Harvard Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi alanında doktora derecesi almış olan Thomas P. M. Barnett[1] (1962-), son yıllarda strateji ve dünya siyaseti hakkında yazdığı best-seller kitaplarla Amerika ve dünyada adından sıkça söz ettiren önemli bir yazardır.[2] Barnett’in Türkçe’ye çevrilen iki kitabı bulunmaktadır. Bunlar; 2004 tarihli The Pentagon’s New Map: War and Peace in the Twenty-First Century[3] (Türkçesi Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış[4]) ve 2006 tarihli The Pentagon’s New Map: Blueprint for Action - A Future Worth Creating[5] (Türkçesi Pentagon’un Yeni Haritası 2 / Harekât Planı Yaratmaya Değer Bir Gelecek[6]) eserleridir. Bu kitaplarda, yazar, Amerikan dış politikası ve dünya siyasetinin geleceğine dair çok ilginç saptama ve öngörülerde bulunmuştur. Bu öngörülerden bir kısmı şimdilik yanlışlanmış gözükse de, bunları değerlendirmekte yine de fayda vardır. Bu yazıda, Barnett’in Volkan Yalçıntoklu tarafından Türkçe’ye çevrilen ve 1001 Kitap tarafından basılan Pentagon’un Yeni Haritası 2 / Harekât Planı Yaratmaya Değer Bir Gelecek eserinden Türk okurlara ilginç gelebilecek bazı bölümler özetlenecektir.
Pentagon’un Yeni Haritası 2 / Harekât Planı Yaratmaya Değer Bir Gelecek
Thomas P. M. Barnett, ABD’deki George W. Bush iktidarının Irak Savaşı nedeniyle büyük tepkilerle yüzleştiği bir dönemde yazdığı bu eserinin “Türkçe Baskı İçin Önsöz” bölümünde, Türk okurlar için Türkiye’ye özgü bazı düşüncelerini dile getirmiştir. Barnett’e göre; Türkiye, İslam dünyasına modernlik, çoğulculuk ve serbest piyasa ekonomisi açısından liderlik edebilecek kapasitedeki tek ülkedir. Lakin Barnett, Türklerin bu rolü (İslam dünyasına liderlik etmek) isteyip istemedikleri konusunda henüz kararsız olduklarını düşünmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliği başvurusuna verilecek olan cevabın dünyanın bir “Medeniyetler Çatışması” sürecine sürüklenip sürüklenmeyeceğine yanıt olacağını iddia eden yazar, Türkiye’nin terörizmle mücadele gibi konularda ABD ve Batı dünyası açısından hala çok önemli bir müttefik olduğuna da vurgu yapmaktadır.
Kitabın “Sözlük” adlı bölümünde, Barnett, kitabında kullandığı bazı anahtar kelimelere açıklık getirmektedir. Bu kavramlardan en kritik olanları şunlardır:
Bağlantılılık: Enformasyon Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ve küresel ekonomik sistemin finansal, lojistik ve teknolojik değişimlerinden etkilenme kapasitesi. Batılı devletler ve Batı’ya yakın ülkelerde “bağlantılılık” derecesi yüksektir.
Bağlantısızlık: Barnett’in çağımızın en büyük tehlikesi olarak dikkat çektiği, küresel toplumdan etkilenmeme ve izole kalabilme potansiyeli. En büyük müttefiki Çin’in bile sözünü geçiremediği Kuzey Kore devleti, günümüzde bu yaklaşıma en uygun devlet olarak gözükmektedir.
İşleyen Merkez (Functioning Core): Ulusal ekonomilerini küresel ekonomik sisteme entegre etmeyi başarmış ve küreselleşmenin getirdiği kurallar dizisini kabul eden unsurlar/devletler. Barnett’e göre Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya “eski merkez”i, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi ülkeler ise (BRIC ülkeleri) “yeni merkez”i oluşturmaktadır.
Leviathan: ABD Ordusu’nun savaş gücü potansiyeli ve bildik türde hasımlara karşı yüksek performanslı savaş birlikleri, silah sistemleri, uçakları, zırhlıları ve gemilerini kapsayan savunma teknolojileri. Bir nevi ABD’nin askeri-sınai kompleksi.
Entegre Olmayan Boşluk (Non-Integrating Gap): Dünyanın küreselleşmeden “bağlantısız” kalmayı başaran ve bağlantısızlık olgusu yüksek kısımları/devletleri. Barnett’e göre; Afrika’nın büyük bölümü, Orta Doğu’nın önemli bir bölümü ve Asya’daki bazı bölgeler bu statüdedirler.
Bağlantı Devletleri: Merkez ülkelere dâhil olmaya aday olan ama henüz gelişmeye devam etmeleri nedeniyle bağlantısız devletler ve bölgelerle de ilişkileri olan devletler. Barnett, Meksika, Brezilya, Güney Afrika, Fas, Cezayir, Yunanistan, Türkiye, Pakistan, Tayland, Malezya, Filipinler ve Endonezya gibi ülkeleri bu kapsamda değerlendirmektedir.
Sistem Yönetici: ABD’nin savaş gücünü yansıtan Leviathan’ın başarılı olması durumunda siyasal sistemi ve istikrarı sağlayacak olan diplomatik yapılanma. Bu yapı, istikrar ve destek operasyonları, insan yardım faaliyetleri, savaş-dışı askeri operasyonlar ve düşük yoğunluklu çatışma operasyonları düzenlemekle görevli ve istikrarı koruyucu bir unsur olarak düşünülmektedir.
Kural Dizisi: Bir faaliyetin nasıl gerçekleşmesi gerektiğini ortaya koyan kurallar toplamı. Barnett’in teorisi özelinde ele alındığında, bu kavramla ABD ve küresel düzenin belli başlı konularda belirlediği ilkeler bütünü kastedilmektedir.
Sistem Sarsıntıları: 11 Eylül faciası (9/11) örneğinde olduğu gibi, hiç beklenmedik, sistemi sarsan ve küreselleşme karşıtı muhalefeti bir araya getirmeyi başaran sistemdışı olaylar. ABD’nin dikte ettiği yeni küresel düzeni tehdit eden sıradışı olaylardır.
The Pentagon’s New Map: Blueprint for Action - A Future Worth Creating
Kitabın “Günümüzde Dünyanın İhtiyacı Olan Şey Ne?” başlıklı birinci bölümünde, Barnett, Saddam Hüseyin’in devrilmesi için desteklediği Irak Savaşı’nın Amerikan Ordusu’nu zor bir duruma soktuğunu kabul etmekte, ama ABD Ordusu’nun başarısızlığa karşı çok güçlü ve hızlı tepki verebilen bir kurum olduğunu da belirtmektedir. Yazar, ayrıca ülkesi ABD’de Savunma Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek için yeni bir Bakanlığa ihtiyaç duyulduğunu da iddia etmektedir. Barnett’in Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) hakkında yaptığı çok dikkat çekici bir tespit ise, Pentagon’un görevinin savaşı sürdürmek değil, savaşı hazırlamak şeklinde olduğudur. Bir diğer ifadeyle, Pentagon analistleri ve karar alıcılar, geleceğin savaşının ne olacağını öngörmek ve hatta planlamak ve Amerikan Ordusu’nu buna hazırlamakla yükümlüdürler. Savaşı ise, olması durumunda, Amerikan Generalleri (askerler) sürdüreceklerdir. Barnett, bu bölümde karar alma süreci teorisini geliştiren Albay John Boyd, Dördüncü Nesil Savaş (4GW - Fourth-Generation Warfare) konseptini geliştiren William Lind, Ronald Reagan yönetimine askeri harcamalar konusunda çok önemli uyarılar getiren raporu hazırlayan Franklin C. Spinney (Chuck Spinney), askeri alandaki bilgi teknolojisi devrimini kaçınılmaz olarak gören ve buna uygun stratejiler geliştiren Andrew Marshall, Pentagon’un savaş terminolojisini Marshall’ın tavsiyeleri doğrultusunda değiştiren/dönüştüren Amiral Arthur Karl Cebrowski ve Dördüncü Nesil Savaş konseptini geliştiren bir diğer önemli subay olan Thomas Hammes’i de bu bölümde yâd etmekte ve Pentagon stratejisine yaptıkları katkılardan söz etmektedir.
Kitabın “Savaşı Bağlantılılık Yoluyla Kazanmak” başlıklı ikinci bölümünde, Thomas P. M. Barnett, başta Orta Doğu olmak üzere Batı dünyasındaki dışındaki coğrafyalarda Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan iki temel akıma işaret etmektedir:
1-) Bağlanma ve zaman içerisinde asimile olma (NATO’dan sonra AB üyeliği için de büyük çaba gösteren Türkiye örneği),
2-) Bağlantısız kalma ve tek bir kimliğe ulaşmaya çalışma (Batı ile ilişkisini ticaret temelinde sınırlı tutan Suudi Arabistan örneği).
Üçüncü ve alternatif bir model ise, bağlantılı ve tamamen Müslüman olarak her ikisini de yapmaya çalışan Pakistan örneğidir. Olivier Roy’a referansla El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de (9/11) Hıristiyanlığın merkezi olan Vatikan’a değil, küreselleşmenin sembolü olan İkiz Kuleler’e saldırdığına dikkat çeken Barnett, İslam dünyasında küreselleşmeci güçlerin de bulunduğunu, ancak bağlanma ve asimile olma riski karşısında Müslüman toplum ve devletlerin farklı ölçülerde küreselleşme ve modernleşmeye karşı reaksiyonlar geliştirdiklerini belirtmektedir. 9/11 sonrasında Dördüncü Nesil Savaş (4GW) teorisyenlerinin El Kaide ve Radikal İslam ideolojisini kendilerine mücadele edilmesi gereken temel düşman olarak seçtiklerine vurgu yapan Barnett, ABD’nin bu süreçte savaşçı ruhunu yeniden canlandırması gerektiğini yazmaktadır. Orta Doğu coğrafyasını sisteme bağlamanın ABD için en temel mesele olduğuna inanan Barnett, bu konuda nasıl stratejiler geliştirilmesi gerektiği konusuna kafa yormakta ve ortaya farklı fikirler atmaktadır. Bu noktada Barnett’in İran’a verdiği önem ise dikkat çekicidir ve günümüzdeki Amerikan yönetiminden çok daha farklı bir bakış açısını ortaya koymaktadır. Kitabında İran’ın cihatçı ve aşırıcı Selefi ideolojisine kaynaklık eden bir devlet olmadığını vurgulayan Barnett, bu ülkenin -görünürdeki molla rejimine karşın- değişim isteyen genç bir nüfusa ev sahipliği yapan önemli bir devlet ve dinamik bir toplum olduğunu vurgulamaktadır. İran’ın nükleer programına da dikkat çeken yazar, İran’ın nükleer güce ulaşması durumunda Washington ile Tahran arasında büyük bir pazarlık yapılacağını ve İran’ın “şer ekseni” listesinden çıkarılarak serbest ticaret ve uluslararası kurumlara açılacağını düşünmektedir. ABD’nin böyle bir durumda İran’ın desteğiyle Filistin’de iki devletli çözümü desteklemeye başlayacağını ve Irak, Suriye ve Lübnan’ın İran’ın etki alanına gireceğini düşünen Barnett, İran karşıtlarının aksine bu ülkeyi dünya barışı için en büyük tehlike olarak değerlendirmemekte ve ABD’nin bu ülkeye sorumluluklar vererek Barack Obama döneminde yapıldığı gibi sisteme entegre etmeye çalışması gerektiğini düşünmektedir. Ancak Barnett’in beklentisinin aksine, ABD, Obama döneminde bu konuda erken davranarak İran’ın nükleer programı konusunda anlaşma sağlamış ve nükleer programını durdurması karşılığında bu ülkeyi küresel sisteme açmıştır. Ancak şimdilerde, ABD Başkanı Donald Trump, bu anlaşmayı “ABD tarihinin en kötü anlaşması” olarak değerlendirmekte ve anlaşmayı iptal edeceğini söylemektedir.
Barnett, ABD’nin Suudi Arabistan’daki otoriter rejimin halktan kopuk yapısına rağmen bu rejime destek vermenin ABD açısından bir sorun olduğuna da dikkat çekmekte ve Orta Doğu coğrafyasını “bağlantılı” hale getirmek için, özellikle Türkiye’deki “iyiliksever” yönetime daha fazla destek ve sorumluluk verilmesini önermektedir. Bu noktada yazarın bir diğer önerisi ise, küresel terörizme karşı mücadele bir “kural dizisi” oluşturmaktır. Bu bağlamda Barnett’in öne çıkardığı iki kural ise şöyledir:
1-) Kötü veya zayıf bağlantısız devletleri istikrarlı ve güçlü devletlerle değiştirmek,
2-) Terörist grupları etkisiz hale getirmek.
ABD’nin savaşlarını kişiselleştiren ve bu sayede başarılı olan bir devlet olduğunu da vurgulayan yazar, Kral George ve Adolf Hitler sonrasında ABD’nin günümüzde Usama Bin Ladin ve Ebu Musar el Zarkavi gibi düşmanlarla savaştığını vurgulamaktadır. Bin Ladin ve Zerkavi’yi The Usual Suspects (1995) filmindeki “Kaiser Soze” karakterine benzeten Barnett, bu tarz Radikal İslamcı grup ve liderlerin birbirlerinden dağınık İslamcı grupların yaptıkları bağımsız eylemler sayesinde nasıl küresel güç odakları haline geldiğine vurgu yapmaktadır. Barnett’in bu noktada olay yaratabilecek çok önemli bir cümlesi ise şöyledir: “Halkımızın zihninde tutarlılıkla yarattığımız herşeye kadir tip Bin Ladin mi, Zerkavi mi? Sonuçta bunun bir önemi yok. Çünkü onlar olmasaydı, onları yaratmamız gerekecekti. Aslında onlar yakalandığı veya öldürüldüğü anda yerlerine yenilerini getirmemiz gerekecek”… Bu cümleden anlaşıldığı kadarıyla, Barnett, Radikal İslamcı terör örgütleri ve liderlerin Pentagon’un savaş stratejisi için gerekli ve faydalı olduğunu vurgulamakta ve bunların yok edilmesi durumunda yerlerine yenilerini getirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca Bin Ladin’in zannedildiği gibi Sovyetleri Afganistan’da mağlup etmeyi başaran büyük bir anti-komünist olmadığını da vurgulayan yazar, Afganistan zaferinin Bin Ladin’den çok milliyetçi mücahitlerin başarısı olduğunu söylemektedir.
Barnett’in haritası
Kitabın “Doğu’yu Sağlama Alarak Merkez’in Büyütülmesi” başlıklı üçüncü bölümünde, Thomas P. M. Barnett, tartışma yaratan işleyen merkez (functioning core)-entegre olmayan boşluk (non-integrating gap) haritasını açıklamakta ve ABD askerlerinin yüzde 95’inin boşluk olarak ifade edilen bölgelerde konuşlandığına dikkat çekmektedir. Yazar, yüksek askeri harcamalar nedeniyle ABD’nin stratejik olarak “boşluk”taki güçlerini azaltması gerektiğini ve bu bölgelerde diğer “merkez” devletlere sorumluluk vererek, ya da yeni merkez devletler yaratarak (örneğin Türkiye) istikrarı sağlaması gerektiğini belirtmektedir. Zira Barnett’in yarattığı haritada, neredeyse tüm Afrika, tüm Orta Doğu ve hatta Türkiye, Güneydoğu Asya ve Asya’nın önemli bir bölümü “entegre olmayan boşluk” kapsamında değerlendirilmektedir. ABD’nin bütün bu coğrafyalarda istikrarı ve güvenliği sağlayabilmesi kuşkusuz çok zor bir iştir. Dahası, Barnett’in istikrarlı ve “işleyen merkez” kapsamında değerlendirdiği Rusya gibi ülkelerde de zaman zaman ABD’nin koyduğu uluslararası kuralları hiçe sayan gelişmeler yaşanmaktadır. Unutulmamalıdır ki, bu kitabın yazılmasından iki sene kadar sonra, 2007’de, Rus lider Vladimir Putin, Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı önemli konuşmada[7] tek kutuplu dünya düzeninin sona erdiğini tüm dünyaya açıkça ilan etmiş ve ABD’ye meydan okumuş, Irak Savaşı nedeniyle ABD’nin büyük tepki çektiği bu dönemde de Putin’e tüm dünyadan destek mesajları yağmıştır. Keza günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD’ye yönelik geliştirdiği ılımlı küresel muhalefet de dünyada birçok ülke ve toplumda sempati yaratabilmektedir. Dolayısıyla, Barnett’in ABD’nin gücünün zirvesinde olduğu dönemde yazdığı bu kitaptan günümüze kadar geçen süreçte işler ABD açısından son derece kötü gitmiş ve yazarın sistemdışı addettiği “boşluk” sürekli büyümüştür.
Bu bölümde Çin’de yaşadığı dönemde başından geçen kişisel olayları da anlatan Barnett, ayrıca Çin’in yakın bir zamanda dünyanın en büyük ekonomisi olacağını da bildiğinden ülkesi ABD ile bu ülke arasında Fred Bergsten’in G2 vizyonuna benzer bir stratejik ortaklık kurulması gerektiğini de yazmıştır. Bunun bir tercih değil, bir zorunluluk olacağına da değinen yazar, bunun 20. yüzyıldaki ABD-İngiltere ortaklığı kadar önemli olacağını vurgulamıştır. Çin’in Doğu dünyası için ABD’nin Batı dünyası için taşıdığı anlam kadar önemli olacağını belirten Barnett, bu durumun Batı dünyasında korku yaratacağını öngörmekte, ama güç politikası yerine merkez değerleri benimseyen ve küreselleşmeyi savunan bir Çin’in dünya açısından tehdit olmayacağını düşünmektedir. 11 Eylül saldırılarının ABD ile Çin’i bazı noktalarda işbirliği yapmaları gerektiği konusunda cesaretlendirdiğini de kaydeden yazar, Çin’in çok büyük ve devasa nüfusa sahip (1,3 milyar) bir ülke olarak ABD ile aynı paralelde değerlendirilemeyeceğini de düşünmektedir. Çin tarihindeki dünyaya açılma dönemlerinin kötü bir miras bıraktığına, buna karşın Ming ve Qing hanedanları gibi içe kapanılan dönemlerin başarılı sonuçlar verdiğine değinen yazar, bu nedenle Çin’in küresel dünyaya açılmasını en çok kendilerinin teşvik etmesi gerektiğini, zira bu süreçten en çok Pekin’in korktuğunu iddia etmektedir. Çin Komünist Partisi’nin ülkesinde yaşanan büyük dönüşümü kontrol etmekte zorlandığına da dikkat çeken Barnett, Çin’in 2025 yılına kadar tek partili sistemden daha çoğulcu bir siyasal sisteme doğru dönüşeceğini de iddia etmektedir. Ancak Barnett’in bu öngörüsü, şimdilik pek de olanaklı görünmemektedir. Zira Çin’de Komünist Parti ekonomiyi iyi götürmeyi başararak halk desteğini halen korumakta ve Çin’in yeni Devlet Başkanı Şi Cinping de adı anayasaya bile yazılan çok güçlü bir lider profili sergilemektedir. Barnett’in bir diğer çok önemli vurgusu ise, Amerikalı gazeteci Robert Wright’ın “dünyayı yönetmeye çalışmanın ilk kuralı, kaçınılmaz olandan kaçınmamaktadır” mottosuna uygun şekilde, Tayvan’ın günün birinde Çin’e katılacağını hesap etmektir. Tayvan’ın dışında Güneydoğu Asya’daki birçok küçük ulus ve devletin de eninde sonunda Çin’in yörüngesine gireceğini iddia eden yazar, ABD’nin bu süreçte “kötü adam” rolüne düşmemek için küreselleşmenin kurallarına uygun davranması gerektiğine dikkat çekmekte ve “bağlantılılık kuraldır” prensibi doğrultusunda hareket etmeleri gerektiğine vurgu yapmaktadır. ABD’nin Tayvan’a verdiği savunma garantisini acilen geri alması gerektiğini de yazan Barnett, bunun Taipei rejimi için de daha iyi olacağını savunmaktadır. Çin’in mevcut ve potansiyel gücü sebebiyle bağlantısızlık ya da boşluğa kaybedilmemesi gereken çok önemli bir güç olduğuna dikkat çeken yazar, bu bağlamda Tayvan ve Asya politikaları konusunda Çin’in bölgesel bir süpergüce dönüşmesine sıcak bakıyor gibi algılanmaktadır. ABD’nin gelecekteki en önemli müttefiklerinin Çin ve Hindistan başta olmak üzere hızla gelişen yeni merkez ülkeler olacağını düşünen Thomas P. M. Barnett, küresel şirketlerin doygunluk noktasına ulaştığı Batı pazarları yerine bu ülkelerin pazarlarına girmek için yeni dönemde mücadele vereceklerini ve bu nedenle bu ülkelerin dünya siyaseti ve ekonomisinde istikrarlı bir şekilde yükseleceğine dikkat çekmektedir.
Yine bu bölümde, yazar, Kuzey Kore rejimiyle ilişkiler konusunda da çok ilginç öngörü ve önerilerde bulunmaktadır. Barnett, Kim Jong-il veya yerine geçecek oğlu (Kim Jong-un) ile anlaşılamaması durumunda ABD’nin Kuzey Kore’ye rahatlıkla silah çekebileceğini (savaş ilan edebileceğini) düşünmektedir. Ancak bunun topyekûn bir savaş olmayacağını da sözlerine eklemektedir. Çin’e Tayvan konusunda verilecek bir tavizin ise Kuzey Kore rejimini derinden sarsacağını iddia eden yazar, iyi, kötü ve çirkin senaryolar adıyla bu ülke lideriyle yapılabilecek olan anlaşma türlerinden söz etmektedir. İyi senaryo Kim ailesi ile (Kim Jong-il veya oğlu Kim Jong-un) anlaşmak ve ayrıcalıklarını koruyarak başka yere gitmelerini sağlamak (Bebe Doc Duvalier modeli), kötü senaryo Panama diktatörü Manuel Noriega’ya yapıldığı gibi onu özel operasyonla tahtından indirmek ve çirkin senaryo ise Kuzey Kore’ye savaş ilan ederek Irak diktatörü Saddam Hüseyin’e benzer şekilde onu yok etmektir. ABD’deki neo-con George W. Bush iktidarının Irak’ta giriştiği büyük savaş sayesinde edindiği ürkütücü imajın bu noktada Washington açısından avantaj olabileceğine dikkat çeken Barnett, bu sayede savaşa gerek kalmadan sorunun diplomasi yoluyla çözümlenebileceğini ummaktadır. Lakin bugün gelinen nokta itibariyle Kuzey Kore krizi çok zor ve dönülmez bir sürece girmiş gibi gözükmektedir. Çin’in bazı girişimlerine rağmen Kim Jong-un rejiminin nükleer programı ve kıtalararası balistik füze denemelerinden henüz vazgeçmemesi, Barnett’in öngörüsünün şimdilik yanlışlandığını düşündürmektedir.
“Bağlantısızlığa Son Vererek Boşluğu Küçültmek” adlı dördüncü bölümde, Thomas P. M. Barnett, ABD’nin 21. yüzyılda üstünlüğünü koruması için gerekli olan politika önerilerini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, yazarın ilk önerisi geleceğe dair ümitli olmak ve umut beslemektir. Bu iyimserlik (optimizm), Barnett’e göre, Amerikalıların en büyük silahıdır. Zira haklı olmak ve kazanacağını bilmek düşüncesi toplumların daha güçlü olmasını sağlar. Ayrıca pragmatizm de ABD’nin bu yeni dönemde ihtiyaç duyacağı bir siyasi eğilim olacaktır. Günümüzde başarıya ulaşabilmek için, yeri geldiğinde esnek davranmak gerekmektedir. Dolayısıyla, Amerikalıların barıştan yana ama savaşmaya hazır olmaları gerekmektedir. Barnett’e göre; Amerikalılar demokrasi ve liberalizm gibi değerleri savunmayı bırakırlarsa, bu durumda diğer merkezi devletlerin de savunma refleksleri azalacak ve boşluk bölgelerde yeni totaliter ve otoriter rejimler türeyebilecektir. Bu nedenle, ABD’nin Leviathan adı verilen askeri gücünü zinde tutması ve özgürlük ve demokrasi karşıtı boşluktaki devletlere karşı mücadele vermesi gerekmektedir. Yazar, bu bağlamda 3 basit ilke (kural) ortaya atmaktadır:
- Boşluk’un küçültülmesinin dalgalar halinde aşamalı olarak gerçekleştirilmesi (NATO ve Avrupa Birliği’nin genişlemeleri),
- Merkez’in genişlemesinin domino stratejisi ile gerçekleştirilmesi ve boşluğun dışarıdan içeriye doğru sıkıştırılması,
- Boşluk’u küçültme süresinde Pentagon’un Birleşik Komuta Planı olarak bilinen küresel komuta yapısına yeni bir şekil vermesi.
Bu ilkeler doğrultusunda, Barnett, Boşluk adı verilen bölgeyi 4 temel alana ayırmaktadır:
1-) Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta ve Güneybatı Asya, yani temelde İslam dünyası,
2-) Asya-Pasifik kıyısı,
3-) Karayipler, Orta Amerika ve Güney Amerika’nın And Dağlarını kapsayan Latin Amerika,
4-) Sahra-altı Afrika’sı.
ABD’nin yeni dönemde “şer ekseni” adını verdiği strateji doğrultusunda kendisine hedef seçebileceği ülkeleri Irak, Iran, Kuzey Kore, Suriye, Venezuela ve Zimbabve olarak sıralayan yazar, bu bağlamda Irak Savaşı sonrasında İran’dan ziyade Kuzey Kore meselesini daha önemli ve öncelikli görmektedir. Kolombiya’da barış sürecinin başarıya ulaşması durumunda Venezuela’daki Chavez rejiminin zayıf düşeceğini de düşünen yazar, merkez veya merkeze yakın ülkelerdeki devlet sistemlerini çökertmemenin de boşluğu büyütmemek adına çok önemli ve gerekli bir strateji olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca tüm çözümleri Amerika’dan beklememek ve müttefiklere çeşitli sorumluluklar dağıtmak da ABD açısından iyi bir politika önerisi olabilir. Bu bağlamda, Barnett, ideal bir hükümeti halkı ile dış dünya arasında geniş bir ekonomik ve ağ bağlantılığı kurulmasını sağlayan bir hükümet olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, Barnett’in “iyi hükümet” tanımında demokrasiden, laiklikten ya da çoğulculuktan daha ön planda olan kavram “küreselleşmeye açık olmak” yani “bağlantılılık” hususudur. Zira küresel sisteme entegre olan devletler, eninde sonunda bir şekilde modernleşmek ve liberalleşmek zorunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda, yazara göre, güncel siyasetin temel parametresini demokrasi fetişizmine sağlanıp kalmak yerine “bağlantılılık” olarak ele almak daha yerinde bir tavır olacaktır.
“Düşman ile Tanıştık” başlıklı kitabın beşinci ve son bölümünde, yazar, ilk kitabına The Pentagon’s New Map: War and Peace in the Twenty-First Century (Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış) yapılan eleştirileri kategorize etmekte ve bunlara cevap vermektedir. Geliştirdiği “Boşluk’la mücadele stratejisi”, Barnett’e göre 3 farklı düzlemde eleştirilmektedir:
1-) Kolay cevap ve hızlı sonuçlara dayalı fast-food kültürüne sahip Amerikalılar için bu tarz uzun vadeli bir strateji cazip olmayacak ve fayda yerine zarar getirecektir.
2-) Amerikalıların kendi kültür ve değerlerini başka toplumlara ve dünyaya empoze etme ve dünyayı yönetme gibi bir hakları yoktur.
3-) Küreselleşmeyi gerçek kılmak, dünyaya faydadan çok zarar getirecek ve Dünya’yı yaşanılmaz bir yer haline getirerek ekosistemi mahvedecektir.
Barnett, ilk eleştiriye karşılık olarak, Amerikalıların bu mücadeleden kaçma lükslerinin olmadığını ve aksi takdirde dünya halkları ve Amerikalıları çok kötü bir sürecin beklediğini (eşi görülmemiş büyüklükte bir parçalanma ve çok büyük güvenlik riskleri) düşünmektedir. Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin bir dönem için Amerikalıları büyük bir uyuşukluğa sürüklediğini, ancak bu sürecin kısa sürdüğünü hatırlatan yazar, yeni dönemde komünizm olmasa bile başka modellerin (İslamcılık, otoriterlik vs.) hala dünyada etkili olduğunu yazmaktadır. Bu nedenle, Amerikalıların kendileri ve dünya halklarının iyiliği adına demokrasi ve özgürlüklere mantıksal bir strateji çerçevesinde sahip çıkmaları daha doğru bir yaklaşımdır.
Barnett, ikinci eleştiriye karşılık olarak, kendisinin ve devletinin kendi değerlerinden çok evrensel değerleri yaymaya çalıştıklarını açıklamakta ve bu eleştirilerin bu nedenle temelsiz olduğunu vurgulamaktadır. Samuel Huntington’a referansla ulus-aşırıcılığı 3 temel motife (evrenselcilik, ekonomik yaklaşım ve ahlakçı yaklaşım) dayandıran Barnett, bu üç kavramdan birini seçmenin doğru olmayacağını ve hepsinin de küreselleşme açısından önemli unsurlar olduğunu belirtmektedir. Huntington’ın yaptığı gibi Amerikan istisnacılığını öne çıkarmadığını da söyleyen yazar, Amerikan modernleşmesi ve gelişiminin başka coğrafyalarda da yeniden yaşanabileceğini düşünmektedir.
Barnett, üçüncü eleştiriye karşılık olarak, çevrecilerin sıklıkla üzerinde durduğu dünyanın küreselleşme ile birlikte yok olacağı düşüncesini reddetmekte ve fütüristlerin dikkat çekmek için yaptıkları karamsar tahminlerin neredeyse daima haksız çıktığına vurgu yapmaktadır. Jared Diamond’ın Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed eserinde anlatıldığı gibi bir senaryonun zorunluğu olmadığını vurgulayan Barnett, insan yaşam standartlarının yükselmesi ile küreselleşmenin eşzamanlı olarak gelişebileceğini düşünmektedir. Thomas Malthus ve Jules Verne’den beri gelecek odaklı düşünenlerin (Aldous Huxley, H. G. Wells, Eugene Zamyatin, Philip K. Dick ya da George Orwell) çoğunlukla karamsar davrandıklarına dikkat çeken yazar, oysa insanoğlunun çok iyi adapte olabilen ve gelişebilen bir canlı olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle, “distopya”vari yaklaşımlar geliştirmek yerine umutlu olmakta fayda vardır. Zira teknolojinin ilerlemesi, sorunlarla mücadele konusunda da bize yardımcı olacaktır.
Barnett, bu bölümde ayrıca 21. yüzyılda dünya siyasetinde yaşanabilecek olan ilginçlikleri de listelemektedir. Bunlar arasında en dikkat çekici olanları şunlardır:
- Feminist neo-con: ABD siyasetinde ilerleyen yıllarda muhafazakâr ama feminist bir siyasetçi ortaya çıkabilir. Şimdilik tam tersi gerçekleşmiş gözüküyor.
- Birliğin 51. Eyaletinin ilk Valisi: Nasıl ki Avrupa Birliği genişleyebiliyorsa, ABD de topraklarına yeni eyaletler katabilmelidir ve katacaktır. Bu, şimdilik gerçekleşmese de ileride mümkün olabilir.
- Önemli bir mevkide ilk Çinli kız çocuğu: Son dönemde yaygın şekilde Çinli kız çocuklarını evlat edinen Amerikalılar nedeniyle, ilerleyen yıllarda Çinli Amerikalılar arasında önemli kişiler çıkacaktır. Bu da, gayet makul bir tahmin gibi gözükmektedir.
- Rusya’nın Bill Clinton’ı: Rusya, küresel sisteme entegre olmaya devam ettikçe, Bill Clinton benzeri reformist bir lidere ihtiyaç duyacaktır. Bu konuda da Rusya’nın Putin döneminde Batı karşıtı alternatif bir küreselleşmeye yöneldiği ve Barnett’in öngörüsünün şimdilik haksız çıktığı söylenebilir.
- İslami Avrupa’nın Martin Luther King’i: Müslümanların sayısının sürekli artması nedeniyle Avrupa’dan Martin Luther King benzeri bir İslami reformist çıkabilir. Bu tarz bir lider, Avrupa’da gettolaştırılan Müslüman sorununa bir çözüm olabilir.
- Teröre karşı savaşta insan hakları ihlallerini gündeme getiren Serpico: Terörle mücadelenin nazik yapısı nedeniyle zaman zaman Ebu Gureyb Hapishanesi’nde olduğu gibi büyük yanlışlıklar yapılmaktadır. New Yorklu polis karakteri Frank Serpico (Al Pacino canlandırmıştır) gibi kişiler, bu tarz sorunları gündeme getirerek küresel vicdanın sesi olabilirler.
- NATO’ya ilk Rus Genel Sekreter: Bu, yazarın en fantastik iddialarından birisidir ve olması kısa ve orta vadede hiç mümkün gözükmemektedir.
- Çin’in JFK’si: Çin’de ilerleyen yıllarda John F. Kennedy gibi reformist bir Başkan ortaya çıkabilir. Bu da oldukça temelsiz bir iddia gibi gözükmektedir.
- Ortak bir Çin-Amerikan Sistem Yönetimi operasyonuna ilk Çinli komutan: G2 vizyonuna uygun şekilde ABD-Çin işbirliği derinleşirse, bu tarz bir gelişmenin olması hayal ürünü olmaktan çıkacaktır.
- Hindistan’ın Margaret Thatcher’ı: Gerçekleşmemesi için herhangi bir neden yoktur. Modernleşen Hindistan’da piyasa ekonomisi reformlarını savunan güçlü bir muhafazakâr kadın lider günün birinde hakikaten de gündeme gelebilir.
- Görevini yasal sürede bırakacak olan ilk Arap lideri: Bu, hepsinden bile daha zor gözükmektedir! Zira Arap ve İslam dünyasının otoriter rejimlerinde yönetimler koltuklarını ancak “ölüm” durumunda bırakmaktadırlar.
- Müslüman rap müziğinin Eminem’i: Gayet mümkün ve olası bir iddiadır.
- Bir Arap devletinin ilk kadın lideri: Günün birinde gayet mümkün ve olasıdır.
- İlk Afrikalı Papa: Şimdiye kadar zaten 3 Afrikalı Papa olmuştur (son 15 yüzyıl içerisinde değil). Hıristiyanlığın Afrika’daki etkisi düşünüldüğünde, bu, gayet makul bir öngörüdür.
Sonuç olarak, Thomas P. M. Barnett’in kitabının son derece ilginç ve popüler bir eser olduğu ve geleceğe dair insanların kafasında yeni düşünceler oluşturmayı başardığı, ancak bilimsel yaklaşımlardan ziyade fütüristik askeri doktrinler ve popüler kültürden beslenen yazarın eserini bu şekilde okumak gerektiği belirtilebilir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Thomas_P._M._Barnett. Web sitesi için; http://thomaspmbarnett.com.
[2] Yazarın Amazon.com’daki kitaplarına buradan bakılabilir; https://www.amazon.com/Thomas-P.-M.-Barnett/e/B001IOBI3U.
[3] Bakınız; https://www.amazon.com/Pentagons-New-Map-Twenty-First-Century/dp/0425202399/.
[4] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/pentagonun-yeni-haritasi-21-yuzyilda-savas-ve-baris/65888.html.
[5] Bakınız; https://www.amazon.com/Blueprint-Action-Future-Worth-Creating/dp/0425211746/.
[6] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/pentagonun-yeni-haritasi-2--harekat-plani-yaratmaya-deger-bir-gelecek/80902.html.
[7] Bu önemli konuşma buradan izlenebilir; https://www.youtube.com/watch?v=hQ58Yv6kP44.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder