8 Ocak 2020 Çarşamba

UPA Yazarları ABD-İran Krizini Yorumladı


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarları, İranlı General Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve ABD’nin Irak’taki iki askeri üssünün İran’dan atılan roketlerle vurulmasının ardından doruk noktasına ulaşan ABD-İran İslam Cumhuriyeti krizinin nedenlerini ve olası gelişmeleri okurlarımız için değerlendirdi.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’nin Bağdat Havaalanı’nda öldürülmesi ve sonrasında bu sabaha karşı ABD’nin Irak’taki iki askeri üssüne roketle saldırılar düzenlenmesinin ardından ABD-İran gerginliği doruk noktasına ulaştı. Bu durum, ABD Başkanı Donald Trump’ın 2016 Başkanlık seçimi kampanyasından itibaren tehdit algılamasının odak noktasına Tahran’ı yerleştirdiği düşünülünce, bence sürpriz bir gelişme değil. Nitekim Trump, 2018 yılında tüm uyarı ve karşı yönde telkinlere karşın, İran nükleer anlaşmasından (JCPOA) tek taraflı olarak çekilmiş ve İran’a yönelik ağır ekonomik ambargoları uygulamaya sokmuştu. Ancak General Kasım Süleymani suikastı, hakikaten de sıradan bir terör örgütü liderinin değil de, İran’ın halen resmi görevde olan bir Generalinin hedef alınması açısından uluslararası kamuoyunda oldukça sıra dışı ve beklenmedik bir eylem olarak algılandı. Güçlü ve büyük bir devlet olan ABD, terör örgütlerinin liderleri ve üst düzey mensupları dışındaki resmi görevli siyasi ve askeri yetkililere suikast düzenleme geleneğine sahip değildi ve bu açıdan, bu olay, önemli bir dönüm noktası olabilir.

Krizin neden çıktığına bakacak olursak; ABD Başkanı Donald Trump’ın ve etrafındaki Bakan ve Danışman kadrosunun İran antipatisi, Trump’ın güç gösterisi yapmaktan çekinmeyen ve ABD’nin küresel liderliğini bırakmaya hiç niyeti olmayan savaşçı bir Başkan olması, ABD’nin Irak işgali sonrasında Ortadoğu’da çok güçlü bir aktör ve hatta bir bölgesel güç haline gelen İran’ın birçok Arap devletini (Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen) yönetebilir veya karıştırabilir konuma gelmesinin Sünni/Arap dünyasında yarattığı tepkiler, Trump’ın kendisinden önceki Başkan Barack Obama’nın başarılı bir icraatı olarak dünya genelinde kabul gören İran nükleer anlaşmasını feshetmesi, buna bağlı olarak İran’ın uranyum zenginleştirme programına devam etme kararı alması ve bu durumun İsrail, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri gibi (Katar ve Umman haricinde) önemli Amerikan müttefiklerini rahatsız etmesi en önemli sebepler olarak sıralanabilir. Geçmişte iki ülke arasındaki krizlerin yumuşaması konusunda inisiyatif gösteren Türkiye (Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Brezilya’nın da katkısıyla yapılan anlaşma) ve büyük Avrupa ülkelerinin (Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’nın katkılarıyla P5+1 ve İran arasında yapılan JCPOA) artık konuya kayıtsız kalmaları da bence krizin tırmanmasında etkili oldu. Bir diğer önemli faktör de, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, son yıllarda, Türk akademisyen Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Genel Sekreter olduğu dönemindeki gibi etkin bir uluslararası örgüt olarak işlememesidir. İslam dünyasındaki Sünni-Şii rekabeti ve çatışması, ilginç bir şekilde, İran’ın daha da radikal davranmasına ve bazı Sünni devletlerin de İran’la ABD arasında yaşanabilecek bir savaşa destek vermelerine yol açıyor. Oysa İslam İşbirliği Teşkilatı (eski adıyla İslam Konferansı Örgütü) ABD ve Batı politikalarıyla dengeli bir şekilde yönetilirken, bu gibi krizlerde İran’ın tavrı yumuşatılabiliyor ve İran’ın üzerine haksızca gelinmesi durumunda bu ülke de İslam dünyasınca sahiplenilerek savunuluyordu. Herşeyin üzerine, bir de, ülkesinde medya kuruluşları ve entelektüellerden çok az destek bulabilen Başkan Donald Trump’ın seçim dönemine girmesi, kanımca oldukça olumsuz bir zamanlamaya denk geliyor. Zira Trump, seçim kampanyası halen devam ederken, İran’a taviz veren zayıf bir Başkan görüntüsü çizmek istemeyecektir.

Sonuçta, her ne kadar İran’ın yaptığı misilleme beklenilenden daha hafif olsa da (şu ana kadar saldırılardan kaynaklanan herhangi bir can kaybı açıklanmadı), krizin daha da tırmanması ve ABD-İran Savaşı’nın başlaması artık kesinlikle ciddi bir ihtimal haline geldi. Böyle bir olasılıkta ise, çatışmaların ABD ile İran arasında sınırlı kalmaması ve İsrail ve bazı Körfez ülkelerini de kapsar şekilde bölgesel bir savaşa dönüşmesi kesin gibi gözüküyor.

Bundan sonraki ihtimaller ise şöyle sıralanabilir:
  • ABD’nin bu saldırıya misilleme yapmaması ve/veya bir veya birkaç ülkenin arabuluculuğuyla krizin daha da tırmandırılmaması halinde, Washington ile Tahran arasındaki mevcut gerginlik, şimdi olduğu haliyle vekil gruplar üzerinden sürdürülen düşük yoğunluklu bölgesel mücadele ile Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde devam edebilir (ki bu iyimser senaryodur).
  • ABD’nin bu saldırıya ağır bir karşılık vermesi halinde ise, İran’ın yapacağı olası daha ağır bir misillemenin ardından, iki ülke arasında bir savaş başlaması yüksel ihtimaldir (bu da kötü senaryo). Böyle bir savaşın sonuçları bence bölgedeki tüm ülkeler için ağır olur. Böyle bir gelişme, küresel ekonomiyi de ciddi anlamda etkiler; nitekim İran’ın savaşın başlaması durumunda yapacağı ilk stratejik hamle, Hürmüz Boğazı’nı kapatarak küresel petrol sevkiyatını engellemek olacaktır. Dolayısıyla, askeri çatışmaların yaratacağı kayıp ve zararların dışında, petrol arzı ve fiyatlamasına bağlı olarak bölge ülkelerinin ve birçok diğer ülkenin ekonomisi de savaştan olumsuz etkilenir. Ayrıca savaş halinde, İran kaynaklı olarak Türkiye, Azerbaycan ve Irak gibi komşu ülkelere kitlesel göçlerin yaşanması da gayet olasıdır.
Benim görüşüme göre, şimdilik birinci senaryo gerçekleşse dahi, ABD ile İran’ın sayılı ay içerisinde (ki bu zamanlama tahmini, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun birkaç yıl önce Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmaya dayanmaktadır) İran nükleer programı konusunda anlaşmaya varamamaları halinde, iki ülke arasında tüm bölgeye yayılabilecek bir savaşın başlaması kesinlikle şaşırtıcı bir gelişme olmayacaktır. Bunun temel sebebi ise, Kuzey Kore örneğinden de görülebileceği üzere, nükleer silah kapasitesine ulaşan totaliter bir rejimin artık rejimin devamlılığını (dışarıdan müdahale olmadığı sürece) büyük ölçüde garantilemesidir. Bu durum, tüm siyasi söylemini İran karşıtlığı üzerine inşa eden Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkelerini ve Siyonizm’i resmi düzeyde reddeden ve Şiilik temelli nüfuz politikalarıyla bölgede güç elde eden İran’ın nükleer silah yapmasına sıcak bakmayan İsrail, Türkiye ve Ürdün gibi ülkeleri de rahatsız edeceği için, İran nükleer anlaşmasının yenilenmesi veya eski anlaşmanın tekrar yürürlüğe sokulması bence en acil meseledir. Uluslararası kamuoyuna ve İsrail’e daha fazla güven telkin edecek böyle bir anlaşmanın yapılması halinde, ABD de İran’a yönelik tüm ambargoları kaldırmalı ve rejimin nefes almasına izin vermelidir. Burada özellikle İran rejiminin sağduyulu davranması şarttır; çünkü ABD halkı böyle bir savaştan neredeyse hiç etkilenmeyecekken, İran halkı savaş çıkması halinde çok zor durumlara düşecektir.

Türkiye ise, kuşkusuz, bu krizi yatıştırmak için söylemsel ve eylemsel çaba içerisine girmeli; ancak Doğu Akdeniz'deki gelişmeler, Suriye'den kaynaklanan tehditler, Libya tezkeresi ve ekonomik zorluklar da düşünüldüğünde, mümkün olduğunca risk almamaya özen göstermelidir. ABD'nin aşırı bir eylem içerisine girmesini önlemek için Avrupalı müttefiklerle yapılabilecek bir İran Zirvesi ve İran'a Komşu Ülkeler Toplantısı gibi girişimler, Ankara'nın barışçıl politikasının somut dayanakları/eylemleri olabilir. Ancak Amerikan savaş makinasının çarkları eğer gerçekten dönmeye başladıysa, bence en makul yapılması gereken, zorlu gelişmelere karşı ulusal çıkarlar doğrultusunda çeşitli önlemler almaktır. Bu da, savaş durumunda İran'dan kaynaklanabilecek olası bir göç akınına karşı İran sınırına takviyeler ve Türkiye'deki Amerikan üslerinin hedef alınması riskine karşı da hava savunma konseptinin gözden geçirilmesi (ki böyle bir durumda Amerikan üslerini Rus yapımı S-400'ler koruyabilir!) olmalıdır.


Doç. Dr. Hakan Mehmet KİRİŞ: Amerika Birleşik Devletleri, İran, Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinin dahil olduğu çok bilinmeyenli bir denklemin tam ortasındayız. Her geçen gün bu denklemin bileşenlerini yeniden değerleyen ve kartları yeniden karan pek çok gelişme oluyor. Mevcut koşullarda, bu denklemin çözülebilir olduğunu iddia etmek oldukça zor. Hatta mevcut sorunların çözülmesi yerine, karşılıklı tırmandırmalarla gerginliklerin sürdürüldüğüne, dolayısıyla Ortadoğu’daki istikrarsızlığın devam edeceğine dair güçlü göstergeler varlığını koruyor. Son günlerde yaşanan ABD ve İran arasındaki çekişme ve çatışmanın, iki ülkenin birbiriyle topyekun savaşına, hatta bir Üçüncü Dünya Savaşı'na dönüşmesi tehlikesine bu aktörlerin aslında isteksiz olduklarını yakında görebiliriz. Diğer bir deyişle, tırman(dırıl)mış olan krizin bir süre sonra kendi normaline dönmesi beklenebilir. Ancak bu soğumanın Ortadoğu’nun istikrarsız görünümünün giderilmesine herhangi bir katkı sağlayacağını ummak şimdilik bir hayli zor görünüyor.


Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU: İran ile ABD arasındaki kriz genellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve özellikle Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen özelindeki vekâlet savaşları üzerinden okunmaktadır. Bu husus, pek tabii ki, görünüm itibarıyla doğrudur. Fakat kanımca, son dönemde ABD tarafından İran’ın üzerine bu denli gidiliyor olmasının temel nedeni, Tahran’ın Ortadoğu’da ABD, İsrail ve yine başta Suudi Arabistan olmak üzere ABD’nin Ortadoğu’daki müttefiklerinin etkinliğini azaltmaya yönelik eylemleri ya da İran’ın oluşturmayı planladığı ifade edilen “Şii Hilali”ni engellemek değildir.

İran’ın üzerine bu denli gidiliyor olmasının esas nedeni, bu ülkenin “çok kutupluluk” odaklı bir sistemsel görünüm arzulayan Rusya, Çin ve hatta Hindistan ile son dönemde kurduğu yakınlık ve hatta bu yakınlığın ikili ilişkiler düzeyinden sıyrılıp proje tabanlı bir işbirliğine dönüşüyor olmasıdır. İran, sahip olduğu petrol ve doğalgaz rezervleri ile hem Çin, hem de Hindistan’ın artan enerji ihtiyacına cevap verebilecek bir ülkedir. Ayrıca coğrafi konumu da Hürmüz Boğazı-Umman Denizi bağlantısı üzerinde oturduğu için, dünyanın enerji merkezi olarak görülen Basra-Hürmüz çıkışlı enerji rotasını da kontrol edebilecek bir pozisyonda yer almaktadır. Hiç kuşkusuz, çok kutuplu bir uluslararası sistem talebinin kırılma noktalarından biri Ortadoğu ve özelde de Basra-Hürmüz bağlantısını etkileyebilmek ya da kontrol edebilmektir. Bu bağlamda, Çin ile Hindistan’ın proje tabanlı hamleler ile bölgeye yaklaştığını, Rusya’nın da ya bu hamleler içerisinde yer alarak, ya da İran ile ikili ilişkilerini müttefiklik seviyesinde tutarak ve Suriye’ye de yerleşerek bölgede nüfuzunu arttırdığını görüyoruz.

Nitekim "Tek Kuşak, Tek Yol" adı verilen ve “karşılıklı bağımlılık” odaklı bir yapılanma olarak gösterilmeye çalışılsa da esasen Çin’e “bağımlılık” yaratmayı hedefleyen Yeni İpek Yolu projesinin en önemli durak noktalarından biri de İran’dır. Zira Pekin, inşa etmekte olduğu Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) ile ABD’nin kendisine yönelik olarak Malakka Boğazı çevresinde bulunan müttefikleri üzerinden yarattığı “enerji” odaklı tehdidi ya da çevreleme girişimini önemli oranda aşmaktadır. Bu koridorun çıkış noktası olan Pakistan’a bağlı Belucistan Eyaleti’ndeki Gwadar Limanı tam olarak Umman Denizi ve Hürmüz’e açılmaktadır. Çin, bu koridor aracılığıyla İran’a ulaşmak ve bu ülkeden enerji almanın yanı sıra, Tahran ile yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler de kurmak istemekte ve hatta İran’ın, ABD ve müttefikleri eliyle içerisine sürüklendiği yalnızlığı da aşmasını sağlamaya çalışmaktadır. Yani, Çin ile İran arasındaki temas alanı ileride artacaktır ve bu süreçte İran’ın enerji projeleri ve hatta ekonomik gelişim için ihtiyaç duyduğu Çin sermayesi de daha güvenli bir biçimde Tahran’a ulaşabilecektir.

Çin’in rakibi Hindistan ise, ABD ile Çin’e karşı birlikte hareket ediyor olmasına karşın, “çok kutupluluk” talebi noktasında Pekin ile birleşmekte ve BRICS üyeliğinin de gösterdiği üzere Batı hegemonyasına karşı durmaktadır. Bu bakımdan, özellikle Narendra Modi döneminde inşa edilen Hindistan-ABD işbirliğinin geçici, pragmatik ve Çin odaklı olduğu ifade edilebilir. Hindistan, Güney Asya’da içerisine sürüklendiği bölgesel yalnızlığı aşabilmek, coğrafi engelleri ortadan kaldırarak Ortadoğu, Avrasya ve hatta Doğu Avrupa’ya açılabilmek ve ekonomik etkinliğini bu bölgelere yayabilmek için Rusya ve İran ile birlikte Kuzey-Güney Koridoru (NSTC) adı verilen bir inisiyatif başlatmıştır. Bu inisiyatif ekseninde, özellikle İran ve hatta Rusya ile Azerbaycan’ın enerji kaynaklarından da yararlanmayı hedefleyen Yeni Delhi’nin, adı geçen projeyi hayata geçirebilmek adına yanına çekmesi gereken en önemli aktör İran’dır. Nitekim Mumbai’den gelerek İran’da son dönemde ciddi Hint yatırımları almış olan Çabahar Limanı’na ulaşacak olan Hindistan ticaret gemileri ve tankerleri, bu limanı merkez olarak kullanarak ve buraya bağlanacak kara ve demiryolu ağları üzerinden kuzeye ve hatta kuzeydoğuya ulaşabilecek ve Azerbaycan-Rusya-Kazakistan ya da İran-Afganistan-Orta Asya rotası üzerinden Avrasya’ya kapsayıcı bir bağlamda entegre olabilecektir. Şüphesiz, bu hamle, İran ve Rusya ile derin bir işbirliği gerektirdiği ve bölge ülkelerini de ABD ya da Batı dışı bir projeye eklemlediği için Washington tarafından arzulanmamaktadır. Rusya ise, hem "Kuşak ve Yol", hem de Kuzey-Güney Koridoru içerisinde İran gibi terminal ülkelerden biri olacağı için, bu inisiyatiflerde yer almaktadır.

İşte bu gerçeklik, ABD’yi İran’a yönelik gerginliği tırmandırıcı, cezalandırıcı hamleler yapmaya itmektedir. Ayrıca, bu hamleler özelinde Rusya, Çin ve Hindistan’a da mesaj verilmekte ve bölge ülkelerinin de yaşanan gelişmelerden ibret alarak bahsedilen aktörlerle ve bahsedilen projeler içerisinde yer alma seçeneğini yeniden değerlendirmesini sağlamak da bir diğer hedef olarak görülmektedir. Kasım Süleymani’nin öldürülmesi “sembolik” bir hamledir. Esas mesele, ABD’ye “düşman”, ya da ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket eden aktörlerin/ülkelerin gerektiği anda ve gerektiği şekilde ortadan kaldırılabileceğini göstermektir.


Dr. Furkan KAYA: ABD, İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren kurumsallaştırmaya başladığı “Yeni Dünya Düzeni” politikasının en kritik aşamasına geldi. Washington, Arap Baharı'nın ardından, Ortadoğu coğrafyasının atomize etme sürecinin başarıya ulaşabilmesi için, bölgenin iki kadim medeniyeti olan Türkiye ve İran’ı önce kaos bataklığına çekmek, daha sonra da bu ülkeleri siyasi, etnik ve mezhep temelinde bölmeyi amaçlamaktadır. Washington’ın nihai amacı, ülke sınırlarının sadece harita üzerinde geçerli olduğu bir düzendir. Bu bağlamda, Türkiye ve İran’ın güvenlikleri büyük önem arz ediyor.

İran’ın en önemli isimlerinden General Kasım Süleymani’nin öldürülmesine karşılık olarak İran'ın tepkisini misliyle vereceğini vurgulamasıyla, ABD, yeni bir askeri müdahaleye meşru zemin arayacaktır. Fakat bunun, Afganistan ve Irak savaşlarından daha kanlı, daha yıkıcı ve neticelerinin de daha öngörülemez olacağı unutulmamalıdır. ABD’nin İmparatorluk anlayışı, “Ya bizim yönetimimiz, ya herkesin yıkımı!” şeklindedir. İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren uygulamaya başladığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 2011 Arap Baharı ile artık son halini alırken, Sevr Antlaşması'nın 100. yılı olan 2020 yılında projenin İran ve Türkiye safhasına geçildiği söylenebilir.

Washington’daki İmparatorluk kurucuları, operasyonlarına, artık büyük kara birlikleri yerine, suikastlar, sabotajlar ve istikrarsızlaştırma politikalarıyla yollarına  devam ediyorlar. Amerikalılar, geçmişten bugüne kadar Özel Kuvvetler'e büyük yatırımlar yapmışlardır. Obama döneminde Özel Harekat Komutanlığı Güçleri % 123’lük bir büyümeyle dünyada 134 farklı ülkede konuşlanmıştır. Şimdi ise, “hayalet vekalet güçleri” devreye girecektir. Artık ABD’nin bahçesine ne düşerse düşsün, bunun suçlusu sorgusuz İran olacak. Zaten ABD’ye çalışan hayalet örgütlerinin de istediği zeminin bu olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu, demek oluyor ki, ABD’nin hayaletleri yine ABD’ye saldıracak, ama bunun bedelini İran ödeyecek.

Peki sonra ne olacak? Eğer bu ateşin İran'ı da içine alması durumunda, Türkiye Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) tam ortasında kalacak ve sonrasında senaryolar Türkiye üzerinde yoğunlaşacaktır diyebiliriz. Çünkü hep söylediğimiz gibi, Türkiye ve İran iki kadim medeniyettir. Kökenleri Türk tarihidir; birbirlerinin güvenlik garantileridir ve herhangi birinin düşmesi durumunda kadim coğrafyamızın felaketi başlayacaktır.

ABD ile İran şimdi doğrudan karşı karşıya gelmişlerdir. Fakat Irak ve Afganistan savaşları ve Suriye meselesiyle iyice yorgun düşen ABD, artık konvansiyonel bir savaşı tercih edecek durumda değil. ABD için en makul seçenek, İran’ın nükleer tesislerinin havadan vurulması olabilir. Elbette bunun sonucunda ortaya çıkacak kayıplar İran’daki milliyetçiliği daha da körükleyecek ve Ortadoğu daha radikal bir hal alacak. Rusya da ABD üzerinde yoğunlaşan bu düşmanlıktan elbette faydalanacaktır.

ABD kendince meşru müdahaleye zemin hazırlamak adına İran’ı daha fazla tahrik etmeye devam edecektir. Öyleyse, bölgenin yeni bir ateş alanına dönmemesi için ne yapılmalıdır?  ABD Başkanlık seçimlerinde bir seneden az kaldığı göz önünde bulundurulursa, Trump’ın savaş seçeneğini seçim malzemesi için kullandığı çok açık. Fakat esas mesele, bence, BOP bağlamında son hamle olarak İran’dan sonra Hazar havzası ve Kafkaslara yönelerek Türkiye’yi de ateş çemberi içine almasıdır. Zaten ABD, Karadeniz’de kalıcı olabilmek için Montrö Anlaşması'nı bertaraf etmenin yollarını da arıyor. İşte bu nedenle, 1920’de yürürlüğe konulmak istenen Sevr Anlaşması maddeleri, 2020 yılında fiilen ve sonra da hukuken kabul ettirilmek istenecek. Çünkü Sevr Anlaşması BOP’tur, BOP Sevr Anlaşması'dır...


Dr. Eren Alper YILMAZ: ABD Başkanı Donald Trump’ın, 2019 Nisan’ında İran Devrim Muhafızları Ordusu’nu “yabancı terör örgütü” olarak nitelendirmesi üzerine, İran da ABD’nin Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) ve ona bağlı birliklerini “terörist” olarak gördüğünü ilan etmiştir. Bu restleşmenin ardından, İran Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ABD güçleri tarafından, potansiyel bir saldırı bekledikleri gerekçesi öne sürülerek Bağdat Havaalanı’nda hedef alınarak öldürülmüştür. Bunun üzerine, İran rejimi, Ayetullah Hamaney’den sonra İran’ın en önemli lideri olarak görülen ve “Yaşayan Şehit” unvanını alan Süleymani’nin intikamının alınacağını tüm dünya kamuoyuna duyurarak, misilleme yapacağının sinyallerini vermiştir. Bu süreçten sonra, bana göre, İran’ın izleyeceği politika rijit bir şekilde seyredebilir.

Öncelikle bugüne kadar Ortadoğu’da geniş bir alana nüfuz eden ve silahlı terör örgütlerini destekleyen İran; Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas, Irak’ta Haşdi Şabi gibi örgütleri tetikleyerek, İsrail ve ABD’ye karşı ayaklanmalar çıkarıp, gerek İsrail ve ABD’li vatandaşların toplu olarak yaşadıkları bölgelere, gerekse de Amerikalı ve İsrailli üst düzey yetkililere karşı ciddi saldırılar/suikastlar gerçekleştirebilir. Süleymani’nin Şii tabanı üzerindeki etkisini göz önüne alırsak, Ortadoğu genelinde büyük bir direniş hareketi organize edilebilir. 2003 yılında Irak’ın işgalinden sonra ülkede askeri ve siyasi egemenlik inşa eden ABD; Musul, Kerkük ve Erbil gibi şehirlerde de askeri üsler bulundurmaktadır. Bu üslere karşı, İran veya Irak’taki Şii kökenli milis grupların ortak olarak bir saldırıda bulunması kuvvetle muhtemeldir. Keza bugün Irak’taki Erbil ve Anbar şehirlerinde Amerikan üslerine balistik füzeler atılması ve İran kaynaklarına göre 80 Amerikan askerinin öldürülüp, Amerikan Ordusu'na ait ekipmanlara zarar verilmesi, İran’ın nükleer kapasitesini de devreye soktuğunu göstermektedir.

Tahran adına bir başka potansiyel tepki ise, Ortadoğu’daki petrol akışının her gün üçte birini (19 milyon varil) sağlayan ve  Ortadoğu’daki petrol üreticilerini, Pasifik, Asya, Avrupa, Kuzey Amerika pazarlarına bağlayan stratejik bir köprü vazifesi gören Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıdır. Yeni bir OPEC petrol krizini gündeme getirebilecek bu durum, ham petrol fiyatlarını etkileyerek, enerji maliyetlerinde önemli artışlara sebep olacaktır. Böylelikle, Türkiye de içinde olmak üzere, hem Amerika, hem de Asya ve Avrupa pazarlarında petrolün varil fiyatı yükseleceği için küresel enerji piyasalarında ciddi krizler ortaya çıkacaktır. Petrol hamlesi ile paralel olarak, İran, uzun yıllardır devam ettirdiği uranyum zenginleştirme faaliyetlerine hız kazandırarak, stokladığı nükleer silahları deposundan çıkaracak ve bunları İsrail ve ABD üslerine karşı sert bir şekilde tehdit unsuru olarak kullanabilecektir. Böylelikle, İran, yıllardır BM denetiminden sakladığı nükleer tesislerini tüm dünya kamuoyuna ilan etmiş olacaktır.

İran’ın misillemeleri üzerine her ne kadar ABD üst düzey yetkilileri tarafından savaş istenilmediği vurgulansa da, ABD’nin de İran’a ve farklı coğrafyalarda İran tarafından desteklenen gruplara karşılık verme olasılığı yüksektir. Sonuç olarak, Ortadoğu’yu zor günler beklemektedir ve silahların konuşacağı bir döneme girilmesi kuvvetle muhtemeldir.


Serdar ÇUKUR: 1979’da ABD ile İran arasında başlayan gerginliğin Ortadoğu özelinde Suriye, Yemen ve Irak üzerinde yürütülen vekalet savaşların olduğu dile getirilmektedir. İki ülke arasındaki gerginliğin altında yatan neden ise, ABD’nin Orta Doğu’da İsrail ve Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinin İran tarafından tehdit edilmesi gösterilmektedir. Bu gibi nedenler doğru olabileceği gibi, bir anlamda da eksiktir. Çünkü son dönemlerde ABD ile İran arasındaki gerginliğin bu kadar tırmanmasını temelinde ABD’nin dünyada yaratmış olduğu “Tek kutuplu” hakimiyet algısını “Çok Kutuplu” bir dünya düzeni isteyen Rusya ve Çin gibi devletlerin meydan okuması şeklinde okumamız daha doğru olacaktır.

İran’ın jeopolitik konumu göz önüne alındığında, dünya enerji merkezi olarak kabul gören Hürmüz-Umman bağlantısını kontrol etmesi noktasında önemli bir ülkedir. Bunun yanında, İran’ın sahip olduğu jeopolitik önemin yanında petrol ve doğalgaz noktasında elinde bulundurduğu kaynaklar enerjiye ihtiyaç duyan Çin gibi ülkelerin ihtiyaçlarına cevap vermesi noktasında önem arz etmektedir. Öyle ki, bu devletlerin ABD ile yaşamış olduğu sorunlar ikili ilişkilerini geliştirmesinde neden olmaktadır. Ayrıca, Rusya ile İran’ın Orta Doğu bölgesinde kurmuş oldukları yakın ikili ilişkileri de unutmamak gerekmektedir.

Ortadoğu özelinde, ABD’nin 1950’de beri uygulamakta olduğu; petrolün uluslararası pazara sorunsuz ulaştırılması, İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve başta petrol üreticisi ülkeler olmak üzere bölgedeki dost ve müttefik rejimlerin korunması politikalarının bu gelişmelerden olumsuz etkileneceği görüşü de ABD'yi İran'a karşı sertliğe itmektedir. Örneğin, son döneme Rusya’nın Suriye’ye yerleşmesi bu endişelere güzel bir örnektir.

ABD’de Ortadoğu bölgesindeki varlığını tehdit eden devlet ise Çin’dir. Öyle ki, Çin’in “Tek Kuşak, Tek Yol” adını vermiş olduğu projenin en önemli geçiş noktalarından bir tanesi İran'dır. Keza, iki devletin ABD ile olan ilişkilerin gergin bir şekilde devam etmesi, İran ile Çin arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkileri ilerleyen aylarda daha da sıkılaştıracak gibi görünmektedir. Bu yakın ilişkiler, hem İran’ın bölgedeki yalnızlığını bir nebze olsun hafifletecek, hem Çin’in enerji ihtiyacını karşılayacak, hem de ABD’nin dünya genelinde sahip olduğu süpergüç pozisyonuna darbe vurmuş olacaktır.

Peki, ABD, Ortadoğu'da Rus ve Çin etkisini kırmak adına nasıl bir yol izleyecek? He ne kadar Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinden sonra İran tarafından şiddet ile karşılık vereceği söylenilmesine rağmen, bu durumun İran ile ABD arasında yaşanacak olan bir savaşa dönüşeceğine pek ihtimal vermemekteyim. Çünkü olası savaşın maliyeti düşünüldüğü vakit, bu durumun iki ülke ekonomisi için de zorluk yaratacağı aşikârdır. Bunun yerine, ABD, zaten zorluklar içerisinde olan İran üzerindeki baskısını biraz daha arttırıp, bence İran halkının yönetimi değiştirmesini bekleyecektir.


Dr. Segâh TEKİN: ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani ve beraberindekilere yönelik saldırısının ardından İran’ın misilleme olarak ABD’nin Irak’ta bulunan iki askeri üssünü bombalaması, gözleri ABD-İran geriliminde atılacak adımlara çevirdi. Gerilimin ne düzeyde seyredeceği, bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği, tarafların geri adım atıp atmayacakları ve Irak’ın nasıl bir yol izleyebileceği halihazırda tartışılan konular arasında. İran’ın 2015 anlaşması ile sınırlamak üzere çeşitli taahhütlerde bulunduğu nükleer programını artık hiçbir anlaşmaya bağlı kalmadan uygulayacağını ilan etmesi ise anlaşmaya dahil olan ABD dışındaki BMGK üyelerini ve Almanya’yı doğrudan sürecin içine çekerek konuyu farklı bir boyuta taşıdı. Diğer yandan, Tahran yönetimi, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) ile çalışmaya devam edeceğini, ülkeye yaptırımların kalkması halinde de anlaşma masasına yeniden oturabileceğini ilan etti.

Tahran yönetimi, benzer bir yaklaşımı ABD üslerine saldırısı sonrasında da sergiledi ve bu sefer BM’yi sürece dahil etmeye ve uluslararası hukuku dikkate almaya yönelik bir çağrıyla kendine yönelik saldırıyı bertaraf etmek için güç kullandığını duyurdu. Süleymani suikastı sonrasında İran’ın misilleme yapma ihtimaline karşılık ABD Başkanı Trump’ın öncelikli açıklaması ise, İran’ın kültürel mirasını bombalama tehdidi oldu. Halbuki Taliban mensuplarının 2000’lerin başlarında Afganistan’daki Buda heykellerini yıkmaları ve DEAŞ’ın Suriye’nin kültürel mirasına verdiği hasarlar bu örgütlere karşı önemli bir uluslararası propaganda aracı olarak kullanılmıştı. Böylelikle, İran, BM ve IAEA’yı konuya dahil ederken   Trump’ın henüz İran üsleri vurmadan birkaç kez tekrarladığı kültürel mirası vurma tehdidine UNESCO’dan tepki gelmesiyle beklenmedik biçimde bu kurum da tartışmalara dahil oldu.

Olayların seyrini zaman gösterecek olsa da, iki ülke arasındaki gerilimin uzun süreceği aşikâr. Yalnızca İran’ın komşuları değil, dünyanın uzak köşeleri dahil pek çok ülke, gelişmeleri ilk andan beri dikkatle takip ediyorlar. Bu dikkatin sebebi, bir dünya savaşı çıkması öngörülerinden ziyade, geçmişte örnekleri görüldüğü üzere gerilimin kendi toprakları üzerindeki olası dini, diplomatik ve kültürel hedeflere yönelik saldırılara dönüşmesi. Böylesi bir durumda ABD’yi simgeleyen hedefler kadar İsrail’i ve ABD’nin diğer müttefiklerini simgeleyen sivil hedefler de saldırılara maruz kalabiliyorlar. İran ise, sonuçta ilk saldırıyı gerçekleştirmiş olan ABD’yi suçlarken, BM’yi ve diğer uluslararası kurumları yanına almak isteyen hatta hasbelkader UNESCO’yu şimdiden yanına alan bir tutum sergiledi. Bu gelişmeler, ABD’nin İran ile süreceği açık olan güç mücadelesini Taliban veya DEAŞ ile mücadelesiyle aynı eksene oturtamayacağını gösteriyor. İran’ın küresel bir tehdit söylemi oluşturmak yerine ABD’yi odak alan tavrı ise, sürdürülebilirliği dahilinde uluslararası toplumun İran’a bakışını etkileyecektir.

Hiç yorum yok: