18 Haziran 2025 Çarşamba

Prof. Dr. Ghadir Golkarian Mülakatı: İran Cephesinde Güncel Gelişmeler


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 18 Haziran 2025 tarihinde Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarı Prof. Dr. Ghadir Golkarian’la İran-İsrail gerginliği ve İran nükleer programı hakkında önemli bir mülakat gerçekleştirdi. 

16 Haziran 2025 Pazartesi

Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin YouTube Yayını: 2025 İsrail-İran Krizi ve Güncel Gelişmeler

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 16 Haziran 2025 tarihinde YouTube kanalından bir video paylaşarak 2025 İsrail-İran krizi ve Ortadoğu bağlamındaki güncel gelişmeleri yorumladı.

15 Haziran 2025 Pazar

Interview with Professor Şebnem Udum: Nuclear Proliferation and Iranian Nuclear Program

 

Professor Şebnem Udum earned a BSc. degree in International Relations with a minor in International Economics at Middle East Technical University (METU), an MA in International Policy Studies and a Certificate in nonproliferation studies at Middlebury Institute of International Studies at Monterey (MIIS), and an MA and Ph.D degrees in International Relations at Bilkent University. She was a Research Associate at the James Martin Center for Nonproliferation Studies (2002-2003) and a former chair and member of the International Nuclear Security Education Network (INSEN) at the International Atomic Energy Agency (IAEA). She is an Associate Professor in the Department of International Relations at Hacettepe University, Türkiye, and the former director of the Center for Strategic Research at the same institution. 
 

12 Haziran 2025 Perşembe

Joseph Nye'ın Ardından

 

Giriş

Joseph Nye veya tam ismiyle Joseph Samuel Nye Jr., Amerikalı tanınmış bir Siyaset Bilimi Profesörüdür. 1937 doğumlu olan Nye, maalesef bu yıl içerisinde 6 Mayıs 2025 tarihinde 88 yaşında vefat etmiştir. Bilimsel literatüre katkıları ve yetiştirdiği binlerce öğrenci nedeniyle çok sevilen ve sayılan bir kişi olan Nye'ın vefatı ardından başta ülkesi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere birçok ülkede anısına post-mortem yazıları yayımlanmıştır. Bu yazıda ben de eserlerinin bir kısmını okuduğum Joseph Nye hakkında bazı bilgileri sizlerle paylaşarak onu anmaya çalışacağım.

Joseph Nye'ın Hayatı ve Kariyeri

19 Ocak 1937 doğumlu olan Joseph Nye, New Jersey'de orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak yetişmiştir. Nye'ın Siyaset Bilimi alanındaki parlak kariyeri ise, ABD'nin elit üniversitelerinden birisi olan Princeton'da Tarih bölümünde lisans eğitimine başlamasıyla gelişmiştir. Burada Tarih dersleri dışında farklı Sosyal Bilimler dersleri de alan Nye, kısa sürede siyasete ve toplumsal yaşama ilgisinin ve gözlem yeteneğinin sonucu olarak kaleme aldığı The Princeton Daily'deki köşe yazılarıyla dikkat çekmiş ve 1958 yılında Tarih bölümünden "summa cum laude" derecesiyle mezun olmuştur. Akademik başarısı nedeniyle Rhodes bursuna hak kazanan Nye, yüksek lisans eğitimi için ülkesi ABD yerine İngiltere'nin ünlü Oxford Üniversitesi'nin Exeter Koleji'ni tercih etmiş ve burada Felsefe, Politika ve Ekonomi (PPE) programında lisansüstü eğitimini başarıyla tamamlamıştır. ABD'ye dönüşünde, Nye, doktora eğitimi için ise ABD'nin bir diğer elit üniversitesi Harvard'ı tercih etmiş ve burada Henry Kissinger ve JK Galbraith gibi önemli isimlerden aldığı derslerden sonra Doğu Afrika'daki bölgesel entegrasyon girişimleri üzerine yazdığı doktora teziyle 1964 yılında Siyaset Bilimi alanında "Dr." unvanına hak kazanmıştır. Doktora programından mezun olmasını müteakiben Harvard'da öğretim üyesi olarak hemen işe başlayan Nye, farklı dönemlerde Harvard Üniversitesi'ne bağlı John F. Kennedy School of Government'ta Uluslararası İlişkiler Merkezi Müdürü ve Dekan olarak görev yapmış ve emekliliği öncesi Emeritus Seçkin Hizmet Profesörü olarak aynı kurumda ders vermeye devam etmiştir.

Siyasete de uzak bir isim olmayan Joseph Nye, ülkesi ABD'de farklı bazı devlet kurumlarına da hizmet etmiştir. Örneğin, tanınmış akademisyen, Jimmy Carter döneminde, 1977'den 1979'a kadar Güvenlik Yardımı, Bilim ve Teknolojiden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapmış ve Ulusal Güvenlik Konseyi Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Grubu'na Başkanlık etmiştir. Hatta bu dönemdeki hizmetlerinden dolayı, Nye, Dışişleri Bakanlığı'nın en yüksek takdirnamesi olan Üstün Onur Ödülü'nü almıştır. Joseph Nye, ayrıca, Bill Clinton'ın Başkanlığında 1993 ve 1994 yıllarında Başkan için istihbarat tahminlerini koordine eden Ulusal İstihbarat Konseyi'nin Başkanlığını yapmış ve İstihbarat Topluluğu'nun Üstün Hizmet Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Son olarak, Amerikalı akademisyen, 1994 ve 1995 yıllarında Uluslararası Güvenlik İşlerinden Sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yapmış ve burada yaptığı hizmetler nedeniyle de ilerleyen yıllarda ödüllendirilmiştir.

Devlete hizmet ettiği Carter ve Clinton dönemlerinden de anlaşılabileceği üzere, Joseph Nye, Demokrat Parti'ye yakın bir akademisyen olmuş ve Demokrat Başkanlar döneminde Amerikan hükümetine doğrudan hizmet sunmuştur. Ancak ses getiren istisnai akademik başarıları nedeniyle, Nye, Cumhuriyetçi Başkan ve siyasal elitin de saygı gösterdiği bir isim olmayı başarmıştır. 

Eserleri

Oldukça üretken ve başarılı bir akademisyen olan Joseph Nye, birçok önemli kitaba ve yine çok sayıda akademik makale ve görüş yazısına imzasını atmıştır. Bu yazılar, akademik literatürde kalıcı izler bırakmasının yanında, uluslararası siyasetin yapılış biçimlerine de doğrudan etki etmiş ve akademisyenin fikirlerinin soyut düzlemde kalmayıp hayatımızı doğrudan etkilediğini ispatlar nitelikte siyasal alanda büyük yankı uyandırmıştır. Bu eserlerin tam listesi şöyledir:

  • Pan-Africanism and East African Integration (1965, Harvard University Press)
  • Peace in Parts: Integration and Conflict in Regional Organization (1971, Little, Brown)
  • Transnational Relations and World Politics (1972, Harvard University Press)
  • Power and Interdependence: World Politics in Transition (1977, Little, Brown)
  • Living with Nuclear Weapons (1983, Harvard University Press)
  • Nuclear Ethics (1988,  Free Press)
  • Bound to Lead: The Changing Nature of American Power (1992, Basic Books)
  • The Paradox of American Power: Why the World's Only Superpower Can't Go It Alone (2002, Oxford University Press. 2002)
  • Soft Power: The Means To Success In World Politics (2004, Public Affairs)
  • Power in the Global Information Age (2004, Routledge)
  • The Power Game (2004, PublicAffairs)
  • Understanding International Conflicts (2007, Pearson Education)
  • The Powers to Lead (2008, Oxford University Press)
  • The Future of Power (2010, PublicAffairs)
  • Presidential Leadership and the Creation of the American Era (2013, Princeton University Press)
  • Is the American Century Over? (2015, John Wiley & Sons)
  • Do Morals Matter? (2020, Oxford University Press)
  • Soft Power and Great-Power Competition: Shifting Sands in the Balance of Power Between the United States and China. China and Globalization (2023, Springer Nature Singapore)
  • A Life in the American Century (2023, John Wiley & Sons)

2011 yılında Amerikan Foreign Policy dergisi tarafından dünyanın en etkili düşünürleri arasında gösterilen Nye, aynı derginin 2014 yılı içerisinde uluslararası çaptaki akademisyen ve politika yapıcılarla yaptığı bir araştırma sonucunda ise, politika yapıcılar açısından dünyanın en etkili akademisyeni olarak lanse edilmiştir. Joseph Nye'ın bazı eserleri Türkçe'ye de çevrilmiş ve ülkemizde yayımlanmıştır. Nye'ın eserlerine Uluslararası Politika Akademisi (UPA) editoryal takımı ve yazarları olarak biz de yakın geçmişte büyük ilgi göstermiş ve birçok eseri ve düşüncesini okurlarımıza aktarmıştık.

Önemli Kavram ve Düşünceleri

Joseph Nye denince akla gelen ilk kavram, hiç şüphesiz, "yumuşak güç" (soft power) olgusudur. Yumuşak güç, siyasi, askeri, ekonomik müdahale olmadan bir grup üzerinde etki sahibi olabilmek şeklinde özetlenebilecek farklı bir güç türü olup, askeri-siyasi-ekonomik yöntemlere dayalı "sert güç" (hard power) yöntemlerinden ayrışmaktadır.

Bu kavramı yaratan ve kavramsallaştıran ilk kişi Nye olmuş; ancak onun ardından günümüzde bu kavram ve buna dair literatür alabildiğine derinleşmiştir. Bu konuda Soft Power: The Means To Success In World Politics adlı çok önemli bir esere imza atan Nye, Sovyetler Birliği ve komünizmin ülkesi ABD ve kapitalizme yenilmesi örneğinden yola çıkarak, ABD'nin diğer ülkeler ve halklar nezdinde gücünü sağlayan temel olgunun askeri gücünün yanı sıra insanların Amerikan kültürü ve yaşam biçimine duydukları ilgi ve olumlu yaklaşım olduğunu ileri sürmüştür. Nye'ın geliştirdiği bu kavram sonrasında günümüzde artık ülkelerin yumuşak güç gelişmişlik düzeylerini ölçen farklı endeksler bile yayınlanmaktadır.

Bu konuda Amerikan hükümetine danışmanlık da yapan Nye, Demokrat Parti çizgisine uygun şekilde, ABD'nin askeri müdahaleler yerine demokrasi, açıklık, özgürlük, piyasa ekonomisi gibi değerler üzerinden diğer devletler ve halkların saygı ve sevgisini kazanarak uluslararası siyasette etkili olmaya çalışmasını önermiş ve bu nedenle barışa yatkın bir isim olmuştur. Nye, George W. Bush dönemindeki Irak Savaşı'nı da "işgal" olarak nitelendirmiş ve bu savaşın ABD'ye çok olumsuz yansımaları olduğunu iddia ederek, Endonezya'da halkın Amerika'ya yönelik bakışında yaşanan olumsuz dönüşümü buna örnek olarak vurgulamıştır. 

İlerleyen yıllarda uluslararası siyaset ve büyük güç rekabeti gibi konulara yönelen Nye, özellikle ABD-SSCB rekabeti ve Soğuk Savaş dönemi, Çin yükselişi ve ABD-Çin rekabeti gibi konuları derinlemesine işlemiş ve Konfüçyüs Enstitüleri gibi Çin'in yumuşak güç girişimlerini de yakından takip ederek görüşlerini iletmiştir. Nye, bu konuda iki devlet arasında çatışmayı bir anlamda kaçınılmaz ve doğal olarak değerlendiren John Mearsheimer'dan farklı olarak, iki devletin yeni düzenin/dönemin koşulları üzerinde uzlaşabilecekleri görüşünü işlemiştir. Bu yönüyle, Nye, Realizm'den farklı ve İdealizm'e yakın duran bir Siyaset Bilimci olmuş ve daima uluslararası siyasette uluslararası kuruluş, uluslararası hukuk, devlet dışı aktörler ve yumuşak güç unsurlarının önemine vurgu yapmıştır. 

Nye'ın unutulmaz TED Talks konuşması

Nye'ın 2011 yılında TED Talks kapsamında yaptığı güç konulu bir konuşması da yıllar içerisinde bir Siyaset Bilimi klasiği haline gelmiş ve ABD-Çin ilişkilerine dair zihin açan bir öngörü olarak büyük yankı uyandırmıştır. Nye, bu konuşmasında, Çin'in ve Asya'nın yükselişi haberlerinin gündemi kapladığı bir dönemde, aslında bunun Çin ve Asya'nın dünya siyaseti ve ekonomisine geri dönüşü olduğunu vurgulamış ve böyle bir dönemde ABD'nin aslında gerilemediğini, ama diğerleri kadar hızlı büyümediği için böyle bir algının oluştuğunu kaydetmiştir. Nye, bir devletin güç kullanma veya güç kullanma tehditleri olmadan da istediği sonuçlara ulaşabileceğini ve bunun için yumuşak güç yöntemlerini geliştirmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu anlamda, Amerikalı akademisyen, günümüzde hangi ordunun daha güçlü olduğu kadar, hangi hikâyenin halklar açısından daha ikna edici olduğunun önemli olduğuna vurgu yapmıştır. 

Nye'ın uyarılarına karşın, ABD'de Çin'in yükselişi nedeniyle oluşan tehdit algısı ilerleyen yıllarda güçlenmeye devam etmiş ve Graham Allison'ın 2018 tarihli Destined For War: Can America and China Escape Thucydides's Trap? kitabında belirtildiği üzere, iki devlet arasında yaşanacak yakın gelecekteki büyük bir savaş beklentisi giderek artmıştır. Nitekim 2016'da ABD Başkanı seçilen Donald Trump'ın da özellikle ilk dönemindeki Çin karşıtı söylemlerinin ve geliştirdiği "ticaret savaşları" politikasının bu yönde bir gelişmenin tezahürleri olduğu düşünülebilir. Ancak günümüzde bu konuda Trump yönetimi ve Cumhuriyetçilerin de biraz daha sağduyulu ve dengeli bir pozisyona ulaştıkları söylenebilir.

Sonuç

Sonuç olarak, Joseph Nye, Siyaset Bilimi'nin çok önemli bir değeri olarak refere edilmeye ve hatırlanmaya devam edecek ve görüşleri yeni nesil akademisyenlerce daha da geliştirilecektir. Şu sıralar Nye'ın görüşlerinin medyada ve uluslararası siyasette pek ön planda olmaması ise, ABD başta olmak üzere birçok ülkede Realistlerin daha ön planda olmasıyla alakalı konjonktürel bir durumdan kaynaklanmaktadır. Ancak yakın gelecekte, Nye ve görüşleri, iktidarların değiştiği ve evrensel normların daha önemli hale geldiği bir dönemde yeniden çok daha görünür ve etkili hale gelecektir. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

10 Haziran 2025 Salı

ABD'de Los Angeles Şehrinde Yaşanan Protestolar

 

Giriş

Donald Trump'ın yeniden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı seçilmesinin ardından bazı konularda uyguladığı sert önlemler ve politikalar, dünyanın en büyük ekonomisi ve en ciddi askeri gücü olan ABD'de ciddi bir siyasal ve toplumsal kutuplaşmaya neden olmaya başladı. Öyle ki, Başkan Trump ve ekibinin kayıtdışı göçmenleri zor kullanarak ülkeden gönderme girişimleri, ABD'ye bir şekilde yerleşmiş ve burada bir düzen kurmuş olan göçmenler ve ailelerinin tepkilerine neden oluyor. Bu bağlamda, geçtiğimiz birkaç gün içerisinde California eyaletine bağlı oldukça büyük ve popüler bir şehir olan ve "Melekler Şehri" olarak bilinen Los Angeles'da yaşanan olaylar, geçtiğimiz haftadan başlayarak ABD'de ve uluslararası basında gündem yarattı. Bu yazıda, bu olayları kısaca özetlemeye ve sizi bilgilendirmeye çalışacağım.

2025 Los Angeles Protestoları: Kutuplaşma Artıyor

6 Haziran 2025 günü ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Teşkilatı'nın (ICE) Los Angeles'da yerleşmiş ve burada okul-iş-aile düzeni kurmuş yüzlerce kişiyi tutuklayarak ülkelerine geri göndermeye başlaması, kısa sürede protesto gösterilerinin başlamasına neden oldu. Los Angeles Polis Teşkilatı (LAPD) ve Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Teşkilatı Ofisi yakınlarında yoğunlaşan olaylar, kısa sürede göçmenlerin aileleri ve Trump karşıtı Demokrat Parti sempatizanlarının da katılımıyla büyüdü.

Özellikle Latinoların (Hispanikler) yoğun olarak katıldığı eylemler, 7 Haziran'da yakındaki Paramount ve Compton şehirlerine de yayıldı. Arabaların yakılması ve polislerle halk arasındaki çatışma görüntüleri dünyaya yayılmaya başlayınca, olaylar tüm dünyada gazete ve televizyon kanallarının manşetlere taşındı. Bunun üzerine, Başkan Donald Trump, ülkede asayişi sağlamak için Ulusal Muhafızları bölgeye gönderme kararını açıkladı. Bu şekilde, 2.000 kadar Ulusal Muhafız askeri kısa sürede California'da konuşlandırıldı. Olaylara katılan göstericilerle konuşan BBC muhabirleri, birçok kişinin ülkeden gönderilmekten korktuğu için protesto gösterilerine katıldığı düşüncesini öne çıkardılar. Olaylarda henüz kimse hayatını kaybetmezken, birçok gösterici ve gazetecinin yaralandığı ve onlarca kişinin de tutuklandığı belirtiliyor. Ayrıca olayların New York, San Francisco gibi başka şehirlere de yayıldığı ve buralarda da tutuklamaların yapıldığı kaydediliyor.

ABD'de asker sokağa indi ve Soğuk Savaş dönemi Türkiye'sini anımsatan ilginç görüntülere neden oldu

Ancak Trump'ın kararı hem siyasi, hem de hukuki bazı tartışmalara neden oldu. Öncelikle, federalizme dayalı ve merkezin güçlerinin demokratik şekilde seçilen yerel otoritelerle dengelendiği ABD siyasi sisteminde, Demokrat Parti'nin hayli popüler California Valisi Gavin Newsom'ın Trump karşıtı pozisyon alarak Başkan'ı olayları kışkırtmakla suçlaması olayların büyümesinde ve ulusal çapta yankı yaratmasında etkili oldu. Newsom, federal hükümetin olayları tırmandırdığını ve kaos çıkarmaya çalıştığını iddia ederek, bunun medeni olmayan "kasıtlı ve korkakça bir hareket" olduğunu açıkladı. Trump ise Truth Social hesabından Newsom'a cevap vererek, şöyle bir paylaşım yaptı: "California Valisi Gavin Newsom ve Los Angeles Belediye Başkanı Karen Bass herkesin bildiği gibi görevlerini yerine getiremiyorsa, federal hükümet devreye girer ve yağmacılarla isyancılar sorununu çözmesi gerektiği şekilde çözer!!!”... Olaylar haftasonunda da devam ederken, ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, olayların devam etmesi halinde 500 kadar Deniz Piyadesini de bölgeye gönderebileceklerini söyledi. Newsom ise kendi pozisyonunu koruyarak, bu kararın Amerikan Cumhuriyeti'nin temellerini sarsan otoriterliğe doğru atılmış bir adım olduğunu vurguladı. Bu süreçte, Gavin Newsom, Demokrat Parti'nin yeni nesil lider adayı olarak toplumsal bir popülariteye de ulaşmış oldu.

Gavin Newsom ve Donald Trump Ocak 2025'te

Newsom ile Trump arasındaki tartışma kısa sürede hukuki bir muammaya da dönüştü. Başkan Trump'ın ABD anayasasını ihlal ettiğini öne süren California Valisi Newsom, Başkan'ın orduyu istediği şekilde kullanamayacağını söyleyerek, onu dava edeceklerini açıkladı. Tartışmaların merkezinde ABD anayasasının 10. değişikliği (Tenth Amendment) bulunurken, bu yasa ile ABD Başkanı'nın kendisine değil, eyaletlere ait olan yetkileri kullanamayacağı belirtilmektedir. Nitekim UC Berkeley Hukuk Fakültesi'nin Dekanı olan Anayasa Hukuku Profesörü Erwin Chemerinsky Başkan'ın böyle durumlarda Ulusal Muhafızları sahaya sürüp süremeyeceğinin belirsiz olduğunu belirtirken, aynı kurumdan bir diğer uzman akademisyen John Yoo da Federal Hükümetin korunması dışında askerlerin bu şekilde kullanılmasının Amerikan siyasal geleneğine uygun olmadığını söylemiştir. Bu anlamda, Trump'ın kararı, protestoların ABD Federal Hükümetinin güvenliğini riske attığı düşüncesine dayalı olarak alınmış gibi anlaşılmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak, ABD Başkanı Donald Trump'ın ABD'de ciddi toplumsal tepkilere de neden olan kayıtdışı göç konusunda atmış olduğu kararlı adımlar ve bu konudaki uzlaşmaz tutumu, ülkesi ABD'de ciddi bir toplumsal ve siyasal kutuplaşmaya neden olmuşa benziyor. Bu ise, ABD gibi gelişmiş bir demokrasi ve ekonomiye yakışmayan istikrarsızlık görüntülerine neden oluyor. Tavsiyemiz, Başkan Trump'ın göçmenlik konusundaki katı tutumunu daha insancıl politikalarla desteklemesi, ABD'ye yerleşmiş ve yasal düzen kurmuş on binlerce kişiyi potansiyel suçlu olarak değerlendirmemesi ve genelde otoriter ülkelerden geldikleri için ülkelerine dönmek konusunda mütereddit davranan göçmenler konusunda daha ılımlı söylem ve eylemlere yönelmesidir. Zira göçmenleri toptan kriminalize etmek ön yargılı ve hatalı bir yaklaşım olacak ve ABD'nin gücünü de azaltacaktır. Trump'ın Harvard ve Ivy League'e dahil elit Amerikan üniversiteleri ile ilişkilerinde de daha demokratik ve hoşgörülü bir tavır göstermesi en büyük dileğimizdir. Çünkü ABD'yi özel kılan demokrasisi ve fikir özgürlüğüdür. Bunların olmaması durumunda, ABD, salt askeri ve ekonomik gücü ile, asla imrenilen bir düzen kurucu devlet olamayacaktır.

Olaylardan bazı fotoğraflar;



Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

7 Haziran 2025 Cumartesi

Profesör John Mearsheimer'a Göre Büyük Güç Rekabetinde Güncel Durum


Giriş

Profesör John Joseph Mearsheimer (1947-), Amerikalı ünlü bir siyaset bilimci ve uluslararası ilişkiler uzmanıdır. Uzun yıllardır Chicago Üniversitesi'nde ders veren Mearsheimer, daha ziyade büyük güç rekabetini ve büyük güçler arasındaki etkileşimi anarşik olarak tanımladığı uluslararası sistem içerisinde belirli bir mantık silsilesi içerisinde yorumlayarak, Realizm'in yeni ve modern bir versiyonu olan Saldırgan Realizm veya Ofansif Realizm teorisini geliştirmiştir. Mearsheimer, teorisine uygun olarak, Çin Halk Cumhuriyeti'nin artan ekonomik, askeri ve diplomatik gücünün bu ülkeyi kaçınılmaz olarak ülkesi ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ile bir büyük güç rekabetine ve çatışmaya sürükleyeceğine inanmaktadır. 2007 tarihli The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası) adlı kitabında, Mearsheimer, İsrail lobisinin ABD dış politikası üzerinde orantısız bir etkiye sahip olduğunu iddia etmiş ve bu görüşleriyle ABD ve İsrail'de çeşitli tepkilere ve sansür girişimlerine maruz kalmıştır. Ünlü akademisyenin daha yakın tarihli çalışmaları ise genelde liberal uluslararası düzenin eleştirisine  odaklanmaktadır. Mearsheimer, son dönemde özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı konusunda ABD ve NATO'yu eleştiren çalışmalarıyla dikkat çekmiş ve bazı tepkilere neden olmuştur. Yazarın önemli çalışmaları şunlardır:

  • Conventional Deterrence (1983),
  • Nuclear Deterrence: Ethics and Strategy (1985),
  • Liddell Hart and the Weight of History (1988),
  • The Tragedy of Great Power Politics (2001),
  • The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (2007),
  • Why Leaders Lie: The Truth About Lying in International Politics (2011).

İşte böyle etkileyici bir kariyere sahip olan John Mearsheimer, geçtiğimiz günlerde akademisyen Glenn Diesen'ın YouTube kanalına konuk olarak, büyük güç rekabetine dair güncel görüşlerini izleyicilerle paylaşmıştır. Bu yazıda, bu programda tartışılan önemli fikirler özetlenecektir.

ABD-Çin Rekabeti: Rekabet Kaçınılmaz ama Çin'in Bölgesel Hegemona Dönüşmesi Mümkün Değil!

Prof. Dr. John Mearsheimer, programda ilk olarak son dönemin en popüler araştırma konusu olan ABD-Çin rekabetine değinmekte ve Çin yükselişine dair görüşlerini paylaşmaktadır. Bu konuda aslında çok beğendiği bir akademisyen olan ve Çin'e dair ılımlı görüşleriyle tanınan Jeffrey Sachs'ın görüşlerine katılmadığını belirten Mearsheimer, Konfüçyüsçü eğilimleri ve kendine özgü kültürü nedeniyle Çin'in uluslararası siyaset ve siyasette gücün doğasında olan davranış şekillerinden farklı hareket edemeyeceğinin altını çizerek, Pekin'in de aynı Washington gibi, anarşik uluslararası sistemde öncelikle kendi bölgesinde hâkimiyet kurmaya çalışacağını, daha sonra da sistemdeki en güçlü devlet olmaya çalışacağını iddia etmektedir. Bu doğrultuda Realizm'in temelini oluşturan "kendine yardım" (self help) kavramını açıklayan Amerikalı Profesör, Utanç (Aşağılanma) Yüzyılı sonrasında Çin'in de güçlü olmak konusundaki fikirlerinin bu şekilde geliştiğini hatırlatmaktadır.

NATO genişlemesi konusunda da benzer bir durumun yaşandığını kaydeden deneyimli akademisyen, 1990'lar ve 2000'lerde NATO'nun genişlemesinin Rusya'nın çok güçsüz durumda olması sayesinde yaşandığını vurgulayarak, Vladimir Putin liderliğinde toparlanan ve yeniden "büyük güç" statüsü elde eden Rusya'nın günümüzde kolektif Batı'ya karşı koyabildiğini, bu nedenle de Ukrayna'nın veya Gürcistan'ın NATO üyeliğinin gerçekleşmediğini ifade etmektedir. Bu bağlamda uluslararası sistemde ayakta kalabilmenin en güvenli yolunun güçlenmek olduğunu söyleyen Mearsheimer, bu nedenle devletlerin bölgesel hegemon olmaya çalıştıklarını düşünmektedir. ABD'nin de bu bağlamda bölgesel hegemon modeline Batı yarımkürede iyi bir örnek oluşturduğunu vurgulayan John Mearsheimer, tam da bu nedenle Washington'ın başka bölgesel hegemonların oluşmasına engel olmak konusunda çok dikkatli ve başarılı olduğunu söylemekte ve bu bağlamda Amerika'nin yakın geçmişte emperyal Almanya, emperyal Japonya, Nazi Almanyası ve SSCB'yi (Sovyetler Birliği) bu konuda durdurabildiğini hatırlatmaktadır.

Bu tarihsel ve teorik arka planı açıkladıktan sonra güncel ABD-Çin rekabetine odaklanan Amerikalı yazar, 1990'lardan bu yana Çin'in önce ekonomik, sonra da siyasi/diplomatik ve askeri olarak çok ciddi aşama kaydettiğini ve güçlendiğini söylemekte ve Çin'de bölgesel hegemon olma heveslerine yol açan bu durumun da doğal olarak bölgedeki diğer devletler ve ABD politikalarına etki ettiğini kaydetmektedir. ABD'nin başka bölgesel hegemonlara izin vermeme politikasının Çin için de geçerli olduğunu vurgulayan Mearsheimer, Pekin'in Doğu Çin Denizi'ndeki girişimleri arttıkça Washington'ın politikalarının da sertleştiğini ve Çin'i çevrelemeye yönelik politikaların hız kazandığını açıklamaktadır. Bu doğrultuda, siyasetin doğası gereği Çin'in bölgesel hegemon olma çabalarını da doğal olarak gören Amerikalı uzman, ABD'nin tepkilerinin de doğal ve öngörülebilir olduğunu düşünmekte ve gelişmelerin kendi teorisini doğruladığını ima etmektedir.

Deng Xiaoping'in bilge öğretileri doğrultusunda Çin'in ABD'ye meydan okumadan ve güçlerini gizleyerek barışçıl yükselme (peaceful rise) düşüncesini de soru üzerine Realist perspektiften yorumlayan John Mearsheimer, her devletin gücünü maksimize etmeye çalıştığı uluslararası sistemde Çin'in ABD'ye kıyasla daha zorlu bir coğrafyada olduğunu kabul ederek, Japonya'nın gerçekten de Çin'le tarihsel sorunları da olan önemli bir bölgesel güç olduğunu ve Çin'in bölgesel hegemon olmasına yönelik güçlü bir karşı koyuşu temsil ettiğini, ama Batı dünyasının Ukrayna Savaşı sürecinde Rusya'ya yönelik hasmane tutumu nedeniyle Moskova'nın giderek Çin'in etki alanına giren bir devlete dönüştüğünü ve Çin'e yönelik dengeleyici unsur niteliğini kaybetmeye başladığını düşünmektedir. Keza Mearsheimer'a göre, özünde bir Güney Asya devleti olan Hindistan da -QUAD üyesi olmasına karşın- Çin'i dengeleyebilecek bir coğrafi konuma sahip değildir. Bu nedenle, Doğu Asya'da ABD, Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Filipinler dışında Çin'in bölgesel hegemona dönüşmesine engel olabilecek başka bir devlet bulunmamaktadır. Ancak bu devletler ve ABD'nin etkisiyle Çin'in öngörülebilir gelecekte Doğu Asya'da hegemon güce dönüşmesinin mümkün olamayacağını iddia eden Mearsheimer, bu nedenle bu konuda büyük bir endişe duymadığını ifade etmektedir.

ABD-Rusya İlişkileri: Çin'e Karşı Hizalanma Kolay Değil...

Realizm perspektifinden dünya siyaseti ve jeopolitik duruma bakınca, ABD ile Rusya'nın aslında müttefik devletler olmaları gerektiğini düşünen John Mearsheimer, her iki devletin de Çin'in yükselişi karşısında bu ülkeyi çevrelemeye ve sınırlamaya çalışmalarının makul bir politika olduğunu iddia etmektedir. Bunun gerçekleşmemesinin sebebini Rusya-Ukrayna Savaşı olarak yorumlayan Mearsheimer, ısrarla bu savaşın Rusya'yı adeta Çin'in kollarına ittiğinin altını çizmektedir.

Başkan Donald Trump'ın diğer Amerikalı siyasetçilerden farklı olarak bu konuda daha sağduyulu olduğunu vurgulayan Mearsheimer, Rusya-Ukrayna Savaşı'nın iki önemli başlıkta ABD'nin Çin'e karşı etkili politikalar geliştirmesini önlediğini düşünmektedir. İlk olarak, Ukrayna'da devam eden savaş nedeniyle, ABD'nin askeri yoğunluğunu ve kaynaklarını tamamen Çin'i çevrelemeye yönelik olarak Doğu Asya'ya kaydıramadığını (Pivot to Asia) söyleyen Amerikalı akademisyen, ikinci önemli husus olarak da savaş süresince Batı dünyasında oluşan anti-Rus hava nedeniyle Rusya'nın adeta Çin'in kucağına itildiğini ve Batı'dan giderek uzaklaştığını vurgulamaktadır. Bu bağlamda, genelde bilgisizlikle suçlanan Başkan Trump'ın diğer Batılı liderlerden daha öngörülü olduğunu düşünen Mearsheimer, Trump'ın tam da bu nedenle ABD-Rusya ilişkilerini düzeltmeye çalıştığını ifade etmektedir.

Ukrayna Savaşı'nı sonlandırarak Rusya'yı yeniden Batı dünyasına kazandırmak isteyen Trump'ın amacının aslında Rusya-Çin ekseninin oluşmasını önlemek olduğunu düşünen Amerikalı uzman yazar, ancak Trump'ın bu çabasının başarıya ulaşmasının zor olduğunu düşünmektedir. Bunun temel nedeni ise, NATO genişlemeleri ve Biden döneminde yaşananlar nedeniyle Rusların Amerikalılara artık kesinlikle güvenmemeleri ve Çin'le çalışmanın daha iyi olacağına inanmalarıdır. Üstelik Trump'ın ısrarla savunduğu ve Türkiye'nin de destek verdiği Ukrayna'daki barış çabalarının da sonuca ulaşmasını gerçekçi olarak değerlendirmeyen John Mearsheimer, bu nedenle yakın gelecekte Çin-Rusya ekseninin bozulmasının imkânlar dahilinde olmadığına inanmaktadır.

ABD-Avrupa İlişkileri: Sorunlu Müttefiklik

Realizm öğretisi bağlamında ABD-Avrupa (Avrupa Birliği-AB) ilişkilerine bakıldığında, AB'nin, ABD'nin şimdilerde yeniden keşfettiği büyük güç politikası bağlamında halen zayıf olduğunu ve daha ziyade normatif temellere dayalı İdealist bir dış politikayı tercih ettiğini ima eden Mearsheimer, ancak artık tek kutuplu dünyanın sona erdiğini ve çok kutuplu bir düzene geçildiğini ifade ederek, böyle bir dönemde güç siyasetin kaçınılmaz olduğunu ifade etmektedir. Geçmişteki deneyimlerini de gündeme getirerek savaşlara girmenin kolay ama savaşlardan çıkmanın çok zor olduğunu da sözlerine ekleyen John Mearsheimer, Ukrayna Savaşı'nı sürdürmenin ABD açısından rasyonel olmadığının ve bunun Çin'e avantaj sağladığının ısrarla altını çizmektedir. Benzer şekilde İsrail-Filistin gerginliğinin de Çin'in işine geldiğini söyleyen Amerikalı uzmana göre, ABD, normalde Uzak Asya'da konuşlandırabileceği birliklerini Gazze Krizi nedeniyle Ortadoğu'da tutmakta ve bu da Çin'in Doğu Asya'daki konumunu güçlendirmektedir.

ABD'ye yönelik temel tehdidin Çin'den geldiğini vurgulayan John Mearsheimer, Çin'in Avrupa'ya büyük bir tehdit oluşturmaması nedeniyle Avrupalı devletlerin bu konuda farklı tutum aldığını ima etmektedir. Ancak yazara göre, aslında Rusya da Avrupalı liderlerin bu konudaki sert açıklamalarına karşın Avrupa'nın güvenliğine yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamaktadır. Bunun nedeni ise Ukrayna'da bile zorlanan Rusya'nın NATO üyesi Avrupalı devletlerle büyük bir savaşı göze alacak kapasitesinin (nüfus, askeri güç, ekonomik büyüklük vs.) olmamasıdır. Bu bağlamda, yazara göre, Rusya bir Sovyetler Birliği değildir ve bugün Avrupa güvenliğine o derecede büyük bir tehdit oluşturmamaktadır. Mearsheimer, Rusya'yı kışkırtan ve varoluşsal bir tehdit olarak algılanan NATO'yu Rusya sınırlarına kadar ilerletme düşüncesine de (Ukrayna'nın NATO üyeliği) bu nedenle hararetle karşı çıkmaktadır. Mearsheimer'ın düşüncesinde, kaynakları sınırlı Rusya'nın aksine, devasa bir nüfusu, büyük ekonomik gücü ve gelişmiş teknolojileri olan Çin, gerçekten de Batı dünyası ve NATO için gerçek ve ciddi bir tehdit konumundadır. Bu bağlamda, yazar, ABD ile AB arasında yaşanan görüş ayrılıklarını ima ederek, bu konuda daha uyumlu bir politika gerektiğine değinmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, Amerikalı ünlü Profesör John Mearsheimer'ın görüşleri kendi içerisinde tutarlı ve oldukça faydalı olmakla birlikte, uluslararası siyaseti sadece devletler ve güç temelinde açıklaması ve devletler arası iş birliği ve yardımlaşmaya gerekli önemi göstermemesi bağlamında eksik kalabilir. Zira birçok ülkede yönetimlerine seçimler veya farklı şekillerde yön verebilen halklar ve büyük şirketler, kendi çıkarları gereği büyük savaşlara ve büyük güç rekabetine karşı pozisyon alarak, kendilerinin ve çocuklarının hayatlarının kalitesini devletlerinin gücüne tercih edebilirler. Bu, aslında akılcı her insanın yapacağı bir şeydir ki, Realistlerin öngördüğü dünyanın insanlara vaat ettiği tek şeyin de savaş ve daha fazla çatışma olduğu ortadadır... Bu nedenle, belki de Mearsheimer kadar karamsar olmamak ve devletlerin yönetimine silahlı bürokrasilerden daha ziyade halklara ve şirketleri yönetime ortak ederek barışın formülünü oluşturmak gerekir...

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

4 Haziran 2025 Çarşamba

CSD Yayını: Kremlin'in Türkiye'deki Oyun Kitabı

 

Giriş

1989 yılından beri Bulgaristan'ın başkenti Sofya'da faaliyetlerini sürdüren Avrupa merkezli düşünce kuruluşu Center for the Study of Democracy (CSD), 2025 yılı Mayıs ayı içerisinde The Kremlin Playbook in Türkiye: Geoeconomics Unfolded (Kremlin'in Türkiye'deki Oyun Kitabı: Jeoekonomi Açılımı) adlı ilginç bir yayına imza atmıştır. Bu yazıda, bu yayından Batı dünyasına politika tavsiyesi niteliğindeki önemli bölümler Türkiye kamuoyunu bilgilendirmek adına özetlenecektir.

CSD logosu

CSD Raporundan Kritik Politika Önerileri

Martin Vladimirov, Molly Rickles, Isaac Levi ve Vaibhav Raghunandan tarafından hazırlanan 54 sayfalık rapor, ilk olarak, Rusya'nın Ukrayna Savaşı nedeniyle Batılı ülkeler tarafından uygulanan kapsamlı yaptırımları aşma konusunda Türkiye'nin eşsiz konumundan istifade ettiğini ve Türkiye'nin de bu süreçte söylemsel olarak Ukrayna'yı desteklemesine karşın Rusya ile ticari ilişkilerini daha da derinleştirdiğini vurgulamaktadır. Bu durum, yazarlara göre, iki ülkenin güçlü lideri Vladimir Putin ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki taktik iş birliği ile sınırlı ölçekte başlamasına karşın, zaman içerisinde Ankara ile Moskova arasında yapısal ve yerleşik ekonomik uyuma dayalı bir düzenin temellerini atmıştır.

Bu stratejik ilişkinin temelinde ise enerji olup, Türkiye doğalgaz ihtiyacının yüzde 40'ını, petrol ve kömür ihtiyacının ise yüzde 70'ini Rusya'dan tedarik etmektedir. Bunun yanında, iki devlet, Türk Akımı ve Mersin-Akkuyu Nükleer Santrali gibi kritik enerji altyapı projelerine de birlikte imza atmaktadırlar. Ancak raporun yazarlarına göre, bu durum, Rusya'ya Türkiye karşısında stratejik bir avantaj sağlamaktadır. Dahası, Türkiye için ciddi bazı ekonomik kazanımlara rağmen, arz şoklarına yatkınlık, ikincil yaptırımlara maruz kalma, enerji politikasında özerklik kaybı, NATO içinde itibar zedelenmesi ve Avrupa Birliği'ne (AB) katılma ya da daha fazla Gümrük Birliği entegrasyonundan yararlanma şansının azalması gibi Ankara açısından ciddi riskler de söz konusudur. Nitekim Ankara, Rusya ile ilişkilerini koruyarak kendisini Doğu ile Batı arasında bir aracı olarak konumlandırırken, yaptırımlardan kaçınma merkezi olarak artan rolü, Batı ile Rusya arasındaki stratejik dengeleme hareketini ve ülkenin uzun vadeli istikrarını tehlikeye de atabilir.

Yazarlara göre, Rusya-Türkiye ekonomik ilişkilerinde giderek artan Moskova yanlısı asimetri karşısında, NATO ve AB'nin yaptırım ile angajmanı dengeleyen stratejik bir yanıt vermesini gerektirmektedir.
Batılı demokrasiler, bir yandan Türkiye'nin eşsiz jeopolitik konumunu kabul etmeli, bir yandan da Rusya'nın Türk ekonomisini yaptırımlardan kaçınma platformu olarak kullanmasını engelleyecek stratejik adımlar atabilmelidir. Bu bağlamda, AB ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD), hem caydırıcılık, hem de angajman temelinde koordineli ve stratejik bir yaklaşım benimsemelidirler. Katı yaptırımlarla inandırıcı teşvikleri birleştiren bu çift yönlü strateji, Türkiye'nin Batı ekonomik ve güvenlik mimarisine entegrasyon sürecini yeniden canlandırmanın en iyi yolu olmaya devam etmektedir. Bu bağlamda yazarlar tarafından önerilen en stratejik öneriler ise şöyledir:

1-) Pozitif bir ekonomik devletçilik stratejisi aracılığıyla Türkiye'ye daha yoğun angaje olunması. Bu sürecin kilit unsuru, ülkenin AB'ye katılımı için yeni bir yol oluşturulmasıdır. Enerji çeşitlendirmesi ve yeni yatırım iş birliği, şeffaflık, yaptırımların uyumlaştırılması, ve düzenleyici reformlar konusunda somut ilerlemeye bağlanmalıdır. Karbon Sınır Ayarlama Mekanizması'na (CBAM) ayrıcalıklı erişim ve Türkiye'nin "yeşil dönüşüm"ü için özel finansman da dahil olmak üzere şartlı teşvikler, Türkiye'nin kamu ve özel sektörlerini desteklemek için kullanılmalıdır. Türkiye ve AB arasında ortak bir izleme ve uygulama çerçevesi, uyumun izlenmesine ve karşılıklı güvenin oluşturulmasına daha fazla yardımcı olabilir.

2-) Rusya'nın Türkiye üzerinden yaptırımları delme çabalarının zayıflatılmasına öncelik verilmesi. Bu, Rus ham petrolünü işleyen Türk tesislerinde rafine edilen petrol ve petrol ürünlerinin ithalatının yasaklanmasını ve Avrupa ve ABD pazarlarına giren yakıtların kimyasal takibi de dahil olmak üzere sıkı menşe kuralları doğrulamasının uygulanmasını gerektirmektedir.

3-) G7 petrol fiyatı üst sınırının düşürülmesi ve yaptırımların Rus tüccarların ticari faaliyetlerini kolaylaştıran Türk aracıları hedef alacak şekilde genişletilmesi. 

4-) Yasadışı nakit karşılığı altın planlarına ve Rusya ile bağlantılı gölge bankacılık operasyonlarına dahil olan finansal kurumlara ve firmalara pro-aktif bir şekilde yaptırım uygulayarak Kremlin'in savaş ekonomisini ayakta tutan kritik finansal yaşam hatlarının kesilmesi. 

5-) Hassas teknolojilerin Rusya'ya akışını engellemek için Türkiye'nin ihracat kontrollerini çift kullanımlı mallar ve son kullanıcı doğrulaması için kademeli olarak AB standartlarıyla uyumlu hale getirmeye yardımcı olunması ve bu bağlamda kapasite oluşturulması.

6-) Rusya bağlantılı varlıkların ve gölge gemicilik operasyonlarının izini sürmek, dondurmak ve kurtarmak için offshore yargı bölgeleriyle iş birliğini arttırarak, yasadışı finansal akışlara karşı direnç oluşturulması. Yüksek riskli yatırımları ve kara para aklama ağlarını ifşa eden Türk sivil toplum kuruluşlarına verilen desteğin arttırılması.

Sonuç

Sonuç olarak, Bulgaristan merkezli Center for the Study of Democracy-CSD'nin kısa süre önce yayımladığı The Kremlin Playbook in Türkiye: Geoeconomics Unfolded (Kremlin'in Türkiye'deki Oyun Kitabı: Jeoekonomi Açılımı) adlı stratejik rapor, Batı dünyasında Türkiye'nin yeni çok boyutlu dış politikası bağlamında Rusya ile sürdürdüğü stratejik ilişkilere dair tepkileri ve bu bağlamda geliştirilebilecek olası önlemleri özetleyen faydalı ve önemli bir yayındır. Ankara, bu politikasında sebat edecekse, Batı'nın şerrine uğramamak adına mutlaka bazı önlem mekanizmaları geliştirebilmeli ve ABD ve AB ile farklı stratejik bağlar da oluşturarak, bu konunun siyaset yapımındaki en baskın unsur haline gelmesine mani olabilmelidir. ABD Başkanı Donald Trump'ın Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın sonlandırılmasına yönelik çabalarına da Ankara en büyük desteği veren ülke olmalıdır. Zira Türkiye için asırlardır yakın komşusu olmuş Rusya ile ilişkileri tamamen koparmak gerçekçi bir stratejik olmadığı gibi, Batı dünyasının merkezi bir unsuru olarak Rusya'nın şeytanlaştırıldığı bir dönemde bu ülkeyle yakın iş birliğini koruması da bir o kadar zordur. Bu nedenle, Ukrayna'da çözüm ve barış, en çok da Türkiye'nin işine gelecek bir husustur. Dileğimiz bu gereksiz savaşın sona ermesi ve iki devletin yeniden bölgesel istikrar ve gelişime katkı sağlayacak üretken bir hale gelmesidir. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

1 Haziran 2025 Pazar

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Shangri-La Diyaloğu Açılış Konuşması

Giriş

Shangri-La Diyaloğu (Shangri-La Dialogue-SLD), İngiltere-Londra merkezli köklü bir düşünce kuruluşu olan Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü-IISS'nin (International Institute for Strategic Studies) 2002'den bu yana Singapur'da Shangri-La Oteli'nde düzenlenmesi sebebiyle bu şekilde adlandırılan çok önemli ve prestijli bir siyasi platformdur. Asya'nın gelişen güvenlik zorlukları konusunda ilgili devletlerin Devlet Başkanları, Bakanları ve üst düzey yetkilileriyle birlikte iş dünyası ve sivil toplum liderleri ve güvenlik uzmanlarını bir araya getiren SLD, her sene önemli zirvelere ev sahipliği yapmakta ve bu şekilde uluslararası siyaset ve ekonomiye dair önemli gelişmelerin tartışıldığı Davos Dünya Ekonomik Forumu, Münih Güvenlik Konferansı, Chatham House, Valdai Kulübü ve CFR gibi bir marka platform olma yolunda ilerlemektedir.

2025 yılı Shangri-La Diyaloğu toplantısı 30 Mayıs-1 Haziran 2025 tarihlerinde yine Singapur'da düzenlenirken, bu yılki etkinliğe Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un konuşması ve Macron'dan sonra yine önemli bir konuşma yapan ABD (Amerika Birleşik Devletleri) Savunma Bakanı Pete Hegseth'in çıkışları damga vurmuştur. Bu yazıda, önce Macron'un konuşması ana hatlarıyla özetlenecek, daha sonra da Hegseth'in konuşmasındaki mesajlar değerlendirilecektir.

Macron'un 2025 Shangri-La Diyaloğu Konuşması: Uluslararası Hukuk ve Değerler Vurgusu

Son dönemde iç siyasetten ziyade küresel ekonomi, küresel siyaset ve Avrupa Birliği'nin geleceğine dair yaptığı konuşmalarla gündem olan Emmanuel Macron, Shangri-La Diyaloğu toplantısında da önemli mesajlar vermiş ve gündem yaratmayı başarmıştır. 2025 yılı Asya turunun Vietnam ve Endonezya'dan sonraki son durağı olan Singapur'da İngilizce olarak yaptığı konuşmada, Fransa Cumhurbaşkanı, ülkesi Fransa'nın da bir Pasifik ülkesi olduğunu ve denizaşırı toprakları sayesinde bu bölgede halen boy gösterdiğini hatırlatarak, bölgede vatandaşları ve askerleri olan Fransa'nın Asya Pasifik siyasetinde söz hakkı olduğunu vurgulamaktadır. Çoklu krizler döneminde iş birliğinin önemine vurgu yapan Macron, uluslararası hukuk ilkeleri konusunda çifte standart yaklaşımların Batı dünyasının ve uluslararası kurumların güvenilirliğini zedelediğini vurgulamakta ve bu konuda Rusya-Ukrayna Savaşı ve Gazze trajedisi gibi olayları örnek göstermektedir.

Macron, Ukrayna konusunda Rusya'ya yönelik tepkilerinin Rusya karşıtlığından kaynaklanmadığının altını çizerek, bu konuda ilkeli durulmazsa dünyanın geri kalanında da birçok devletin jeopolitik gereklilikler nedeniyle başka ülkelerin topraklarına saldırabileceğini ve bu durumun da uluslararası sistemi temelinden sarsacağı konusunda ciddi uyarılarda bulunmaktadır. Bu anlamda, Macron, Ukrayna'nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini korumanın bir Avrupa güvenliği meselesi değil, bir uluslararası sistem gerekliliği olduğunu hatırlatmaktadır. Fransız Cumhurbaşkanı, Gazze'de aylardır yaşanan büyük trajedinin de benzer şekilde uluslararası hukuk ve ilkelerini hiçe sayan büyük bir sorun olduğunu vurgulayarak, Filistin Devleti'nin Fransa tarafından tanınabileceğini ima eden ifadeler kullanmaktadır. Hamas'ın terörist yöntemlerine karşı çıkmakla ve uluslararası hukuku savunmanın birbiriyle uyumlu olduğunu vurgulayan Macron, uluslararası sistemi korumanın çok gerekli olduğunu hatırlatmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük acıların ardından kurulan küresel veya uluslararası sistem ve kurumlarını (en önemlisi kuşkusu Birleşmiş Milletler) riske atan sorumsuz yaklaşımları eleştiren Emmanuel Macron, bu tarz yaklaşımların ekonomik refah ve istikrarı olumsuz etkilediğini belirterek, daha sonra sözü ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki jeopolitik rekabete de sözü getirmekte ve bu konuda Fransa'nın duruşunu şöyle izah etmektedir: Fransa, ABD'nin tarihsel bir dostu ve müttefikidir ve zaman zaman Çin'le rekabete dayalı ilişkiler içerisine girebilmektedir. Ancak Fransa aynı zamanda Avrupa ve Hint Pasifik için "stratejik özerklik" talep eden bir devlettir ve ABD veya diğer bir büyük devletle iş birliğini savunması, kesinlike bağımlılığı kabullenmesi anlamına gelmemektedir. Bu anlamda, konuşmasında Charles de Gaulle'e de bilhassa vurgu yapan Macron, Gaullist dış politikayı çağrıştıran, Avrupacı ve çok kutuplu siyasal sistem fikirlerini uyandıran bir tonda konuşmasına devam etmektedir.

Avrupa ve Asya'nın benzer zorluklarla karşı karşıya olduğunu belirten Macron, ilk olarak her iki kıtada da sınırları güçle değiştirmek isteyen revizyonist devletlere karşı diğer devletlerin iş birliği yapması gerektiğini vurgulamaktadır. İkinci olarak terörizm konusuna değinen Fransa Cumhurbaşkanı, her iki kıtada da benzer sorunların olduğunu anımsatmaktadır. Üçüncü olarak Avrupa ve Asya'da bugüne kadar istikrarın korunmasını sağlayan ittifakların güvenilirliğinin zedelenmesini önemli bir sorun olarak öne çıkaran Macron, dördüncü önemli sorun olarak da nükleer çoğalmayı belirtmekte ve İran nükleer programını zikretmektedir. 1991'de sınırlarının tanınması karşılığında Rusya'ya nükleer başlıkları iade eden eski Sovyet ülkelerinin günümüzde Ukrayna Savaşı nedeniyle Moskova'ya yönelik büyük bir tehdit algısı geliştirdiklerini söyleyen Macron, Kuzey Kore'nin Çin'in engellemeye yanaşmadığı nükleer programının da Asya'da benzer riskler yarattığını vurgulamaktadır. Bu konuda Rusya ve Çin'in tutumlarını eleştiren Macron, bu durumun Asya ve Avrupa'da büyük bir nükleer yayılma veya çoğalmaya (nuclear proliferation) neden olabileceğini ima etmektedir.

Daha sonra sözü NATO'ya getiren Macron, bugüne kadar Kuzey Atlantik'in güvenliği için kurulan bu askeri alyansın Asya'ya yayılmaması konusunda hassas davrandığını, ancak Çin'in, şimdilerde Rusya'ya destek amacıyla Ukrayna Savaşı'na asker gönderen ve Avrupa güvenliğine yönelik tehdit oluşturmaya başlayan Kuzey Kore konusundaki pasif tutumu nedeniyle günümüzde bunun bir mantık zeminine oturmaya başladığını ima etmektedir. Bu şekilde, Fransa'nın ABD'den farklı olarak Çin'i otomatik olarak bir hasım olarak görmediğini belirten Macron, buna karşın Tayvan ve Kuzey Kore vurguları ile Çin rejimine yönelik eleştirel yaklaşımını da gözler önüne sermektedir. Macron, konuşmasına bu şekilde devam etmekte ve önemli mesajlar vermektedir.

ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth'in Konuşması: Çin'e Yönelik Açık Husumet

ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth ise, Macron'dan sonra yaptığı konuşmada, Çin konusunda Fransa Cumhurbaşkanı'ndan çok daha sert bir ton benimseyerek, öncelikle Başkan Donald Trump yönetiminde ülkesi ABD'nin "güç yoluyla barış" (peace through strength) ilkesiyle hareket ettiğini vurgulamaktadır. ABD'nin bölge ülkeleriyle iş birliğine açık olduğunu belirten Hegseth, ABD'nin stratejik rakip olarak gördüğü Çin'i sindirmek için bölgede (Asya Pasifik veya Hint Pasifik) caydırıcı askeri güce ulaşmaya çalıştıklarını belirtmektedir. Savunma Bakanlığı olarak Başkan Trump'ın düşüncelerini hayata geçirmeye çalıştıklarını belirten Hegseth, ABD'nin askeri harcamalarda yaptığı/yapacağı büyük atılımı vurgulamakta ve ABD'nin askeri kapasitesini hızlı bir şekilde arttıracağını ilan etmektedir. Düşmanlarının bu durumdan rahatsız olacakları için artık daha dikkatli davranacaklarını belirten Hegseth, bu şekilde caydırıcılık sağlayacaklarını vurgulamakta ve önceki Demokrat Joe Biden yönetimini Afganistan skandalı ve 7 Ekim Hamas saldırısı nedeniyle suçlamaktadır. Bu bağlamda, Hegseth, sınır güvenliği ve kayıtdışı göçmenler konusunu da güvenlikleştirerek, bunun ülkesi ABD'ye yönelik sessiz bir istila olduğunu iddia etmektedir.

Pete Hegseth

Daha sonra Çin'le ilişkiler konusuna geçen Pete Hegseth, ABD'nin müttefiki olan Avrupa ülkelerini de askeri harcamalarını arttırması konusunda harekete geçirmeye çalıştığını belirterek, komünist Çin'in Batı dünyası için büyük bir tehdit olduğunu söylemektedir. ABD'nin Asya Pasifik'te kalıcı olacağını da ısrarla vurgulayan Hegseth, ancak geçmişte ülkesinin uyguladığı rejim değişikliği ve ulus inşası politikalarının hatalı olduğunu kabul etmekte ve Başkan Trump yönetiminin bu hataları tekrarlamayacağını söylemektedir. Singapur Devlet Başkanı Lee Kuan Yew'i de öven Hegseth, ABD'nin artık ahlaki değil, çıkarlara dayalı Realist bir dış politika izleyeceğini herkese açıkça ilan etmektedir. Daha sonra sözü Çin'e getiren Pete Hegseth, ülkesinin Çin halkı ve medeniyetine büyük saygı duyduğunu belirterek, asla Çin'le düşmanlık arayışında olmadıklarını, ama Çin'in bölgedeki hegemon devlet olma girişimlerinin karşısına durmaya devam edeceklerini söylemektedir. Bu konunun acil ve önemli olduğunu belirten Hegseth, Çin'in neden uluslararası güvenlik ve barışa tehdit oluşturduğuna dair görüşlerini açıklamaktadır. Hegseth, Çin'in 2027'de Tayvan'ı işgal etmek için hazırlandığını da sözlerine eklemekte ve buna karşı duracaklarını açıkça söylemektedir. Bu şekilde, Hegseth, ABD ile Çin arasında oluşan yüksek gerilimi açık bir şekilde ilan etmektedir. Nitekim Hegseth'in konuşması sonrasında Çin'den gelen resmi tepkiler de durumun Pekin tarafından anlaşıldığını göstermektedir.

Sonuç

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un uluslararası kuruluşların ve hukukun meşruiyetini hatırlatan konuşması, bunun çökmesi durumunda ABD ile Çin gibi büyük devletler arasındaki rekabetin ne düzeye varabileceğini ispatlayan Pete Hegseth'in konuşmasıyla birlikte düşünüldüğünde, bizce uluslararası sistemin geleceğine dair riskler konusunda bize yol gösterici olmalıdır. Eğer Gazze, Ukrayna, Keşmir, Tayvan ve Kıbrıs'tan başlayarak uluslararası sorunların barışçıl şekilde çözümlenmesi konusunda harekete geçmezsek, karşılacağımız şey yalnızca daha fazla çatışma ve savaş olacaktır. Eğer çocuklarımız için istediğimiz gelecek buysa, elbette bunda bir sorun yoktur. Ancak barışçıl, demokratik ve özgür bir gelecek istiyorsak, kuşkusuz uluslararası kurumları ayakta tutmalı ve uluslararası hukuku işler hale getirmeliyiz. Bunun için de işe Gazze'den başlamak gerekmektedir.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

Trump Tarifelerine Yasal Engel Mi?

 

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump'ın göreve yeniden seçilir seçilmez "ABD'nin özgürleşme günü" (liberation day) olarak ilan ettiği ve yalnızca Washington'ın hasım/rakip olarak gördüğü devletleri değil, neredeyse tüm ülkeleri kapsayan gümrük tarifesi paketi, hatırlanacak olursa, ABD içinde ve tüm dünyada büyük tartışmalara neden olmuştu. Başkan Trump'ın "ABD'nin ekonomik bağımsızlığını geri kazanması" olarak yorumladığı tarife paketi, milliyetçi-sağcı Amerikan Başkanı'na göre "karşılıklılık" (reciprocity) ilkesine dayanıyor ve ABD'nin yeniden büyük olacağı altın günleri müjdeliyordu. Türkiye ve Birleşik Krallık gibi Trump'ın sıcak baktığı devletler de dahil olmak üzere her ülkeye en azından yüzde 10'luk bir alt gümrük vergisi getiren bu paket, Avrupa Birliği (AB) üyesi devletler için de ortalama yüzde 20 civarında ek vergi öngörüyor ve bu nedenle Brüksel'in sert eleştirilerine neden oluyordu. Trump'ın "ticaret savaşları" adı da verilen tarife paketi, Çin (Halk Cumhuriyeti) başta olmak üzere Kamboçya, Vietnam, Malezya ve Bangladeş gibi Asya devletlerine ise çok daha yüksek oranlarda gümrük vergileri öngörüyor ve küresel ticareti akamete uğratacağı yönünde sert eleştirilere maruz kalıyordu.

İşte bu eleştirilerin ve anayasaya aykırılık iddialarının da etkisiyle, ABD Uluslararası Ticaret Mahkemesi, geçtiğimiz gün tarihi bir karar alarak, Başkan Donald Trump'ın diğer ülkelere getirdiği tarifelerde yasal yetkisini aştığına hükmetti ve bu tarifelerin uygulanmasını engelleme kararı aldı. Başkan Trump'ın diğer ülkelerden ithal edilen mallara uyguladığı gümrük vergileri konusunda bazı özel şirketler ve eyaletler tarafından hükümet aleyhine açılan davaya dair kararını açıklayan mahkeme, karşılıklılık esasına dayandırılan tarifelerin, ithalatı gümrük vergileri yoluyla düzenleme konusunda Uluslararası Acil Ekonomik Güçler Yasası (IEEPA) kapsamında Başkan'a tanınan yetkiyi aştığı belirtildi. ABD anayasasının ticareti düzenleme ve vergi koyma yetkisini yalnızca ABD Kongresi'ne verdiği de hatırlatılan kararda, itiraz edilen tarife kararlarının iptal edileceği ve bunların uygulanmasının kalıcı olarak engelleneceği bildirildi.

Kararın ardından ABD anayasasının ilgili maddesi gündeme geldi ve tartışmalar başladı. Hakikaten de, 7 maddelik kısa ABD anayasasının birinci maddesinin sekizinci bölümünde, ABD Kongresi'ne ekonomi yönetimine dair birçok öğeyi barındıran şu geniş yetkiler sağlanmıştır:

  • Kongre, borçları ödemek ve Birleşik Devletler'in ortak savunmasını ve genel refahını sağlamak için vergi, resim, harç ve istisnalar koyma ve toplama yetkisine sahip olacak; ancak tüm vergi, harç ve istisnalar Birleşik Devletler'in her yerinde aynı olacaktır;
  • Birleşik Devletler'in kredisi ile borç para almak;
  • Yabancı milletlerle, çeşitli Eyaletler arasında ve Kızılderili kabileleri ile ticareti düzenlemek;
  • Birleşik Devletler genelinde tek tip vatandaşlığa kabul kuralları ve iflaslar konusunda tek tip kanunlar oluşturmak;
  • Para basmak, bunların ve yabancı paraların değerlerini düzenlemek ve ağırlık ve ölçü standartlarını saptamak;
  • Birleşik Devletler menkul kıymetlerinin ve mevcut sikkelerinin sahteciliğinin cezalandırılmasını sağlamak.

Bu bağlamda, ABD anayasasının birinci maddesi, herhangi bir soru işaretine mahal bırakmayacak kesinlikte ticareti düzenleme yetkisini aslında ABD Kongresi'ne bıraksa da, sonradan yaşanan siyasi gelişmelerle bu durum değişmiş ve Trump'ın aleyhine alınan mahkeme kararı da bu yüzden günümüzde büyük hukuki tartışmalara ve siyasi çekişmelere neden olmuştur. Şöyle ki, zaman içerisinde ABD Kongresi tarife politikalarını yürürlüğe koyması için Başkan'a daha geniş yetkiler sağladıkça, buna karşı çıkanlar, bu kanunların Kongre'nin Başkan'a anayasaya aykırı bir yetki devri olduğunu savunmuş ve "Devredilemezlik doktrini" (non-delegation doctrine) olarak bilinenbu yaklaşım Yargıç John Marshall zamanından başlayarak ABD hukuk ve siyasal sisteminde önemli bir tartışma konusu olmuştur.  Nitekim Wayman v. Southard (1825) davasında, Yargıç Marshall, Kongre'nin “kesinlikle ve münhasıran yasamaya ilişkin olan” yetkileri devredemeyeceğini belirtmiştir. Marshall, bu davada, “Departmanlar arasındaki fark şüphesiz yasama organının kanun yapması, yürütmenin yürütmesi ve yargının da kanunu yorumlamasıdır; ancak kanun koyucu bir şeyi diğer departmanların takdirine bırakabilir ve bu yetkinin kesin sınırı, bir mahkemenin gereksiz yere girmeyeceği hassas ve zor bir soruşturma konusudur.” sonucuna varmıştır.

ABD hukuk sistemi, tarifelere ilişkin bu sınırları ise 1892 tarihli Field v. Clark davasında tanımlamıştır. İlgili davada, Marshall Field & Co., 1890 tarihli Tarife Kanunu uyarınca, şeker, melas, kahve, çay ve deri üzerine konulan tarifelere itiraz etmiş ve Kongre'nin Başkan'a uygunsuz şekilde yasama yetkisi verdiğini iddia etmiştir. Ancak Yargıç John Marshall Harlan, Başkan'ın Kongre'nin politikasını uygulayarak yürütme rolünde hareket ettiğini söylemiş ve "Başkan'ın yapması gereken şey sadece Kongre yasasını uygulamaktı. Bu bir yasa yapmak değildi. Başkan sadece kanun koyucu birimin, Kongre'nin ifade ettiği iradenin yürürlüğe gireceği olayı tespit ve ilan eden bir temsilcisiydi." sonucuna ulaşarak, ABD Başkanı'nın tarifeler uygulama yolunu açmıştır.

Bu doğrultuda, ilerleyen yıllarda ABD Kongresi -özellikle de 1913 yılında 16. anayasal değişikliğin (amendment) onaylanmasının ardından- federal gelir vergisinin federal hükümet gelirlerinin ana kaynağı olarak tarifelerin yerini almasından sonra, tarifelerin doğrudan uygulanmasında giderek daha az aktif bir rol üstlenmiştir. Nitekim 1934 yılında, Kongre, Başkan Franklin Delano Roosevelt'e gümrük tarifesi oranlarını yüzde 50 oranında değiştirme ve Kongre'den ek onay almadan ikili ticaret anlaşmaları müzakere etme yetkisi veren Karşılıklı Ticaret Anlaşmaları Yasası'nı kabul etmiştir. O tarihten bu yana Başkan çoğunlukla Kongre tarafından belirlenen gümrük tarifeleri politikalarını kontrol etmiş ve uygulamıştır. Bu nedenle, Trump'ın aleyhine çıkan mahkeme kararına Amerikan yönetimi anında itiraz etmiş ve temyiz davasının açılmasını müteakiben, yetkili mahkeme, hükümetin “kararın temyiz süreci boyunca askıya alınması” yönündeki talebini kabul etmiştir. Temyiz mahkemesi tarafından davacı eyalet ve şirketlerden 5 Haziran'a kadar hükümetin itirazına yanıt vermeleri istenirken, hükümetin de bu yanıtlara 9 Haziran'a kadar yanıt hakkı bulunduğu kaydedilmiştir. Bu şekilde, Trump tarifeleri, ABD içerisinde büyük bir hukuki muamma ve siyasi belirsizliğe neden olmuştur.

Trump'ın tarifelerinin ABD demokrasisi ve ekonomisine faydadan çok zarar yaratabileceği konusunda uluslararası kamuoyunda genel bir kanı vardır. Aslında, entelektüel açıdan yakın zamana kadar saygın bir politika kabul edilen ve ilginç bir şekilde daha ziyade sol siyaset tarafından kabul gören korumacılık (ekonomik korumacılık), özellikle yeni kurulan veya gelişmekte olan ülkeler için ulusal burjuvazinin ve sanayinin güçlendirilmesi noktasında faydalı ve ilerici bir politikadır. Nitekim "bebek endüstriler tezi" gibi sosyalizan eğilimli politikaların temelinde de aslına bakılırsa ekonomik korumacılık mantığı vardır. Ancak şimdilerde bu politikaları uygulayan devlet, küresel kapitalizmin Kâbe'si durumundaki ABD olunca ve bu politikalar nedeniyle Amerikan şirketleri ve tüketicileriyle birlikte tüm diğer halklar da artan maliyetler ve enflasyon nedeniyle zarar görmeye başlayınca, kuşkusuz, buna yönelik ciddi tepkiler oluşabilmektedir. Ayrıca, Trump'ın tarife politikasının ABD tarafından geleneksel olarak hasım/rakip olarak algılanan Çin, Rusya vs. gibi devletlerin çok ötesinde Kanada, Meksika, AB ülkeleri gibi Amerikan müttefiklerini de kapsaması nedeniyle, Washington'a dost olan ülkeler ve halklarda da Trump yönetimine ciddi tepki vardır. Nitekim tarifelerin iptali kararı sonrasında Kanada'nın yeni Başbakanı Mark Carney, karardan duyduğu büyük memnuniyeti ifade etmiştir.

Bizce de, ABD yönetiminin yüksek tarife kararları ne ABD, ne Amerikan müttefikleri, ne de dünyanın geri kalanı için doğru bir politika değildir. Elbette, her devlet, geleceği açısından kritik bazı sektörlerde tarife uygulamalıdır. Özellikle yeni kurulan ve yeni endüstrileşen devletlerde bu daha da büyük bir gereksinimdir. Ancak küreselleşmenin ulaştığı ileri seviye ve üretim teknolojileri ve ağının günümüzde büyük çeşitliliğe erişmesi nedeniyle, bu tarz toptancı bir tarife yaklaşımının bizce doğru bir yanı yoktur. Ancak elbette, ABD bir hukuk devleti olduğu ve Başkan da demokratik yolla seçildiği için, bu kararı Amerikan hukukçularına bırakmak en doğru tavırdır. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ