Doktora derecesini Montreal’deki McGill Universitesi’nin Siyaset Bilimi
bölümünden alan ve Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde Yardımcı
Doçent olarak görev yapan Dr. Seçkin Köstem[1], 2016
yılı içerisinde Foreign Policy Analysis dergisinde
yayınlanan “When Can Idea Entrepreneurs Influence Foreign Policy? Explaining
the Rise of the 'Turkic World' in Turkish Foreign Policy”[2] (Fikir
Girişimcileri Dış Politikayı Ne Zaman Etkiler? Türk Dış Politikası’nda ‘Türk
Dünyası’nın Yükselişi) adlı makalesinde, Türk Dış Politikası’nda son dönemde ortaya
çıkan “Türk Dünyası” olgusunu “fikir girişimcileri” (idea entrepreneurs)[3]
kavramı ışığında incelemektedir.
Dr. Seçkin Köstem
Dr. Seçkin Köstem, bu makalesinde, Sovyetler Birliği’nin yıkılması
sonrasında yeniden ortaya çıkan “Türk Dünyası” olgusunun Türk Dış Politikası’nı
son yıllarda nasıl etkilemeye başladığını analiz etmekte ve bu doğrultuda fikir
girişimcilerin rolüne dikkat çekmektedir. Köstem’e göre; her ne kadar Türkiye’nin
bu bölgedeki (Orta Asya) etkisi Rusya ve Çin’e kıyasla hala düşük seviyelerde
olsa da, bu konunun artan önemi ve neredeyse tüm siyasal partilerin bu konuda
uzlaşı içerisinde olması, konunun Türk Dış Politikası’nı ve hatta iç
politikasını ne denli önemli ölçüde etkilediğini göstermektedir. Köstem’in
analizine göre; fikir girişimcileri, iki koşul yerine getirildiğinde dış
politikayı etkileyebilirler: birincisi, olağanüstü bir durum nedeniyle dış
politikada değişikliğin kaçınılmaz hale gelmesi, ikincisi de, yönetici elitin
milli kimlik kavramları ile fikir girişimcilerinin önerilerinin örtüşmeleri
durumlarıdır. Burada Köstem’in “fikir girişimcileri” kavramıyla kastettiği ise,
dış politikaya yeni düşünceler ve yönelimler öneren devlet dışı aktörlerdir.
Dahası, norm ve politika girişimcilerinden farklı olarak, fikir girişimcileri,
sadece bir politikada veya uygulamada değil, dış politikanın şekil aldığı genel
ortamda bütüncül bir değişim önermektedirler. Bu doğrultuda, yazara göre; Soğuk
Savaş sonrasında oluşan yeni koşullarda, Türk Dış Politikası’nın Türk Dünyası’na
yönelmesi, Türkçü ve milliyetçi fikir girişimcilerinin önerdiği alternatif bir
politika olmaktan çıkarak, giderek daha güçlü bir şekilde Türkiye’nin ulusal
çıkarlarının düzenleyicisi haline gelen anahtar bir kavrama dönüşmüştür. Türk
Dünyası alternatifini savunanlar, Avrasya’da yaşayan Türk soylu halkların
kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasi bütünleşmesini önermektedirler. 1990’larda
Türkiye’nin milli kimliğinin ağır bir eleştiri ve tehdit altında olması, Türk
Dünyası kavramını bir alternatif olmaktan çıkarmış ve ana akım bir görüş haline
getirmiştir. Her ne kadar günümüzde iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin farklı bir
ideolojik eğilimi (İslamcılık) olsa da, onlar da 15 yıllık iktidarları
döneminde Türk Dünyası’na yönelik başlatılan politikaları sürdürmüşlerdir. Yazar,
bu noktada Türkiye’nin 5 Türk Cumhuriyeti olan Azerbaycan, Kazakistan,
Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’a yönelik politikalarını mercek altına
almaktadır. Bu doğrultuda kurulan TÜRKPA (Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter
Asamblesi)[4] ve
Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın (TİKA)[5]
faaliyetleri, yazarın bu makalesi için incelediği somut girişimlerdir. Yazara
göre; bu önemli girişimler, maddi veya jeopolitik çıkar amaçlarından çok, fikir
girişimcilerinin lobi faaliyetleri neticesinde gerçekleştirilen ve Sovyetler
Birliği’nin yıkılması sonrasında kurulan Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye’nin
bütünleşmesini amaçlayan fikir-ideoloji temelli adımlardır.
Fikir girişimcileri ve dış politika arasındaki ilişkiyi açıklayan
literatür incelendiğinde; Risse-Kappen (1994)[6] başta
olmak üzere birçok çalışmada, fikir girişimcilerinin etkisinin devletlerin iç
siyasi koşullarıyla sınırlı olduğu vurgulanmıştır. Bu noktada ise karşımıza şu
soru çıkmaktadır: kimin düşüncesi siyaseti belirleyebilir? Daha spesifik olmak
gerekirse, Pan-Türkistler (Türkçüler) gibi devlet dışı aktörler, hangi
koşullarda karar alıcıların gözünde meşruiyet kazanabilirler? Burada; sorumluluk, ulaşılabilirlik ve kontrol üç temel cevap olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ayrıca olağanüstü hal ve kriz durumları, politika değişiklikleri
için uygun bir ortam yaratabilirler. Bir diğer önemli unsur, fikir
girişimcilerinin “kazanan blok”tan olmaları gerektiği hissini diğerlerine ve
karar alıcılarına geçirebilmeleriyle alakalıdır. Örneğin, dönemin Başbakanı
Ahmet Davutoğlu ve ekibi, bağlantıları ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
üzerindeki etkileri sayesinde, Türk Dış Politikası’nda önemli dönüşümlere
kaynaklık edebilmişlerdir.
Türk Dünyası fikrinin Türk Dış Politikası’nda bir konu haline geldiği
1990’larda, Türkiye ne tam anlamıyla demokratik, ne de liberal bir ülkeydi. 12
Eylül darbesi sonrasında dış politika, büyük ölçüde bir “yüksek politika”
unsuru kabul edilmiş ve devlete (Türk Silahlı Kuvvetleri ve Dış İşleri
Bakanlığı) tahsis edilmişti. Bunun dışında, 1991-2002 döneminde kurulan
koalisyon hükümetleri nedeniyle, hiçbir siyasal parti, görüşlerini dış
politikada hayata geçirme şansına da sahip olamamıştı. Ancak AK Parti
döneminde, Türk Dünyası olgusu bir fantezi olmaktan çıkıp, Türk Dış Politikası’nda
önemli bir başlık haline gelmeye başladı.
Türk Dünyası’nın birliğini savunan Pan-Türkist (Türkçü-Turancı) düşünce
sistematiği, 19. yüzyılda Bakü, Bahçesaray ve Kazan gibi şehirlerde doğdu. Osmanlı dışındaki Türkçü entelektüellerin çalışmaları sayesinde, zamanla İstanbul ve İzmir gibi
Osmanlı-Türk şehirlerine de sıçradı. Tatar ve Azeri Türkçü entelektüellerin
çalışmaları sayesinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Türkçülük
itibarlı bir siyasi akım haline gelmeye başladı ve toplumda da karşılık buldu. Türkçü
düşüncenin fikir girişimcileri, o yıllarda Rus coğrafyasında yaşayan Müslüman
Türk soylu halkların haklarını savunuyor ve Türk soylu halklar arasında bir
siyasi birliği hayal ediyorlardı. Çökmekte olan İmparatorluğun yeni
stratejisini belirlemeye çalışan İttihatçılar, halkı mobilize etmek ve devleti ayakta
tutmak için bu ideolojiyi kullandılar. Ancak Cumhuriyet’in kurulmasının
ardından, Pan-Türkist düşünce önemini yitirdi ve yeni Türkiye Cumhuriyeti,
sadece kendi sınırları (Misak-ı Milli) içerisinde bir sivil üst kimlik olarak Türklüğü
benimsedi. Türkmenler ve Azeriler başta olmak üzere tüm diğer Türk soylu
haklar, Anadolu halkını kastetmek için kullanılan “Türk” kimliğinin dışında
bırakıldı ve etnik olmayan bir Türk kimliği yaratıldı. Bolşeviklerin yarattığı
yeni ve milli kimliklerin üzerinde sınıf kimliğini benimseyen ideoloji, Rusya’nın
askeri ve siyasi gücü ve Türk-Sovyet dostluğu da bu gidişatta etkili oldu ve
Türk Dünyası -Türkiye’de bile- uzun süre unutuldu. Hatta 1940’larda,
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Türkçüler aleyhine meşhur bir dava bile açıldı
(Türkçü-Turancı Davası). Nitekim Soğuk Savaş süresince, aşırı sağ Milliyetçi
Hareket Partisi (MHP) dışında Türk Dünyası’nı gündeme getiren bir siyasi parti
olmadı. Bu partinin de, “dış Türkler” adını verdiği Türk soylu halklarla teması
neredeyse hiç yoktu ve bu konu, daha çok bir iç politika malzemesi olarak
kullanılıyordu. İç siyasette sosyalist-komünist gruplar ve İslamcı-milliyetçi
gruplar arasında çatışmalar artarken, MHP çevreleri tarafından Türk Dünyası
konusunun gündeme getirilmesi, sol gruplar tarafından büyük ölçüde faşistlikle
itham ediliyordu. Bu nedenle, bu yıllarda Türk Dünyası’nın fikir girişimcileri
etkisiz kaldılar ve Türk Dış Politikası’na da hiçbir şekilde sirayet edemediler. Sonuçta, Türkiye, ancak 1980’lerden sonra bu konuyu hatırlamaya başladı.
Soğuk Savaş bitince, Türkiye, bir anda kendisini Avrasya coğrafyasında
küresel jeopolitik mücadelenin ortasında buldu. Balkanlar, Kafkasya ve Orta
Doğu gibi Türkiye’nin komşu olduğu coğrafyalar devlet katında öncelikli dış politika gündem
maddesi olsalar da, Orta Asya da bu dönemde ilk kez Türk Dış Politikası’nın
ajandasına eklendi. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “Adriyatik’ten Çin
Seddi’ne” (bu söz Turgut Özal’la da anılmaktadır) bir Türk Dünyası’ndan söz
etti ve bu yıllarda ilk kez Türk Dünyası’na yönelik olarak çalışan fikir
girişimcisi gruplar ve sivil toplum örgütleri ortaya çıktı. Bu sayede, Türk Dünyası,
Türk Dış Politikası’nda kilit bir kavram haline gelmeye başladı. Bu yıllarda
PKK ile terör düzeyinde, Kürt partileri ve SHP ile de siyasal düzeyde artan
Kürt muhalefeti ve Türk kimliğine ciddi şekilde darbe vuran İslamcı
politikaların yükselişi (Refah Partisi vs.), Türk Dünyası kavramının ortaya
çıkışı ile dengelenmeye çalışıldı. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı
Hakan Fidan’ın ifadesiyle, Türklerin ata yurdu olarak kabul edilen Türk Dünyası’na
ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine yönelik yoğun bir ilgi başladı.[7] Bulgaristan’da
Todor Jivkov rejiminin Türklere yaptığı baskılar ve Karabağ’daki Azeri-Ermeni
çatışması da bu akımı güçlendirdi. Türk Ocakları ve Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı gibi sivil toplum örgütlerinin çalışmaları ise, toplumda ve aydınlarda Türk
Dünyası’na yönelik artan bir bilinç uyandırdı. MHP lideri Alparslan Türkeş bu
alanda sivrilirken, merkez sağın lideri ve sonradan 9. Cumhurbaşkanı olan
Süleyman Demirel de bu konuda öne çıkan bir kişi oldu.
Ancak birçoklarına göre, Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu ilk yıllarda
Türk Dünyası konusunda hazırlıksızdı. Bu nedenle, dış politika yapıcıları
sıklıkla milliyetçi sivil toplum kuruluşlarına danışmak durumunda kaldılar. Bu
süreç kritik bir adımdı; çünkü Pan-Türkist grupları, ilk kez devlet nezdinde
meşru aktörler haline getirdi. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği’nin
dağılması sonrasında kurulan Türk Cumhuriyetlerini ilk tanıyan ülke oldu. Bu
dönemde, bu 5 ülkenin başkentlerine ilk resmi ziyaretler yapıldı. Türkiye, bu
ülkelere akademik, askeri ve bürokratik personelini bile göndermeye başladı.
Türkiye’nin bu tutumunun bu ülkelere de büyük yardımı oldu; örneğin Azerbaycan,
bu sayede Avrupa Konseyi’nin üyesi haline geldi ve 5 Türk Cumhuriyeti de Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) katıldılar. Yine bu ülkeler, NATO’nun
partnerlik programlarına da dâhil olmaya başladılar. Bu sayede, onlarla Batı
arasında bir köprü işlevi görmeye başlayan Türkiye de, dış politikada “kardeş
ülke”lerinden destek almaya başladı. Bu yıllarda “Türk Modeli”, İslam Dünyası’ndan
ziyade Türk Dünyası’na yönelik bir politika olarak Batı kamuoyunda ve Türkiye’de
öne çıkarıldı ve İran’ın İslamlaştırıcı etkisine karşı bir panzehir olarak
düşünüldü. TİKA’nın kurulması ise bir dönüm noktasıydı. TİKA, Türk Dünyası
arasında işbirliğini arttırmak ve bu ülkelerin gelişimine katkı sağlamak için
kurulmuştu. Yüzlerce kalkınma projesine önayak olan TİKA’nın dışında, Başbakan
ve sonradan Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın girişimleriyle Türk Dili Konuşan
Ülkeler Zirvesi[8] de
başlatıldı. 1993 yılında ise, Türk Dünyası’nın UNESCO’su olarak lanse edilen Uluslararası
Türk Kültürü Teşkilatı - TÜRKSOY[9]
kuruldu. Türkiye, Orta Asya’da Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi[10]
ve Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi[11]
gibi iki üniversite bile kurdu. Bir diğer önemli gelişme ise, 1992’de
başlatılan Türk Kurultayı veya Turan Kurultayı[12]
uygulamasıydı. Bu sayede, Türk Dünyası ve Türkçüler arasında iletişim kanalları
kurulurken, fikir girişimcileri, siyaseti ve dış politikayı da ciddi anlamda
etkilemeye başlıyor ve transnasyonal (ulus-aşan) bağlar inşa ediyorlardı. Bu
durum, sağ ve sol yelpazede de olumlu karşılanıyordu; örneğin Dış İşleri Bakanı
ve tanınmış bir sosyal demokrat entelektüel olan İsmail Cem, temelde Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliğini desteklerken, aynı zamanda Türkiye’nin Türk Dünyası’ndaki
gücünün de masada ellerini kuvvetlendireceğini ve bir koz unsuru haline
geleceğini belirtiyordu. Cem, ayrıca Türkiye’nin Avrupalı kimliği dışında, bir
Asyalı kimliği olduğunu da söylüyordu.
AK Parti ise, 2000’lerde bu mirasın üzerine Türk Dış Politikası’nda Türk
Dünyası’nın konumunu kurumsallaştırdı. Ancak bu yönde büyük atılımları engelleyen bazı olumsuz
faktörler de oldu. İlk olarak, Kürt Sorunu ve terör nedeniyle Türk Dış
Politikası’nda güvenlikçi yaklaşım ve içe dönük düşünce ağır basmaya başladı.
İkincisi, 1990’lar ve 2001’deki ekonomik krizler nedeniyle Türk Dünyası ile
ortak bir ekonomik pazar oluşturma düşüncesi hayalci olarak algılandı.
Üçüncüsü, Türk bürokrasisinin Orta Asya ve Asya Türklüğü konusundaki
bilgisizliği nedeniyle, bu yönde hızlı mesafe alınamadı. Dördüncüsü, Türk Dış
Politikası’nda AB gündemi, Kıbrıs Sorunu ve Orta Doğu sorunları ön plana
çıktığı için, Türk Dünyası ihmal edildi. Beşincisi, Rusya Federasyonu’nun “yakın
çevre” doktrini ile Vladimir Putin döneminde atağa kalkması, bu coğrafyadaTürkiye’nin gücünü
sınırladı. Altıncısı, Azerbaycan başta olmak üzere diğer Türk devletleri,
geçen yıllar içerisinde Türkiye’nin destek ve yardımına daha az ihtiyaç duymaya
başladılar ve dünyaya kendileri açılmayı başardılar. Yedinci ve son olarak,
Batılı ülkeler ve Hindistan ve Çin gibi ülkelerin buraya girişi, Türkiye’nin
etki alanını daha da daralttı. Buna karşın, Türk Dünyası’nın kurumsallaşan
konumu ve artan önemi, yazara göre hükümet programlarından da rahatlıkla anlaşılabilir.
Sonuç olarak, Yrd. Doç. Dr. Seçkin Köstem’in bu makalesi, akademik dünyada hakkında pek yazılmayan bu konudaki öncü girişimlerden biri olarak dikkat çekmektedir. Makale, Türk Dünyası’nın Türk Dış Politikası’nda artan önemini “fikir girişimcileri” kavramı etrafında incelemekte ve bu konunun sivil toplum yoluyla nasıl güçlendiğine dikkat çekmektedir. Yine Soğuk Savaş’ın bitişi ardından ortaya çıkan fırsat veya kriz ortamı, Türkiye’nin bu alanda yaptığı atılım için uygun bir ortam oluşturmuştur tespiti, akademik literatürle de uyumlu önemli bir saptamadır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; http://www.foreignpolicyandpeace.org/index.php/tr/2016/09/seckin-kostem-doktora-arastirma-gorevlisi/.
[2] Makaleyi buradan okuyabilirsiniz; https://www.academia.edu/19571459/Explaining_the_Rise_of_the_Turkic_World_in_Turkish_Foreign_Policy.
[3] Bu kavram hakkında bir açıklama
için; https://hbr.org/2013/05/idea-entrepreneur-the-new-21st.
[4] Web sitesi için; http://www.turk-pa.org/.
[5] Web sitesi için; http://www.tika.gov.tr/.
[6] Bakınız; Risse-Kappen, Thomas (1994). “Ideas Do Not Float Freely:
Transnational Coalitions, Domestic Structures, and the End of Cold War”. International Organization, 48: 185-186.
[7] Bakınız; Fidan, Hakan (2010).
“Turkish Foreign Policy Toward Central Asia”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 12: 109-121.
[8] Web sitesi için; http://www.turkkon.org/tr.
[9] Web sitesi için; http://www.turksoy.org/.
[10] Web sitesi için; http://www.ayu.edu.tr/.
[11] Web sitesi için; http://manas.edu.kg/.
[12] Web sitesi için; http://kurultaj.hu/bilgi/.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder