9 Şubat 2019 Cumartesi

Zbigniew Brzezinski’den ‘Jeostratejik Üçlü: Çin, Avrupa ve Rusya ile Yaşamak’


Polonya asıllı Amerikalı tanınmış diplomat, Siyaset Bilimci ve stratejist Zbigniew Kazimierz Brzezinski[1] (1928-2017), ülkesi ABD’de Lyndon B. Johnson (1966-1968) ve Jimmy Carter’ın (1977-1981) Başkanlık dönemlerinde Beyaz Saray’da danışman olarak (Carter döneminde Ulusal Güvenlik danışmanı olarak) görev yapmış çok etkili bir isimdir.

Zbigniew Brzezinski

Birçok önemli kitabın yazarı olan Brzezinski[2], 2000 yılında Center for Strategic & International Studies basımı 88 sayfalık kısa bir kitap olan The Geostrategic Triad: Living with China, Europe, and Russia (Jeostratejik Üçlü: Çin, Avrupa ve Rusya İle Yaşamak) adlı eserini[3] yayınlamıştır. Henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan bu kitabında Amerikan dış politikasının ve dünya siyasetinin geleceği açısından büyük önem taşıyan Çin Halk Cumhuriyeti, Avrupa (Avrupa Birliği) ve Rusya Federasyonu gibi siyasal güçleri inceleyen Brzezinski, yılların deneyimini, bilgi birikimini ve içgüdülerini kullanarak, dünya siyasetinin geleceğine dair bazı önemli çıkarımlarda bulunmuştur.

The Geostrategic Triad: Living with China, Europe, and Russia

Elbette, bundan 19-20 yıl önce yazılan kitaptaki öngörülerin bir kısmı şimdilik doğru veya yeterince doğru çıkmamış gibi gözükmektedir. Yeri geldikçe, bu gibi noktalarda güncel kabul gören görüş ve bilgilerle yazarın yıllar önce dile getirdiği görüşler karşılaştırılacaktır. Buna karşın, Brzezinski gibi önemli bir düşünürün fikirlerini yine de yakından incelemekte fayda var. Ayrıca kitabın tamamının çevrilmesi durumunda çok uzun bir yazı ortaya çıkacağı için, bu çalışmada en önemli hususlar üzerinde durulmuş ve yazarın fikirleri özetlenmiştir. Daha kapsamlı okuma ve analizler için, elbette kitabın tamamı okunmalıdır.


Çin Halk Cumhuriyeti ile Yaşamak
Kitabına Avrasya’nın Avrupa’nın yerini alarak dünya siyasetinin ana sıklet merkezi olmaya başladığı tespitiyle giriş yapan Brzezinski, kitabın birinci bölümünde Çin Halk Cumhuriyeti’ni incelemektedir. ABD’nin 20. yüzyılda Avrupa’ya müdahalesinin Avrupa ülkelerinin birbirleriyle -Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde görüldüğü üzere- hegemonik güç mücadelelerine girmeleri ve bunun Amerika’ya olumsuz etkilerinin yansımasıyla birlikte olduğunu hatırlatan Brzezinski, günümüzde ise Avrasya ülkelerinin birbirleriyle etkileşiminin küresel istikrar için kritik mahiyette olduğunu iddia etmektedir. Bu bağlamda, yazar, ABD’ye stratejik açıdan anlamlı bir bütün teşkil edecek kıtalararası bir dış politika ve Avrasya ülkeleriyle özel ikili ilişkiler kurulmasını tavsiye etmektedir. ABD-Çin ilişkilerinin de bu büyük perspektife göre kurgulanması gerektiğini belirten Amerikalı düşünür, ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerini, Avrupa, Japonya ve Rusya ile ilişkilerle birlikte Amerikan dış politikasındaki en önemli 4 konu başlığından biri olarak değerlendirmektedir. Ayrıca ABD-Çin ilişkilerinin sadece ikili ilişkiler bağlamında değerlendirilemeyeceğini kaydeden yazar, bu ilişkilerin diğer ülkeleri ve tüm Avrasya’daki dengeleri etkileyebilecek kapasitede olduğunu belirtmektedir. Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya’daki barış, ABD-Japonya ilişkileri ve Japonya’nın Asya’daki siyasi ve askeri rolü gibi konularda ABD-Çin ilişkilerinin anahtar rolü olduğunu düşünen Brzezinski, Rusya’nın da gelecekte Atlantikçi bir Avrupa mı, yoksa Amerikan karşıtı bir Çin’le mi yakınlaşması gerektiğini hesap etmeye çalışacağını söylemektedir.

Çin açısından da ABD ile ilişkilerin Japonya, Rusya ve Hindistan’la ilişkilerle birlikte en önemli gündem maddesi -hatta bunlar arasında da en önemlisi- olduğunu belirten Polonya asıllı Amerikalı yazar, ABD ile ilişkilerde bir çöküş yaşanması durumunda, bunun Pekin’in yabancı sermaye ve teknolojiye erişiminde büyük sıkıntılar yaratacağını iddia etmektedir. Bu anlamda, Brzezinski, Çinli liderlerin ulusal çıkarları doğrultusunda daha iddialı bir dış politika oluşturmaya (örneğin Tayvan konusunda) veya küresel ihtiraslar peşinde koşmaya (örneğin ABD’nin dünya liderliği yerine çok kutuplu yeni bir düzen inşa etmek) çalışırken bu gerçeği akılda tutmaları gerektiğini yazmaktadır. (Bu konuda Brzezinski’nin görüşleri özellikle 2000 yılına dönüldüğünde hayli makul gözükmesine karşın, Çin’in son dönemde teknolojik anlamda kendi başına bir üretim merkezi haline geldiği ve uzay çalışmalarında dahi[4] ABD ile rekabete girebilecek kapasiteye sahip olduğu günümüzde yaygın kabul gören bir görüş haline gelmeye başlamıştır.) ABD’de Çin hakkında yaşanan fikir ayrılıklarına da değinen Brzezinski, bir grup düşünürün Pekin’i 2020’lerde kaçınılmaz olarak Amerikan karşıtı bloğa liderlik edecek bir büyük güç adayı, diğer bir grubun ise Amerikalı işadamları sayesinde usulca dönüşen dev bir Hong Kong olarak gördüklerini anlatmaktadır. Bu bağlamda, ABD Kongresi’nde Çin konusunda bir uzlaşı olmadığını düşünen Amerikalı stratejist, kamuoyu görüşü açısından da benzer çelişkilerin yaşandığını -Tiananmen Meydanı Olayları ve Tibet konusunda yaşanan olaylar nedeniyle Çin hakkında oluşan- baskıcı komünist rejim algısı ve Çin’in -son yıllarda ekonomik olarak hızla dünyaya açılması ve Şanghay’daki ihtişamlı gökdelenlerle simgeleşen- mucizevi ekonomik atılımı algısı çelişkisi üzerinden açıklamaktadır.

Bu doğrultuda, yıllardır Çin çalışan ve Çin hakkında yazılan önemli eserleri okuyan bir düşünür olarak Çin’i “yok saymak için çok büyük, küçümsemek için çok yaşlı, yatıştırmak için çok güçsüz ve olduğu gibi kabul etmek için çok hırslı”  (too big to be ignored, too old to be slighted, too weak to be appeased, and too ambitious to be taken for granted) olarak değerlendiren Brzezinski, dünya nüfusunun yüzde 20’sinden fazlasını barındıran bu tarihi uygarlığın Batılılar karşısındaki iki asırlık aşağılanma dönemi sonrasında kibirli bir özgüvenle daha şimdiden bölgesel bir güç haline geldiğini iddia etmektedir. Buna karşın, Brzezinski, Çin’in ABD’nin yerini alarak dünya lideri olabileceği ihtimalini dışlamaktadır. Çinli liderlerin intihara niyetlenmedikleri sürece ABD’ye ciddi bir tehdit oluşturmaya yeltenmeyeceklerini düşünen Amerikalı uzman, bu bağlamda öncelikle Çin’in nükleer gücünün halen caydırıcılık seviyesinde olduğunu söylemektedir. Çin’in askeri ilerlemesinin düzenli ama kapsamlı veya hızlı olmaktan uzak olduğunu da belirten Brzezinski, teknolojik açıdan da Pekin’in Washington’la rekabet edemeyeceğini düşünmektedir. (Birçok askeri uzmana göre, Çin, halen askeri anlamda ABD’nin gerisinde olmasına karşın, son dönemde yaptığı uçak gemileri ve yeni nesil savaş uçaklarıyla dikkat çekmekte[5] ve gelişimini sürdürmektedir.) Buna karşın, Amerikalı düşünür, Uzak Asya’da Çin’in hayati çıkarlarını ilgilendiren ve ABD’nin çıkarlarını ancak ikincil derecede etkileyen konularda Pekin’in Washington’a büyük zorluklar çıkarabileceğini kabul etmekte ve Çin Ordusu’nun bölgesel açıdan hâlihazırda kayda değer bir güç olduğunu ve giderek daha da güçlendiğini yazmaktadır. Bunların yanında, Çin’in ABD’ye Sovyetler Birliği gibi küresel ideolojik bir meydan okuma yapamayacağını da düşünen Brzezinski, bu ülkedeki komünist sistemin giderek oligarşik milliyetçi devletçiliğe dönüştüğünü ve uluslararası arenada bunun alıcısının az olduğunu yazmaktadır. Ayrıca Pekin’in uluslararası devrimci hareketlere destek vermediğini de belirten yazar, Çin’in silah ihracatı politikasının da ekonomik çıkar temelinde geliştiğini ve ideolojik bir nüve taşımadığını açıklamaktadır. Hatta Çin’in Irak ve Kuveyt konularında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki veto gücünü bile ABD karşısında kullanmadığını hatırlatan Amerikalı düşünür, Kosova ve Doğu Timor konularında da Çin’in sergilediği yapıcı tutuma dikkat çekmekte ve bunu övmektedir. (Çin uluslararası krizlerde uluslararası hukuk parametreleri doğrultusunda hareket etmeye devam etmektedir. Ancak Rusya’nın uluslararası hukuku ihlal eden bazı hamleleri konusunda -Gürcistan’a müdahale ve Kırım ilhakı- Çin’in tepki göstermemesi dikkat çekmektedir.) Bunların yanında, Çin’in birkaç sene öncesinde Hong Kong ve Macau (Makao) gibi bölgeleri barışçıl şekilde topraklarına katmayı başardığını anımsatan yazar, Pekin’in 1998 Asya finansal krizi sırasında da sorumlu davrandığına vurgu yapmakta ve Pekin rejimini sorumlu bir uluslararası aktör olarak sınıflandırmaktadır.

Daha sonra Çin’in iç politikasına dair bazı görüşlerini paylaşan Zbigniew Brzezinski, Çin rejimini “bitmemiş bir iş” olarak tanımlamakta ve ekonomik anlamda kazandığı başarılara karşın, Çin’in komünizm sonrası (post-komünizm) rejiminin ABD ve geçerli uluslararası düzene birçok ideolojik taviz vermek zorunda kaldığını söylemektedir. Bu doğrultuda Çin sistemini “melez” olarak nitelendiren Brzezinski, bu ülkede komünist ideoloji ve serbest piyasa ekonomisine dayalı ticari mantık (commercialism) arasında yaşanan çelişkilere dikkat çekmektedir. Çin’in sonraki nesil liderlerinin önceki nesillere kıyasla komünist endoktrinasyona sınırlı ölçüde maruz kaldıklarını ve bu nedenle yakın gelecekte ideolojik değil, ekonomik mantıkla hareket etmeye başlayabileceklerini düşünen Brzezinski, insan hakları konusunun ise bu ülkeyi zorlayacağını düşünmektedir. Tibet başta olmak üzere dini özgürlüklerin ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasının ve azınlıklara yönelik olumsuz politikaların Pekin’i hem içeride, hem de dışarıda zor duruma düşürdüğünü kaydeden Amerikalı analist, bunun gelecekte kesinlikle bir siyasi krize neden olacağını yazmaktadır. Bu nedenle, Çin’in öngörülebilir gelecekte bir süpergüç olarak ortaya çıkma ihtimali olmadığını düşünen Brzezinski, şimdilerde Çin hakkında yapılan aşırı iyimser tahminleri birkaç sene öncesine kadar Japonya hakkında yapılan iddialı analizlere benzetmektedir. Ayrıca Çin’in iç politikadaki sorunlarının gelecekte Amerikan karşıtı bir dış politikaya yönelmesine neden olabileceğini iddia eden Zbigniew Brzezinski, Çin’in artık Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği karşısında ABD’ye destek olan stratejik bir partner hüviyetinde olmadığını da yazmaktadır. Bu nedenle, Brzezinski’ye göre, Çin, ABD’nin “ne düşmanı, ne de stratejik partneri”dir. Dolayısıyla, ancak Pekin o yönde adımlar atarsa veya ABD bunu zorlarsa, ikili ilişkiler, hasımlar arası bir ilişki biçimine dönüşebilir.

Günümüzde Çin’in ABD’ye yönelik politikasının bazı alanlarda işbirliği konseptine uygun, ancak genel olarak ve söylem düzeyinde ABD’nin dünyadaki lider rolünü sorgulayan çizgide olduğunu yazan Brzezinski, Çin’in Rusya ile ilişkilerinin ise dikkat çekecek şekilde olumlu ve “stratejik ortaklık” seviyesinde olduğunu belirtmektedir. Brzezinski, buna rağmen Rusya’nın Çin’e yüksek askeri teknoloji dışında fazla bir destek sunamayacağını düşünmektedir. (Çin’in büyük ihtiyacı olan enerji konusunu ve Rusya’nın bu konudaki inanılmaz avantajını burada Brzezinski esgeçmiştir. Oysa ve Pekin ile Moskova arasında son dönemde imzalanan tarihi bir enerji anlaşması bulunmaktadır.[6]) Çin’in Fransa ile ilişkilerini de benzer şekilde yorumlayan Brzezinski, Paris ve Pekin’in ABD hegemonyasına karşı çok kutuplu yeni bir dünya düzeni inşası konusunda uzlaştıklarını düşünmektedir. Buna karşın, Brzezinski, Fransa’nın söylem düzeyindeki hamlelerine karşın, ABD karşıtı bir Rusya-Çin ittifakına asla katılmayacağını düşündüğünü de açıkça belirtmektedir. Ayrıca Çinli yazar ve düşünürlerin ABD’yi kibirli, müdahaleci, güç kullanmayı seven, Çin’in iç işlerine karışmaya istekli ve hegemonik bir güç olarak gördüklerini ve bu şekilde yansıttıklarını söyleyen yazar, NATO’nun Kosova müdahalesinin de bazı Çinli yetkilileri endişelendirdiğini, zira uluslararası hukuk kuralları dışında yapılabilecek müdahalelerin ABD’ye ileride -bir iç karışıklık durumunda- Çin’e de müdahale etme hakkı vermesinden endişe ettiklerini yazmaktadır. Bu bağlamda, yazar, ABD’nin Uzak Asya’da Japonya, Güney Kore ve Tayvan’la Çin karşıtı küçük bir NATO kurmasından endişe eden Pekin’in özellikle Tayvan konusunda hassas olduğunu vurgulamaktadır. Bu noktada Hong Kong merkezli Ta Kung Pa gazetesinin 1999 Eylül tarihli bir haberine de vurgu yapan Brzezinski, Çin devletine ait olan bu gazetede geçen haberde de belirtildiği şekilde, Çinlilerin Amerikan medeniyeti ve yaşam tarzını hedonist ve tüketim merkezli gördükleri ve küçümsediklerini, kendi yaşam tarzlarını ise daha kutsal ve ileri gördüklerini anlatmaktadır. Herşeye rağmen, 2000’lerin başındaki Çin’in, ABD için, 1930’ların militarist Japonya’sı veya 1950-1970 döneminin ideolojik (komünist) Sovyetler Birliği örneklerindeki gibi büyük bir tehdit olmadığını düşünen Brzezinski, Pekin’i daha çok 1890’ların emperyal Almanya’sına benzetmektedir. O dönemde yükselişte olan Almanya’nın da iç politikada çelişkiler ve kararsızlıklar yaşadığını ve uluslararası kamuoyunda yeterince saygı görmediğini hatırlatan Brzezinski, 1890’larda diğer devletler tarafından daha doğru politikalar izlenebilse, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmayabileceğini düşündüğünü de yazmıştır.

Daha sonra Çin’in ne olup ne olmadığı konusunda Brzezinski 10 önemli tespitini açıklamaktadır:
  1. ABD hegemonyasına karşıt olmasına karşın, Çin, ABD’nin ne düşmanı, ne de stratejik ortağıdır.
  2. Bir bölgesel güç olan ve ulusal çıkarları doğrultusunda hareket eden Çin’in küresel güç olma ihtimali yoktur. (Oysa ‘Tek Kemer Tek Yol’ sloganıyla duyurulan Yeni İpek Yolu projesi ve artan Afrika, Latin Amerika ve Asya yatırımlarıyla Çin’in dünya siyasetinde bölgesel bir gücün çok üzerinde etkisinin olduğu son dönemde iyice anlaşılmıştır.)
  3. Çin, ABD’ye doğrudan bir güvenlik tehdidi değildir.
  4. Çin’in ABD’ye karşı bir ideolojik meydan okuması yoktur. (Çin, her ülke için geçerli olabilecek evrensel bir ideolojinin ve değerin savunucusu olmamakla birlikte, her ülkeye kendisine özgü koşullara dayalı yerel rejimler önererek ve uluslararası hukuk, istikrar ve statükoyu savunarak, dünyada kısmi de olsa ideolojik destek bulmaktadır.[7])
  5. Çin, bölgesel ve uluslararası konularda sorumlu davranmakta ve uluslararası siyasette destabilizasyon yapmaya çalışmamaktadır.
  6. Çin, ne demokratik, ne de totaliter bir rejimdir ve daha çok oligarşik-bürokratik diktatorya özellikleri göstermektedir. (Çinliler sistemlerini diktatörlük olarak görmemekte ve Çin Komünist Partisi içerisindeki iletişim kanalları aracılığıyla -demokratik merkeziyetçilik anlayışına uygun- farklı tür bir demokrasi uyguladıklarını düşünmektedirler.)
  7. Çin, Tibet ve Sincan gibi bölgelerde insan hakları standartları ve azınlıklara hoşgörü bağlamında olumsuz hareket etmektedir.
  8. Çin, ekonomik açıdan doğru ve arzulanır yönde gelişmektedir.
  9. Piyasacı komünizm bir oksimoron olduğu için, Çin’in iç politikada yaşayacağı sorunları önlemesi mümkün değildir. (Bir önceki maddede bizzat Brzezinski tarafından övülen Çin’in ekonomik sistemi, oksimoron olsun veya olmasın, gelişimini başarıyla sürdürmektedir. Dahası, Çinliler, ekonomideki devlet kontrolünü piyasa ekonomisinin yıkıcı etkilerine karşı faydalı bir önlem olarak görmektedirler. Ancak Donald Trump’ın serbest ticareti kısıtlayan korumacı politikaları nedeniyle Çin’in son dönemde ekonomik büyümesinin yavaşladığı -yüzde 6’lar düzeyine indiği-[8] ve ekonomik büyüklükte ABD’yi geçmesinin birkaç yıl daha geciktiği de ortadadır.)
  10. Çin’in siyasi gelişimi ve uluslararası rolü konusunda net bir vizyonu yoktur. (Birçok uluslararası gözlemciye göre, Çin devleti, 2050’de tamamlanması öngörülen Yeni İpek Yolu projesinde olduğu gibi, dış politikada son derece planlı ve kararlı, ama bir o kadar da sabırlı hareket etmektedir.)
Pew Araştırma Merkezi'nin 2018 verilerine göre Çin’e yönelik dünyadaki farklı ülkelerin ve toplumların bakış açıları (yeşillendikçe yükseliyor)

Tayvan meselesi ise ABD-Çin ilişkileri açısından en kritik konulardan birisi durumundadır. Tayvan, ABD için bir sorun, Çin için ise bir meydan okumadır. Tayvan konusu ABD-Çin ilişkilerini daha da karmaşık hale getirse de, genel anlamda ABD-Çin ilişkilerinin seyri -Uzak Asya’daki istikrarı- Tayvan Sorunu’ndan daha önemli ölçüde etkileyecektir. Çin iç savaşından kalma bir sorun olan Tayvan meselesi, iç savaşta iki tarafın da birbirlerini tamamen yok edemediklerini göstermektedir. ABD, bu konuda Henry Kissinger’dan beri “tek Çin politikası” (one China policy) uygulamakta ve sorunun barışçıl şekilde ve ABD çıkarlarına engel oluşturmadan çözümüne destek vermektedir. Çin ise, bu konuyu bir iç meselesi olarak görmekte ve barışçıl yöntemleri öncelemekle birlikte, sorunun nasıl çözüleceğine sadece Pekin’in karar verebileceğini düşünmektedir.[9] Tayvan’ın ABD desteğiyle sağladığı ekonomik başarı, Brzezinski’ye göre Çinlilerin demokratik bir rejim içerisinde yaşayabilecekleri görüşünün güçlenmesine neden olmuştur. (Ancak bu kitabın yazılması sonrasında gelişen 2000’li ve 2010’lu yıllarda Tayvan’ın ekonomik ve demokratik başarıları Çin’in ekonomik başarılarıyla gölgelenmiştir.) Tayvan Devlet Başkanı Lee Teng-hui’nin 1999’da “tek Çin politikası”ndan cayan açıklamalar yapması ve Çin ile Tayvan arasındaki ilişkileri “iki devlet arasındaki ilişki” olarak değerlendirmeye başlamasının etkilerine de değinen Amerikalı yazar, bu hamlenin ABD desteğiyle gerçekleşmediğini ve Bill Clinton yönetiminin Çin’e bu konuda güven telkin ederek, eski tek Çin politikasını uygulamaya devam ettiğini açıklamaktadır. Çin’in mevcut rejimiyle Tayvan için bir cazibe merkezi oluşturamayacağını da iddia eden Brzezinski (Bu konuda da son dönemde Çin’in dış politikadaki baskıları ve Tayvan’a yönelik yoğun yatırımları nedeniyle bazı uzmanlara göre Tayvan’daki bakış açısı değişmeye başlamıştır.[10] Üstelik Tayvan’ı tanıyan ülkelerin sayısı da giderek azalmaktadır.[11]), Çin’in gelişmeye ve demokratikleşmeye başlaması durumunda ise Hong Kong’a uyguladığı ve 1984’te Deng Xiaoping tarafından formüle edilen “tek ülke iki sistem” yöntemiyle (daha doğrusu yeni dönemde “tek ülke birçok sistem”-one country several systems yöntemiyle) Tayvan’ı topraklarına katabileceğini düşünmektedir.

Kitabında Japonya konusuna da değinen Zbigniew Brzezinski, Çin’in Japonya’yı tarihsel bir düşman ve Amerikan gücünün bir uzantısı olarak gördüğünü belirtmektedir. Japonya Başbakanlığı yapan Yukio Hatoyama’nın bir sözüne gönderme yapan Brzezinski, Tokyo’nun gelecekte ABD ile Çin’in beklendiği gibi büyük bir rekabete girmemesi durumunda karşılaşacağı ihtimalleri değerlendirmeye başladığını ve bu nedenle Çin’le ilişkilerini ilerletme konusunda istekli davranabileceğini düşünmektedir. (Bu noktada Japonya’nın ABD müttefikliği halen çok ağır basmaktadır ve Çin’le ilişkiler açık düşmanlık çizgisinde yönetilmese de, iki ülke arasındaki rekabet algısı halen güçlüdür.[12]) Nomura Araştırma Konseyi’nden Nobuo Miyamato da Çin karşıtı eğilimlerin son yıllarda Japonya’da yükselişe geçtiğini düşünmekte ve Tokyo ile Pekin’in gelecek 50-100 yıllık süreçte ilişkilerini siyasi-stratejik rekabet algısından kurtarmalarının mümkün olmadığını söylemektedir. Açık ABD-Çin düşmanlığı algısının Çin ile Tokyo arasında bir silahlanma yarışının başlamasına neden olacağını da iddia eden Brzezinski, bunun bölgesel istikrara olumsuz etkide bulunacağını ve bu nedenle ABD’nin yeniden silahlanmış Japonya ile Çin karşıtı bir ittifak kurma ihtimalinin ilk değil, son stratejik seçeneği olması gerektiğini söylemektedir. Bu nedenle, Brzezinski, ABD’nin Uzak Asya’da Japonya ve diğer müttefiklerle kuracağı ilişkilerin, geçmişte NATO’nun Sovyet Rusya’ya karşı uyguladığı açık düşmanlık ve çevreleme stratejisinden farklı olması gerektiğini yazmaktadır. Hatta bölgesel güvenlik platformlarına Çin’in de mümkün olduğunca dahil edilmesi gerektiğini belirten Amerikalı stratejist, ABD-Japonya-Güney Kore üçlü zirvelerine Çin’in de katılabileceğini düşünmektedir.

Brzezinski, daha sonra Çin’le ilişkiler konusunda 10 temel ilkesini açıklamaktadır:
  1. ABD’nin temel stratejik endişesi, Tayvan’ın gelecekteki dış politika yönelimi değil, Çin’in gelecekteki dış politika yönelimi olmalıdır.
  2. Tayvan’la Çin karşıtı bir savunma anlaşması yeniden dolaylı olarak diriltilmemeli ve ABD’nin bölgeye yönelik silah satışları Çin’in askeri kapasitesi ve ABD-Çin ilişkilerinin durumuna göre ayarlanmalıdır.
  3. Çin’in Tayvan’la barışçıl olarak birleşmesi ancak “tek ülke, birçok sistem” mantığıyla ve Pekin’in demokratikleşmesi ve zenginleşmesi durumunda gerçekleşebilir.
  4. Çin’deki insan hakları meselelerine hukuk devleti anlayışı doğrultusunda daha makul yaklaşmak gereklidir.
  5. ABD-Çin-Japonya ilişkileri, ABD-Avrupa-SSCB ilişkileri gibi son derece interaktiftir.
  6. ABD, Avrasya güvenliği konusunda Japonya ve Çin’le birlikte üçlü bir stratejik diyalog mekanizması oluşturmalıdır.
  7. ABD ile müttefikleri arasında Çin karşıtı önleyici (pre-emptive) bir Theater Missile Defense-TMD füze sistemi kurulması, kendini doğrulayan bir kehanet gibi düşman bir Çin yaratabilir. (Hakikaten de, ABD’nin Güney Kore’ye THAAD savunma sistemi yerleştirmesi, hem Güney Kore’nin, hem de ABD’nin Pekin’le ilişkilerini son dönemde bozmuştur.)
  8. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Asya ülkelerini de kapsayacak şekilde genişletilmelidir.
  9. G-8, Çin’in de katılımıyla G-9 haline gelmelidir. (Böyle olmadığı gibi, Rusya’nın üyeliğinin de askıya alınmasıyla G-7 haline gelmiştir.)
  10. ABD’nin Çin’e yönelik temel stratejisi, bu ülkeyi işbirliğine dayalı bir Avrasya sistemi içerisinde mümkün olduğunca sorumlu bir partner haline getirmeye çalışmak olmalıdır.
Zbigniew Brzezinski, genel olarak Çin’i mümkün olduğunca dünya sistemine dahil etmeyi savunan görüşlerini somutlaştırmak için, Pekin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) üyeliğini (ki uzun görüşmeler sonucunda 2001’de bu gerçekleşmiştir[13]) ve -Çin’e benzer demokrasi ve ekonomi sorunları olan Rusya’ya yapıldığı gibi- G-9’a katılımını savunmaktadır. Buna karşın, Brzezinski, Çin’in hiçbir zaman ABD’nin stratejik partneri olarak değerlendirilemeyeceğini; çünkü Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet karşıtı ittifak koşullarının artık geçerli olmadığını tekrarlamaktadır. Hatta Brzezinski, giderek güçlenen ve nüfus olarak çok kalabalık bir ülke olan Çin’in, Moskova’yı zamanla Atlantikçi bir Avrupa ittifakına doğru yönlendirebileceğini düşünmektedir. Brzezinski’nin görüşlerini yorumlamak gerekirse; görüşlerinin oldukça değerli ve isabetli olduğu söylenebilir. Ancak son dönemde Vladimir Putin liderliğindeki Rusya’nın Batı ittifakını Suriye ve Ukrayna’da zora düşüren politikaları nedeniyle, ABD dış politikasında hangi ülkenin (Rusya mı, yoksa Çin mi) Washington’a daha yakın ve dostane algılanacağı halen bir muammadır. Somutlaştırmak gerekirse; Barack Obama yönetimi koşulların da zorlamasıyla net olarak Rusya’ya daha olumsuz yaklaşırken, Donald Trump yönetimi şimdilik Rusya’dan çok İran İslam Cumhuriyeti ve Çin’i ABD için öncelikli tehdit algılıyor gibi gözükmektedir.


Yeni bir Avrupa ile Yaşamak
Zbigniew Brzezinski, Transatlantik bağları, yani ABD-Avrupa ilişkilerini, ABD’nin en önemli küresel ilişkisi olarak görmektedir. ABD ile Avrupa’nın birlikte küresel istikrarı sağladıklarını düşünen Amerikalı analist, entelektüel sermaye, teknolojik gelişim ve dünya ekonomisi açısından da bu ikilinin dünyadaki en önemli eksen olduğunu düşünmektedir. Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinin Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da olduğuna dikkat çeken Brzezinski, bu nedenle Avrupa ile ilişkilerin her zaman ABD’nin en önemli gündem maddesi olması gerektiğini söylemektedir. (Bu durum, Donald Trump’ın Başkanlığına kadar tüm ABD Başkanları için geçerli olmuştur. Ancak Avrupa ülkelerinin NATO’ya destek paylarını düşük bulan Trump, Avrupa ile ilişkilere şimdiye kadar olumsuz bir yaklaşım sergilemiştir.) Bu noktada, Brzezinski, Avrupa Birliği’nin gelecekte nasıl bir hâl alacağı konusunu gündeme getirmektedir. 2000 yılındaki 15 üyeli Avrupa Birliği’nin gelecekte 27 üyeli dev bir Birlik ve hatta 27 üye artı Türkiye’nin dahil olduğu daha da etkili bir küresel güç olabileceğini kaydeden ünlü düşünür, bunun ABD ile ilişkileri de doğal olarak etkileyeceğini yazmaktadır. AB’nin ne ölçüde bir siyasi birlik haline gelebileceğinin de önemli bir parametre olduğunu düşünen yazar, bir diğer önemli konunun ise NATO’dan bağımsız bir Avrupa Ordusu’nun kurulup kurulamayacağı olduğunu belirtmektedir. (Son dönemde, AB,  PESCO girişimiyle Avrupa Ordusu veya AB Ordusu kurulması yönünde ciddi bir çaba içerisine girmiştir.[14]) 2000 yılı itibariyle büyük ekonomik gücü ve siyasi entegrasyon yönündeki başarılarına karşın Avrupa’nın halen ABD’nin koruması altında yaşadığını düşünen Brzezinski, asimetrik olarak kurgulanan bu ilişkinin zaman içerisinde giderek ABD lehine geliştiğini düşünmektedir. ABD’nin biyoteknoloji ve bilgi teknolojisi konusunda Avrupa’dan çok daha yaratıcı ve ileride olduğunu iddia eden Brzezinski, Avrupa’nın ABD ile askeri teknoloji konusunda rekabete giremeyeceğini düşünmektedir. ABD’nin en az bir nesil süresince daha (21. yüzyılın ilk çeyreği bitene kadar) tek süpergüç olarak kalacağını düşünen yazar, bu nedenle Transatlantik ilişkilerde de ABD’nin tercihlerinin ağır basacağını ima etmektedir.

Yazara göre, Amerikalı karar alıcıların Avrupa bütünleşmesi konusundaki tavrı iki boyutludur. Avrupalıların bütünleşme konusunda genelde ABD’nin tarihsel gelişimini örnek almaları Amerikalıların hoşuna giderken, diğer yandan da Avrupa bütünleşmesi ile ortaya çıkan AB yapısının ABD’ye bir alternatif veya rakip olmasından endişe edilmektedir. Ancak birçok Avrupalı siyasi lider bile, Amerikan deneyiminin aksine, Avrupa’nın siyasi bütünleşmesi konusunda ideolojik tutkulardan yoksundur; ortada Avrupa için ölmeyi göze alabilecek Avrupalılar yoktur! Brzezinski’ye göre, Fransız siyasetçiler, ABD hegemonyasına tepkisel olarak, Avrupa bütünleşmesi ve AB projesini geçmişteki Fransız büyüklüğünün yeniden inşası olarak görmeye meyillidirler. Almanlar da, AB projesine, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki günahlarından arınma fırsatı olarak bakmakta ve buna destek vermektedirler. Britanyalılar (İngilizler) ise, bu konuda Fransa-Almanya ikilisine kıyasla daha şüpheci olmakla birlikte, Avrupa bütünleşmesinin bir şekilde gerçekleştiğini fark ederek, bunun içinde yer almayı tercih etmişlerdir. (Ancak 2016 yılındaki Brexit referandumu sonrasında Birleşik Krallık önümüzdeki aylarda AB’den ayrılacaktır.) Orta ve Doğu Avrupa’daki birçoğu Sovyet baskısından yeni kurtulan ülkeler ve halklar da “Avrupalı” olmayı tercih etmekte; çünkü bu şekilde daha zengin, güvenli ve özgür olabileceklerine inanmaktadırlar.

Zbigniew Brzezinski, AB’nin ABD gibi Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüşebileceği görüşüne ise katılmamakta ve AB’nin siyasi birleşmeyi değil, entegrasyonu amaçladığını belirtmektedir. Siyasal olarak birleşmenin bir tarafın mutlak hakimiyeti ve bunu zorlaması, taraflar arasındaki ideolojik bağlılık veya dışsal bir sebeple (ortak bir tehdit vs.) gerçekleşebildiğini yazan Amerikalı düşünür, AB’nin ortaya çıkışında bu gibi sebeplerin gerçekten de var olduğunu (Sovyet Rusya tehdidi, İkinci Dünya Savaşı’nın kötü hatıraları nedeniyle Avrupa idealizminin yüksek seviyede oluşu ve Fransa’nın Batı Almanya’nın siyasi zaafı nedeniyle AB projesine kendi çıkarları doğrultusunda destek vermesi), ancak günümüzde siyasal birleşme ihtimalinin bulunmadığını yazmaktadır. 80.000 sayfalık AB muktesebatının çok detaylı olmasına karşın kısa Amerikan Anayasası aksine siyasal bağlılık yaratmaktan uzak olmasını bu duruma örnek olarak gösteren Brzezinski, buna karşın, Avrupa entegrasyonunun devamıyla birlikte AB’nin siyasal birleşme yönünde bazı ileri adımlar attığını kabul etmektedir. Bu noktada Amerikan karşıtlığının (anti-Amerikanizm) Avrupa’da siyasal birleşme için uygun bir ideolojik eğilim olarak görülebileceğini, ancak bunun Avrupa’da geçmişteki Sovyetler Birliği karşıtlığı (anti-komünizm) kadar güçlü bir ideoloji olmadığını belirten Brzezinski, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi sonrasında Avrupa’da artık kimsenin Fransa’ya AB’nin lideri olarak bakmadığını, ama şimdilik hiçbir ülkenin Almanya’nın liderliğini de istemediğini düşünmektedir. (Alman liderliği aslında son yıllarda Avrupa’da oldukça kabul görmeye başlamış, buna karşın başta İngiltere ve Fransa’da olmak üzere çeşitli tepkilere de neden olmuştur.) Bunların yanı sıra, bütünleşmenin yavaş bir süreç olduğuna vurgu yapan tanınmış yazar, bu noktada kültürel ve dilsel farklılıklarını koruyan ülkelerin ve halkların katılımıyla ortak bir Avrupalı kimliğinin inşa edilebilmesi durumunda, Avrupa’da siyasal birlik yolunda da önemli mesafe alınabileceğini yazmaktadır.

Sonraki bölümde, Zbigniew Brzezinski, Avrupa konusundaki 10 önemli görüşünü açıklamaktadır:
  1. Çoğu Avrupalı için “Avrupalılık” henüz bir kişisel bağlılık unsuru değildir; tutkulu bir inançtan ziyade bir kolaylık olarak görülmektedir. (Ancak ortak para birimi avro, Schengen vizesi ve diğer birçok uygulama ve kurumla -AB kurumları- birlikte, Avrupalı kimliği sonraki nesillerde daha etkili hale gelebilir.)
  2. Küresel düzlemde, AB, ABD’den çok dev bir İsviçre gibi olmaya meyillidir.
  3. Çoğu Avrupalı, Amerikan karşıtlığını birleştirici bir unsur olarak desteklememektedir. (ABD karşıtlığı olmadan da Avrupa bütünleşmesi gerçekleştirilebilir.)
  4. Entegrasyon (bütünleşme) bürokratik bir süreçtir ve siyasal birleşme gibi değildir.
  5. AB’nin genişlemesi, beraberinde bütünleşme sorunları ortaya çıkaracaktır. (Şimdiye kadar üye ülkelerin bütünleşmesi konusunda çok ciddi sorunlar yaşanmadığı ortadadır. Ancak son yıllarda AB şüpheciliği ve AB karşıtlığı da Avrupa genelinde yükseliştedir.)
  6. Demografik ve ekonomik gerekçelerle AB genişlemeye devam etmelidir.
  7. 21 veya bunun da üzerinde üyesi olan bir AB’nin, dış politika yapımı ve daha birçok konuda işler hale gelmesi mümkün değildir. (Bu yönde gerçekten çok ciddi sorunlar yaşanmakla birlikte, geriye değil, ileriye gidildiği de ortadadır.)
  8. AB, bu şekilde ilerlemeye devam ederse, ekonomik açıdan bütünleşmiş, ama siyaseten konfederasyon düzeyinde kalmış bir yapıya dönüşebilir.
  9. AB’nin ABD ve NATO’dan özerk bir askeri gücünün olması ihtimal dışıdır. (Bu yönde çalışmalar -PESCO- hızlandırılmış ve ciddi mesafe alınmıştır. Ancak bu girişimlerin nasıl sonuçlanacağı henüz belirsizdir.)
  10. AB’nin, gelecekte, ekonomik ve finansal etkisi siyasal ve askeri etkisinin çok ötesinde farklı bir siyasi yapıya dönüşmesi beklenebilir. (Ekonomik etki, günümüzde, -savaş zamanları dışında- siyasal ve askeri etkilerden daha önemli olabilmektedir.)
Stratejik olarak, Brzezinski, AB ülkelerinin NATO’ya katkılarını ABD seviyesine çekmeleri ve NATO misyonlarına katılımlarının ABD için ideal bir tercih olduğunu (ABD’nin yükünün azaltılması bağlamında) düşünmektedir. Bu bağlamda, siyasi-askeri bağımsızlığı olmayan bir Avrupa, ABD için daha faydalıdır. Brzezinski’ye göre, Avrupa Ordusu konusundaki girişimler de, kapsamlı olmadığı sürece başarılı olamayacaktır. Bu nedenle, Avrupa güvenliği konusunda NATO’nun rolü yazara göre kalıcı bir durumdur. Bu doğrultuda, yazar, NATO’nun genişlemesine de destek vermekte ve bunun Amerikan çıkarları için yerinde olduğunu düşünmektedir. Ancak Brzezinski’ye göre, NATO’ya bir güvenlik alternatifi oluşturmadığı sürece, AB’nin siyasi birliğini sağlayamayan gevşek bir Birlik olarak genişlemesi ABD için bir sorun teşkil etmez. Hatta AB’nin büyümesi, dışsal ve içsel tehditlerle uluslararası barışın bozulmasını zorlaştıracağı için ABD için faydalıdır.

Bu bilgiler doğrultusunda, Brzezinski, ABD’nin Avrupa’ya yönelik politikası konusunda 10 önemli ilkesini açıklamaktadır:
  1. Avrupa, ABD’nin doğal ve en önde gelen müttefikidir.
  2. Atlantikçi bir Avrupa, Avrasya dengeleri açısından çok önemlidir. (Bu noktada birçok Avrupa ülkesi ve Türkiye gibi ülkelerin enerji konusunda Rusya’ya bağımlı olmaları ciddi bir sorundur.)
  3. Yakın gelecekte gerçekleşmesi mümkün olmasa da, Avrupa’nın özerk bir güvenlik kapasitesi oluşturma girişimlerine ABD engel olmamalıdır. (Brzezinski, Avrupa Ordusu’nun bu kapsamda değerlendirilebilir olup olmadığını açıkça belirtmemiştir. Ancak önceki ifadeleri de düşünülürse, bunun gerçekleşmesini düşük bir ihtimal görmekte ve bu nedenle ABD’nin bunu engeller duruma düşmesini istememektedir.)
  4. Müttefikler arasında siyasi birliğin sağlanması, NATO’nun kapasitesinin geliştirilmesinden daha önemlidir.
  5. ABD, müttefiklerle uzlaşı sağlanmadan Avrupa’ya balistik füze sistemi yerleştirilmesi konusunu ötelemelidir.
  6. ABD, Avrupa’da genişleyen bir NATO’ya destek vermelidir. (Son olarak Kuzey Makedonya NATO’nun 30. üyesi olmuştur.)
  7. ABD için Avrupa’nın bütünleşmesinden çok genişlemesi faydalıdır.
  8. AB ve NATO, ileriki dönemlerde gerçekleşecek olan genişlemeler konusunda birlikte çalışmalıdırlar.
  9. Kıbrıs, Türkiye ve İsrail gibi ülkeler, her iki yapıya da (NATO ve AB) dahil edilebilirler. (Türkiye yıllardan beri bir NATO üyesidir, ama AB’ye tam üyeliği zor gözükmektedir. İsrail’in NATO ve AB ile yakın ilişkileri olmasına karşın[15], bu yapılara entegrasyonu şu an için gündemde değildir. Kıbrıs, etnik çatışmalar nedeniyle, 1974’ten beri fiili olarak ikiye -KKTC (1983’ten itibaren) ve Kıbrıs Cumhuriyeti/Güney Kıbrıs Rum Kesimi olarak- bölünmüştür. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığı nedeniyle, KKTC, bir anlamda NATO’ya dahil bir bölgedir. Ancak Güney Kıbrıs, NATO’nun kontrolü dışındadır. Fakat burada da iki önemli İngiliz askeri üssü bulunmaktadır.)
  10. Yeni NATO ve AB üyelikleri konusunda kısıtlama ve dışlamalar yapılmamalıdır.

Rusya ile Yaşamak
Zbigniew Brzezinski, Rusya ile ilgili analizlerine, Rusya’nın SSCB sonrasında Transatlantik bağları kuvvetli ve gerçekten demokratik bir ulus-devlete dönüşmesinin Ruslar için de faydalı olduğu görüşünü ileri sürerek başlamaktadır. (Bu, hayli tartışmalı bir görüştür. Zira bugüne kadar yapılan tüm anketler ve Vladimir Putin’in ezici farkla kazandığı seçim sonuçlarının da gösterdiği üzere[16] -gerçi son dönemde Putin’e verilen destekte bir düşüş eğilimi gözlemleniyor[17]-, Rusların çoğunluğu için ekonomik gelişim ve demokrasiden ziyade, sınırları geniş ve güçlü bir devlette yaşamak düşüncesi daha makbuldur.) Brzezinski’ye göre, Avrasya güçleri arasında Japonya ve Avrupa gerçekten uluslararası istikrardan yanayken, Rusya ve Çin konusunda bu kadar iyimser konuşmak zordur. Ayrıca bu ülkelerin uluslararası politikaya yaklaşımları kendi aralarında da farklılaşabilmektedir; Çin, dış yatırımlarla büyüyen ve dışarıya daha da çok açılmak isteyen özgüvenli bir ülkedir, Rusya ise, güney ve doğu sınırlarından kaynaklanan tehlikelerin farkında olan ve nükleer gücünün küreselleşen bir ekonomik düzende etkisinin azaldığını düşünen süpergüç ardılı bir devlet olarak, daha çok iç dinamiklerine odaklanmaktadır. Yazara göre, ne ABD, ne de Avrupa (AB), Rusya’yı baştan çıkarabilecek ya da dışarıdan dönüştürebilecek bir güce sahiptir. Rusya’nın dönüşümü, ancak Osmanlı Devleti’nin modern Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmesi sürecinde olduğu gibi içsel dinamiklerle gerçekleşebilir.

Bugünkü Rusya’yı analiz ederken, Brzezinski, komünizmin Ruslara 70 yıl boyunca yaptığı tahribatı da hesaba katmak gerektiğini düşünmektedir. Yazara göre, Moskova ve St. Petersburg gibi Batı sermayesinin aktığı şehirlerin pırıltısı dışında, komünizm, Rusya’da, endüstrisizleşme riski yaşayan geri kalmış bir ekonomik sistem, kötü çevre koşulları, demografik açıdan tehlike yaşayan bir nüfus, yıkılmış bir tarım sistemi ve birçok yerde ilkel bir sosyal altyapı bırakmıştır. (Yazar, bu noktada kısmen haklı olmasına karşın, bence çok karamsar bir tablo çizmektedir. Zira Doğu Avrupa’da Sovyet Rusya’dan hayli geride olan ülkelerin bile AB üyeliği sonrasında çok kısa sürede gelişebildikleri düşünülürse, Rusya’da komünizmin mirası olan yüksek eğitimli nüfus ve halen kullanılan metro sistemi gibi unsurlarla birlikte Rusya’nın zengin doğal kaynakları -petrol ve doğalgaz- ve askeri gücü -Rusya dünyanın en büyük nükleer gücüdür- hesaba katıldığında, Rusya’nın gelişme ve dünya siyasetinde gücünü gösterme şansı halen hayli yüksektir. Ancak endüstrisizleşme riski ve sadece enerji ve savunma sanayiine dayanan verimsiz bir ekonominin kurulma olasılığı, gerçekten de Rusya için ciddi bir sorundur. Kitabın Rusya’nın en güçsüz ve halen şokta olduğu 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında yazıldığını da bu noktada hesaba katmak gerekir.) Brzezinski, bunlara ek olarak, Soğuk Savaş döneminde Rusya’nın süpergüç olduğu psikolojisiyle yetişen Rus entelektüellerinin komünist endoktrinasyon nedeniyle yıllar boyunca uyuşturulmuş, birçoğu bizzat Sovyet devleti tarafından yok edilmiş ve bugün Rusya’nın dünyadaki mütevazı konumuna alışmakta zorlandıklarını yazmaktadır. Ayrıca Rusların dünyaya açılmalarıyla birlikte Batı Avrupa’daki yaşam koşullarının çok gerisinde yaşadıklarını fark etmeleri de Rusların özgüvenini sarsmıştır. Bunların yanı sıra, nüfus olarak devasa durumdaki Çin’in komşusu olmak da Rusya için ciddi bir endişe kaynağıdır. Hatta kendi içerisindeki Müslüman nüfus ve güneyinde birçok Müslüman nüfusu yoğun ülkeyle çevrelenmiş olmak da Rusya adına ciddi bir tehdit kaynağıdır. Sovyetlerin çöküşü sonrasında Rusya içerisindeki Müslüman nüfus ve Rusya’ya komşu olan Müslüman ülkelerde İslami kimlik ve milliyetçi eğilimler güçlenmektedir. Bunlar da Rusya’nın bölgedeki etkisi bağlamında olumsuz gelişmelerdir. Hepsinden öte, daha birkaç yıl önce (o dönem için) ABD’nin rakibi ve dünyanın iki süpergücünden biri olan Rusya, şimdilerde ekonomik büyüklük -gayrisafi milli hasıla- açısından çok gerilerde kalmıştır. Rusya ekonomisinde yaratıcılık, fonlama ve girişimcilik gibi konularda da yazara göre ciddi sorunlar vardır. Sosyal koşullar ise Brzezinski’ye göre daha da felaket durumdadır. Öyle ki, Rusya’nın yüzde 75’i ABD standartlarına göre temiz kabul edilmeyen su tüketmektedir. Rusya’nın sağlık sistemi ve ülkedeki hijyen koşulları da kötü durumdadır. Bu nedenle, ortalama yaşam süresi ve beklentisi Avrupa standartlarının çok altında kalmaktadır.

Tüm bu sorunlarla mücadele etmesi ve strateji geliştirmesi gereken Rusya devlet seçkinleri (siyasal eliti) ise, Brzezinski’ye göre, Rus devletinin “aparatçik”i olarak konumlanmaya alışmış suça bulaşmış oligarklar ile eski KGB ve Kızıl Ordu mensuplarından oluşmaktadır. Hatta o dönem Rusya’nın başına henüz geçmiş olan Rus lider Vladimir Putin de Brzezinski’ye göre bu profile son derece uygun bir kişidir. 3. nesil bir aparatçik olan Putin’in babası parti memuru, dedesi ise Lenin ve Stalin’in güvenliğiyle ilgilenmiş bir kişidir. Zaten Putin de KGB’den yetişme ve uzun yıllar Sovyet devletine hizmet etmiş bir istihbarat görevlisidir. Putin ve yakın çevresi, Sovyet İmparatorluğu’nun gücünü kaybetmeye başladığı bir dönemde yetişmiş ve Sovyetlerin yıkılmasıyla şoka girmiş bir jenerasyonun mensubudurlar. Rusya’nın yeniden güçlenmesini amaçlayan Putin ve ekibi, Batı ile iyi geçinmeye çalışmakta ve ABD ve Avrupa’ya yönelik düşmanca bir söylem içerisine girmemektedir. (Ancak Putin, ilk yıllarındaki mutedil dış politikasından sonra, 2007 Münih Güvenlik Konferansı’ndaki unutulmaz konuşmasında sinyallerini verdiği[18] ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine meydan okuyan bir dış politika anlayışı benimsemiş ve 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna (Kırım ilhakı) müdahalelerinden de görüldüğü üzere, bu yönde aktif çaba göstermiştir.) Hatta radikal İslamcı hareketler ve terörizme karşı, ABD ile Rusya arasında -Moskova’nın seçiciliğinde- bazı işbirliği alanları bile oluşmaya başlamıştır. Buna karşın, Rus siyasal eliti için, eski Sovyet coğrafyasında -geçmişte olduğu gibi tek bir devlet çatısı altında olmasa da- Rusya’nın öncülüğünde ve Moskova’nın çıkarlarını önceleyen bir düzen kurma anlayışı halen hakim paradigmadır. (Bu doğrultuda, Moskova, geçtiğimiz yıllarda Avrasya Ekonomik Birliği’ni hayata geçirmiştir.) Putin’in “yakın çevre” adını verdiği eski Sovyet coğrafyasındaki ülkeler bağlamında, Moskova, önceliklerini şöyle belirlemiştir: Azerbaycan ve Gürcistan üzerinde sürekli baskı oluşturarak, mevcut Başkanları sonrasında bu ülkeleri destabilize etme ve hakimiyetinde tutma gücünü elinde bulundurmak, Ukrayna’yı Rusya-Beyaz Rusya ittifakı ile sembolleşen Slav kardeşliğine geri kazandırmak ve Batı dünyasına (AB ve NATO) kaybedilmemesini sağlamak ve Baltık devletlerinin NATO’ya üyeliklerine engel olmak.

Bu doğrultuda, Brzezinski, Rusya hakkında şu 10 temel tespiti yapmaktadır:
  1. Rusya ekonomisi ABD’nin onda biri kadardır ve endüstriyel tesisleri OECD ortalamasının üç katı kadar daha eskidir.
  2. 70 milyon Rus, şehirlerde ve ABD’dekinin 5 katı daha sağlıksız koşullarda yaşamaktadır. Dahası, Rusya’nın su tüketiminin yüzde 75’i kirli su kaynaklarından olmaktadır.
  3. Rusya’daki doğumların yalnızca yüzde 40’ında tamamen sağlıklı bebekler dünyaya gelebilmiştir.
  4. 1990’da 151 milyon olan Rusya nüfusu, 1999’da 146 milyona kadar düşmüştür.
  5. Rusya’nın doğu komşusu Çin’in 1,2 milyar, batı komşusu AB’nin ise 375 milyon nüfusu vardır. Üstelik, Rusya’nın güneyindeki devletlerde 300 milyon Müslüman yaşamaktadır.
  6. Çin ekonomisi Rusya ekonomisinin 4 katı büyüklüğündedir ve son 10 yılda Çin’e gelen yabancı yatırım miktarı Rusya’ya gelen yabancı yatırımın 30 katıdır. AB ekonomisi ise Rusya ekonomisinin 10 katı büyüklüğündedir.
  7. Komünizm sonrasında ortaya çıkan yeni Rus siyasal eliti, Orta Avrupa ülkelerinin yeni siyasal elitlerinin aksine, suça bulaşmış oligarklardan ve eski KGB ve Kızıl Ordu mensuplarından oluşmaktadır. Bu kişiler, Sovyet sistemi devam etseydi de aynı konumda olacak kişilerdir ve sistemi reforme etmeleri zordur.
  8. Rusya’nın yeni Devlet Başkanı Vladimir Putin’in amacı Rusya’yı reforme etmek ve demokratikleştirmek değil, yeniden ayağa kaldırmak ve gücünü restore etmektir.
  9. Rusya, eski Sovyet coğrafyasındaki ülkelerle ilişkilerini yeniden tesis etmek için Batı’dan çeşitli imtiyazlar istemektedir.
  10. Demografik ve coğrafi meydan okumalar nedeniyle Rusya’nın geleceğinde krizler yaşanabilir.
Zbigniew Brzezinski’ye göre, Sovyetlerin çöküşü ardından kurulan Rusya’da, milliyetçilik, sosyal mobilizasyon anlamında ancak kısa vadeli bir çözüm formülü olabilir. Sayıca az ve sosyal açıdan mahrum durumdaki Ruslar, bu şekilde, güneydeki Müslüman halklar ve doğudaki devasa Çin arasında, Avrupa ve ABD ile de zıtlaşma içerisine girebilirler. Çin’le bir ittifaka yönelinmesi ise, Moskova’yı Pekin’e tabi hale getirecektir. Bu bağlamda, Brzezinski, Rusya’yı Osmanlı Devleti'nin çöküşü sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile kıyaslamaya çalışmaktadır. Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne benzer şekilde, Soğuk Savaş sonrasında kurulan Rusya Federasyonu da aslında Batılı güçler tarafından yenilerek işgal edilmemiş ve Rus halkı Soğuk Savaş’ı kazanan ABD ve Batılı müttefikleri tarafından endoktrinasyona tabi tutulmamıştır. Brzezinski’ye göre, Rusya, Türklerin Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal Atatürk’le gerçekleştirdiği modernleşmeden 3 önemli ders çıkarabilir. Birincisi, Atatürk ve arkadaşları yeni Türkiye’yi inşa ederken geçmişle bağlarını tamamen koparmışlardır. (Bu durum Brzezinski tarafından olumlu bir örnek olarak gösterilse de, günümüzde Türkiye’nin sürekli olarak siyasal ve sosyal açıdan İslamcı-laik ikilemi ve yoğun toplumsal kutuplaşma yaşadığı düşünülürse, bu, faydaları kadar zararları da olan bir deneyimdir.) İkincisi, Atatürk’ün reformları, Batı dünyasının kendisini reddetmemesi sayesinde gerçekleşebilmiştir. (Oysa günümüzde hem Batı dünyası uluslararası hukuka aykırı hareket ettiği gerekçesiyle Rusya’ya kucak açmamakta, hem de Rus siyasal eliti bu durumu siyaseten avantaja çevirmeye çalışmaktadır.) Üçüncüsü, devletlerin yeni bir kimlik oluşturma süreçleri birkaç yıllık değil, birkaç on yıllık uzun süreçlerdir. (100. yıldönümüne yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti’nde sürekli Osmanlı nostaljisi yaşanması, birkaç on yıllık süreçler sonrasında bile eski köklü kimliklerin geri dönebileceğini ispatlamaktadır. Bu nedenle, Rusya’da Sovyetler Birliği ve hatta Çarlık Rusyası deneyimlerini tamamen dışlayan yeni bir kimlik oluşum süreci gerçekçi değildir.) Bunlar, Brzezinski’ye göre, Rusya Federasyonu’nun kimlik oluşum sürecinde gözden geçirilmesi gereken önemli tarihsel derslerdir. Ayrıca Brzezinski, Vladimir Putin’in “Rusya’nın Atatürk’ü” olduğu görüşünü kabul etmemektedir; çünkü Putin, ona göre Sovyetler Birliği sonrası kurulan Rusya’nın yeni siyasal elitinin değil, son dönem Sovyet elitinin temsilcisidir. İlerleyen yıllardaysa, Rusya’da, Batı üniversitelerinde eğitim almış yeni bir siyasal elitin görev başı yapması muhtemeldir. Bu yeni jenerasyon, Rusya’yı sadece Batılı ülkeler gibi yapmayı değil, Batı’nın bir parçası yapmayı isteyebilir. (Bu, yine çok iyimser bir yaklaşımdır. Zira Rusya’da Batıcı siyasal yönelim 1990’larda Boris Yeltsin liderliğinde felaket bir siyasi ve ekonomik tablo yaratmış ve bu ülke halkının Batı karşıtı siyasi yönelimi benimsemesine sebep olmuştur.) Bu nedenle, Brzezinski’ye göre, Batılı ülkeler Rusya’ya yardımcı olmaya devam etmelidirler. Ancak bu yardımlar her türlü kaynağı olan Rus devletine değil, yeni gelişmekte olan sivil topluma yönelik olarak yapılmalı ve yeni ve açık fikirli Ruslara destek olunmalıdır. ABD de genç Rusları eğitmek konusunda daha cömert ve istekli olmalıdır. Ayrıca ABD ve Batı dünyası, Rusya’nın çevresinde Sovyet deneyimi sonrası kurulan yeni devletlere de destek olmalıdır.

Bu doğrultuda, Brzezinski, Rusya politikası konusunda 10 önemli ilkesini şöyle açıklamaktadır:
  1. Rusya’nın günümüzdeki sıkıntılarını anlamak açısından, Osmanlı’nın çöküş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminden çıkarılacak dersler son derece gereklidir.
  2. Türkiye’nin 1920’lerde kendisini yeniden tanımlama süreci, Batı’nın kucak açtığı reformist ve eleştirel bir kitle sayesinde mümkün olmuştur. (Kemalizm’in kitleselleşmedeki başarısı halen tartışmaya açıktır. Brzezinski’nin iddiası, daha çok Kemalist siyasal/bürokratik elit için geçerlidir.)
  3. Rusya’nın sonraki jenerasyonu, 1920’ler Türkiye’sinde olduğu gibi, Batı yanlısı eleştirel ve reformist bir yapıya bürünebilir.
  4. Batı’nın Rusya’ya yönelik finansal destekleri demokrasi yanlısı sivil topluma yönelik olarak düzenlenmelidir.
  5. Putin rejiminin başarısı ve Rus halkının teveccühünü kazanması, Rusya’nın Avrupa yönelimli, demokratik ve milli bir devlete dönüşmesini geciktirecektir.
  6. Sovyetlerin çöküşü ardından yeni kurulan devletlere verilecek Batı desteği, Rusya’nın kendisini yeniden tanımlama sürecine yardımcı olacaktır.
  7. AB ve NATO, Kaliningrad için özel statü başta olmak üzere çeşitli konularda Rusya ile ilişki kurmalıdır.
  8. AB ve NATO, Rusya’nın batısına doğru genişlemeyi belirsizliklere mahal vermeyecek şekilde sürdürmelidir.
  9. NATO ile Rusya arasında stratejik bir doktrine dayalı olan kıtalararası güvenlik diyaloğu başlatılmalıdır.
  10. Verimli bir yakınlaşma tek taraflı bir flört süreciyle gerçekleşemeyeceği için, Batı’nın Rusya için tek uygulanabilir tercih haline geleceği zorlayıcı bir jeopolitik durum yaratılmalıdır.
Bu ilkeler doğrultusunda, Brzezinski, Rusya’nın NATO ve AB’ye üyeliklerinin de ihtimal dışı tutulması gerektiğini yazmakta ve bu konuda ABD Başkanı Bill Clinton’ın Rusya’yı üyeliğe teşvik eden sözlerini hatırlatmaktadır. NATO genişlemesi, Brzezinski’ye göre Avrupa’nın güvenliği ve hatta Rusya’nın güvenliği için de son derece faydalıdır. (Bu, şu an için Rusya nezdinde kesinlikle kabul görmeyen bir yaklaşımdır. Örneğin, Gürcistan’ın ve Ukrayna’nın NATO üyeliği, Rusya için bir savaş sebebi olarak görülmektedir.)

Sonuç
Sonuç olarak, ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski’nin yılların deneyimini yansıttığı The Geostrategic Triad: Living with China, Europe, and Russia (Jeostratejik Üçlü: Çin, Avrupa ve Rusya İle Yaşamak) adlı eseri, çok ciddi bir bilgi birikimi ve önemli kaynak ve veriler doğrultusunda yazılmış ciddi bir çalışmadır. Ancak kitabın 20 yıl kadar önce yazılmış olması, haliyle bazı konularda günümüzde kabul gören yaklaşımlardan farklı görüşler içermesine neden olmuştur. Bunları kısaca özetlemek gerekirse:
  • Çin’in askeri, teknolojik ve ekonomik gelişimi Brzezinski’den öngörüsünden daha başarılı şekilde devam etmektedir.
  • Çin ile Rusya arasındaki ilişkiler, Şanghay İşbirliği Örgütü ve enerji ve savunma sanayii işbirlikleri ile güçlü bir şekilde devam etmektedir.
  • Çin’in ABD’nin serbest piyasa ekonomisi ve çok partili demokrasi ile sembolleşen evrensel bir siyasal modeli olmasa da, her ülke için yerel modeller önermesi ve iç işlerine karışmama prensibini hayata geçirmesi nedeniyle küresel liderliğine olan destek her geçen gün artmaktadır.
  • Çin’in Latin Amerika ve Afrika’daki etkileri düşünüldüğünde, bu ülkeyi bölgesel bir güç olarak tasnif etmek gerçekçi değildir.
  • Çin’in Brzezinski tarafından “oksimoron” olarak değerlendirilen ekonomik sistemi pratikte başarılıdır ve liberal veya Marksist doktrinden ziyade gerçek hayattaki pratik başarılar siyasette daha önemlidir.
  • Çin’in gelecek vizyonu son derece net ve açıktır. Üstelik Çin Komünist Partisi tarafından kısa, orta ve uzun vadeli olarak planlanmaktadır.
  • 1990’larda çok övülen Tayvan’ın demokratik ve ekonomik başarısı, 2000’lerde Çin’in ekonomik başarısı nedeniyle kısa sürede unutulmuştur ve Tayvan’daki Çin etkisi her geçen gün artmaktadır.
  • Japonya’nın ABD müttefikliği halen çok ağır basmaktadır ve Çin’le diyalog ve işbirliği girişimleri son derece sınırlı kalmıştır.
  • G-8, Çin’in katılımıyla G-9 olmadığı gibi, Rusya’nın üyeliğinin askıya alınmasıyla G-7 halini almıştır.
  • ABD Başkanı Donald Trump, Transatlantik ilişkiler konusunda tarihi bir kırılmaya işaret etmekte ve AB’yi ABD için faydalı olarak görmemektedir.
  • Brexit referandumu ile Birleşik Krallık AB’den ayrılma sürecine girmiştir.
  • Avrupa Ordusu kurulması yönündeki girişimler son birkaç yılda hızlanmıştır. Ancak hemen sonuç alınması kolay gözükmemektedir.
  • Alman liderliğine Avrupa’da sanıldığı kadar büyük ve aşırı tepkiler gösterilmemiş ve Almanya-Fransa ikilisi bugüne kadar uyumlu bir ilişki formatı oluşturmayı başarmışlardır.
  • Avrupalı kimliği halen gelişim halindedir ve ancak AB ile yetişen bir-iki nesilden sonra bu konuda ciddi ilerlemeler sağlanabilir.
  • Rusya, Batı dünyası tarafından kaybedilmiş gibi gözükmektedir. Rusya’da güçlü bir Batı yanlısı muhalefet de yoktur.
  • Rusya’da ekonomik gelişim umut vermese de, devletin askeri gücü ve siyasi etkisi halen yüksek düzeydedir. Nitekim dünyanın 11. büyük ekonomisi olan Rusya, günümüzde siyaseten ABD’den sonra en etkili ikinci güç gibi algılanmaktadır.
  • Rusya’nın Sovyet mirası, Brzezinski’nin düşündüğü kadar olumsuz bir durumda değildir.
  • Rus dış politikası 2007’den itibaren hızla Batı karşıtı bir yönde gelişmiş ve Avrasyacı yönelim Rusya’da kalıcı hale gelmeye başlamıştır.
  • Rusya’nın Sovyetler Birliği sonrasında yeniden kurulma süreciyle Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu sonrasında yeniden kurulması süreci birbiriyle kıyaslanamaz. Zira dönemsel koşullar ve toplumlar birbirlerinden çok farklıdır. Dahası, Brzezinski’nin çok övdüğü Türkiye’nin yeniden kurulması süreci, bugün Türkiye’yi Batı dünyasından koparan bir noktaya gelmiş ve toplumda derin kutuplaşmalara (hatta Samuel Huntington’ın ifadesiyle bölünmüş-torn bir topluma) neden olmuştur.
  • Rusya’nın Çarlık ve Sovyet dönemlerinden kalma tarihsel birikimleri ve kimliklerinden vazgeçmesi mantıklı bir tercih değildir.
  • Rusya’nın Batı ile ilişkileri ilerleyen yıllarda Ukrayna nedeniyle daha da gerilecek gibi gözükmektedir. Brzezinski’nin Rusya’nın Avrupa ile bütünleşebileceği görüşü ise şu an için ihtimal dışıdır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Zbigniew_Brzezinski.
[2] Kitapları için; https://www.amazon.com/Zbigniew-Brzezinski/e/B001IGOFO2.
[3] Bakınız; https://www.amazon.com/Geostrategic-Triad-Living-Europe-Significant/dp/089206384X.
[4] Bakınız; https://tr.euronews.com/2019/01/15/cin-ay-da-pamuk-yetistirmeyi-basardi.
[5] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43044312.
[6] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/ekonomi/2014/05/140521_rusya_cin_gaz.
[7] Bu konuda faydalı bir grafik için; http://www.pewresearch.org/fact-tank/2018/10/19/5-charts-on-global-views-of-china/.
[8] Bakınız; https://tradingeconomics.com/china/gdp-growth-annual.
[9] Şi Cinping’in bu konudaki son açıklaması için; https://www.bbc.com/news/world-asia-china-46733174.
[10] Bakınız; http://politikaakademisi.org/2017/11/09/doc-dr-kutay-karaca-ile-cin-halk-cumhuriyeti-mulakati/.
[11] Bakınız; https://www.worldatlas.com/articles/which-countries-recognize-taiwan-as-a-country.html.
[12] Bakınız; https://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/asia/china/11220368/Worlds-most-awkward-head-of-state-handshake-as-Xi-Jinping-and-Shinzo-Abe-meet.html.
[13] Bakınız; http://www.ekodialog.com/Makaleler/cin_dtoya_uyeliginin_sonuclari.html.
[14] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-41978775.
[15] Hatta son olarak Türkiye’nin de vetosunu kaldırmasıyla İsrail’e NATO genel merkezinde bir ofis tahsis edilmiştir. Bakınız; http://www.milliyet.com.tr/-turkiye-israil-vetosunu/dunya/detay/2239309/default.htm.
[16] Bakınız; http://www.milliyet.com.tr/rusya-lideri-putin-in-halk-destegi/dunya/detay/2203928/default.htm.
[17] Bakınız; https://www.theguardian.com/world/2018/oct/08/trust-vladimir-putin-declines-steeply-among-russians-poll-shows-pension-changes.
[18] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=WAavE0GQWG4.

Hiç yorum yok: