26 Ocak 2024 Cuma

Prof. Dr. Sait Yılmaz'la Söyleşi

 

Sait Yılmaz, 1961 yılında İzmit’te doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduktan sonra babasının tayini nedeni ile liseyi memleketi olan Isparta-Yalvaç’ta bitirdi. 1982 yılında Kara Harp Okulu’ndan Piyade Teğmeni olarak mezun oldu. 1984’de Eğridir Komando Okulu’nu bitirdi, Bolu ve Hakkâri’de Komando Bölük Komutanlığı yaptı. 1988 yılında ABD-Virginia’da Havadan İkmal Kursu’nu tamamladı. 1991’de Kara Harp Akademisi’ni bitirdi. Bosna-Hersek’te 1994 yılında BM UNPROFOR Türk Barış Gücü’nde Harekât Subayı ve 1996 yılında Saraybosna’da NATO-SFOR’da Sivil-Asker İşbirliği Uzmanı olarak görev yaptı. 1997 yılında İtalya-Roma’da NATO Savunma Koleji eğitimini tamamladı. 1998-2001 yılları arasında NATO (SHAPE) Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı Karargâhı Belçika-Mons’da Kriz Yönetim Uzmanlığı görevi yaptı ve bu süre zarfında Almanya/Oberammergau’daki NATO Okulu’nda Kriz Yönetim Kursu Direktörü olarak “NATO’da Kriz Yönetimi” konferansları verdi. 1998-2000 yılları arasında ABD-Oklahoma Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Avrupa Programı’nda MA (Yüksek Lisans) eğitimini tamamladı. 2000-2005 yılları arasında ise Gazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Doktora eğitimini yaptı. 2006 yılında Silahlı Kuvvetler’den kendi isteği ile emekli olmayı müteakip, Yrd. Doç. Dr. olarak Beykent Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi kadrosuna atandı. 2011-2014 yılları arasında İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (USAM) Müdürü olan Sait Yılmaz, 2012 yılında Doçent oldu. 2014-2017 döneminde Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce bölümünde kadrolu öğretim üyesi olarak dersler verdi. 2017 yılından beri Esenyurt Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümünde Profesör Doktor olarak görev yapmaktadır. Prof. Dr. Sait Yılmaz’ın güvenlik, savunma ve istihbarat konularında yayımlanmış çeşitli kitap ve makaleleri bulunmaktadır.[1]

Ozan Örmeci: Değerli hocam, bize vakit ayırdığınız için öncelikle size teşekkür ediyorum. İstihbarat ve güvenlik alanında çok önemli ve özgün Türkçe yayınlara imza attığınız için görüşlerinizi ciddiye alıyor ve yakından takip ediyorum. Bu görüşleriniz ve uyarılarınızın Türkiye ve dünyadaki çeşitli ülkelerin güvenlik birimleri ve ilgili araştırmacılarınca duyulması açısından da bu röportajı gerçekleştirmeyi düşündüm. Kabul ettiğiniz için tekrar teşekkürler.

Sayın hocam, sizin de yakından takip ettiğiniz üzere, 2016 sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerinde neredeyse hiçbir konuda iyi bir uyum sağlanamadı ve ilişkiler ya daha da gerildi, ya da kriz yaratmamak adına soğumaya bırakıldı. Bu durum Obama’nın son dönemi, Trump’ın 4 yılı ve Biden’ın 3 yıllık Başkanlığı sürecinde de devam etti. İkili ilişkilerde en temel mesele olarak Türkiye kamuoyunda ABD’nin Suriye’de PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG gibi gruplara verdiği destek gösteriliyor. Washington ise, bu konuda, Suriye’de temel mücadelenin IŞİD (DEAŞ) gibi terör örgütleriyle yapılması gerektiği, Suriye Kürtlerinin demokrasi, insan hakları ve kadın hakları gibi değerlere sahip çıktığı ve ABD müttefiklerinin bölgede beraber hareket etmeleri gerektiği gibi argümanlar üzerinde duruyor. Siz, ABD’yi yakından tanıyan bir araştırmacı olarak, Washington’ın bölgedeki stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD, bölgede bir PYD/YPG devleti veya özerk bölgesi mi istiyor? Yoksa bu konu Türkiye’yi klasik müttefikleriyle yeniden hizalandırmak ve Rusya ve Suriye rejimi ile mücadelede güçlü olmak için kullanılan geçici stratejik bir unsur olarak mı kıymetlendirilmelidir?

Sait Yılmaz: Aslında Türk-Amerikan ilişkileri uzun zamandır yolunda gitmiyor. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında ABD, Kürdistan ve Ermenistan kurulması planlarının içinde olmuştu ama ağırlığını daha çok misyonerlik faaliyetlerini geliştirdiği Ermenistan’a yöneltmişti. Bugünkü ABD’nin Ortadoğu ile ilgili planlarının başlangıcı olan Körfez Savaşı öncesine dayanıyor. Daha o dönemde ABD, Kürtlerle temas kurmuştu ve savaş ile birlikte Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu sözde sivilleri koruma bölgesi aslında Barzani devletçiğinin nüvesi olması yanında PKK terör örgütü ile pazarlıkların başladığı dönemdi. Nitekim ABD ile ilk kırılmayı 1991 yılında Cudi Dağı’na inen bir ABD helikopterinin PKK’ya malzeme indirirken yakalanması ile yaşadık. ABD’nin bölgedeki faaliyetlerini yakından izleyen Eşref Bitlis Paşa da spekülatif bir kazaya kurban gitti. Türkiye’de konuşlu Keşif Kuvveti ya da Çekiç Güç bir yandan Barzani’yi korurken, PKK’ya Saddam Ordusu'ndan sağlanan silahlarla hayat verildi.

ABD planlarının ikinci aşaması 2003 yılındaki Irak Savaşı ile geldi. Türkiye’yi Irak’ın kuzeyinde inisiyatif almasını istemeyen ABD, tezkereyi alamayınca Barzani devletçiğinin önünde bir engel kalmadı. 2005 yılında Amerikan askerlerinin yazdıkları anayasa ile ülke egemenliğinin yarısı (Cumhurbaşkanlığı, Savunma Bakanlığı, ülkenin kuzeyinde kendi parlamentosu ve Başbakanı olan özerk bölge) Kürtlere verildi. Kürtler kadar nüfusu olan Türkmenler ise Irak'ın kuzeyinden sürüldü ve sahipsiz kaldılar. TSK’nın başarılı operasyonları ve 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile tekrar yok olmasına aşamasına gelmiş PKK terör örgütü, 2003 yılında ABD’nin bölgeyi kontrolü ile tekrar hayat buldu. Ancak, Batılılar ve PKK, artık konuyu bir yandan da siyasallaştırma stratejisi içine girdiler. 2006 yılında, Ankara, “demokratik çözüm” yalanına ikna edildi. Lakin terörle müzakere ile bir yere varılamayacağı anlaşılınca, 2015-2016 yılındaki PKK’nın IŞİD’ten kopyaladığı Hendek Savaşları oldu. Ankara, PKK ile siyasi çözüm içinde Ortadoğu projesine de ikna edilmişti ve 2011 yılında başlayan Arap hareketlerinin Suriye ayağında alınan rol, sonunda Suriye’nin kuzeyinde de yeni bir Kürt devletçiğinin ortaya çıkmasına neden oldu.

Aradan geçen zaman zarfında 2007’de başlayan Balyoz ve Ergenekon operasyonları ile, ABD, Türk askerlerinden FETÖ üzerinden intikam aldı. 2016 yılındaki 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ise ABD ile yollar oldukça ayrıştı. Bununla beraber, her ne kadar Ankara, Rusya ile ilişkileri Suriye ve S-400 örneklerinde geliştirse de, ABD ile Beşar Esad’ı devirme projesinde iş birliğine devam etti. Bugün gelinen aşamada, ABD ve Rusya ile ilişkilerimiz, ikisi ile de gergin ve her an yeni bir kriz çıkmaya müsaittir. ABD’nin istediği, Türkiye'nin her zaman kendi işaret çubuğunu izleyecek, zayıf ve kontrol edilebilir bir ülke olmasıdır. Bu yüzden de, ülkemizin en güçlü olduğu askeri gücü ve komuta kademesi öncelikli hedefi olmuştur. PKK terör örgütü ise, onun Ortadoğu’da yeni harita çalışmalarının vekil gücüdür. ABD, kendi kurduğu IŞİD öcüsünü kullanarak gerek PKK’ya, gerekse de Barzani’ye sözde terörle mücadele ediyor görüntüsü ile toprak kazandırırken, aslında kendi planlarını uygulamaktadır. Bu plan, İsrail’in güvenliği için İran’ın kolları kesilirken, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde yeni İsrail devletleri yani Kürt devletçikleri kurmaktır. Bu planın önündeki en büyük engel ise bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’dir.

PKK projesi en başından beri ABD içinde Demokratların projesi idi ve Obama dönemindeki “model ortaklık” ile Türkiye’ye BOP projesi havucu uzatılmıştı. Obama’nın yardımcıları Joe Biden ve (bugünkü dışişleri bakanı) Antony Blinken, siyasi kariyerlerini Rum ve Ermeni lobilerinin desteği ile yapmışlardır. Bunlar, Trump döneminde Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesini üç kez engellediler. Amerikan derin devleti olan Pentagon ve CIA, Trump’ın emirlerini "PKK projesine çok yatırım yaptık" diye uygulamadı. Bugün bu kişiler ABD’yi yöneten güç durumundalar. Türkiye’nin ne Irak, ne de Suriye’deki ABD varlığı ve planlarının önünde bir engel olmasını istemiyorlar ve PKK’ye lojistik, eğitim ve istihbarat desteği sağlıyorlar. 2016 yılından beri ABD ile kötüleşen ilişkiler Biden döneminde ise artık açık ekonomik ve savunma ambargolarına dönüştü.

Prof. Dr. Sait Yılmaz-Doç. Dr. Ozan Örmeci

Ozan Örmeci: Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman gerginlik yaratan konulardan birisi de, ABD-Türkiye ilişkilerinin pek de parlak olmadığı bir ortamda, Washington’ın komşumuz ve tarihsel rekabetimizin olduğu Yunanistan’da pek çok yeni askeri tesisler kurması olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda, ABD tarafı, yine bu tarz askeri yapılar ve önlemlerin Türkiye’ye karşı değil, Ukrayna’da yayılmacı politikalar izleyen Rusya’ya karşı yapıldığını vurguluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bu görüşlere katılmıyor ve Washington’a yönelik sert eleştirilerini sürdürüyor. Yine, ABD’nin Yunanistan’a askeri olarak yerleşme stratejisini değerlendirdiğinizde, bir güvenlik bilimleri uzmanı olarak Türk-Amerikan ilişkileri adına neler öngörüyorsunuz?

Sait Yılmaz: NATO’dan dışlandık ve ittifakın güney kanadı de facto olarak artık Yunanistan oldu. Yunanistan’a kurulan yeni ABD üsleri, Türkiye’den aslında 10 yıl önce boşanmaya karar vermiş ABD’nin yeni adresi. Örneğin, Dedeağaç, uluslararası anlaşmalar ile askersizleştirilmiş bölge olmasına rağmen, Türkiye buraya ABD üssü kurulmasına sesini çıkarmadı. Son yıllarda Türkiye’den çalınan adalar da ayrı bir tartışma konusu. Biden’a göre, dünya demokratlar ve otokratlar olarak ikiye ayılıyor ve Türkiye, diğer tarafta. Geçen zaman zarfında Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de yalnızlaşan Türkiye, İran gibi hedef olmaya da başladı. Bu gelişmeler, tabii ki Türk-Yunan sorunlarını 1990’ların sonundan beri AB ile siyasallaştırmaya çalışan Yunanistan’ın işine geliyor. Geçmişte NATO’nun güney kanadının iki önemli ülkesi olan Türk-Yunan ilişkilerinde her zaman dengeli olmaya çalışan ve çatışma çıkmamasını isteyen ABD, şimdi bu dengeyi açıkça Yunan tarafına kaydırmış durumda. Gazze Savaşı’nın başlaması ile Doğu Akdeniz’e yerleşen Batı donanması ve Kıbrıs’taki üsleri hava harekâtı için kullanmaları dikkatle izlenmesi gereken konular. Yunanistan, her zaman olduğu gibi Türkiye’den daha fazlasını koparmak ve Ege’de bir oldu-bitti yaratmak için en uygun zamanı beklemek stratejisi izliyor.

Ozan Örmeci: Hocam yıllardır Çin Halk Cumhuriyeti’nin olası Tayvan işgali/ablukası konusunda çeşitli düşünceler öne sürüyorsunuz. Günümüzde, Çin’in ekonomik yükselişinin tüm önlemlere rağmen devam ettiği, ABD’nin görece zayıfladığı ve çok kutupluluk tartışmalarının yapıldığı, Tayvan’ı resmen tanıyan ülkelerin sayısının 12’ye indiği ve Çin’de Çin Komünist Partisi yönetiminin istikrarlı ve meşru yönetimini korumayı başardığı bir ortamda, ABD’nin seçim sürecinde Pekin’de Taipei’ye yönelik bir hamle gelebilir mi? Benzer şekilde, günümüzde olmasa bile, gelecekte Çin’in Tayvan’la birleşme politikasını barışçıl yöntemler dışında uygulamaya kalkması gibi bir risk sizce gerçekten söz konusu mu?

Sait Yılmaz: Rusya için Ukrayna ne ise, Çin için de Tayvan aynı rolü oynayacak yani tuzak bölgesidir. Rusya, Ukrayna’da tuzağa düşürüldü ve kara kuvvetlerinin üçte ikisi imha edildi. Asker sayısı yetmiyor ve bu yüzden NATO’nun kuzeyden yapacağı bir harekâta karşı oldukça hassas ve nükleer kartını dile getiriyor. Batı'nın Rusya planı, tıpkı 1990’da olduğu gibi, doğrudan savaşmadan Rusya’yı parçalamak üzerinedir. Bunu da askeri işgal ile değil, yönetim içinde bir darbe ile iktidarı değiştirerek sağlamaya çalışacaklar. Rusya ile ilgili bölünme senaryolarını önceki makalelerimde uzun uzun anlatmıştım. Çin ile ilgili planlar ise 2035 yılında Güney Çin Denizi’nde tetiklenecek bir savaşı bekliyor. Malakka Boğazı, Güney Çin Denizi’nde 7 ülke arasında devam eden egemenlik mücadelesi, Tayvan Sorunu ve Kuzey Kore gibi konular patlamaya hazır bir mayın zinciri ve Çin’in Tayvan’ı işgali bu ateşlemeyi yapacak. Pasifik Okyanusu’nda üç dalga halinde tertiplenecek Batılı güçler, ordularını bu savaşın gereklerine göre hazırlıyorlar. Planın diğer bölümünde, Çin’in kuzey ve batı sınırlarında (Mançurya, İç Moğolistan, Doğu Türkistan, Tibet, Hong-Kong vd.) çıkarılacak iç savaşlar var. Şu anda bu savaşın sahnesi hazırlanıyor ve Tayvan’a Çin müdahalesi ile düğmeye basılacak. ABD-Çin ilişkileri bir hegemonya mücadelesi ve bunun için gerekli katalizör tarihte hep olageldiği gibi büyük ve acımasız bir savaş. Çünkü sonunda yeni bir dünya düzeni kurulacak. Artık İkinci Dünya Savaşı’nın kurumları (BM, NATO, IMF, DTÖ vs.) bu dünyayı taşımıyor ve büyük savaştan sonra yenileri ortaya çıkacak. Muhtemelen tek dünya devleti kurulacak; yani yaşadığımız devlet esaslı dünyanın da sonuna geliyoruz. Bu gelişmeleri dünyanın geleceği ile ilgili makalelerimde anlatmıştım.

Ozan Örmeci: Türkiye, son yıllarda Batı ile bozulan ilişkileri, enerji sektöründe sağlanan uyumlu partnerlik ve Azerbaycan faktörü gibi nedenlerin de etkisiyle Rusya ile yakın ilişkiler tesis etti. Bu, 2015 jet krizi ve Büyükelçi Karlov’un öldürülmesi gibi krizlere karşın, günümüze kadar devam etti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rus lider Vladimir Putin arasında da karşılıklı güvene dayalı yakın ilişkiler sayesinde daha da taçlandı. Buna karşın, Rusya’nın Ukrayna politikası nedeniyle tüm Batı dünyasıyla ilişkilerini bozması Ankara ile ilişkileri de riskli bir sürece soktu. Fakat bu süreçte dahi, Türkiye, Moskova ile ilişkileri koparmadı, hatta kriz sürecinde Rus yatırımcı ve iş insanlarının Türkiye’ye yönelik yatırımları hızla arttı. NATO üyesi Türkiye ve NATO’nun temel hasmı olan Rusya arasındaki bu ilginç ortaklık sizce ilerleyen yıllarda nasıl sınamalara tabi tutulacaktır? Her iki ülkeden birisinde veya her ikisinde de liderliğin değişmesiyle birlikte geleneksel müttefiklik ilişkileri mi ağır basabilir?

Sait Yılmaz: Türkiye’nin özellikle 2016 yılı sonrası Rusya ile siyasi ve stratejik anlamdaki yakınlaşması daha çok ABD ile kötüleşen ilişkilere bir arayış olarak ortaya çıkmış ve Batı ile ilişkileri daha da kötüye götürmüştür. Burada sorulması gereken soru; Rusya ile olan ilişkiler Türkiye’nin yararına mıdır? Tarih boyunca 16 kez savaştığımız Ruslar, Ukrayna’da görüldüğü gibi Karadeniz’i ele geçirme, Suriye ve Libya’da görüldüğü gibi sıcak denizlere inme sevdasından vazgeçmemiştir. Bunu yaparken de, hep ABD’nin bıraktığı boşlukları doldurmak istemiştir. Ancak, Rus güvenlik kültürü ABD’den farklıdır. Kendini efendi olarak görür ve kırmızı çizgiler çizer ve sizden uymanızı bekler. Yoksa acımaz... El Bab’da çizdikleri yolun ötesine geçen iki üsteğmenimizi şehit ettiler, İdlip’te 55 askerimizi Rus uçakları şehit etti. Libya’da Türkiye’nin El Vataniye üssünün imha edilmesinin arkasında da Ruslar var. Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarına destek olmasının arkasında YPG/PKK’yı kendisi ile ittifaka zorlama planı var. Karabağ’da Azerbaycan’a verilen desteğin arkasında da Amerikancı Paşinyan’ı cezalandırma niyeti vardı. Şimdi, ABD ve Rusya, Karadeniz’de Montrö için yeni bir oyun başlatıyorlar. Unutulması gereken bir konu, bu iki ülkenin Türkiye’nin haberi olmadan pek çok konuda birbiriyle anlaştıklarıdır. Özetle, bu iki ülkeyle ilişkilerimize pragmatik bakmalıyız ve birbirinin yerini alma beklentisi olmamalıdır. Son raddede, Türkiye’nin Batı ile iyi giden ilişkilerinin savunma ihtiyaçları ve ekonomik nedenlerle daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Ozan Örmeci: Türkiye’nin geleceğinde Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği sürecinin ne kadar etkili olabileceğini düşünüyorsunuz? AB, Kıbrıs Sorunu’nda uzlaşma sağlanamamasına karşın, Ankara’yı kendi yörüngesinde tutmak ve güvenliğini sağlamada Türkiye’den yardım almak adına bazı açılımlar (Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, vize muafiyeti vs.) gerçekleştirilebilir mi?

Sait Yılmaz: Türkiye, 1996 yılında Gümrük Birliği Anlaşmasını imzaladığında AB’nin zaten artık Türkiye’ye ihtiyacı kalmamış, istediklerini almıştı. 2006 yılında AB tam üyesi olma ütopyası sert bir duvara çarptı ve üyelik sürecinin aslında sanki bir savaş kaybedilmiş gibi mütareke süreci olduğu görüldü. Türkiye’nin önüne kabul etmesi mümkün olmayan şartlar Yunanistan ve Kıbrıs öne sürülerek dayatıldı ve süreç akamete uğratıldı. Bugün artık tam üyelik hayalden de öte ve ben zaten bu üyeliğe hiçbir zaman olumlu olarak bakmadım. İmparatorluk mirası olan ve Türk Dünyası ile büyük bir vizyonu gerçekleştirebilecek Türkiye’nin AB içinde sıkışması düşünülemezdi. Zaten AB de hiçbir zaman Türkiye konusunda samimi olmadı ve Türkiye’nin burnundaki halkayı çıkarmamak, yani hep kontrolünde tutmak istedi. Bugün AB’nin Türkiye ile çıkarları göçmenlerin durdurulmasına indirgenmiş durumda. Biraz para vererek göçmenlerin ülkelerine gelmesini önlemeyi büyük bir zafer sayıyorlar. En son İtalya Başbakanı'nın Libyalı göçmenleri Türkiye’ye göndermek için para teklif etmesi içler acısı durumumuzu göstermektedir. Bunun dışında, vize serbestisi ya da Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi konular bence kozmetik değer taşımaktadır.

Ozan Örmeci: Değerli hocam, kıymetli vaktinizi ayırdığınız için size çok teşekkür eder, nice önemli çalışmalara imza atmanızı dileriz.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Tarih: 26.01.2024

 

[1] Yazarın bazı kitapları için, bakınız; https://www.kitapyurdu.com/yazar/dr-sait-yilmaz/35878.html; https://www.idefix.com/yazar/sait-yilmaz-260591.


Hiç yorum yok: