döneminde uygulanmaya başlanmıştır. Özal, Kürt Sorunu’nu
daha fazla demokrasi ve kimlik-kültürel haklar temelinde çözmek istemiş, ancak
buna izin verilmemiştir. Mesut Barzani ve Celal Talabani gibi o güne kadar adam
yerine konmayan Kürt liderlerle dostluk kurması ve Kürt Sorunu’na ilgi gösteren
Cengiz Çandar gibi gazetecilerle yakın mesaisi, Özal’ın bu konudaki ilerici
vizyonunun ispatıdır. Ancak Özal’ı engelleyen şey, Tan’a göre “derin devlet”
olmuştur.
Kitabında bu gibi konulara yer
veren Altan Tan, İslamcı ve Kürt kimliğine yaslanan çizgisiyle yeni Türkiye’nin
önemli bir siyasal figürüdür. Bu nedenle, fikirleri dikkatle dinlenmeli
ve okunmalıdır. Ancak Tan’ın kitabında PKK terörünün yol açtığı yıkım ve
kayıplara hiç yer vermemesi, bu konudaki görüşlerinin tarafsız olmadığı
izlenimini doğurmaktadır. Zira gerçek demokratlar, şiddet kimden gelirse gelsin
buna karşı durabilen ve demokratik yöntemleri savunan kimselerdir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan
ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Altan_Tan.
[2] Buradan satın alınabilir; http://www.idefix.com/Kitap/Kurt-Sorunu/Altan-Tan/Arastirma-Tarih/Etnoloji/urunno=0000000288667.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder