Siyaset
Bilimi’nin en önemli alt disiplinlerinden birisi olan Karşılaştırma Politika
alanında dünyanın en yetkin bilim insanlarından birisi kabul edilen İspanyol
akademisyen Juan Linz (Juan Jose Linz veya Juan J. Linz)[1],
1926-2013 yılları arasında yaşamış çok önemli bir sosyal bilimcidir. Uzun
yıllar ABD’de Yale Üniversitesi’nde ders veren Linz, özellikle meslektaşı
Alfred Stepan’la beraber yazdığı çalışmalarla tanınmıştır. Linz’in en önemli
eserleri arasında, Başkanlık sistemini eleştirdiği “The Perils of
Presidentialism”[2] makalesi ile Problems of Democratic Transition and
Consolidation: Southern Europe, South America, and Post-Communist Europe
(John Hopkins University Press, 1996)[3] ve Totalitarian and Authoritarian Regimes
(Rienner, 2000)[4] kitapları bulunmaktadır.
Türkçe’ye Prof. Dr. Ergun Özbudun tarafından “Totaliter ve Otoriter Rejimler”[5]
adıyla çevrilen ve Liberte Yayınları tarafından 2008 yılında basılan bu ikinci
kitap, Linz’in olgunluk eseri olarak yakından incelenmeyi hak etmektedir.
Juan Linz
Kitabının “Giriş”
başlıklı birinci bölümüne, bu kitapta demokratik olmayan rejimlerin çeşitliliği
ve yaygınlığını inceleyeceğini açıklayarak başlayan Juan Linz, bunu yapmak için
“demokrasi” kavramını inceleyeceğini belirtmektedir. Zira Linz’e göre; “bir
kavramı tanımlamanın en kolay yollarından biri, onun ne olmadığını söylemektir”
(Linz, 2008: 15). Bu doğrultuda, işe demokrasiyi tanımlayarak başlayan Linz’in
düşüncesinde, demokratik rejimler, “liderler arasında serbest yarışmayı
gerçekleştirmek üzere, dernek kurma, haber alma ve haberleşme temel
hürriyetlerine dayanarak, siyasal tercihlerin serbestçe ifadesine imkân veren
sistemlerdir” (Linz, 2008: 23).
“Totaliter ve Otoriter Rejimler” kitabı
Kitabın
“Totaliter Sistemler” başlıklı ikinci bölümünde, Linz, “totalitarizm” kavramını
tanımlamaya ve örneklerle açıklamaya çalışmaktadır. Linz’in Carl Friedrich ve
Z. K. Brzezinski’ye referansla tanımlamaya çalıştığı totalitarizmin temel
özellikleri ise şunlardır (Linz, 2008: 33-34);
- Toptancı (totalist) bir ideoloji,
- Bu ideolojiye bağlı ve genellikle tek bir kişinin yani diktatörün liderliğindeki bir tek-parti,
- Çok gelişmiş bir gizli polis ve a-) kitle haberleşmeleri, b-) silahlar, c-) ekonomik yapılar da dâhil olmak üzere tüm örgütler üzerinde tekelci kontrol.
Ancak her
diktatörlüğü totaliter olarak da değerlendirmemek gerekir. Birçok diktatörlük, aslında
daha çok otoriter yönetim modeline yatkındırlar ve toptancı ideoloji, tek-parti
sistemi ve tüm örgütler üzerinde tekelci kontrol gibi katı uygulamalara
yönelmedikleri için, totaliter rejimlere kıyasla demokrasiye daha yakın olarak
kabul edilirler. Bu gibi rejimlerde, zirvede tek bir lider olsa bile, alt
gruplar arasında çeşitli güç mücadeleleri yaşanır ve farklı fikirler ve
fraksiyonların mücadelesi sayesinde totalitarizmin mutlakıyetçi mantığının yol
açtığı hatalar kısmen de olsa düzeltilebilir (Linz, 2008: 35). Totaliter
rejimleri otoriter rejimlerden ayıran bir diğer faktör de, askeri otoritenin
siyasal mutlakıyetçi sisteme bağlılığıdır. Linz’in ifadesiyle, “Bugüne kadar
hiçbir totaliter sistem, silahlı kuvvetlerin müdahalesiyle devrilmiş veya köklü
bir değişime uğramış değildir; olsa olsa, kriz anlarında şu veya bu hizip,
ordunun desteğiyle kendi iktidarını güçlendirebilmiştir” (Linz, 2008: 36). Bu
bağlamda, totaliter rejimlerin işleyişinde ortaya çıkan diğer temel özellikleri
şöyle sıralanabilir (Linz, 2008: 38):
- Monist, fakat monolitik olmayan bir iktidar merkezi mevcuttur; eğer kurumlar veya gruplar arasında bir plüralizm varsa, bu meşruluğunu o merkezden alır ve büyük ölçüde onun hakemliği altında işler.
- Tekelci, özerk ve fikren az çok geliştirilmiş bir ideoloji mevcuttur. İdeolojinin belli sınırlarının dışına çıkmak, müeyyidesiz kalmayacak bir heterodoksluktur.
- Vatandaşların, siyasal görevlere ve kolektif sosyal görevlere katılmaları ve bu amaçla aktif bir mobilizasyon içinde olmaları özendirilir, talep edilir ve ödüllendirilir.
Bu
özelliklere uygun olarak, bir meşruluk kaynağı olan ve aynı zamanda görev
duygusunu yücelten total bir ideoloji, toplumsal örgütlenmeyi sağlayan ve
kontrol altında tutan baskıcı bir tek-parti sistemi, sürekli yüceltilen ve
meşruiyet kaynağı haline gelen “kült” nitelikteki parti ve devlet liderliği ve
tüm bu sistemi ayakta tutan gizli polis teşkilatı ve istihbarat birimi,
totaliter bir rejimin anahtar unsurlarıdır. Bu açıdan, Hannah Arendt’in de
incelediği Nazi Almanya’sı ve Stalin Rusya’sı en önemli örnekler olarak
değerlendirilebilir. Bu yapı, bu iki devlette en kristalize haliyle görülmüştür.
Ancak faşist parti modeli, komünist parti modelinden farklı olarak ve Führerprinzip anlayışına uygun şekilde,
çok daha katıdır (Linz, 2008: 70). Komünist partilerde ise, kısmi parti-içi
demokrasi uygulamaları ve özeleştiri unsurları mevcuttur.
Kitabın
“Geleneksel Otorite ve Kişisel Yönetim” başlıklı üçüncü bölümü, Linz’in 3 ana
yönetim modeli olarak nitelendirdiği demokratik, otoriter ve totaliter
rejimlerden farklı olan diğer siyasal sistemleri incelediği bölümdür. Linz’e
göre; az çok patrimonyal veya feodal karakterdeki geleneksel rejimler, -gelecekleri
şüpheli bile olsa- dünyada hala büyük meşruiyet sahibidirler (Linz, 2008: 119).
Mağrip’in, Güneydoğu Asya’nın ve Sahra-altı Afrika’nın birçok ülkelerinde bu
gibi rejimler hala önemli rol oynamaktadır ve oldukça yaygındır. Latin Amerika
gibi modern Batı dünyasının çevre bölgelerinde ortaya çıkan ve tamamen
geleneksel nitelikte olmayan Caudillismo (şefçilik)
ya da Caciquismo (oligarşik
demokrasiler) tipi kişisel yönetim biçimleri de bunlara eklenebilir (Linz,
2008: 119-120).
Yöneticilerin
süregelen bir meşruluğa dayandıkları ve toplumu patrimonyal bürokrasi kurumları
ve feodal otorite yapıları sayesinde yönettikleri geleneksel yönetimler, garip
bir şekilde yarı-modern devletlerden daha istikrarlı bir performans göstermeyi
başarmışlardır (Linz, 2008: 122). Ancak bunun nedeni kesin belli değildir;
geleneksel meşruiyetin sürekliliği dışında, mobilize olamayan sosyal yapı,
ekonomik azgelişmişlik ve dünyadan tecrit edilmiş olmak gibi unsurlar da, bu
noktada bu rejimlerin başarısında önemli rol oynamış olabilir. Bu noktada, Fas,
Tunus ve Cezayir gibi örnekler Linz’in dikkatini çekmektedir. Bu anlamda, bu
ülkeler özelinde Fransa’nın etkisinden söz etmek de yerinde olacaktır. Fransa,
bu üç ülkeyi farklı şekil ve yöntemlerle etkilemiş ve kendi siyasal nüfuz alanı
içerisinde tutmayı başarmıştır. Örneğin, Fas’ı, “doğrudan doğruya veya
Tunus’taki gibi kısmi bir kontrol yoluyla değil; meşruluk sembollerini, iktidar
merkezlerini ve otorite aracını birbirinden ayıran karmaşık bir idari yapı
vasıtasıyla yönetmişlerdir” (Linz, 2008: 126).
Sultancı
rejimler de bu başlıkta incelenmesi gereken bir diğer rejim tipidir. Bu tip
sistemler, “kişisel yönetime dayanmakla beraber, bunlarda yöneticiye bağlılık,
geleneklere ve onun bir ideolojiyi tecessüm ettirmesine, yahut benzersiz bir
kişisel misyona, ya da karizmatik niteliklere değil, korkuya ve işbirlikçilere
dağıtılan ödüllere dayanır” (Linz, 2008: 128). Yönetici, iktidarını kendi
takdirine göre herhangi bir sınıra dâhil olmaksızın ve en önemlisi de kurallara
yahut bir ideoloji veya değer sistemine bağlılık duymaksızın kullanır.
19. yüzyılda
Latin Amerika’da etkili olan Caudillo
(şef) yönetimleri ise, 4 temel niteliğe sahiptir: (Linz, 2008: 132-133)
1. Kişisel
hâkimiyet ve itaat bağlarıyla ve silah gücüne dayanarak servet yapma ortak
arzusuyla perçinlenmiş, silahlı patron-yanaşma gruplarının sürekli olarak
ortaya çıkması,
2. Kamu
makamlarına halefiyet konusunda kurumlaşmış yolların bulunmayışı,
3. Siyasal
yarışmada şiddete başvurulması,
4.
İşbaşındaki liderlerin, şef olarak iktidarlarını sürdürmeyi bir türlü güvence
altına alamamaları.
Bir tür
oligarşik demokrasi modeli olan Caciquismo
ise, Kern ve Dolkart tarafından, “Yaygın ve türdeşlikten yoksun bir elitçe
yönetilen öyle bir oligarşik siyasal sistemdir ki, bu elitlerin tek ortak
özelliği, milli amaçlar için yöresel iktidarları kullanmalarıdır” şeklinde
tanımlanmıştır (Linz, 2008: 133). Caciquismo,
özünde tarımsal bir temele dayanmakla birlikte, salt tarımsal nitelikte
değildir; serbest meslek sahipleri, tüccarlar, sanayiciler ve siyasal
makinelerin şehirli patronları da çoğu zaman işe karışır.
Kitabın
“Otoriter Rejimler” başlıklı dördüncü bölümü, Juan Linz’in otoriter rejim
tiplerini diğer farklı yönetim modellerinden ayrıştırdığı ve kristalize etmeye
çalıştığı bölümdür. Linz’e göre, otoriter rejimler; “Sınırlı, fakat sorumlu
olmayan bir siyasal plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir
ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı
aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir
liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş fakat
fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları
siyasal sistemlerdir” (Linz, 2008: 137). Bu rejimlerin en önemli ayırt edici
özellikleri, plüralist unsurdur. Ancak demokrasilerden farklı olarak, burada
söz konusu olan “sınırlı plüralizm”dir (Linz, 2008: 139). Bu gibi rejimlerde,
plüralizme kısmen izin veren bir tek-parti düzeni ya da ayrıcalıklı parti
sistemi (dominant parti veya hâkim parti sistemi) geçerlidir.
Genel bir
değerlendirme yapılırsa, 6 tip otoriter rejim modelinden söz edilebilir (Linz,
2008: 151-152):
- Batı demokrasilerine uygun ön şartları yaratmak amacıyla laikleşme ve modernleşme reformları gerçekleştiren otoriter rejimler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ve Meksika’da kurulan rejimler, bu kategorinin en iyi örnekleridir.
- Faşist veya yarı-faşist milliyetçi otoriter rejimler.
- “Organik devletçilik” diye nitelendirebileceğimiz otoriter rejimler.
- Endonezya’daki Sukarno rejimi veya Pakistan gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bağımsızlığını kazanan devletlerde doğan otoriter rejimler.
- Afrika sosyalizmi ve geleneksel dinsel otorite anlayışlarını reddeden bazı İslam ülkelerinde görülen otoriter rejimler.
- Gordon Skilling’in “danışmacı otoritarizm” olarak nitelendirdiği totalitarizm sonrası komünist otoriter rejimler.
Kitabın “Dünya
Devletlerinin Tipolojideki Yeri: Bir Girişim ve Güçlükleri” adlı beşinci
bölümü, Juan Linz’in diğer önemli akademisyenlerin demokrasi ve rejimlerin
tasnifleri konusunda yazdıklarını özetlediği oldukça kısa bir bölümdür. Yazara
göre, rejim tasnifinde kritik üç unsur; plüralizme karşılık monizm derecesi,
halkın siyasetten uzaklaşmasına karşılık mobilizasyon derecesi ve zihniyetlerin
egemenliğine karşılık ideolojilerin temel önemidir (Linz, 2008: 245).
Kitabın “Son
Gözlemler” adlı altıncı ve son bölümü ise, Linz’in bulgularını özetlediği ve
bazı tespitler yaptığı kapanış bölümüdür. Linz’in bu eseri, bu alanda yazılmış
en önemli eserlerden birisi olarak dikkatle okunmayı hak etmektedir. Kitapta
yer alan fikir ve tasnifler, aradan geçen yıllara karşın, bugünün dünyasının
anlaşılması açısından da son derece faydalı ve işlevseldir.
Yrd.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Juan_Jos%C3%A9_Linz.
[2] Buradan okunabilir; http://scholar.harvard.edu/levitsky/files/1.1linz.pdf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder