Timothy D. Synder (1969-)[1], yıllardır Yale Üniversitesi Tarih bölümünde ders veren[2] ve İkinci Dünya Savaşı, Holokost ve Orta ve Doğu Avrupa tarihi üzerine uzmanlaşmış önemli Amerikalı bir tarihçi akademisyen ve yazardır. Birçok önemli kitabı bulunan Synder, son olarak On Tyranny adıyla best-seller bir kitaba imzasını atmış[3] ve bu eser Tiranlık Üzerine Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders adıyla -Zeynep Erez tarafından- Türkçe’ye de çevrilmiştir[4]. Synder, geçtiğimiz günlerde İngiltere’nin köklü düşünce kuruluşu Chatham House’da bir sunum gerçekleştirmiş ve kitabında da işlediği “modern otoriteryanizm” (modern authoritarianism) kavramını açıklamaya çalışmıştır. Bu yazıda, Synder’ın Chatham House konuşması özetlenecektir.
Synder’ın yazıda özetlenen konuşması
Timothy Synder, konuşmasına “otoriteryanizm” kavramıyla ne anlatmak istediğini açıklayarak başlamaktadır. Synder’a göre, otoriteryanizm, bir kimsenin kanunların üzerinde olduğu ve yeri geldiğinde kanunları bizzat kendisinin yapabildiği bir sistemdir. Daha sonra, Synder, son dönemde dünyada artış gösteren modern otoriter rejimlerin 1930’ların ideologları ve düşünürlerine yaslanarak yükseldiklerine dikkat çekmekte ve bu düşünürleri örneklendirmektedir. Bu noktada yazarın dikkat çektiği düşünür ise, Rus din ve siyaset felsefecisi Ivan Ilyin’dir (1883-1954). Bolşevizm karşıtı “Russian All-Military Union” hareketinin ideolojik lideri ve muhafazakâr bir teorisyen olan Ilyin, Rus lider Vladimir Putin’in sıklıkla referans yaptığı ve son yıllarda Rus siyasal eliti ve entelektüelleri tarafından adeta yeniden keşfedilen bir kişidir. Synder, "faşist" olarak nitelendirdiği Ilyin’in Putin’in düşüncelerine etkisinden bahsettikten sonra, ABD Başkanı Donald Trump’ın 1940’larda Nazilerle işbirliğini savunan “America First” komitesinin sözcüsü Charles Lindbergh’ten alıntı yaptığına vurgu yapmakta ve modern otoriteryanizmin etkilerinin ABD gibi kökleşmiş bir liberal demokrasiye bile uzanabildiğini göstermektedir.
Bu girişin ardından, Synder, modern otoriter rejimlerin 5 farklı adımda kuruldukları ve güçlendikleri modelini açıklamaya başlamaktadır. İlk adım, devrimler yerine seçimler yoluyla iktidara gelmektir. Yazara göre, otoriter bir hükümetin kurulduğu ülkelerde seçimler devam etse bile, her seçimde demokrasinin kalitesi biraz daha azalmakta ve hangi noktada demokrasiden çıkılıp otoriter rejime geçildiğinin saptanması zor olabilmektedir. Bu noktada Rusya’yı örnek gösteren yazar, bu ülke tarihinde hiçbir zaman tam anlamıyla bir demokrasinin kurulmadığını, ama özgür ve adil seçimler yapılabileceğine dair inancın da son yıllarda kaybolduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla, normalde demokrasinin silahı olan seçimler, ilginç bir şekilde popülist siyasetin başarısı sayesinde otoriter rejimlerin sandık sonuçlarıyla kurulabildikleri bir mekanizmaya dönüşebilmektedir. İkinci adım, gazetecilerin peşinden gitmek ve onları ürkütmektir. Özgür basının ve gazetecilerin olmadığı bir rejim, hiç kuşkusuz olumsuz gelişmelerin halka duyurulmadığı ve farklı ve muhalif seslere yer verilmeyen niteliktedir. Bu durum ise, hiç şüphesiz otoriter yönetimlerin elini kuvvetlendirmektedir. Üçüncü adım, hukuk devleti (rule of law) ilkesini ayaklar altına almaktır. Otoriter rejimlerin kökleşebilmeleri için, hukukun herkese eşit biçimde uygulanmadığının insanlara hissettirilmesi ve kabul ettirilmesi gerekmektedir. Snyder, bu duruma örnek olarak Rusya, Macaristan ve Polonya’yı saymakta ve hukuk devletinin ortadan kaldırılması durumunda bunun yeniden tesis edilmesinin çok zor olduğunu belirtmektedir. Dördüncü adım, Hitler’in Nazi rejimini inşa etmek için kullandığı “Reichstag Yangını” benzeri bir olayla ülkede olağanüstü hâl ilan etmek ve bu ortam içerisinde otoriter rejimi tüm kanun ve unsurlarıyla birlikte inşa etmektir. Rusya’daki Putin rejimi için bu süreç 1999 yılında gerçekleşmiş, Türkiye’de ise geçtiğimiz yıl yaşanan darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hâl rejimi içerisinde yapılmıştır. Bu aşamada 1930’lara kıyasla önemli bir fark ise, o dönemdeki aşırı ideolojik (komünist veya faşist) partilerin aksine, lider odaklı günümüzün modern otoriter partilerinin ideolojik niteliklerinin gevşek olabilmesidir. İki dönemin ortak noktası ise, her iki dönemde de bir şekilde tek parti rejimlerinin hayata geçiriliyor oluşudur. Otoriter rejimleri kalıcı hale getiren beşinci ve son adım ise, otoriter lider ve partilerin hakikati kendi kontrollerine almaları ve dünyayı onların gözünden görmemizi zorunlu hale getirmeleridir. Bunu yaparken, otoriter rejimler ilginç bir yol takip etmekte ve Timothy Synder’in “deliberate uncertainty” (kasıtlı belirsizlik) adını verdiği politikalar doğrultusunda, tüm medya kuruluşlarına karşı vatandaşlara güvensizlik aşılamaktadırlar. Bu güvensizliğin sonucu ise, ABD örneğinde “Netflix ve kanepe” (Netflix and the couch) adı verilen şekilde vatandaşların siyaset kurumundan soğumaları ve siyasete ilgisiz hale gelmeleridir. Kendilerini tarafsız addeden tüm medya kuruluşlarını itibarsızlaştıran otoriter rejime yandaş medya kuruluşları, kendilerini ise “dürüst” olarak ortaya koyarak bu şekilde rejim üzerinde söz sahibi olabilmekte ve yönetimin gücünü pekiştirmektedirler. Bu doğrultuda bir diğer yöntem ise, medya yoluyla siyasi kurguya dayalı gerçek-dışı bilgilerin topluma kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Bu duruma örnek olarak ABD Başkanı Donald Trump’ın önceki Başkan Barack Obama’nın Afrika’da doğduğunu iddia etmesini (Cumhuriyetçi Parti destekçilerinin yarısı bunun doğru olduğuna inanmaktadır), Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sırasında 3 yaşında bir Rus çocuğunun Ukraynalılar tarafından çarmıha gerildiğinin Rus televizyonundan duyurulmasını ve Polonya’da 2010 yılında Devlet Başkanı Lech Kaczynski’nin uçağının Rusya’nın Smolensk havalimanına yaklaşırken düşürülmesinin Ruslar tarafından yapıldığının iddia edilmesini gösteren Synder, bu gibi olayların seçmenleri çok ciddi biçimde kutuplaştırdığını ve siyasetin temel parametresini sağ-sol, değişimci-muhafazakâr gibi değerlerden çıkararak, bu iddialara inananlar-inanmayanlar temelinde oluşturduğunu söylemektedir.
Konuşmasının sonraki bölümünde, Snyder, “sadopopulism” (sadopopülizm) kavramını gündeme getirmektedir.[5] Klasik “popülizm” kavramıyla elitleri hedef alan tabandan gelen değişimci siyasetlerin kastedildiğini hatırlatan yazar, “sadopopülizm” kavramıyla ise muğlak ve hatta bazen seçmenlerin kendi aleyhlerine olan siyasetlerin halka kabul ettirildiğine dikkat çekmektedir. Snyder, Rus lider Vladimir Putin ve ABD Başkanı Donald Trump’ın iktidara yürüyüşleri arasında paralellikler kurmakta ve her ikisinin de güç odaklarına karşı (Putin örneğinde oligarklar, Trump örneğinde ise Hillary Clinton ve küresel destekçileri) alternatif bir güç odağı oluşturarak halktan destek bulduklarını belirtmektedir. Bu durumun toplumsal eşitsizliklerden beslendiğinin de altını çizen Snyder, otoriter liderlerin belli toplumsal gruplarla özdeşleşim kurmasının ve onları popülist argümanlarla kendilerine bağlamalarının da bu noktada çok etkili olduğunu söylemektedir. Örneğin, yazara göre, Donald Trump’a oy veren beyaz Amerikalıların birçoğu, ülkelerinde beyazlara yönelik ırkçılığın Afrikalı Amerikalılara yönelik ırkçılıktan fazla olduğuna gerçekten de inanmaktadırlar. Böyle bir durumun gerçekte olmadığını söyleyen Timothy Synder, buna karşın Trump’ın bu gibi kurguya dayalı bilgileri kullanarak geniş bir kitleyi etkisi altına alabildiğini göstermektedir. Bu yöntemle yaratılan yapay krizlerle gerçek siyaset konularının gözden kaçırıldığını da söyleyen Snyder, ABD’de Başkan Trump’ı destekleyen kitlelerin Başkan’ın yapmak istediği vergi reformu ve sağlık sistemi değişikliğinden en olumsuz yönde etkilenecek grup olmasına karşın onu desteklemeye devam etmelerini, sadopopülizmin somut bir başarısı olarak ortaya koymaktadır. Rusya’da Putin rejiminin Suriye ve Ukrayna krizleri gibi olayları benzer şekilde (adeta bir gösteri ve propaganda platformu) kullandığına vurgu yapan Amerikalı akademisyen, bu sayede Rusya vatandaşlarının sorunlarının çözümüyle alakalı gerçek siyaset konularından uzak tutulduklarını vurgulamaktadır. Meselenin bir diğer boyutu ise, Rusya’da başarılı olan bu modelin ABD gibi demokratik bir ülkede nasıl başarılı olduğu ve Donald Trump gibi Başkan seçilmesine kimsenin ihtimal bile vermediği bir siyasetçinin Hillary Clinton gibi bir favoriyi yenerek seçilebildiğidir. Bu noktada, yazar, ABD’deki gelir adaletsizliğinin son yıllarda Rusya’daki gibi olumsuz seviyelere geldiğini belirtmektedir. Avrupa’daki aşırı sağ partilerin AB (Avrupa Birliği) karşıtı retorikleriyle kazandığı başarılara da dikkat çeken Amerikalı konuşmacı, Avrupalı sağ ve aşırı sağ siyasetçilerin çok sık vurgu yaptığı ulus-devlet modelinin aslında Avrupa tarihinde hiçbir zaman uzun süreli olarak var olmadığını ve Avrupa tarihinin daha çok imparatorluklar ve entegrasyon tarihi olduğunu iddia etmektedir.
Konuşmasının son bölümünde otoriter liderlerin “masculinity” (maskülinite, erkeklik) olgusunu siyasette çok başarılı şekilde kullandıklarına dikkat çeken Snyder, sözlerini modern otoriter rejimlerde kullanılan korku ve endişe politikalarının başarısına vurgu yaparak sonlandırmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Web sitesi için - http://timothysnyder.org.
Wikipedia - https://en.wikipedia.org/wiki/Timothy_D._Snyder.
[2] Bakınız; https://history.yale.edu/people/timothy-snyder.
[3] Bakınız; https://www.amazon.com/Tyranny-Twenty-Lessons-Twentieth-Century/dp/0804190119.
[4] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/tiranlik-uzerine-amp-yirminci-yuzyildan-yirmi-ders-/422752.html.
[5] Bu konuda yazarın başka bir konuşması için; https://www.youtube.com/watch?v=oOjJtEkKMX4.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder