ABD merkezli tanınmış düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi-CFR), 26 Temmuz 2019 tarihinde "U.S. Involvement in the Middle East" (ABD'nin Ortadoğu Politikası) başlıklı bir panel düzenlemiştir. Foreign Affairs dergisi yazarı Trudy S. Rubin'in moderatörlüğünü yaptığı panele, konuşmacı olarak; CFR mensubu ve son dönemin tanınmış Türkiye ve Ortadoğu uzmanlarından Steven A. Cook, Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları öğretim üyesi Bernard A. Haykel ve Columbia Üniversitesi öğretim üyesi ve RAND Corporation düşünce kuruluşu uzmanı Siyaset Bilimci Ariane M. Tabatabai katılmışlardır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.
Panel kaydı
Panelin ilk konuşmacısı olan Ariane M. Tabatabai, öncelikle, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran İslam Cumhuriyeti'ne yönelik son dönemde geliştirdiği politikanın net bir hedefi olduğunu söylemekte ve bu hedefi; "İran'ın bölgesel sorunlara yönelik yaklaşımını değiştirmek" olarak ifade etmektedir. ABD Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo'nun bu hedefi geçtiğimiz yıl içerisinde 12 maddelik somut bir paket halinde açıkladığını da hatırlatan Tabatabai, bu paket içerisinde; İran nükleer programı, İran'ın balistik füze programı, terörist hareketlere verilen destek ve bölgesel müdahaleler gibi unsurların bulunduğunu belirtmektedir. Ancak İran'la müzakere masasına oturmadan bu gibi önemli konularda Tahran'ı ikna etmediğinin kolay olmadığını kaydeden konuşmacı, sadece İran nükleer programı konusunda bile, bu ülkeyle -2012-2015 döneminde- 3 yıl gibi uzun bir süre müzakere edildiğini anımsatmaktadır. Müzakere dışında ikinci seçeneğin rejimi çökertmek olduğunu belirten Tabatabai, mevcut ABD yönetimi içerisinde bu görüşe yatkın kişilerin de olduğunu söylemektedir. Daha sonra müzakere seçeneğini değerlendiren Amerikalı uzman, İran'ı önceki ABD yönetiminin yaptığı gibi müzakere masasına çekebilmek için; P5+1 gibi etkin ve çok taraflı bir platform oluşturulması, beklentilerin yönetilmesi (karşı tarafta İran Dini Lideri Ayetullah Hamaney ile ABD Başkanı'nın görüşmesi gibi beklentilerin oluşturulmaması) ve hedeflerin net olarak belirlenmesi gibi konular üzerinde durmaktadır. Son olarak, zamanlamanın da bu konuda kritik derece önemli olduğunu vurgulayan konuşmacı, müzakerelerin çerçevesinin doğru şekilde çizilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Barack Obama’nın Başkanlığı döneminde geçerli olan bu unsurların şimdilerde mevcut olmadığını kabul eden Tabatabai, öncelikle Washington’dan İran konusunda gelen mesajların net olmadığını belirtmektedir. Bu konuda farklı zamanlarda yapılan “müzakere” ve “savaş” mesajlarının akıl karıştırıcı olduğunu ifade eden konuşmacı, Tahran’da da bu konunun böyle algılandığını düşünmektedir. İkinci olarak, uzman konuşmacı, günümüzde, ABD’nin Avrupa ülkeleriyle sorunlu ilişkilerinin de etkisiyle İran konusunda etkin ve çok taraflı bir platform oluşturmanın kolay olmadığını vurgulamaktadır. Avrupa ülkelerinin İran nükleer anlaşmasından (JCPOA) mevcut haliyle memnun olduklarını, ancak ABD’nin bu durumdan hoşnut olmadığı için anlaşmadan çekildiğini hatırlatan Tabatabai, hedefler konusunda ABD ve Avrupa ülkeleri arasında aslında bir uyum olmasına karşın, bunlara ulaşmak konusunda izlenen politikaların uyumsuz olduğunu ifade etmektedir. Son olarak, önceki döneme kıyasla bu yeni dönemde zamanlama açısından da farklılıklar olduğunu; zira Obama yönetiminin anlaşmayı ikinci döneminde -4 yıllık bir tecrübe sonrasında- müzakere ederek 2015 yılında yapmayı başarabildiğini, ancak Trump yönetiminin henüz 2,5 yıllık deneyiminin olduğunu ve ikinci 4 yıl için işbaşı yapacağının da henüz garanti olmadığını vurgulamaktadır. Herşeye rağmen, ilerleyen aylarda İran’ın ABD ile müzakere masasına oturmak zorunda kalabileceğini; zira statükonun Tahran için sürdürülemez olduğunu kaydeden konuşmacı, ancak Trump yönetiminin İran’ın neredeyse tüm siyasal elitini yaptırımlara uğratması nedeniyle (son olarak Dini Lider Ali Hamaney ve Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif de yaptırıma uğramıştır), bu ülkede ABD ile yeniden müzakere masasına oturmayı savunmanın çok zor hale geldiğini ifade etmektedir. Bu süreçte özellikle İran’ın Batı’ya açılan yüzü olarak bilinen ve JCPOA müzakerelerini İran adına yöneten Muhammed Cevad Zarif’in çok zor duruma düşürüldüğünü kaydeden Tabatabai, bu nedenle son dönemde İran’da Batı ile ilişkileri koparma yanlısı radikallerin elinin güçlendiğini düşünmektedir. Ayrıca İran’da rejimin halkı hoşnut edememesine karşın bir alternatifinin de olmadığını belirten Amerikalı konuşmacı, Arap Baharı sonrasında Suriye’den Afganistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada işlerin iyiye gitmediğini ve neredeyse her ülkede sorunlar olduğunu vurgulamakta ve bunun da İran halkı ve rejimi için -reformlar yapmak ve Batı ile bütünleşmek konusunda- cesaret kırıcı olduğunun altını çizmektedir. Arap Baharı sonrasında bölgede İran’a örnek olabilecek başarılı bir reform/dönüşüm hikâyesinin de kalmadığını vurgulayan Ariane M. Tabatabai, bu nedenle İran’dan demokratik reformlar beklemenin gerçekçi olmadığını; fakat tüm yaptırımlara rağmen rejimin çökme ihtimalinin de bulunmadığını düşündüğünü sözlerine eklemektedir.
Panelin ikinci konuşmacısı olan Bernard A. Haykel, uzmanlığı olan Suudi Arabistan konusuna geçmeden önce, İran halkının çok milliyetçi yapıda olduğunu, bu nedenle rejimi sevmeseler bile destekleyebildiklerini ve ayrıca İran’daki rejimin işbaşı yaptığı 1979’dan günümüze kadar halkın yaşam standartları konusunda iyileşme yapmayı başardığını vurgulamaktadır. Daha sonra Suudi Arabistan ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman konusuna odaklanan Haykel, Prens Muhammed’in ABD’ye İran konusundaki olumsuz düşüncelerini aktarmayı fazlasıyla başardığını; ancak ABD’nin bölgesel politikalarına yön verebilecek bir nüfuza da henüz sahip olmadığını söylemektedir. Riyad’ın Tahran’daki rejimi ilk kurulduğu günden bu yana kendisine düşman ve jeopolitik açıdan da rakip olarak gördüğünü belirten Amerikalı akademisyen, bunun nedeninin de, İranlı radikal Şii unsurların 3 önemli devrimci sloganının “ABD’ye ölüm”, “İsrail’e ölüm” ve “Suud hanedanına ölüm” olmasından da anlaşılabileceği üzere, İran rejiminin Suudi Arabistan’a yönelik hasmane tutumu olduğunu söylemektedir. İki ülke arasındaki jeopolitik mücadelenin Yemen’de halen devam ettiğini hatırlatan konuşmacı, Suudi Arabistan rejiminin -İsrail’e benzer şekilde- ABD’nin İran’ın nükleer tesislerini vurmasından/bombalamasından veya İran donanmasını yok etmesinden memnun olacağını iddia etmektedir. Ancak iki taraftan birince yapılabilecek büyük bir yanlış hesaplama olmadığı sürece böyle bir olayın yaşanmasına ihtimal vermediğini belirten Haykel, böyle bir olay yaşanması durumunda ise, bunun en başta İran, daha sonra da bölge ülkeleri ve ABD için felaket olacağını da sözlerine eklemektedir. Daha sonra şahsen de görüştüğü Veliaht Prens Muhammed bin Salman hakkındaki görüşleri sorulan Bernard A. Haykel, öncelikle ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin 1945’ten günümüze değin "stratejik" hüviyette olduğunu belirtmektedir. Bu stratejik ilişkilerin temellerinin; Suudi Arabistan’ın -1973 OPEC krizi haricinde- petrolü hiçbir zaman siyasi/diplomatik bir silah olarak kullanmaması (ki konuşmacı, Irak veya İran’ın böyle bir gücü olsa bunu yapacaklarını düşünmektedir) ve Suudi Arabistan’la ABD’nin Soğuk Savaş döneminde birlikte komünist/sosyalist hareketlere karşı mücadele vermeleri olduğunu açıklayan konuşmacı, ancak bu dönemin beklenmedik bir sonucunun da küresel cihatçı akımların ortaya çıkması olduğunu belirtmektedir. Günümüzde de bu koşulların mevcut olduğunu; yani Suudi Arabistan’ın piyasalar açısından güvenilir bir petrol üreticisi olmaya devam ettiğini ve ABD ile Suudi Arabistan’ın küresel cihatçı gruplara karşı birlikte mücadele verdiklerini iddia eden Haykel, Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın bu denklemi çok iyi anladığını ve bunu bozmayacağını düşündüğünü söylemektedir. Buna karşın, Prens Muhammed’in önceki Suudi yönetimleri/yöneticilerine kıyasla daha ihtiraslı bir reformist olduğunu düşünen Amerikalı uzman, genç Prens’in ülkesini siyasal ve sosyoekonomik açıdan değiştirmek/dönüştürmek istediğini, meşruiyet kaynağı olarak İslamcılık yerine milliyetçi popülizme yöneldiğini, ülke ekonomisini sadece petrol gelirlerine bağımlı kalınmaması için çeşitlendirmek istediğini ve ülkesini bir bölgesel güce dönüştürmek konusunda kararlı adımlar attığını söylemektedir. Prens Muhammed’in İslamcılık’tan uzaklaşmasını ABD adına olumlu bir gelişme olarak yorumlayan Haykel, ayrıca Suudi Arabistan’ın artık devlet düzeyinde radikal Selefi hareketlere destek vermediğini; ancak bireysel düzeyde zengin Suudi işadamlarının radikal gruplara kaynak aktarmaya devam edebildiklerini vurgulamaktadır. Son olarak, reformist kimliğiyle ön plana çıkan Muhammed bin Salman’ın baskıcı şekilde davranmasının kendisine zarar verdiğini düşünen Haykel, Cemal Kaşıkçı cinayeti gibi muhalifleri yok etmeye yönelik girişimlerin bir güç değil, zayıflık göstergesi olduğunu iddia etmektedir.
Panelin üçüncü konuşmacısı olan Steven Cook ise, uzmanı olduğu Türk-Amerikan ilişkileri ve Türkiye politikası konularına odaklanmaktadır. Cook, ilk olarak, daha 10 yıl öncesinde iyi bir Amerikan müttefiki ve "stratejik ortak" olarak algılanan Türkiye'nin şimdilerde NATO ve Batı dünyasında -kağıt üzerinde hâlâ müttefik olmasına karşın- bu şekilde algılanmadığını söylemektedir. Türkiye'nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi aldığını ve bunun hem Türkiye'ye yönelik bazı yaptırımlara, hem de Türkiye'nin ortak üreticisi olduğu F-35 programından çıkarılmasına yol açacağını vurgulayan Amerikalı konuşmacı, Türk-Amerikan ilişkilerinde uzun bir listeyi dolduracak kadar çok sorun olduğunu söylemektedir. Cook, ayrıca, Soğuk Savaş döneminde Washington ile Ankara'nın çıkarlarının -Sovyet tehdidi nedeniyle- örtüştüğünü, ancak günümüzde, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden yaklaşık 30 yıl kadar sonra, iki ülkenin ortak stratejik hedefler geliştirmek konusunda zorlandıklarını vurgulamaktadır. İki ülkenin, bu zorlukları aşmak için, yakın geçmişte; Türkiye'nin Orta Asya ve Türk Dünyası'na "model ülke" olması, ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünün Doğu Akdeniz'de güvenlik işbirliğine yönelmesi ve Türkiye'nin İsrail-Filistin Sorunu'nda arabulucu olması gibi farklı yaklaşımları denediklerini hatırlatan Amerikalı konuşmacı, son olarak Arap Baharı sürecinde Ankara'nın İslam dünyasına "model ülke" olmasının denendiğini, ancak Türkiye'nin demokrasiden uzaklaşarak giderek daha otoriter bir ülke olması nedeniyle bunun da gerçekleşemediğinin altını çizmektedir. S-400 konusu dışında ABD'nin -Türkiye'nin terörist olarak gördüğü- PYD/YPG gibi Suriyeli Kürt gruplara destek vermesinin de ikili ilişkilerde ciddi bir sorun haline geldiğini belirten Amerikalı konuşmacı, bunlara ek olarak bir de ABD'de yaşayan ve Türk hükümetinin 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişiminden sorumlu tuttuğu İslami cemaat lideri Fethullah Gülen'in durumunun Türk-Amerikan ilişkilerindeki en önemli güncel mesele olduğunu vurgulamaktadır. İran'ın Birleşmiş Milletler yaptırımlarına uğradığı dönemde Ankara'nın Tahran'a yaptırımları delmesi konusunda yardım etmesini ve Türkiye'deki ABD Dış İşleri çalışanlarının ve rahip Andrew Brunson gibi bazı Amerikan vatandaşlarının tutuklanmasını da ikili ilişkilerdeki olumsuz gelişmeler arasında sayan Steven Cook, bu nedenle Türk-Amerikan ilişkilerinin "stratejik müttefiklik" perspektifinden uzaklaştığını düşünmektedir. Cook, buna karşın, 23 Haziran 2019'da tekrar edilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini anamuhalefet partisi CHP'nin adayı Ekrem İmamoğlu'nun açık farkla kazanmasının Türkiye demokrasisi adına umut verici bir gelişme olduğunu söylemektedir. Ancak bu gelişmeye rağmen, Türkiye'de normal siyasal takvimde 4 yıl süreyle herhangi bir seçim yapılmayacağını ve bu nedenle de radikal bir değişiklik yaşanmasını beklemediğini belirten Cook, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti'nin bu süreçte yeniden toparlanabileceklerini ima etmektedir.
Panelin bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; tüm konuşmacılar tarafından önemli mesajların verildiğini, ancak özellikle Türkiye konusunda biraz daha dengeli değerlendirmelere ihtiyaç duyulduğunu söylemek mümkündür. Zira Türkiye demokrasisine yönelik eleştiriler tamamen haksız olmamakla birlikte, 15 Temmuz'da çok ciddi bir darbe girişiminin yaşandığı ve bunun demokratik yaşamı felce uğrattığı, ABD'nin -Türkiye Rusya'dan S-400 almaya karar vermeden önce- Patriot hava savunma sistemini Türkiye'ye satmak istemediği ve Suriye'deki PYD/YPG unsurlarının ABD'nin bizzat kendisinin de terör örgütü olarak kabul ettiği PKK ile organik bağlarının bulunduğu gibi hususlar hiç belirtilmemiş ve Türkiye'nin argümanları nesnel bir şekilde dile getirilmemiştir.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder