3 Ocak 2020 Cuma

Türkiye’nin 2020’deki Reform Gündem Ne Olmalı?


Giriş
2020’nin ilk günlerini yaşarken, dünya gündeminden gelen olumsuz haberler (ABD ile İran arasındaki gerginliğin giderek artması ve İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi), zorlu bir yıl beklediğimizi bizlere gösteriyor. Ancak Türkiye’nin yaptığı bazı girişimler de (örneğin Türkiye-Libya deniz yetki alanları mutabakatı), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetinin riskler ve zorlukların farkında olarak, gayet bilinçli adımlar attıkları izlenimini yaratıyor. Bu yazıda, Türkiye’nin 2020 yılında dış ve iç politikada yapabileceği ve ülkedeki durumu iyiye götürebilecek olan bazı reformlar önereceğim. Bunları, okurların kolay takip edebilmesi adına çeşitli başlıklar altında kategorize edeceğim. Ancak elbette, giderek daha da teknik bir mesele haline gelen siyasette, iç politik dengeleri de gözetmek zorunda olan siyasetçilerin konuya bakışı, bizim gibi tarafsız ve bağımsız akademisyenlerden daha farklı olabilecektir.

1-) Doğu Akdeniz ve Libya
2020 yılına girerken Türk Dış Politikası adına en olumlu gelişme, Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında imzalanan ve iki ülkenin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları paylaşımına dair görüşlerini ortaya koyan mutabakattı. Bu mutabakatın ardından, TBMM’de yapılan oylama sonucunda, Libya’ya asker gönderilmesini öngören Cumhurbaşkanlığı tezkeresi de 184’e karşı 325 oyla kabul edildi.[1] Bir yıl süreyle geçerli olacak ve yenilenebilecek olan tezkere gereğince, Türkiye, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeli aracılığıyla, Trablus hükümetini savunmak için denizde ve karada aktif bir şekilde yer alabilecek. Bu politika, kuşkusuz çeşitli riskler de içermesine karşın, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de gelişen enerji piyasasında yer alabilmesi ve Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs’ın güneyinde keşfedilen doğalgaz kaynaklarındaki haklarının korunabilmesi adına bence son derece yerinde ve doğru alınmış bir karar. Nitekim duayen Türk akademisyen ve Uluslararası İlişkiler uzmanı Prof. Dr. Hüseyin Bağcı da Türkiye’nin bu politikasını “şah mat” hamlesine benzetiyor ve Ankara’nın son dönemde uyguladığı siyaseti destekliyor.[2] Dış politikadaki önerileri genelde yapıcı olan ve haklı çıkan (örneğin Suriye konusunda) anamuhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise, “Mehmetçiğimizi Libya Çöllerinden uzak tutun!” paylaşımı[3] ve tezkere konusunda partili milletvekillerinin “ret” oyu vermesinden de anlaşılabileceği üzere, bu konunun riskli ve hatalı olabileceği görüşünü savunuyor. Elbette, CHP’nin tavrını devlet karşıtlığı olarak değil, temkinli bir dış politika arayışı olarak yorumlamak lazım. Zira görülüyor ki, Türkiye, yaşadığı tüm sorunlara rağmen farklı dış politika önerilerinin konuşulabildiği bir demokrasi olma özelliğini koruyor ve bölgedeki diğer Müslüman toplumlardan önde olan yapısını ortaya koyuyor.

Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Sayın Fayiz es-Serrac (Fayez al-Sarraj) ve Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan

Ancak Türkiye’nin bu konuda hareketsiz kalmaması gerektiği de bir gerçek; zira önceki gün yapılan anlaşmayla birlikte, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi arasında Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Avrupa’ya arzı konusunda Eastmed (Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı) projesinde karar kılındı ve resmi imzalar atıldı.[4] Anlaşmayı dünya kamuoyuna duyuran üç ülke lideri (Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi/Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Başkanı Nikos Anastasiades), bunun diğer ülkelere bir tehdit olmadığını ve işbirliklerine açık olduklarını söyleseler de, Türkiye gibi Doğu Akdeniz’deki en uzun kıyı şeridine sahip olan ülkenin ve Kıbrıs’ın doğalgaz kaynaklarında eşit derecede hak sahibi olan Kıbrıslı Türklerin bu anlaşmada yer almaması, Türkiye ve Türk karşıtı bir ittifakın oluşum ve hatta derinleşme sürecinde olduğunu gösteriyor. ABD ve AB’nin de bu projeye destek vermesi ise, kuşkusuz Ankara’nın elini zayıflatıyor. Ancak Türkiye ve Kıbrıs çıkışlı birçok enerji uzmanı da[5], Eastmed projesinin çok pahalı ve gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu iddia ediyorlar. Dolayısıyla, Yunanistan-İsrail-Güney Kıbrıs yakınlaşmasını da ilerleyen yıllarda gerçekleşecek büyük pazarlık öncesinde stratejik bir hamle olarak değerlendirmek daha doğru olur.

Anastasiades-Miçotakis-Netanyahu

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki gelişmeler karşısında uygulamaya soktuğu politikaya dair bazı temel tespitler ve tavsiyeler yapılabilir. Öncelikle, Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin korunması gerektiği ve ancak Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde de kabul gören bu meşru hükümetin başta kalması durumunda mutabakatın devam edeceği aşikâr. Zira devam eden iç savaşta diğer taraf olan ve Tobruk merkezli ikinci hükümete liderlik eden General Halife Hafter, kendisini desteklemeyen hükümetleri suçluyor ve Türkiye’yi de bu ülkeler arasında görüyor.[6] Bu nedenle, Fayiz es-Serrac (Fayez al-Sarraj) hükümetini korumak, Ankara’nın Libya politikasının en önemli dayanağı durumunda. Zaten Libya tezkeresinin de bu amaçla çıkarıldığı düşünülüyor. Suriye’deki BM’nin tanıdığı resmi hükümete (Beşar Esad) karşı duran ve bu nedenle iç savaşta zor duruma düşen Ankara, bu defa aynı yanlışa düşmüyor ve resmi hükümetle ilişkilerini sağlama alıyor. Ancak Halife Hafter’in Rusya, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bölgede etkili devletlerin desteğini alması, Ankara’yı ve Libya’da görev yapacak Mehmetçiği zorlu bir sürecin bekleyebileceğini gösteriyor. Zira unutulmamalı ki, Hafter güçleri, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin kontrolündeki Trablus’u ele geçirmek için saldırmaya devam ediyor.

Wagner Libya’da da görev yapıyor

Türkiye’nin Libya’ya müdahalesi, Libya’da çatışma halinde olan iki hükümetin uzlaşması ve barış sürecine giden yolun açılması konusunda kritik bir rol oynayabilir. Ancak bunun için, Türkiye’nin Libya içinde ve bölgedeki diğer aktörlerle müzakere ve işbirliği sürecine yönelmesi şart gözüküyor. Aksi takdirde, sadece sert güce dayalı bir politika, Wagner adıyla bilinen Rus özel savunma şirketi askerlerinin de Libya’da görev yaptığı düşünüldüğünde[7], Suriye’den sonra Libya’da da Ankara’yı yeni ve riskli bir maceraya sürükleyebilir. Bu noktada, Türkiye’nin Fransa, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeleri yanına çekmeye çalışması bence akıllıca bir hamle olur. Ayrıca şu da unutulmamalı ki, Doğu Akdeniz’de gelişmekte olan enerji piyasasından şimdilik hiçbir fayda sağlamayan Rusya’nın çıkarları, aslında bu aşamada Türkiye’nin çıkarlarıyla daha iyi örtüşüyor. Bu nedenle, Doğu Akdeniz’deki büyük enerji oyununda, Türkiye, kartlarını doğru kullanırsa diğer ülkelerden destek alabilir. Ankara’nın bu konudaki nihai hedefi ise, kuşkusuz, Doğu Akdeniz doğalgaz kaynaklarının Türk-Rus işbirliğiyle yapılan ve Türkiye’den geçen doğalgaz boru hatlarına iletilmesi ve bu şekilde Avrupa’ya arzı olmalıdır. Böylelikle, Kıbrıs’ta nihai bir siyasi çözüme ulaşılamasa dahi, Doğu Akdeniz kaynaklarının Avrupa’ya güvenli bir şekilde arzı başarılarak, bölgedeki ülkelerin ve halkların (Kıbrıs Rumları ve Kıbrıs Türkleri) bu süreçten kazançlı çıkmaları ve Türkiye’nin de istikrar sağlayıcı bir aktör olarak dünyada prestij kazanması durumu sağlanabilir. Bu konuda Ankara ve diğer ülkelere yol göstermesi gereken unsur ise, kuşkusuz, uluslararası hukuk ve daha önce bu tarz sorunlarda belirlenen çözüm mekanizmaları olmalarıdır. Ayrıca ideolojik fanatizmden cayılarak, reelpolitik eksende İsrail’le başlatılacak bir yakınlaşma süreci, bu konuda (Doğu Akdeniz’de) kozların bir anda Türkiye’ye geçmesine neden olacaktır. Zıtlaşmanın devamı halinde ise, Ankara, bu projenin uygulanmasını engellemeye çalışabilir; ancak bu durumda, kuşkusuz, Türkiye’ye yönelik olarak Batı’dan gelen tepkiler daha da artacaktır.

Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynakları

2-) Suriye
Türkiye’nin bir diğer acil gündem maddesi olan Suriye konusunda son dönemde yaşanan gelişmeler ise hiç de umut verici değil. Zira İdlib’de Rusya destekli Suriye Ordusu’nun kontrolü arttırmasının ardından, bölgeden on binlerce kişilik yeni bir mülteci dalgası Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğru geliyor. İdlib’in 3 milyonluk bir şehir olduğu da düşünüldüğünde[8], Türkiye ile Rusya arasındaki mutabakatın çökmesi durumunda, bölgeden çok büyük bir göç dalgasının başlayabileceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Bir diğer risk unsuru ise, Türkiye’nin destek verdiği Suriye Milli Ordusu’nun (eski adıyla Özgür Suriye Ordusu) El Kaide bağlantılı Hayat Tahrir el Şam (HTŞ) gibi gruplarla birlikte hareket etmesi. Bu durum, Ankara’yı uluslararası kamuoyu nezdinde zor durumda bırakma riski taşıyor. Ancak Suriye’deki insanlık faciası konusunda 4 milyon mülteciyi ağırlamak ve onlar için milyarlarca dolar harcama yapmak gibi en büyük sorumluluğu üstlenen Ankara, kuşkusuz ahlaki açıdan Rusya’ya karşı çok daha avantajlı durumda. Suriye’deki bir diğer risk kaynağı ise, bölgedeki istikrarsızlık nedeniyle, her ne kadar farklı taraflarca tamamen yok edildiği açıklansa[9] ve lideri Ebubekir Bağdadi öldürülse de[10], köktendinci terör örgütü IŞİD’in yeniden güçlenmesi ihtimali.[11]

İdlib’den yeni ve büyük bir göç dalgası, çatışmaların artması halinde Türkiye ve Avrupa’ya doğru gelebilir

Bunların yanı sıra, bölgeden yayın yapan gazeteci ve uzmanlara göre, Suriye’deki çatışmalar kısa vadede sona erecek gibi gözükmüyor. Ankara’nın, bu süreçte yapıcı ve sorumlu tavrını sürdürmesi ve ABD ve Rusya arasında hassas bir denge gözeterek, Suriye’de yeni bir anayasanın yapılması ve barışın sağlanmasına katkı sunması gerek. Bu süreçte, Ankara, Türkiye’deki Suriyeli mültecileri organize ederek ve onların ülkelerine dönmelerine yardımcı olarak, Suriye’nin geleceğinde daha önemli roller de üstlenebilir. Bu bağlamda, Türkiye’nin Suriyeli muhalifleri demokratik bir çatı örgütü altında toplaması ve bu örgüte karizmatik bir siyasal liderlik mekanizması oluşturması ve ayrıca Suriye’nin geleceğindeki Devlet Başkanı’nın Suriye halklarının özgür iradeleriyle oy verecekleri bir seçim sonucunda belirlenmesi konusunda garantiler sağlaması gerekiyor. Bu noktada Ankara’nın en büyük sıkıntısı ise, ABD’nin bölgeye “federalizm” yönetim modelini önermesi beklentisi ve Rusya’nın da bu fikre soğuk yaklaşmaması ihtimali olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye ise, İran’la birlikte, Suriye için “üniter” yönetim modelini öneriyor. Ancak üniter yönetim modelinin Ankara’nın en şiddetle karşı çıktığı kişi olan Beşar Esad’ın liderliğinde olma ihtimali, Ankara’nın adımlarını kararlı bir şekilde atmasını engelliyor. Bu nedenle, Ankara’nın, Esad’lı bir üniter yönetim modeli veya PYD/YPG’nin siyasi özerklik veya federal haklar kazanabilecekleri bir federal yönetim modeli arasında tercih yapması gerekiyor. İran’ın bölgede giderek azalan etkinliği ve Esad’ın üniter bir yönetim modeli kurması halinde Kürt kırımı yapması tehlikesi ise, federal yönetim modelinin zamanla daha da güçlenmesine sebep olabilir. Ancak bu konuda, kuşkusuz, Washington ve bilhassa da Moskova gibi büyük aktörlerin tavrı belirleyici olacak gibi gözüküyor.

3-) ABD ile İlişkiler
Türkiye’nin 2019 yılı içerisinde en çok canını yakan konulardan birisi de kuşkusuz ABD ile bozulan ilişkilerdi. Zira Trump-Erdoğan ikilisinin yapıcı diyaloglarına ve şahsi dostluklarına karşın, iki ülke arasındaki çıkarların son dönemde pek de uyuşmamaya başladığı görülmekteydi. Nitekim Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasının ardından, Washington, Türkiye’yi ortak üreticisi olduğu F-35 savaş uçağı programından çıkardığını açıkladı. ABD’de yaşayan uzmanlar ve lobiciler, son dönemde daha önce hiç görmedikleri ölçüde yoğun bir Türkiye karşıtı havanın olduğundan yakınıyorlar. Bu bağlamda, hükümetin ve devletin yıllarca desteklediği FETÖ’nün (Fethullah Gülen cemaati) Türkiye lobisi yapan bir grup olmaktan çıkıp, hükümet ve hatta Türkiye karşıtı bir çizgiye yönelmesi de Ankara’yı ABD’de çok zor durumda bırakıyor. Ayrıca iki ülke arasında, 1915 olaylarına (sözde Ermeni soykırımı) bakış, Halkbank davası ve Kürtlerin geleceği gibi konularda da derin anlaşmazlıklar bulunuyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesinde azil (impeachment) sürecine konu olması ve 2020 ABD Başkanlık seçimlerinden ne çıkacağının belli olmaması da diğer önemli belirsizlik konuları olarak belirtilebilir.


Erdoğan ve Trump

Türkiye, 2020 yılında ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmalıdır. Bu bağlamda, ABD’nin İran İslam Cumhuriyeti ile yaşadığı ve dozu giderek artan gerginlik, Ankara için stratejik bir avantaj haline gelebilir. Ankara, ABD ile İran arasındaki gerilimi azaltmak için bir arabulucu rolü üstlenmeyi deneyebilir. ABD gibi bir süpergüç ve İran gibi bölgesel nüfuzu olan orta büyüklükte bir devlet arasında çıkabilecek olası bölgesel bir savaşın herkese kaybettireceği gerçeği ortada olduğu için, Ankara’nın arabuluculuk girişimlerine şimdilerde fazlasıyla ihtiyaç var. Bu konuda Ankara’nın sihirli formülasyonu ise, İran’ı Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan gibi Arap ülkelerindeki Şii milislere destek vermekten vazgeçirmeye ikna etmek ve karşılığında İran nükleer anlaşmasının (JCPOA) devamını sağlamak üzerine oluşturulabilir. Türkiye’nin bu tarz bir girişimi, aklıselim bir yönetim olması halinde İsrail ve Arap devletlerinden de destek alacaktır. Ayrıca Ankara’nın ABD ile diyalog ve işbirliğini sürdürerek, mutlaka F-35 projesine yeniden dahil olması gerekiyor. S-400 krizinin aşılabilmesi içinse, Türkiye’nin ikinci hava savunma sistemini ABD’den satın alması (Patriot sistemi) ve S-400’leri genel güvenlik mimarisine entegre etmeden lokal amaçlarla sınırlı tutması formülü (ki bu sayede belki ABD ve NATO’ya güven telkin edilebilir) düşünülebilir.

4-) AB ile İlişkiler
Türkiye’nin yeni dönemde ilişkilerini düzeltmesi gereken bir diğer önemli uluslararası aktör de Avrupa Birliği (AB) olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar AB’nin Suriyeli mülteciler konusunda verdiği maddi yardım sözünü tam olarak yerine getirmemesi, Kıbrıs Sorunu’nda Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni tüm adayı temsilen 2004’te birliğe üye yaparak Kıbrıs Sorunu’nu çözümsüz hale getirmesi ve İslamfobi, göçmen düşmanlığı ve aşırı sağın yükselişi konularında tepkisiz kalması gibi ciddi hataları olsa da, AB ile zıtlaşmanın Türkiye’ye hem siyasi, hem de ekonomik istikrar anlamında olumsuz yansımalarının olduğu yadsınamaz bir gerçek. Dolayısıyla, Ankara, yeni dönemde AB ile ilişkilerini 3 temel üzerinden canlandırabilir. Birincisi, Ankara, tam üyelik müzakere sürecini canlandırmak için bazı adımlar atabilir ve Avrupalı büyük devletlerin de (Almanya ve Fransa başta olmak üzere) desteğiyle birkaç yeni başlığın açılmasını sağlayabilir. İkincisi, Ankara, Brüksel’le yaptığı Suriyeli mülteciler anlaşmasının tüm koşullarını yerine getirerek, “vizesiz Avrupa” hayalini gerçeğe dönüştürebilir ve toplumlar arası ekonomik ve kültürel ilişkilerin gelişmesine katkı sağlayabilir. Bu durum, aşırı sağcı politikacıların sorumsuz tavırları nedeniyle Türkiye’nin AB üyesi olması durumunda Avrupa ülkelerini fakir Türk işçilerin istila edeceği paranoyasına kapılan Avrupalıların da Türklerin neye benzediğini görmelerine ve bizi daha iyi tanımalarına vesile olacaktır. Üçüncüsü de, Ankara, iyi planlanmış kapsamlı bir lobicilik girişimi sayesinde, Gümrük Birliği anlaşmasının işlenmiş tarım ürünleri ve hizmetler de dâhil edilerek güncellenmesini sağlayabilir ve Avrupa ülkeleri ile ekonomik ilişkilerini daha da güçlendirerek, “AB çıpası”nı yeniden bir siyasal ve ekonomik faktör haline getirebilir. Bu sayede, Türkiye, ekonomik darboğazdan çıkış konusunda ciddi bir aşama kaydedebilir. Bu noktada, Türkiye, Gümrük Birliği’ne dâhil olup, AB’ye dâhil olmama konusunda yaşadığı zorlukları da gündeme getirerek, bu konuda yapıcı çözüm önerileri geliştirmeyi deneyebilir. Akılcılık ve demokrasinin çoğu zaman ağır bastığı AB de, bunları pekala değerlendirmeye alabilir ve Ankara’yı haklı bulabilir. AB’nin geçtiğimiz birkaç yılda Türkiye’ye karşı tavrı elbette eleştiriye açıktır; ancak unutulmamalıdır ki, hükümetin en iyi ekonomik ve demokratik performansı, 2002-2009 döneminde AB çıpası sayesinde yakalanmıştır. Dahası, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı demokratik gerilemenin AB çevrelerinde endişe yarattığı da unutulmamalıdır.

5-) Reformlarla Daha Demokratik Bir Başkanlık Sistemi
Türkiye’nin 2020 ve sonrasında dikkate alabileceği bir diğer reform önerisi, Başkanlık veya Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin TBMM’nin güçlendirilerek daha demokratik bir hale getirilmesidir. Şu bir gerçektir ki, Türkiye’nin 2015 yılı içerisinde yaşadığı büyük terör saldırıları ve 2016 yılında gerçekleşen hain darbe girişimi, Ankara’nın güvenlikçi ve otoriter politikalara yönelmesine neden olmuştur. Bu dönemde inşa edilen otoriter yönetim, kısa sürede ülkede iç güvenliği sağlamış ve yeniden daha demokratik bir yönetim için uygun zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye, bu yeni dönemde, TBMM’nin güçlendirileceği ve Gazi Meclis'e iade-i itibar yapılacağı, Cumhurbaşkanı’nın yasama yetkilerini kullanmasının daha sert koşullara bağlanacağı, belediyelere kayyum atama uygulamaları ve toplu tutuklamaların sona ereceği ve kurumsal özerklik mekanizmalarının inşa edileceği (özerk üniversiteler vs.) demokratik bir reform sürecine girebilir. Bu süreç, yeni kurulmakta olan partiler nedeniyle zor durumda kalan AK Parti’ye yeniden reformist ve atılımcı bir kimlik kazanması imkânını vererek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2000’li yıllardaki başarılı günlerine dönmesini sağlayabilir. Muhafazakâr bir toplum olan Türkiye’de, İslamcı/sağ partiler, seküler/sol partilere kıyasla daima daha avantajlıdır. Dolayısıyla, AK Parti ve türevi olan sağ partilerin daha fazla demokrasiden çekinmeleri için geçerli hiçbir sebep yoktur.

Sonuç
Bu gibi ana başlıklar altında toplamaya çalıştığım Türkiye’nin 2020 reform ajandası, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetinin destek vermesi durumunda kolaylıkla hayata geçirilebilir. Sürecin zor olduğu gerçektir; zira ABD-İran gerginliği yeni gelişmekte olan somut ve ciddi bir sorundur. Ancak tam da bu zor dönemlerde daha fazla demokrasi ve uzlaşı, demokratik ve barışsever devletleri ayakta tutacak ve popülizmin aşırı rüzgârlarına kapılan devletlerden farklı olarak, onları istikrar ve huzura ulaştıracaktır. Türkiye’de hükümetin açılımcı politikalara yönelmemesi halinde ise, yeni kurulan muhalefet partilerinin (Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun kurduğu Gelecek Partisi ve Ali Babacan’ın kurma aşamasında olduğu yeni parti) ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin güçlenmeleri için uygun bir konjonktür ortaya çıkabilir. Bunun sebebi ise, hükümetin dış desteğini geliştirememesi durumunda, küreselleşen dünyada ayakta kalmasının giderek daha zor hale gelecek olmasıdır.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bakınız; https://tr.euronews.com/2020/01/02/canli-libya-tezkeresi-mecliste.
[2] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=4WqHL4588Cg.
[3] Bakınız; https://www.internethaber.com/chp-lideri-kemal-kilicdaroglundan-libya-paylasimi-video-galerisi-2073891.htm.
[4] https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/israil-yunanistan-ve-rum-kesimi-liderleri-eastmed-boru-hatti-projesini-imzaladi-5544988/.
[5] Bakınız; https://www.timeturk.com/eastmed-boru-hatti-projesi-soylemleri-ne-kadar-gercekci-paneli/haber-1329819 ; http://finans.mynet.com/haber/detay/ekonomi/uzmanlar-eastmed-projesinin-hayata-gecirilemeyecegi-gorusunde/373508/.
[6] https://www.ntv.com.tr/dunya/turkiye-karsiti-general-halife-hafter-kimdir,UEDMpWdv6E-KTlTEJ37YSw.
[7] https://www.cnnturk.com/dunya/libyada-wagner-varligi-nasil-ortaya-ciktilar.
[8] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50953331.
[9] https://www.dw.com/tr/sdg-suriyede-i%C5%9Fid-tamamen-yok-edildi/a-48037063.
[10] https://www.birgun.net/haber/isid-lideri-bagdadi-sinirda-olduruldu-274134.
[11] https://www.amerikaninsesi.com/a/isid-bes-yili-geride-birakti-ancak-tehlike-gecti-mi/4979016.html.

Hiç yorum yok: