23 Mayıs 2018 Çarşamba

Geçmişten Günümüze Türk-Fransız İlişkileri


Giriş
Türkiye-Fransa ilişkileri hakkında son dönemde yazılan önemli eserlerden birisi de, Prof. Dr. Haydar Çakmak editörlüğünde birçok yazarın katılımıyla hazırlanan ve 2017 yılında Efil Yayınevi tarafından yayımlanan Geçmişten Günümüze Türk-Fransız İlişkileri adlı kitaptır[1]. Kitapta, tarihsel süreç içerisinde Türkiye (Osmanlı)-Fransa ilişkilerinin gelişimine dair önemli bilgiler içeren farklı kitap-içi bölümlere (makalelere) yer verilmiştir. Bu yazıda, kitapta yer alan ve Türk-Fransız ilişkileri literatüründe önemli bir boşluğu dolduran iki makale özetlenecektir.

Geçmişten Günümüze Türk-Fransız İlişkileri

Erjada Progonati’den “1946-1989 Soğuk Savaş dönemi Türk-Fransız İlişkileri”
Kitapta yer alan en özgün ve dikkat çekici çalışmalardan birisi, Hitit Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi olan Arnavut akademisyen Yrd. Doç. Dr. Erjada Progonati’nin[2] “1946-1989 Soğuk Savaş dönemi Türk-Fransız İlişkileri” adlı makalesidir. Progonati, bu çalışmasında, genelde ihmal edilen bir konu olan Soğuk Savaş dönemi (1946-1989) Türk-Fransız ilişkilerini incelemiştir.

Bilindiği üzere, Türkiye, 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne, 1952 yılında ise NATO’ya üye olmuş ve Batı bloğunun önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu yıllarda, ilk Cumhuriyet döneminde Türkiye’deki kurucu siyasal elitin sıcak baktığı ve hatta öykündüğü Fransız kültürünün yerini Amerikan etkisi almaya başlamıştır. Ayrıca Türkiye, bu dönemde 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamış ve AET’ye tam üyelik yolunda da önemli bir adım atmıştır. Bu dönemin Batı dünyasındaki hâkim paradigması, Türkiye başta olmak üzere tüm Batı dünyasına yönelik öncelikli bir tehdit arz eden Sovyetler Birliği’ne karşı bir güvenlik ittifakının oluşturulmasıydı. Ancak bu dönemde, Türkiye-Fransa ilişkileri ilginç bir şekilde çeşitli gerilimlere de sahne olmuştur. Bunun ilk sebebi, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları eksikliklerinin Avrupalı ülkelerce zaman zaman vurgulanmasıdır. Buna karşın, Soğuk Savaş koşulları nedeniyle Avrupalı ülkelerin Ankara’ya yönelik eleştirileri tali düzeyde etkili olmuştur. İkinci önemli mesele ise Ermeni Sorunu olmuştur. Fransa’da çok etkili bir diyaspora grubu olan Ermeniler, Türkiye ile tarihsel husumetleri nedeniyle Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkilere de olumsuz etkide bulunmuşlardır. Üçüncü önemli mesele ise, iki ülkenin bazı uluslararası sorunlar karşısında farklı tutumlar göstermeleridir. Ancak bu meseleler dışında, iki ülke, özellikle Orta Doğu coğrafyasında genelde paralel tutumlar göstermişlerdir. Nitekim Fransa, günümüze kıyasla Türkiye’nin NATO üyeliği ve Orta Doğu’daki Batı’ya faydalı rolüne daha fazla vurgu yapmıştır. Yine de, yazara göre, Soğuk Savaş dönemi, Türk-Fransız ilişkileri açısından kırılgan bir döneme işaret eder. Yazar, çalışmasında Soğuk Savaş dönemini üç zaman dilimine (1945-1960, 1960-1980, 1980-1989) ayırmış ve Türk-Fransız ilişkilerini bu üç farklı kategoride değerlendirmiştir.

1945-1960 dönemi, Türk-Fransız ilişkileri açısından aslına bakılırsa oldukça iyi bir dönemdir. Bu dönemde temel jeopolitik değişim unsurları; Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Sovyetler Birliği’nin gölgesinde kalması ve buna yönelik bazı karşı hamleler yapmaya başlaması, Türkiye’nin de Sovyet tehdidi karşısında Batı bloğu için önemli bir ülke haline gelmesidir. Nitekim 1945 Potsdam Konferansı’nda Boğazlar rejiminin değiştirilmesi konusunda ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin bazı girişimlerde bulunmasının ertesinde, Fransız hükümeti 7 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetlere bir nota vermiş ve bu girişimin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu ve ancak uluslararası bir konferansta görüşülebileceğini bildirmiştir. Fransa’nın bu tavrı ulusal çıkarları doğrultusunda şekillense de, Türkiye tarafından da faydalı görülmüş ve desteklenmiştir. Nitekim Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ABD ile Sovyet Rusya arasında adeta bir hakem gibi bir tür denge politikası sürdürmeye çalışan Fransa, ABD’nin Marshall Planı ile Avrupa ülkelerine kapsamlı yardımlar yapmaya başlaması ve Sovyetlerin de Avrupa’yı tehdit eden tutumu karşısında ilerleyen yıllarda NATO’nun kurucu üyelerinden biri olmuş ve Batı bloğuna dâhil olmuştur. Türkiye de, jeopolitik konumu nedeniyle kısa sürede NATO’nun güney kanadı açısından kritik bir ülke haline gelmiş ve birkaç yıl içerisinde bu örgüte üye yapılmıştır. Bugün bile, Türkiye, NATO’nun en büyük ikinci askeri gücü olarak Batı dünyası açısından vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Ayrıca 1948 tarihli Avrupa Ekonomik İşbirliği Sözleşmesi (OECE) de Paris ile Ankara’nın bu dönemde buluştuğu bir diğer uluslararası platform olmuştur. Bu örgütün yerine 1960 yılında kurulan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) vasıtasıyla bu ortaklık sürdürülmüş ve Fransa, Türkiye’ye yönelik tavırlarında genel olarak yapıcı bir üslup benimsemiştir. Bu dönemde daha çok Cezayir meselesine odaklanan Fransa, Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkmamış ve AET başvurusuna da destek vermiştir. Buna karşılık olarak, Türkiye de, Birleşmiş Milletler’de 1958 ve 1959 yıllarında Cezayir’in bağımsızlığının tanınmasına yönelik oturumlarda çekimser oy kullanmıştır. Dolayısıyla, bu yıllarda Türkiye için Fransa ile müttefikliğin bozulmaması, Müslüman Cezayir halkının bağımsızlığına destek verilmesinden bile daha önemli olarak görülmüştür. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün 16 Eylül 1959 tarihinde Cezayir’e kendi kaderini tayin (self-determinasyon) hakkı vereceğini açıklamasıyla bu sorun bizzat Fransa tarafından çözülmüş ve Türkiye, İslam dünyasında ve özellikle Cezayir’de BM nezdindeki tavrı nedeniyle tepki görmeye başlamıştır.

Valéry Giscard d’Estaing

1960-1980 dönemi, Türk-Fransız ilişkileri açısından kısmen olumsuz bir devirdir. Bu dönemde, başta Türkiye’nin AET üyeliğine destek veren Fransa, ekonomik gerekçelerle olumsuz bir tavır takınmaya başlamıştır. Buna karşın, 1965 yılında Paris ile Ankara arasında işgücü anlaşması imzalanmıştır. Bu dönemde Fransa’daki yabancılar arasında Türkler 4. büyük grubu oluşturmaktadır ve Türkiye’nin etkisi de yadsınamayacak düzeydedir. Lakin Fransa’ya göç eden Türklerin düşük eğitimli, fakir ve kent yaşamına uygun olmayan yapıları nedeniyle, bu yıllarda Fransa’daki Türk algısı olumsuz yönde şekillenmiştir. Dini ve kültürel farklılıkların birlikte yaşamayla birlikte ortaya çıkması da Fransa’daki Türklerin durumu açısından olumsuz bir etken olmuştur. Ancak 1970 yılındaki ELCO (Enseignement de la Langue et Culture d’Origine) anlaşmasıyla, Paris, Türk çocuklara yönelik anadilde eğitim hakkını kabul etmiştir. Ayrıca Fransa’nın Yunanistan’a yakın tavrı da Türkiye ile ilişkilerini bu ara dönemde olumsuz etkilemiştir. Özellikle Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing, bu dönemde Yunan yanlısı (Prohelenik) bir siyasetçi olarak algılanmıştır. Nitekim sonraki Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand da Yunanistan’ı çok sık ziyaret etmiştir. Bunun yanında, 1981 yılında yaşanan Fransız Sosyalist Partisi (PS) ve PASOK’un çifte zaferi, Atina ile Paris arasındaki dayanışmayı daha da güçlendirmiştir. Bunun neticesinde, Türkiye ile Yunanistan arasında gerilim yaratan Kıbrıs Sorunu ve Ege Sorunu gibi konular, Türk-Fransız ilişkilerini de gölgelemiştir. Özellikle Türkiye’nin 1974 yılındaki ikinci Kıbrıs müdahalesine Paris açıkça karşı çıkmış ve bu olayı kınamıştır. Ancak Fransa, Türkiye’nin Kıbrıs’taki ilk müdahalesine destek vermiş ve Ankara’nın uluslararası hukuktan doğan garantör hakkını kullanmasına itiraz etmemiştir.  Bu dönemde Fransa’nın Türk-Yunan meselesindeki tavrı, Birleşmiş Milletler (BM) kararları çerçevesinde oluşmuştur. Ayrıca bu dönemde 1915 Olayları ve Ermeni Meselesi de yeniden konuşulur olmuş ve Türklere yönelik bakışı olumsuz şekilde etkilemiştir. Fakat bunlara rağmen, Orta Doğu ve NATO politikaları konusunda iki ülkenin ilişkileri iyi düzeyde devam etmiştir. Hatta 1970’lerinin sonunda Afganistan ve İran’da yaşananlar nedeniyle, Türkiye’nin Batı bloğu açısından önemi daha da artmıştır. 1973 petrol krizi de bu dönemin en önemli gelişmelerindendir. OPEC krizi, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini sarsmış ve Türkiye’yi Arap (İslam) dünyasına yönlendirmiştir. Bu dönemde ilginç bir şekilde Fransa da ABD ile her konuda uyumlu davranmamış ve Washington’ın tavsiyelerinin aksine Körfez ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye gayret etmiştir. Dolayısıyla, 1970’lerde her iki ülke de Arap dünyasına yönelmeye başlamışlar ve birçok konuda ortak tepkiler göstermeye devam etmişlerdir. 1967 Altı Gün Savaşı’na verilen ortak tepkilerin yanında, Fransa’nın İsrail’e silah ambargosu uygulaması da Paris’in hem Ankara, hem de İslam dünyasıyla ilişkilerini olumlu yönde etkilemiş ve her iki ülke de BM’nin 242 nolu kararı çerçevesinde 1967 sınırları dâhilinde Filistin Sorunu konusunda iki devletli çözüm önerisini desteklemişlerdir. 1979 yılında Türkiye Yaser Arafat’ı kabul eden ilk NATO üyesi ülke olurken, Fransa da FKÖ’yü Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıyarak Ankara ile benzer tepkiler vermeye devam etmiştir. Bu uyumlu çizgilerine karşın, iki ülke, ilişkilerini bir işbirliği anlaşmasıyla taçlandırmamışlar ve diğer konulardaki siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle müttefikliklerini somutlaştıramamışlardır.

Étienne Manac'h

1980-1989 döneninde ise, Ermeni terör örgütü ASALA’nın faaliyetleri nedeniyle başlarda Paris ile Ankara'nın ilişkileri ciddi anlamda gerilmiştir. Türk diplomatlara suikast düzenleyen ASALA ile Fransız devletinin aktif mücadele içerisine girmemesi nedeniyle Türkiye’nin Fransa’ya bakışı bir ara ciddi anlamda bozulmuştur. Fransa, günümüzde de Ermeni Soykırımı’nı tanıyan ve Türkiye’yi bu konuda suçlu gören bir devlettir. Fransa’da buna benzer bir yaklaşım Kürt Sorunu konusunda da vardır. Nitekim Paris, Ermeniler ve Kürtleri “Türkler tarafından ezilen milletler” olarak görmektedir. 1980’lerde Paris Kürt Enstitüsü’nün açılması ve Kürt asıllı yönetmen Yılmaz Güney’e “Yol” filmiyle Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülü verilmesi, Fransa’nın Kürt duyarlılığını göstermiş ve hatta bu duyarlılığı daha da arttırmıştır. Günümüzde de Ermeni ve Kürt meseleleri, iki ülkenin tamamen müttefik olmalarına engel teşkil etmektedir. Fransa’nın bu konudaki tavrında salt insan hakları bilinci ve duygusal sebepler değil, büyük devletlerde hep var olan çıkar odaklı yaklaşım da etkilidir. Ancak bu durumun Fransa ile ticarete zarar vermeye ve Fransız şirketlerini olumsuz etkilemeye başlaması, her dönemde Türkiye’nin bir noktada durumu toparlamasını sağlamıştır. Nitekim 1980’lerde ilişkiler kötü yönde gelişmeye başlayınca, Cumhurbaşkanı François Mitterrand özel temsilcisi Étienne Manac’h’ı Türkiye’ye göndermiş ve Ermeni konusunu Ankara ile müzakere etmesini istemiştir. Manac’h, gençliğinde Fransız Komünist Partisi üyesi olmuş ve Sovyetlere yakınlığı nedeniyle dikkat ve zaman zaman da tepki çeken bir isimdir. Buna karşın, deneyimli ve başarılı bir diplomat olan Manac’h, tıkanıklıkları kısa sürede çözmüş ve 1984’ten itibaren Türk-Fransız ilişkileri yeniden yükselişe geçmiştir. Bu nedenle, ikili ilişkiler açısından 1984 yılı önemli bir dönüm noktasıdır. Ayrıca bu dönemde de Andreas Papandreu ile François Mitterrand ikilisiyle sembolleşen Fransız-Yunan müttefikliği, Türk-Fransız ilişkilerini negatif anlamda etkilemiştir. Türkiye’nin 1999 yılında dönemin Dış İşleri Bakanları İsmail Cem-Yorgo Papandreu ikilisi sayesinde düzelen ilişkilerine kadar, Türk-Yunan ilişkileri, Türk-Fransız ilişkilerinde de sorun yaratan bir unsur olmuştur. Ancak bu tarihten itibaren de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olarak Fransa’ya rakip olacağı korkusuyla, özellikle Fransız sağında Türkiye karşıtı tavırlar devam etmiştir. Solda ve merkez siyasette Ankara’ya bakış daha olumlu olmakla birlikte, Türkiye’nin demokratik rejim, insan hakları ve basın özgürlüğü gibi konularda tepki çeken uygulamaları her daim Fransa’da eleştiri konusu olmaya devam etmektedir.

Sonuç olarak, Türk-Fransız ilişkileri her zaman belli bir düzeyde korunmasına karşın, sorun yaratan unsurlar da hiçbir zaman tam anlamıyla giderilememiştir.

Kürşad Turan’dan “1991-2017 Türk-Fransız İlişkileri”
Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Kürşad Turan[3], “1991-2017 Türk-Fransız İlişkileri” başlıklı makalesinde, belirtilen süre zarfında Türkiye ile Fransa arasındaki ikili ilişkileri yorumlamaya çalışmıştır.

1991-2016 döneminde Fransa’da 4 Cumhurbaşkanı ve 11 Başbakan, Türkiye’de de yine 11 Başbakan görev yapmıştır. Zaman zaman dalgalanmalar yaşanmasına karşın, ilişkiler yine belli düzeyde korunmuş ve hatta bazı konularda gelişmeler bile kaydedilmiştir. Ancak Nicolas Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı olduğu 2007-2012 dönemi istisnai derecede olumsuz bir devirdir. Fakat bu dönemde bile Fransız devletinin resmi Türkiye politikasında çok büyük bir değişimden söz edemeyiz. Dolayısıyla, Turan’a göre, Sarkozy döneminde yapılan icraatlardan daha çok, benimsenen üslup Ankara ile Paris’in arasını bozmuştur.  Nitekim Türk akademisyene göre, uzun vadede bakılınca Türkiye-Fransa ilişkileri istikrarlı bir diplomatik seyir izlemektedir. Bu istikrar, anlaşmazlık konularının devamlılığı bağlamında bile sabittir. Ekonomik ve kültürel ilişkiler Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri belli bir seviyenin altına düşmemiş, hatta genelde gelişim seyri göstermiştir. Siyasal alanda ise, Türkiye’nin AB üyelik süreci ve 1915 Ermeni Olayları (Sözde Ermeni Soykırımı) gibi konular son yıllarda sürekli kriz çıkaran konular olmuştur. Jacques Chirac ve François Hollande gibi bazı Fransız Cumhurbaşkanları Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak yaklaşırken, Giscard d’Estaing ve Sarkozy gibi diğer bazı Fransız Cumhurbaşkanları ise buna katiyetle karşı çıkmışlardır.

Recep Tayyip Erdoğan-Jacques Chirac

Sarkozy öncesi döneme bakıldığında; François Mitterrand (1981-1995) ve Jacques Chirac (1995-2007) devirleri karşımıza çıkmaktadır. Bu iki lideri Türk-Fransız ilişkileri açısından ayıran en önemli unsur, Kürt Sorunu’na bakışlarıdır. Bu konuda Mitterrand, karısı Danielle Mitterrand’ın da etkisiyle çok duyarlı bir Devlet Başkanıyken, Chirac da bir o kadar pragmatik bir kişi olmuştur. Ayrıca Kürşad Turan’a göre, Sarkozy öncesinde iki ülkenin ABD ile ilişkileri de şaşırtıcı biçimde benzer eğilimler göstermektedir. Örneğin, Türkiye’de 1991 Körfez Savaşı öncesinde yaşanan gerilimli dönem Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Dış İşleri Bakanı Ali Bozer ve Milli Savunma Bakanı Safa Giray’ın istifasına neden olurken, Fransa’da da bu süreç Savunma Bakanı Jean-Pierre Chevènement’un istifasıyla sonuçlanmıştır. Bunların dışında, Chirac döneminde Fransa’nın Arap-İslam dünyasına açılımı somutlaşmış ve Paris’in İsrail’e yönelik eleştirel üslubu artmıştır. Olivier Guitta, Paris’in bu şekilde hem kendi Müslümanlarıyla ilişkilerini iyi seviyede tutmayı başardığını, hem de Orta Doğu siyasetinde etkin bir ülke haline gelmeyi başardığını yazmıştır. Dolayısıyla, Fransa’nın Orta Doğu’daki aktif politikaları Sarkozy ile başlamamıştır. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve bölünmüş adanın tamamını temsil eder şekilde 2004 yılında AB’ye üye yapılması, Chirac döneminden itibaren ikili ilişkilerde var olan Kıbrıs Sorunu'nu daha önemli bir konu haline getirmiştir. Ancak Chirac döneminde ikili ekonomik ilişkiler istikrarlı bir gelişim göstermiş ve ticaret hacmi 5 kat artarak, 10 milyar avro (euro) düzeyine ulaşmıştır. Chirac sonrasındaki Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığında ise, iki ülke arasındaki ticaret hacmi azalmıştır.

Nicolas Sarkozy dönemi, Türk-Fransız ilişkileri açısından hem ekonomik, hem de siyasal açıdan sorunlar yaratmıştır. Bu noktada, Türk akademisyene göre iç politik faktörler de etkili olmuştur. Kürşad Turan’a göre, Sarkozy, kendisini bir önceki sağ lider Chirac’tan farklılaştırmak ve yükselen aşırı sağ dalgayı kendi kontrolüne alabilmek için, Türkiye konusunda daha sert bir pozisyon almış ve daha katı bir üslup benimsemiştir. İkinci olarak, bu dönemde her iki ülke de, zaman zaman kesişen etki alanlarında, ulusal çıkarlarını sağlama almak ve genişletmek için atak ve etkin politikalar geliştirmişlerdir. Ancak bu dönemde ekonomik ilişkilerin kısmen de olsa bozulması, her iki ülkede de olumsuz etkiler bırakmıştır. Bu dönemde NATO’nun askeri kanadına geri dönen Fransa, Françafrique ve Akdeniz Birliği gibi projelerle ulusal çıkarlarını derinleştirmeye gayret ederken, Türkiye de, kimilerince “Yeni Osmanlıcılık” adı verilen yaklaşım doğrultusunda, çok boyutlu ve bölgesinde iddialı bir dış politika yürütmeye çabalamıştır. Dolayısıyla, Sarkozy döneminde Fransa açısından “Fransız istisnası” ve “tek yanlılık” prensipleri yeniden öne çıkarılırken, Türkiye açısından da kendi kültürel kimliğini sahiplenme ve bölgesinde başat güç olma güdüsü “Osmanlı mirası” ve “Siyasal İslam” vurguları şeklinde tezahür etmiştir. Sarkozy’nin NATO’nun askeri kanadına geri dönüş kararı, kendi ülkesinde Lionel Jospin, Laurent Fabius, Alain Juppé ve Dominique de Villepin gibi bazı isimlerden eleştiriler alırken, bu karar sonrasında Fransa’nın Libya operasyonu gibi NATO hamlelerine liderlik fırsatı yakaladığı görülmüştür. Ayrıca bu karar, ABD tarafından da hararetle desteklenmiştir. Türkiye ise, Sarkozy’nin hamlelerine şüpheyle yaklaşmış; özellikle Akdeniz Birliği vasıtasıyla AB üyeliği yolunun kapatılacağından endişe etmeye başlamıştır. Bu dönemde Fransa, Tunus’taki gelişmeleri de doğru değerlendirememiş ve Türkiye’nin aksine Zeynel Abidin Bin Ali rejimine destek vermeye çalışarak zor duruma düşmüştür. Ancak Bin Ali’nin ülkesinden ayrılması sonrasında, Fransa, Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi’ne hemen destek açıklamış ve konumunu yeniden sağlama almıştır. Türkiye ise, bu süreçte en baştan halk hareketlerine sıcak yaklaşması sayesinde, bir dönem “model ülke” ve demokrasiye ulaşmak isteyen Arap-İslam dünyasındaki halkların en olumlu yaklaştığı devlet olmuştur. Türkiye’de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Ennahda hareketi arasındaki yakın ilişkiler de bu süreçte Türkiye’yi İslam coğrafyasında son derece güçlü kılmıştır. Sarkozy sonrasında Fransa da, François Hollande’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde, Arap dünyasındaki devrimci halk hareketlerine başta koşulsuz destek vermiş ve demokratik dönüşümleri desteklemiş; ancak -ABD’ye benzer şekilde- Mısır ve Suriye’deki olumsuz gelişmeler nedeniyle daha sonra daha dengeli bir üsluba yönelmiştir. Fransa’nın Sarkozy döneminde Arap Baharı sürecinde isteksiz davranmasının bir diğer sebebi de, Tunus’taki Bin Ali ve Libya’daki Muammer Kaddafi yönetimleriyle çok yakın ekonomik ilişkilerinin olmasıdır. Fakat Türkiye de aslında bu süreçte biraz yalpalamış; örneğin, o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Libya konusunda çelişkili açıklamalar yapmak durumunda kalmıştır. Sarkozy dönemi, genel olarak Türk-Fransız ilişkileri açısından karşılıklı olumsuz bir üslup, bozulan ekonomik ve siyasi ilişkiler ve güçlenen rekabet algısı olarak özetlenebilir. 

Sarkozy sonrasında başa geçen François Hollande dönemi ise, ikili ilişkilerde diplomatik dilin ağırlığının öne çıktığı ve Sarkozy’den kalan olumsuz mirasın kısmen düzeltildiği bir devirdir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı Hollande, Türkiye’ye yönelik bazı açılım ve jestlerde bulunmuştur. Hollande’ın Türkiye ziyareti de olumlu geçmiş; lakin birçok konuda temel sorunlar çözülememiştir. Buna karşın, ekonomik ilişkilerin yeniden canlandırılması son derece faydalı olmuştur. Çalışmada, makalenin yazıldığı süreçte halen devam eden Hollande dönemi hakkında detaylı bilgilere yer verilmemiştir.

Sonuç
Sonuç olarak, Türk akademisinde son yıllarda çok popüler bir araştırma konusu olmayan Fransa-Türkiye ilişkileri konusunda yazılan bu çalışma, mevzubahis dönemdeki Fransa-Türkiye ilişkileri hakkında genel bilgi sahip olmak için son derece faydalıdır. Bu tarz çalışmaların daha kapsamlı yeni çalışmaları tetiklediği/tetikleyeceği ve ikili ilişkileri gündeme taşıyarak olumlu bir hava estirdiği de düşünülürse, akademik ve diplomatik dünyanın bu gibi çalışmalara destek vermesi gerekir.

Dr. Ozan ÖRMECİ

1 yorum:

Unknown dedi ki...

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Amerika – Rusya arasında gerginlikler baş göstermeye başladı. Bununla birlikte uzun yıllar süren ve birçok alanda teknolojik gelişmeye sebep olan soğuk savaş dönemi başladı. Kimi yandan ülkelerin birbiri ile rekabeti, birbirine zarar verme isteği amaçlı olsa da dolaylı yoldan insanlığa katkı sağladığını söyleyebiliriz. AYT Tarih Soğuk Savaş Dönemi konu anlatımı içeriğinde bunların hepsine değineceğiz. Tabi ayrıca AYT Tarih Soğuk Savaş Dönemi soru çözümü ile öğrendiklerimizi test ederek soru tiplerine bakacağız.
Soğuk Savaş Dönemi Konu Anlatımı ve Soru Çözümü