Dr. Michael Wuthrich, Amerikalı bir
Karşılaştırmalı Politika uzmanı olup, Kansas Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde ders vermektedir. Wuthrich, ayrıca, Kansas
Üniversitesi’ne bağlı Küresel ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde Müdür Yardımcısıdır. Doktora derecesini 2011 yılında Bilkent
Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden alan Wuthrich’in makaleleri Journal of Democracy, Political Research
Quarterly, International Journal of Middle East Studies, the Middle East
Journal ve Turkish Studies gibi önemli
akademik dergilerde yayınlanmıştır. Ayrıca, Wuthrich’in National Elections in Turkey: People, Politics, and the Party System
adlı kitabı, 2015 yılı Temmuz ayında Syracuse Üniversitesi
Yayınları tarafından basılmıştır. Wuthrich’in uzmanlık alanları ise;
Karşılaştırmalı Politika, Ortadoğu Politikası, Siyasi Partiler ve Parti
Sistemleri, Seçmen Davranışı, Din ve Siyaset ve Milliyetçilik ve Siyaset gibi konulardır.
Michael Wuthrich’in yazarı olduğu National
Elections in Turkey: People, Politics, and the Party System adlı eser
Ozan Örmeci: Dr. Wuthrich, bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.
ABD Başkanlık seçimleriyle başlamak istiyorum. ABD eski Başkan Yardımcısı ve
Demokrat Parti Başkan adayı Joe Biden, seçim sonucunda 46. ABD Başkanı seçildi.
Biden, 81 milyonun üzerinde oyla, tarihte en fazla oyla seçilen ABD Başkanı
oldu. Buna karşın, rakibi olan 45. ABD Başkanı ve Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı
Donald Trump da 75 milyona yakın oy alarak, bugüne kadar en fazla oy toplamayı
başaran Cumhuriyetçi aday oldu. Trump, seçimi kaybetmesine karşın, seçim
öncesindeki anket ve analizlerden daha iyi bir performans gösterdi. Başkanlık
seçimi ve ABD Kongresi’ndeki duruma bakınca, sizce bu seçimi nasıl
yorumlayabiliriz?
Michael Wuthrich: Beni bu röportaj için davet ettiğin için
teşekkürler Ozan hoca. Ayrıca bana Michael diye hitap edebilirsin. Soruna
gelince, bu, ikinci defa seçim öncesindeki anketlerin kamuoyunu yanlış
yönlendirdiği bir seçim oldu. Her iki seferde de (ki ilki 2016 ABD Başkanlık
seçimleridir), Demokrat Parti adayının mevcut neticeden çok daha fazla oy
alması ve seçimi rahat kazanması bekleniyordu. Bu seçimde, Demokrat adayın
kazanacağı öngörüsü doğrulandı; ancak bu, beklendiği ölçüde rahat olmadı.
Ayrıca ABD Kongresi için yapılan öngörülere bakınca, Cumhuriyetçilerin
beklenenden çok daha başarılı oldukları görülüyor. Hatta Cumhuriyetçi adayların
Trump’a kıyasla daha başarılı oldukları bile söylenebilir.
Peki bu sonuçlar bize ne anlatıyor?
Dürüst olmak gerekirse, emin değilim. Aslında muhtemelen bize birçok şeyi aynı
anda anlatıyor; ancak değişik konteks ve bireylerde, bu sebep-sonuç
ilişkilerinin daha farklı olması beklenebilir. Trump döneminde başlamayan ama
bu dönemde derinleşen siyasal kutuplaşma, seçim öncesi anket ve tahminleri daha
da zor hale getirdi. Öyle ki, siyasal kutuplaşmanın yarattığı derin yarık
nedeniyle, kötü performans gösteren adayların bile kötü sonuçlar elde edememesi
mümkün olabiliyor.
Bildiğiniz üzere, ABD’deki seçimlere
katılım oranı çeşitli sebeplerle daima düşük düzeyde oluyor. Bu sebeplerden
birisi de “Electoral College” denilen
“Seçmen Heyeti” veya "Seçiciler Kurulu" sistemi. Bu sistemde, birkaç eyaletin
seçim sonucunu belirleyebilmesi gibi bir durum oluşabiliyor. Bir partinin hakim
(dominant) olduğu eyaletlerde “kazanan
herşeyi alır” prensibi uygulandığında, gelecek Başkan’ı seçmek sembolik bir iş
haline bile gelebiliyor. Mancur Olson’ın The
Logic of Collective Action (1965) adlı klasik eserinde öngördüğü üzere, eğer bulundukları eyelet özelinde bireylerin oyları sonucu
belirleme noktasında gerekli oydan çok daha fazla ya da çok daha az kalıyorsa, kişinin
oy verme konusunda harekete geçmesi daha zor oluyor. ABD’de seçim
gününde oy veren kayıtlı seçmen sayısı yüksek olmasına karşın, kayıtlı seçmen
sayısının erişilebilir seçmen sayısına göre daha az düzeyde kalması, demokratik
bir rejim için ideal bir durum kabul edilmeyecek olan düşük seçime katılım
oranlarının oluşmasına neden oluyor. Birçok eyalette özellikle alt sınıfların
ve etnik azınlıkların seçmen kaydının yapılmasının zor olması da bunda bir
etken. Bu nedenle, ABD’de, anketlerin oy vermesi muhtemel kişilere dayalı
olarak yapılması gerekiyor. Bu yaklaşımda, Demokratların Cumhuriyetçilere göre
daha yoğun olarak oy vermeleri bekleniyor ve genelde de bu doğrulanıyor. Bu seçimde, anketçiler, yüksek oy verme
oranına ulaşılması durumunda bunun Demokrat adayları daha şanslı hale
getireceğini öngörüyorlardı. Cumhuriyetçiler de buna inanmış olmalılar ki,
birçok eyalette oy verme tercihlerini sınırlı hale getirerek, seçime katılım
oranını düşük tutacak bazı düzenlemeler yaptılar.
Peki, buna rağmen neden Cumhuriyetçi
Parti seçim sonucunda beklenenden daha güçlü gözüktü? Kısmen, girişte
belirttiğiniz gibi, ABD’de seçime katılımın Cumhuriyetçiler için de yeni bir
zirveye ulaşması bunda etkili oldu. Amerika’daki siyasi kutuplaşma, toplumdaki
farklı grupların birbirlerine olan güvenlerinin azalmasına ve bu nedenle kendi
tabanlarını harekete geçirme ve mobilize etme çabalarını yoğunlaştırmalarına
neden oldu. Sistemdeki iki parti arasında kültürel olarak geniş bir bariyer
oluşurken, birçok seçmen, “benim partimin adayı bile bu kadar kötü bir kişi
ise, diğer partinin adayı kim bilir nasıl berbat bir kişidir” güdüsüyle hareket
etti. Trump’ın ahlaksızlığı ve ülkenin demokratik normları ve demokratik dokusunda
boşluklar oluşturan hareketleri, onun seçmenlerinin, muhalefetin Trump’tan da
kötüsünü yapacağını ve demokrasiye daha büyük zarar vereceğini düşünmelerine
neden oldu. Bu şekilde daha fazla Cumhuriyetçi seçmenin seçime katılması
sayesinde, ki bunların bir bölümü Trump’a, daha geniş bir bölümü de genel
olarak Cumhuriyetçilere oy verdiler, partinin Kongre seçimlerindeki
performansında olumlu bir yansıma oldu.
Trump Başkan olarak ofisi terk etsin
veya etmesin (ki terk edecek gibi gözüküyor), Trump’ı 4 yıl önce Başkanlığa
taşıyan sağ-sol arasındaki kültürel kutuplaşma, Trump sonrasında da devam
edecektir. Bu, yeni yönetimin de uğraşması gereken bir mesele olacaktır. Joe
Biden-Kamala Harris ikilisinin toplumsal çekişmelere son vermelerini beklemek
ise gerçekçi değildir; yine de, bekleyip
görmek gerekir. Bir popülist olarak, Trump, kendilerinin dinlenmediğini ve tercihlerinin
yerine getirilmediğini düşünen birçok kişi ile bağ kurmayı başarmıştı. O, basit
ve çarpıcı çözümlere yönelik umudu ve beyaz veya siyahi olarak karar verme
ihtiyacını temsil ediyordu. Trump döneminde terörizm ve güvenlik, göç özellikle
de kayıtdışı göç düzeyi ve değişen ekonomik gerçeklikler konusunda endişeler
yaratıldı.
Milliyetçi gruplardan aldığı destek
ve söylemlerine karşın, Trump’ın siyahi erkekler ve Latinolar (Hispanikler) nezdinde
onceki seçime göre kazanımlar yapmayı başardığını ve bunun büyük ölçüde
-pandemi etkili olana kadar- kişilerin ekonomik refah seviyesindeki artışla
ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, bu kafa karıştırıcı seçim
sonuçlarında, toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan çağraşık etkiler
rol oynamıştır. Bu bağlamda, seçim öncesindeki anketlerde, kültürel kimliklere
dayalı gruplarda Timur Kuran’ın geliştirdiği “tercih tahrifatı” (preference falsification) kavramına
benzer yanlış öncelik sıralamasının da etkili olduğunu düşünüyorum.
Anketçilerin Trump’ın azınlıklar arasındaki oy oranındaki artışını
anlayamamalarının nedeni, bence bu kişilerin ait oldukları kültürel gruplar
karşısında kendi öncelikli bireysel tercihlerini açıklamakta yaşadıkları
çekincelerdir. Herşeye rağmen, anketlerin öngördüğü şekilde ezici bir üstünlük
sağlamasa da, Joe Biden, hem genel oy, hem de Seçmen Heyeti sisteminde açık bir
zafer kazanmayı başarmıştır.
Ozan Örmeci: Joe Biden-Kamala Harris döneminden önümüzdeki 4 yılda
neler bekleyebiliriz? Sizce yeni dönemdeki en önemli konu ve temalar neler
olacaktır?
Michael Wuthrich: İç politikada nasıl hareket edeceklerini tahmin
etmek zor; ancak dış politikada geleneksel Amerikan dış politikasına dönüş
yaşanacağını düşünüyorum. Şurası açık ki, ilk amaçlarından birisi, Batı
ittifakı ile, özellikle de Batı Avrupa ülkeleri ile ilişkileri düzeltmek
olacaktır. Geçtiğimiz 4 yılda bu konuda bir yabancılaşma yaşanmıştı. Trump
yönetimi Rusya’ya karşı merak uyandırıcı düzeyde yumuşak, Çin’e karşı bir o
kadar tutarsızca sert ve Kuzey Kore konusunda ABD’ye fazla bir fayda sağlamayan
şekilde yeni bir yol tutturmuştu. Biden-Harris yönetimi ise, sıklıkla
uluslararası anlaşmalara, özellikle de Kyoto Protokolü (hatta şimdi Paris İklim
Sözleşmesi) ve İran nükleer anlaşmasına (JCPOA) dönüş sözü verdiler. ABD’nin
iklim değişikliği konusundaki uluslararası anlaşmalara dönüşü nispeten kolay
olacaktır; ancak İran İslam Cumhuriyeti ile nükleer programı konusunda
anlaşmaya varmak daha zorlu bir süreç olacaktır. Zira İran yönetimi, ABD’nin
güvenilmez ve ahlaksız olduğunu belirten bir söylem kullanmıştır. Bu bağlamda,
Trump yönetiminin tavrı, İran’daki şahinleri (muhafazakârları) güçlendirmiştir.
Hatta bu nedenle, Rusya ile birlikte İran’daki rejim unsurlarının Donald Trump
lehine ABD seçimlerine müdahil olmaya çalışmalarına da şaşırmamak gerekir. Zira
Trump, söylediğim gibi, İran iç politikasında radikal kanadı güçlendiriyordu.
Yeni dönemde, Biden-Harris
yönetiminin geçtiğimiz 4 yılda gerilen ilişkileri düzeltip düzeltemeyecekleri
veya bunu nasıl yapacaklarını gözlemlemek gerekecektir. Demokrat ve
Cumhuriyetçi Başkanlar arasında yaşanan önceki geçiş süreçlerinde Amerikan dış
politikasında uluslararası anlaşmalara yaklaşım ve katılım konusunda çarpıcı
değişimler meydana gelmemişti. Önceki normlara dayalı olarak, birçok Amerikalı
analist, ABD’nin Barack Obama yönetimi sonrasında İran nükleer anlaşmasından
ayrılmasını beklememişti. Şimdi Trump yönetimi sayesinde, bu konuda bir teamül
oluştu; bu nedenle, yeni ABD yönetimi önceki yönetimden farklı uluslararası
anlaşmalara katılma veya anlaşmalardan ayrılma iradesi gösterebilecektir. Ancak
bunun Amerikan diplomasisini önümüzdeki 4 yılda nasıl etkileyeceği büyük bir
soru işaretidir. Diğer hükümetler Biden-Harris yönetimini sempatik bulsalar
bile, olası bir anlaşmanın sonraki Amerikan yönetiminde nasıl devam edeceği
konusunda şüpheci davranabilirler.
Ozan Örmeci: Sizce Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni dönemdeki en
önemli konular neler olacaktır? Acaba Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan
arasındaki kişisel dostluk faktörünün ortadan kalkması ilişkileri bundan sonra
olumsuz etkileyebilir mi? Biden Başkanlığında ikili ilişkilerdeki en sorunlu
konular sizce neler olacaktır?
Michael Wuthrich: Türk-Amerikan ilişkilerinin 2003 Irak Savaşı’ndan
beri gergin bir seyir izlediği bir sır değil. Son birkaç yılda birçok farklı
konu iki ülke arasında gerginliğe neden oldu. Bunlardan en önemlisi,
Türkiye’nin Irak, İran ve Suriye gibi komşularıyla ilişkiler konusunda nasıl
tavır alınacağı konusunda yaşanan farklılıklar oldu. Irak tabii ki daha önceden
beri devam eden ve Türkiye açısından öncelikli bir sorundu. Türkiye, sınır
güvenliği, Irak’tan ayrılarak burada bir Kürt Devleti’nin kurulması ve bunun
kendi içerisinde Kürt milliyetçiliğini yükselterek Kürtlerin yönetimini
zorlaştırması ve PKK’nın sınırdaki etkinliği gibi konulardan rahatsız oluyordu.
ABD, Iraklı Kürtlere sıcak yaklaşmasına karşın, ABD’deki yaygın görüş, Irak’ta
bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasına yönelik değildi. Buna karşın, Amerikan
bürokrasisindeki bazı kişilerin bağımsız Kürt Devleti konusuna sıcak bakan
yaklaşımları, Türkiye’nin endişelerini artırdı. ABD’nin Suriye ve Irak’ta kendi
ajandasına uygun hareket edecek saha unsurları bulmakta zorlanması ve
İslamcılık karşıtlığıyla dikkat çeken Kürt örgütlerinin etkili bir milis güç
oluşturmaları, ABD’nin bu unsurlara fazla yaslanmasına neden oldu. Bu, Türkiye
karşıtı bir politika gibi algılansa da, aslında apaçık bir Amerikan pragmatizmi
örneğiydi. Ayrıca tarih gösteriyor ki, Amerikan hükümeti, Irak’taki Kürdistan
Bölgesel Yönetimi ve Suriye’deki milislerin kendi amaç ve özlemlerini
gerçekleştirmelerini yardımcı olmak konusunda -özellikle ABD’ye faydalı olan
işlevleri ortadan kalkınca- kendisine fazla bir sorumluluk yüklemiyor.
Yakın geçmişte, Türkiye’nin
Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına bağlı olarak ABD’den alacağı F-35
savaş uçaklarının gecikmesine/engellenmesine yönelik tepkisi de ilişkilerde
yeni bir gerilime neden oldu. Erdoğan’ın Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iade
edilmemesine yönelik tepkisi ve Türk hükümetinin Halkbank aracılığıyla ABD
kanunlarına aykırı bazı işlere karışması (sahtekarlık, kara para aklama ve
yaptırımları delme) ikili ilişkilere yeni bir gerginlik daha ekledi.
İşte bu konuların Trump’tan Biden
yönetimine geçerken en kritik sorunlar haline geldiği anlaşılıyor. Gerçekten de,
Washington’daki bürokratik yapıların Erdoğan Türkiye’sine eleştirel bir gözle
yaklaştığı ve aynı şekilde Ankara’nın da benzer pozisyon aldığı söylenebilir.
Buna karşın, Erdoğan ile Trump’ın aralarında güçlü kişisel ilişkiler vardı.
Trump’ın Başkanlığı süresince, Erdoğan ona karşı eleştirilerinde ilginç bir
şekilde yumuşak ve Trump da Türkiye Cumhurbaşkanı’nı öven çizgideydi.
Washington bürokrasisinin sızlanmalarına karşın, Trump, Erdoğan’ın isteklerine
karşı birçok noktada duyarlı davrandı ve hatta Amerikan askerlerini bölgeden
çekerek, Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmesine olanak sağladı. Aslında Trump
yönetimi başka konularda da Erdoğan’ın isteklerini yerini getirmeye çalıştı.
Örneğin, hukuken uygun olmamasına karşın Gülen’in Türkiye’ye iadesi konusunun
araştırılması ve Halkbank davasına bakan Savcı’nın baskı sonucu görevden alınması
buna örnek gösterilebilir. Hatta Erdoğan ile Trump’ın birbirlerine karşı olumlu
hislerinin iki ülke arasındaki sorunları yatıştırdığı/hafiflettiği bile
söylenebilir. Öyle ki, Trump yönetimi, Kongre ve bürokrasiden gelen yoğun
baskıya rağmen, bir NATO üyesi olarak Rusya’dan hava savunma sistemi satın alan
Türkiye’nin yaptırımlara maruz kalmasını da geciktirdi. Trump yönetimi, ancak seçimi
kaybettikten sonra yasal olarak uygulaması gereken (CAATSA yasası kapsamında)
yaptırımları minimal düzeyde uygulayarak Türkiye’ye en az zararı vermeye
çalıştı.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan, Trump’a benzer şekilde, kendisini uluslararası sahnede bir anlaşma
yapıcı ve işadamı olarak biçimlendiriyor ve eleştirilerden hoşlanmıyor.
Erdoğan’ın Avrupa ile ve daha az düzeyde de olsa Obama yönetimi ile sorunları,
içerideki yönetim sisteminden kaynaklanıyor. Trump’ın Erdoğan’a yönelik
eleştirel bir tutum içerisine girmemesi ve onun güçlü bir popülist lider olarak
yönetim tarzına saygı duyması, iki lider arasında olumlu ilişkileri
güçlendirmişti. Biden-Harris yönetiminin ise bu yolu takip etmeyeceklerini
düşünüyorum. Özellikle ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Erdoğan yönetimine içeride
hukukun üstünlüğüne uygun hareket etmesi konusunda baskılar olacaktır. Mevcut
konjonktürde, Suriye’de PYD/YPG’nin durumu gibi en öncelikli konular daha çok
Türkiye’nin istediği şekilde çözümlenme yoluna girmiştir; bu nedenle, önceki
dönemde yaşanan gerginlikler azalabilir. Ayrıca Biden-Harris yönetimi ile
Erdoğan’ın S-400’ler konusunda nasıl hareket edecekleri de henüz belirsizdir.
Bu konuda büyük para harcansa da, ne yazık ki bu alım Türkiye’yi daha
güvenliksiz hale getirmiştir. İki devlet bu konuda çözüm yolu bulamazlarsa, Rus
lider Vladimir Putin’in kaprislerine boyun eğmek durumunda kalacaklardır.
Ozan Örmeci: Michael, senelerce Türkiye’de yaşadın. Türkiye siyasetini
ve Türk-Amerikan ilişkilerini gayet iyi biliyorsun. Türklerin ABD’ye bakışını
ve son dönemde yaşanan gerginlikleri nasıl yorumlarsın?
Michael Wuthrich: Türk-Amerikan ilişkileri son yıllarda oldukça
gergin bir ilişki biçimine dönüştü. Önceki dönemlerde de anti-Amerikancılık
(Amerikan karşıtlığı) olmasına karşın, bunun daha çok belli bir ideoloji ve
partizanlık temelinde oluştuğu ve toplumun yarısından çoğunu etkilemediği
düşünülebilirdi. Yani merkez sol ve sol ABD ile ilişkilerde daha şüpheci ve
Washington’a mesafeli iken, geleneksel merkez sağ ABD ile müttefikliğe çok
olumlu yaklaşıyordu. 1950’lerde Demokrat Parti Türkiye’yi “Küçük Amerika”
yapmaya çalışırken, ABD’nin piyasa ekonomisi modeli ve dine yönelik liberal
yaklaşımı Türkiye’de çok destekleniyordu. Uzun süre boyunca, Türkiye’nin aşırı
sağ elitleri de ABD ile ilişkilere müspet baktılar. Örneğin, MHP kurucu lideri
Alparslan Türkeş, ABD’nin ortasında Kansas’ta yıllar boyu askeri eğitim aldı.
Ancak 2003 Irak Savaşı sırasında ve hemen sonrasında, Türkiye’deki Amerikan
karşıtlığı siyasal skalanın tüm veçhelerinde hızlı bir yükselişe geçti. AK
Parti elitleri iç siyasette kazanım elde
etmek için Amerikan karşıtlığını kullanan son grup olsa da, Türkiye iç
politikasında Amerika’ya yakın olmak, bu dönemden itibaren partilerin
birbirlerini kötülemek için kullandıkları bir mesele oldu. Başka bir ifadeyle,
sol ve sağdaki partiler, birbirlerini ABD’nin ve daha az ölçüde Avrupa ve
İsrail’in çıkarlarına uygun hareket etmekle suçlamaya/karalamaya başladılar.
Türk elitleri için de ABD’ye bulaşmamak zor bir iş haline geldi; çünkü bu,
siyasette çok yaygın ve kolay hale gelmişti. Erdoğan’ın ABD’ye yönelik
söylemleri de 2013 sonrası dönemde değişti ve yabancı gözlemcileri Türkiye’yi
karıştırmakla itham etmeye başladı. Ancak elbette asıl dönüm noktası 15 Temmuz
2016 darbe girişimi ve bu girişim sonrasında ABD’nin Fethullah Gülen’i Türkiye’ye
iade etmemesi sonrasında yaşandı.
ABD’nin Gülen’i yasal olarak iade
etmesinin mümkün olmaması konusu da Türkiye kamuoyunda yeterince bilinmiyor.
İlk olarak, Gülen’in ABD’de “Yeşil Kart” olarak oturma izni elde etmesi ve
Türkiye’deki laik yargı sisteminden korunaklı olarak yaşamaya başlaması, AK
Parti çevrelerinin de destekleri sayesinde uzun bir süreç sonucunda ve yasal
olarak gerçekleşmiştir. İlginçtir ki, Gülen’e oturma izni verilmesinden birkaç
yıl sonra, onun bu izni almasını ve Türk yargısından korunmasını sağlayan
Erdoğan hükümetine yakın kişiler, onun Türkiye’ye iadesini istemeye başladılar.
Üstelik Türk hükümetince Gülen’in iadesine yönelik gerekli yasal kanıt da
sunulamamıştır. Türk hükümetinin gönderdiği kutular dolusu kanıt dosyaları ise
daha çok göstermeliktir ve iç politikada hükümete destek sağlamak veya ABD’ye
iadeyi gerçekleştirmek için yeterli bahaneyi sunmak için kullanılmaktadır. Her
şekilde, bir kişinin sivil haklarının kutsallığı düşünüldüğünde, boş kutularda
sunulan kanıtların Gülen’in ABD tarafından Türkiye’ye iadesi için yeterli
dayanak oluşturmadığı anlaşılmaktadır. Böyle durumlarda, ABD Başkanı, bir
bireyin haklarına karışamaz. İronik olarak, bunun Gülen’in 2016 darbe
girişiminde sorumluluğunun bulunup bulunmadığıyla bir ilgisi yoktur; mahkemede
aleyhinde yeterince delil olup olmadığıyla ilgilidir. Washington’daki analist
ve bürokratlar, Gülen’in iadesi konusunun Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi bir
sorun haline geldiği ve yapabilmeleri durumunda bunu yapacakları konusunda
uzlaşıyorlar.
Bunun yanında, Türkiye’deki Amerikan
karşıtlığının Amerikan hükümeti ve dış politikasını hedef aldığını ve ortalama
Amerikalı vatandaşlara yönelmediğini de söyleyebilirim. Senin de belirttiğin
üzere, tam 9 yıl Türkiye’de yaşadım, doktoramı Bilkent Üniversitesi’nde yaptım
ve orada ders verdim. Eşimle birlikte Türkiye’de nereye gidersek gidelim -ki
çok geziyorduk- iyi karşılandık. Gerçekten de Türkiye’de her Amerikalının CIA
ajanı ve/veya misyoner olduğuna dair güçlü bir komplo teorisi olmasına karşın,
Türk insanının oldukça misafirperver olduğunu söyleyebilirim. Bazen hükümetimin
politikaları nedeniyle mahçup hissetsem de, Türkiye’de kimseye Amerikan
vatandaşı olduğumu söylemekten çekinmedim. Her zaman Türk insanının hükümet
politikalarına yönelik öfkeleri ile bireyleri ayırmalarını takdir ettim ve bize
gösterilen misafirpervelik ve dostluktan keyif aldım.
Türk-Amerikan ilişkilerindeki
gerginlikler ve Türk insanının ABD hükümetine yönelik öfkeleri elbette benim
için büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Elbette, birbirimizi daha iyi anlayabilirsek,
bu, iki tarafın da lehine olur. Bence Washington’daki bürokratların da
Türkiye’nin ve Türk vatandaşlarının gerçek niyetleri hakkında yanlış anlamaları
mevcut. Ayrıca her iki tarafta da bu konuda yanlış bilgiler yayılabiliyor.
Amerikan halkının genelinin Türkiye hakkında fazla bir bilgisinin olmaması
sebebiyle, son yıllarda medyada Türkiye aleyhine yapılan haberler etkisiyle,
Ankara’ya karşı olumsuz bir bakış oluştu. Vatandaşlar arasındaki yanlış
anlaşılmaları düzeltmek konusunda nasıl işe başlamak gerektiğini bilmiyorum.
Yanlış anlaşılmanın günümüzde artık küresel bir trend olduğu da söylenebilir.
Birbirlerini suçlamayan ve diğer ülkeleri günah keçisi haline getirmeyen
siyasetçiler, bence doğru yönde iyi bir başlangıç olabilir.
Ozan Örmeci: Türk-Amerikan ilişkilerindeki yeni trendleri anlamak için
sizce kimleri okumalı ve takip etmeliyiz?
Michael Wuthrich: Elbette analizlerini ve nihai görüşlerini güvenilir
veriler ve geçerli kamuoyu yoklamaları kullanarak oluşturan akademisyenleri
takip etmek isteyeceksinizdir. Dış politika ve uluslararası ilişkiler alanında,
bir veya iki ülke üzerinde yoğunlaşan ve araştırmalarını “arm-chair approach/arm-chair
theorizing” adı verilen yöntemle literatürdeki mevcut bilgileri dikkatle
sentezleyerek ve tasnif ederek oluşturan çok sayıda akademisyen var. Bir kişinin
kendi ideolojisi doğrultusunda ilişkilerin nasıl olması gerektiğine karar
vermesi oldukça kolay. Bu nedenle, istatistiki analiz yapan akademisyenlere
önem vermek gerekir. Elimden geleni yapmama karşın, uluslararası ilişkilerin
benim asıl uzmanlık alanım olmadığını da belirtmem gerekir. Ancak Mehmet Yeğin
gibi akademisyenlerin Amerikan kültürü ve siyasi dinamikleri konusunda ciddi
bilgilerinin olduğunu ve sadece Türkiye dinamiklerini dikkate alarak analiz
yapmadıkları için, araştırmalarının derinlikli olduğunu düşünüyorum. Yeğin’in
çalışmalarında görüşlerini ve analizlerini istatistiki verilere dayandırdığını
da söyleyebilirim. Batı ile ilişkiler konusunda ise, Ziya Öniş, Kemal Kirişci
ve Birol Yeşilada gibi akademisyenleri takip etmekten keyif alıyorum. Ayrıca
başka birçok kişi de belirtilebilir. En büyük tavsiyem, farklı görüşlerden
kişileri de okumak ve mümkün olduğunca çok görüş almaktır; zira gerçek, genelde
bu görüşlerin arasında bir yerdedir.
Ozan Örmeci: Teşekkürler Michael. Senin öğrencin olmak benim için
büyük bir şanstı ve şimdi seninle bu röportajı yapmak da büyük bir ayrıcalık.
Michael Wuthrich: Bu, benim için bir ayrıcalık oldu. Beni davet
ettiğin için teşekkürler Ozan.
Tarih: 22.12.2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder