Giriş
Yalnızca Türkiye’nin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC), Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu 11 Ekim 2020 tarihinde yapılacak. Tam 11 adayın[1] (Ersin Tatar/Ulusal Birlik Partisi, Tufan Erhürman/Cumhuriyetçi Türk Partisi, Erhan Arıklı/Yeniden Doğuş Partisi, Fuat Çiner/Milliyetçi Demokrasi Partisi, Arif Salih Kırdağ/Bağımsız, Ahmet Boran/Bağımsız, Mustafa Ulaş/Bağımsız, Alpan Uz/Bağımsız, Kudret Özersay/Bağımsız, Mustafa Akıncı/Bağımsız ve Serdar Denktaş/Bağımsız) yarışacağı seçimin, ilk turda hiçbir adayın yüzde 50’ye ulaşamayacak olması nedeniyle ikinci tura kalması ve 18 Ekim 2020 tarihinde yapılacak olan ikinci turda UBP adayı Başbakan Ersin Tatar ya da mevcut Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan birinin Cumhurbaşkanı seçilmesi bekleniyor. KKTC seçimleri hakkında yaptığı isabetli tahminlerle bilinen Gezici Araştırma Merkezi Sahibi Murat Gezici, Akıncı’nın görev yaptığı 5 yıllık dönemde Kıbrıs’ta çözüm yönünde mesafe kaydedememesi ve halkın genelinin iki devletli çözüme destek vermesi nedeniyle, 18 Ekim’de yapılacak ikinci turda milliyetçi siyasetçi Ersin Tatar’ın Akıncı’ya karşı yüzde 53’e karşı yüzde 47’lik oranla üstünlük sağlayacağını ve Cumhurbaşkanı seçileceğini belirtiyor.[2] Ancak bence iki adayın şansları eşit ve seçim çok az bir farkla sonuçlanacak.
Bu arada, yarın (8 Ekim 2020) Kapalı Maraş bölgesinin yıllar sonra yeniden turizme açılacak olmasını Başbakan Ersin Tatar’ın siyasi bir şova dönüştürdüğünü ve kendilerine bu konuda bilgi verilmediğini iddia eden KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay ve partisi Halkın Partisi’nin hükümetten çekilmesi nedeniyle, seçim öncesinde KKTC’de bir hükümet krizi/boşluğu da başgösterdi.[3] Ben, bu yazıda, KKTC iç politikasından ziyade, Türkiye’de kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, fakat Türkiye’nin uluslararası siyasette ve Avrupa Birliği ile ilişkilerde konumunu zora sokan Kıbrıs Sorunu’nda neden çözüm yönünde tavır göstermesi gerektiğine dair değerlendirmemi paylaşacağım. Ancak kuşkusuz, çözüm yönünde tavır göstermek ve müzakerelerden kaçmamak, KKTC’nin varlığını ve Kıbrıs Türk’ünün haklı varoluş mücadelesini görmezden gelmek anlamına gelmiyor. Bunu da, yazının içerisinde açıklamaya çalışacağım.
Uluslararası Hukuk ve Kıbrıs Sorunu
Türkiye, şu sıralar Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden çatışmalarda Azerbaycan’dan yana güçlü tavır gösterebiliyor ve tüm dünyaya meydan okuyabiliyorsa, kuşkusuz, bunun temel sebebi, uluslararası hukukun Azerbaycan’ın yanında olmasıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1993 tarihinde bu konuda aldığı 4 önemli karar bulunmaktadır. 822, 853, 874 ve 884 nolu kararlarda, açık bir şekilde, Dağlık Karabağ ve işgal altında olan Azerbaycan topraklarında işgalci durumunda olan Ermenistan güçlerinin geri çekilmesi gerektiği ifade edilmiştir.[4]
Ancak BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konulu kararlarında da Türkiye’nin pozisyonu eleştirilmektedir. Bu konuda birçok karar olmasına karşın[5], somut iki örnek vermek gerekirse; 1983 tarihli 541 nolu BM Güvenlik Konseyi kararında[6] 1974 tarihli 365 nolu karar ile 1975 tarihli 367 nolu karara vurgu yapılarak, KKTC’nin tanınmaması gerektiği vurgulanmış, 1984 tarihli 550 nolu BM Güvenlik Konseyi kararında[7] ise önceki kararlara atıfta bulunularak, KKTC’deki seçim ve referandum girişimleri eleştirilmiş ve Kapalı Maraş bölgesinin halka açılmasına dair uluslararası topluma yönelik tehditlerden endişe duyulduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs Sorunu’nda, uluslararası hukuka göre, Kıbrıs adası Kıbrıs Cumhuriyeti adlı Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerden oluşan halkın devletidir ve Türkiye’nin adadaki konumu ve KKTC ile ilişkileri uluslararası hukuka uygun değildir.
Uluslararası hukukun bu konuda Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’ye yaklaşımının adil olmadığı ortadadır; zira Türkiye adanın garantör devletlerindendir ve Türkiye’nin adaya 1974 yılındaki askeri müdahalesi, Kıbrıslı Türklerin 1963’ten beri Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin siyasi makamlarında temsil edilmediği ve 1974 yılında yapılan hukuk-dışı askeri darbe ile Kıbrıslı Türklere yönelik etnik temizlik hareketinin başlamasından sonra gerçekleşmiştir. Bu anlamda, Kıbrıs Barış Harekâtı uluslararası hukuka uygundur; ancak daha sonra devletleşme sürecine gidilmesine yönelik olarak uluslararası toplumdan henüz destek alınamamıştır. Bu ortamda, uluslararası toplumun 1974’ten beri devam eden müzakerelerde sonuç alınamadığı ve 2004 Annan Planı’nı Kıbrıslı Rumların reddettiği gerçeğinden hareketle -kuşkusuz- daha farklı bir tavır alması beklenebilirdi. Ancak maalesef, henüz bu konuda bir aşama kaydedilememiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun olarak Kıbrıs’taki barış müzakerelerini desteklemesi her şekilde kendisi adına olumlu olacaktır.
Neden Türkiye Kıbrıs’ta Müzakereleri ve Çözümü Desteklemelidir?
İlk önemli neden, Birleşmiş Milletler’in kurucu devletlerinden birisi ve uluslararası toplumda genelde saygı gören bir devlet olan Türkiye’nin, 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından oluşturulan dünya ile uyumlu yeni çizgisiyle alakalıdır. Türkiye, kurulduğu günden bu yana, uluslararası düzen ve istikrardan yana olan, BM düzenini destekleyen ve revizyonist olmayan (yayılmacı toprak talepleri olmayan) bir devlettir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Batı dünyası ve uluslararası kamuoyunda bu şekilde algılanmaya devam etmesi, Irak, Suriye ve Libya’daki haklı askeri girişimlerinin de işgal değil, terörle mücadele ve ikili anlaşmalar kapsamında yapıldığının anlaşılması bağlamında son derece faydalı olacak ve Türk Devleti ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin meşruiyetini yükseltecektir. Dahası, Türkiye’nin bu konumu, Azerbaycan’a yönelik dünyadaki desteği de arttıracaktır. Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği “Dünya Beşten Büyüktür” söylemi ve siyasetini ise, yeni bir tür yayılmacılık olarak değil, uluslararası hukukun uygulanmasına yönelik engelleri kaldırma amaçlı siyasi bir söylem (girişim) olarak görmek gerekir.
İkinci olarak, Türkiye, Kıbrıs’ta müzakereleri ve çözümü destekleyerek, KKTC üzerindeki yükü ve baskıları hafifletebilmektedir. Nitekim 1974’te uluslararası kamuoyunca bir muhatap olarak kabul edilmeyen Kıbrıslı Türkler varken, bugün KKTC devletinin yöneticileri, henüz Türkiye dışında bir devletçe tanınmasalar da, birçok AB yetkilisi ve farklı ülkeden devlet adamlarıyla görüşebilen ve uluslararası topluma fikirlerini özgürce açıklayabilen bir konuma gelmişlerdir. Bunu sağlayan, Kıbrıs’ta çözüme yönelik kategorik bir reddetme pozisyonunda olunmaması ve müzakere masasına Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) ile karşılıklı oturabilen eşit bir konuma gelinmesidir. Bu şekilde, müzakereler sayesinde KKTC’nin uluslararası toplum ve kamuoyundaki görünürlüğü ve etkisi de giderek artmaktadır. Hatta bu konuda 2004 Annan Planı referandumu sürecinde Rumların gösterdiği çözüm ve barış karşıtı tavrın siyaseten yeterince kullanılamamış olması da, Türk Devleti ve dönemin hükümeti adına büyük bir eksiklik olarak belirtilebilir.
Üçüncü olarak, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı düzenleyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve o dönemin siyasi iradesi doğru anlaşılmalıdır. Başbakan Ecevit, Kıbrıs’a müdahaleyi duyururken, basın mensuplarına, “İnsanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki, kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz.” demiştir.[8] Dolayısıyla, Türk Devleti tarafından adanın işgalinin değil, EOKA’cı darbeciler tarafından işgal altında olan devletin kurtarılmasının amaçlandığı bizzat Türk Başbakanı tarafından açıkça ifade edilmiştir. Bu nedenle, aziz şehitlerimiz ve gazilerimizin mirasına da ihanet etmemek için, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın çizgisiyle siyaseten uyumlu hareket edilmeye devam edilmelidir.
Dördüncü olarak, Türkiye’nin bugün girmiş olduğu ekonomik krizin önemli sebeplerinden birisinin uluslararası toplum ve özellikle Batı toplumlarında yanlış algılanması olduğu ortadayken, Türkiye’nin Kıbrıs’ta çözüm ve barış yönünde hareket etmesi, Ankara’ya yönelik olumsuz algıları ve kötü imajı düzeltecek ve Türkiye’ye olan destek ve sempatiyi arttıracaktır. Bu şekilde, dış yatırımların ve sıcak paranın akışından tutun, Türkiye’ye yönelik yaptırımlara kadar birçok konuda, Ankara, çözüm yönünde hareket ederse daha güçlü ve avantajlı bir konumda olacaktır.
Beşinci olarak, Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesi, Türkiye-AB ilişkilerini ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini de çok müspet yönde etkileyecektir. Zira Türkiye’nin AB üyelik sürecinin fiilen donmasının temel sebebi, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla birliğe üye olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik Ek Protokolü uygulamaması nedeniyle, Kıbrıs Sorunu’nun 8 fasıl için açılış kriteri, diğer tüm fasıllar için de kapanış kriteri olarak belirlenmesidir. Bu nedenle, Kıbrıs Sorunu çözülürse, Türkiye’nin birçok faslı kapatması yönündeki engeller ortadan kalkacak ve üyelik yolu yeniden açılacaktır. Bu, elbette tam üyelik hemen gerçekleşecek anlamına gelmemektedir; zira Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin de ülkemize yönelik bazı engellemeleri söz konusudur. Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gibi en büyük engel ortadan kalkarsa; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin karar mekanizmalarında Kıbrıslı Türklerin yer alacak olması nedeniyle bu devletin artık Türkiye karşıtı hareket etmeyeceği ve Yunanistan’ın da bu durumda pozisyon değiştirmek zorunda kalacağı hesap edilirse, Türkiye’nin AB üyelik şansı ciddi anlamda artacaktır. Ayrıca Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini normalleştirmesi, bu ülkenin terör örgütleri ve Türkiye karşıtı devletlere ve gruplara verdiği desteği de azaltacaktır. Dahası, bu şekilde -Bulgaristan Türklerinden sonra- Kıbrıs Türkleri de AB içerisinde Türkiye destekçisi bir halk olarak konumlanmış olurlar.
Altıncı olarak, Türkiye, Kıbrıs’taki mevcudiyetini ve gücünü zaten KKTC’deki yatırımlarıyla fazlasıyla sağlamış durumdadır. KKTC’deki otellerin, casinoların, eğlence mekânlarının, restoranların, inşaatların ve hatta üniversitelerin birçoğu Türk işadamları ve şirketleri tarafından sahiplenilmiştir. Dahası, Türkiye, “Barış Suyu” veya “Can Suyu” adı verilen proje ile KKTC’ye su da göndermektedir. Kıbrıs’ta çözüm olması durumunda, Türkiye’nin tüm Kıbrıs’ın su tedarikçisi olma ihtimali de hayli güçlüdür. Bu durumda, Türkiye, adadaki gücünü ve hâkimiyetini ekonomik yatırımları sayesinde rahatlıkla koruyabilecektir. Hatta Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ta da yatırımlarını arttırarak, bir AB ülkesinde ilk kez ekonomik açıdan hâkim duruma geçmesi durumu bile ortaya çıkabilir. Ayrıca, böylelikle, adada Türklerin kurduğu üniversiteler de Avrupa üniversiteleri haline gelir ve daha büyük bir pazara hitap etme şansı yakalarlar.
Yedinci olarak, Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesi durumunda, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının Batı’ya Türkiye üzerinden arzı ihtimali çok güçlü bir seçenek haline gelecektir. Öyle ki, bu bölgede deniz yetki alanlarının ve münhasır ekonomik bölgelerin belirlenmesi ve İsrail, Mısır ve Kıbrıs gibi devletlerin doğalgaz kaynaklarının Türkiye’de konuşlu hatlar üzerinden Avrupa ülkelerine arzı kolaylıkla gerçekleştirilebilir bir siyasa/proje haline gelecektir. Dolayısıyla, Doğu Akdeniz’de çatışma ve fakirlik yerine, barış ve zenginlik içeren yeni bir dönem de Kıbrıs’ta çözüm ile başlayabilecektir.
Sekizinci olarak, Türkiye’nin Kıbrıs’ta müzakerelere ve çözüme karşı durmaması, Rumların her istediğine “evet” deneceği anlamına gelmemelidir. Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarını sonuna kadar savunacak ve ancak onlar için avantajlı bir anlaşma ihtimali belirirse bu süreci destekleyecektir. Bu ise, iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasal eşitliğin olduğu bir federatif siyasi düzenle mümkündür. Bu durumda, toplumların çok kısa sürede ve alışmadan karşı karşıya gelmeleri iki bölgeli siyasi yapıda engellenebilecek, Kıbrıslı Türklerin on yıllardır süren eşitlik mücadelesi başarıya ulaşmış olacak ve bu sayede Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi büyük devlet adamlarının mücadeleleri de heba edilmemiş olacaktır. Ayrıca Kıbrıslı Türklerin mallarının garanti edilmesi ve Türkiye’nin garantör hakkının muhafaza edilmesi gibi konular da muhakkak Rumlarca kabullenilmelidir.
Dokuzuncu olarak, Türkiye, Kıbrıs’taki askeri varlıklarını adada bir çözüm durumunda yasal ve kalıcı hale getirme şansına sahip olacaktır. Şu an için Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı ve Türkiye'ye ait denizaşırı askeri üsler sadece fiili güce dayalı durumdayken, eğer Kıbrıs’ta çözüm olursa, anlaşma maddeleri arasına eklenebilecek ve İngiltere’nin Güney Kıbrıs’taki askeri varlığına benzer bir askeri üs anlaşmasıyla, hem Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığı yasal hale gelir, hem de adada 1963-1974 dönemine benzer bir çatışma olması durumunda Türkiye’nin kolaylıkla olaylara müdahale edebilmesi garanti altına alınır.
Onuncu olarak, Kıbrıs Sorunu’nda Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin pozisyonunun giderek güçlenmesinden hareketle, bundan sonra asıl çekinen tarafın Kıbrıslı Rumlar olması gerekmektedir. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ ve işgal altındaki topraklarını kurtarması durumunda KKTC’yi tanıma ihtimalinin hayli yüksek oluşu, Türk Keneşi veya Türk Konseyi içerisinde KKTC’ye yönelik ilginin her geçen gün artması gibi sebeplerle, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan’ın artık Kıbrıs’ta bir çözüme karşı durmaları akılcı olmayacaktır. Bu nedenle, Rumların müzakere masasında artık Türkiye’nin askeri varlığını kabullenmelerine uygun bir ortam oluşabilir. Zira aksi takdirde, KKTC’nin Türkiye müttefiki ülkelerce tanınabileceği yeni bir konjonktüre girilebilir.
Sonuç
Sonuç olarak, iç kamuoyundaki milliyetçi cereyanların akılcı ve reelpolitik düşünceyi gölgelemesi nedeniyle şu an için fazla dillendirilemese de, Kıbrıs’ta çözüm, önümüzdeki dönemde mutlaka yeniden gündeme gelecektir. Bu, birçok büyük enerji şirketinin ve bu şirketlerin desteklediği ülke hükümetlerinin de gündemindedir. İlerleyen yıllarda bu yönde güçlü bir irade oluşabileceği de hesap edilirse, Türkiye, Kıbrıs’ta pozisyonunu dengeli konumlandırmalıdır. Ayrıca KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de bu duruma malzeme etmemek gerekir. Nitekim milliyetçi Ersin Tatar veya sol görüştü Mustafa Akıncı’nın seçilmesi durumunda, nüanslarda farklılık olabilir; ancak koşullar öngördüğüm şekilde gelişirse, siyasi konjonktür asıl belirleyici olacak ve büyük bir farklılık da yaşanmayacaktır. Sonuçta, her şekilde Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarını uluslararası hukuk ve insan haklarına dayalı olarak savunmaya devam edecektir. Çünkü Türkler, hukuka saygılı ve büyük bir millettir...
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Bakınız; https://www.kibrispostasi.com/c35-KIBRIS_HABERLERI/n350491-11-adayli-cumhurbaskani-secimi-gelecek-hafta.
[2] Bakınız; https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/secim-oncesi-dikkat-ceken-anket-kibris-turku-turkiyesiz-bir-gelecek-istemiyor-6048060/.
[3] Bakınız; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/kktcde-koalisyon-ortagi-hukumetten-cekildi-41629649.
[4] Bakınız; https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_United_Nations_Security_Council_resolutions_on_the_Nagorno-Karabakh_conflict.
[5] https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_United_Nations_Security_Council_resolutions_concerning_Cyprus.
[6] Bakınız; http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/KIBRIS/BMGuvenlikKonseyiKarari1983541544.pdf.
[7] Bakınız; http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/KIBRIS/BMGuvenlikKOnseyiKarari1984550553559.pdf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder