16 Ekim 2008 Perşembe

Foucault'yu Anlamak





Tam ismi “Michel Paul Foucault” olan, 15 Ekim 1926 tarihinde doğmuş ve 26 Haziran 1984’te vefat etmiş post-yapısalcı ekolün kurucularından olan ünlü Fransız dilbilimci ve filozof Michel Foucault; gençliğinde ateşli bir Marksist ve Fransız Komünist Partisi üyesiyken, daha sonraları farklı düşüncelere yelken açmış ve bundan kaçınmaya çalıştığını iddia etse de kendi düşünce sistemini oluşturmuştur. Fransa’daki 1968 olaylarının önde gelen isimlerinden biri olan Foucault, öğrencilerle birlikte polisle çatışmaya girecek kadar çılgın, özgür ve anarşist ruhlu bir öğretim üyesidir. 1950’li yıllarda henüz şiddetli bir anti-komünist olmadan önce, Louis Althusser’in öğrencisi olmuş ve kendisinden fazlasıyla etkilenmiştir. Foucault’nun “söylem” kavramını yaratırken Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” teorisinden etkilendiği aşikârdır. 1960’lardan başlayarak Foucault kitapları, makaleleri, konuşmaları ve yaptıklarıyla entelektüel çevrelerde büyük bir popülarite sağlamış ancak akademik dünyada esas değeri sanıyorum ölümünden sonra 1980’lerde anlaşılmıştır. Gilles Deleuze ve Jacques Derrida gibi isimlerle birlikte post-yapısalcı ekolünü oluşturan ve ikili karşıtlıklar (binary oppositions) tekniğiyle adeta teori alanında sosyal bilimlerin kaderini değiştiren Foucault; kimilerince tapılan, kimilerince ise nefret edilen tartışmalı bir isimdir. Ancak kendisinden nefret edenlerin dahi kabul ettikleri şey Foucault’nun dahiyane yaratıcılığı ve derinlikli düşünceleridir.


Toplumda varolan güç ilişkilerini; söylem analizi yaparak, çeşitli sosyal yapı ve kurumlara (hastane, bürokrasi, okul, genelev vs.) odaklanarak ve toplumsal normlar ile iktidar odakları tarafından “anormal” olarak nitelendiren marjinal grupları, düşünceleri inceleyerek açığa çıkarmaya çalışan Foucault, kendi yaşamında da toplumsal normların ötesinde bir çizgiye sahip olmuştur. Cinsellik üzerine yaptığı araştırmalar nedeniyle Paris “bordello”larında sıkça bulunmuş olan Foucault, bir süre San Francisco’nun elit gay komünitesine de girmiş ve 1984’te o zamanlarda henüz ne olduğu bilinmeyen AIDS hastalığından ölmüştür. “Deliliğin Tarihi”, “Kelimeler Ve Şeyler”, “Hapishanenin Doğuşu”, “Kliniğin Doğuşu”, “Bilginin Arkeolojisi” ve “Cinselliğin Tarihi” kendisinin en önemli eserleri arasındadır. Foucault ile ilgili ön yargıdan uzak bütünlüklü bir değerlendirme yapmadan önce, yapıtlarında ortaya çıkan bazı kavramlara göz atalım.


Foucault’yu anlamak için sanırım öncelikle “söylem” kavramı üzerinde durmalıyız. Michel Foucault’ya göre “söylem”; tüm dünyayı ve insanları şekillendiren ve karşı sözler söylendiğinde dahi dışına çıkılamayan, ancak sınırları belirlenebilecek ve temeli sarsılabilecek olan, düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar ve geleneklerden oluşan ve içerisinde birçok güç ilişkilerini bulunduran devasa ve yaşayan bir organizmadır (Daha sonra bu kavram Marksist literatürde önemli bir yeri bulunan Antonio Negri ve Michel Hardt’ın “İmparatorluk” tezine de ilham kaynağı olacaktır). Foucault’ya göre söylem öylesine güçlü ve karmaşık bir yapıdır ki; söylemin karşısında olduğunu iddia eden düşünceler dahi söyleme göre şekillenir ve söylem içerisinde kendi yerlerini, değerlerini bulurlar. Foucault’nun düşüncesinde söylemin açıklarını yakalamak için “genealogy” yani “soybilim” tekniğine başvurulmalı ve tüm düşünce ve normların yapısökümü yapılarak merkezinde yatan güç ilişkilerine ulaşılmalıdır. Bunun en kolay yolu da “marjinal”, “öteki”, “farklı” olarak nitelendirilmiş grup ve düşünceleri mercek altına yatırmaktır. Çünkü sistem bu noktalarda adeta “error” (hata) vermekte ve açıklarını ortaya koymaktadır.


Foucault’nun “Two Lectures” isimli yazısı, Friedrich Nietzsche’den alarak geliştirdiği “genealogy” kavramını anlamak açısından bize faydalı olabilir. Bu makalede Foucault; dışlanmış, sistematik olmayan, dağınık, küçük, aykırı, farklı, öznel, devamlılığı olmayan bilginin peşinde olduğunu belirtmiş ve diğer bilgi türlerinin söylemin çizgilerine göre şekillendiğini ya da kendi söylemlerini ve güç ilişkilerini oluşturduğunu iddia etmiştir. Foucault’nun “inhibiting effect of totalitarian discourse (totaliter söylemin dizginleyici etkisi)” adını verdiği şey, bilimsel ya da ilahi olduğu iddiasıyla kendi söylemlerini yaratan tüm ideolojiler, düşünce sistemleri, inanışlar ve normların yarattığı kısıtlayıcı etkilerdir. Bundan kaçabilmek için Foucault’ya göre “neden” sorusundan çok “nasıl” sorusuna cevap aranmalı, gücü uygulayan merkezden çok, güce maruz kalan özneye odaklanılmalı, çevresel mikro bilgiden merkeze doğru ilerlenmeli ve söylemin gücü her alanda aranmalı, onun çeşitli tuzaklarına kanılmamalıdır. Bir diğer önemli nokta ise, söylemden kaçarken yeni bir söylem oluşturmamaya gayret etmektir. Bu nedenle Foucault, “Ben, kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim” demiştir. Ancak geldiği noktada, Foucault’nun modernizmi ve her türlü ideolojiyi reddeden yeni nihilist bir söyleme ulaştığını iddia etmek de mümkündür.


Foucault’nun entelektüelin rolü konusundaki düşüncelerini ise sanıyorum en somut şekilde ortaya koyduğu yazı “Las Meninas” adlı makalesidir. Diego Velazquez’in ünlü tablosundan esinlenerek yazdığı bu makalede Foucault kendini, resmin en arka tarafında kapının eşiğinde duran ve merkeze uzak olmasına karşın dışarıda kalmayan ve tüm olayları gözlemleyebilecek bir konumda bulunan bu karanlık, gölgedeki adamla (shadowy figure) özdeşleştirmiştir. Yani Foucault’ya göre entelektüel; söylemin esiri olmadan, ancak söylemin etkilerini gözlemleyemeyecek kadar da uzaklaşmadan toplumu izlemeli ve çeşitli güç ilişkilerini açığa çıkarmalıdır. Velazquez’in kraliyet ailesinin tablosunu yapan ressam olarak kendini de resmettiği bu ünlü tabloda anlatılmak istenenin bireyin hem sosyal gerçekliğin yaratıcısı, hem de öznesi olduğu düşüncesinden hareket eden Foucault, bu sosyal gerçekliği çözümlemek için en uygun alanın söylemin ne içerisinde, ne dışarısında kalmak yani söylemin tam kıyısında, eşiğinde durmak olduğunu ifade etmiştir. Foucault’cu düşüncede söylem her yerdedir ve herkesi adeta esiri yapmıştır. Söylemi üretenlerin dahi onun dışında kalabilmesi mümkün değildir.


Yine Foucault’ya göre tüm semboller, anlamlar hakim olan söyleme göre şekillenmiş ve insanların aklında o şekilde yer etmiştir. Örnek vermek gerekirse; Türkiye Cumhuriyeti devletinin ya da başka devletlerin bayrakları onu görenler için belirli değerleri (ülkenin bağımsızlığı, yurttaşlık hakları, o ülke toplumlarının verdiği milli mücadeleleri vs.) sembolize eden ve hatta kimileri için uğrunda can verilebilecek, korunması için cinayet işlenebilecek kadar kutsal nesnelerdir. Ancak bir uzaylı ya da modern siyasal, toplumsal yaşamı bilmeyen bir Afrika yerlisi için Türk bayrağı sadece kırmızı zemin üzerinde beyaz ay ve yıldız motifleri bulunan bir bez parçasıdır. İşte bu örnekte olduğu gibi her obje, her düşünce, her yapı aslında tarihsel süreç içerisinde söyleme göre şekillenmiş ve çeşitli güç ilişkilerinin yayılmasına, doğalmış gibi gözükmesine yol açan çok güçlü ve karmaşık sembollerdir. Bu sembollerin anlaşılabilmesi için yapıbozum ya da yapısökümlerinin (deconstruction) yapılması gerekmektedir. Entelektüel dediğimiz ayrıcalıklı kişi; bilginin arkeologu olmalı, bilimsel olarak doğru kabul edilen şeylerin dahi altını kazmalı, derinliğine ulaşmalı ve sorgulamalıdır. Entelektüel bunu yaparsa her düşüncenin, sembolün merkezinde bir güç ilişkisi bulacaktır.


Foucault’cu anlayışta ön plana çıkan bir diğer kavram olan “güç”, bir köle ve sahip arasındaki ilişki gibi değildir. Foucault’nun “Panopticism” adlı yazısı onun güç anlayışı konusunda bize bir fikir verebilir. Foucault’ya göre üç değişik tip güç vardır. Birinci güç tipi klasik disipline etme yöntemi olan fiziksel ve (daha çok) ruhsal cezalandırmaya dayalı sistemdir. Buna göre hata yapanın cezalandırılması ve bu yolla disipline edilmesi, kontrol altına alınması güç uygulamasının eski ve yaygın bir türüdür. Ancak modern toplumların karmaşık yapısında artık bu birinci açık güç kullanımı yerini “panoptik” güç kullanımına bırakmıştır. Panopticon, Jeremy Bentham’ın geliştirdiği bir hapishane mimarisi tipi ve genel anlamıyla modern toplum düzeni modelidir. Bentham’a göre içerisi görünmeyen bir kule etrafında yan yana dizilmiş hücrelerde bulunan mahkûmlar, bu kule vasıtasıyla daima gözetlendiklerini bilecekler ve bu gözetlenme korkusunu, güdüsünü içselleştirerek toplumsal hayatta da istenmeyen hareketlerden uzak duracaklardır. Bu sayede mesela işçiler çok düşük bir ücret karşılığı günde 16 saat çalışmayı kabul edecekler ve yerleşik düzen; sindirilmiş ve kontrol altında tutulan bireyler sayesinde ayakta kalacaktır. Bentham’ın tasarladığı Panoptik düzende, çeşitli ışık oyunlarıyla kulenin içerisi görünmez yapılırken, modern toplumda kameralar ve yaptırım yetkisi olan güçler vasıtasıyla bu zorluk ortadan kaldırılmıştır. Bir faydacı (utilitarian) olan Jeremy Bentham’a göre, bu sayede kulenin içerisi boş bırakılsa dahi mahkûmlar gözetlendikleri hissine kapılacak ve hareketlerine dikkat etmek zorunda kalacaklardır. Bu “içselleştirilmiş korku”, hapishane çıkışı da etkilerini gösterecek ve toplumsal normlara, devlet kurallarına uygun hareket eden bireyler yaratılacaktır. Modern toplum da, çeşitli mekanizmalarıyla (kamera sistemi, mahkemeler, polis gücü vs.) bireyi sarıp sarmalamış ve her hareketini kontrol altında tutmaktadır. Foucault'cu bir bakış açısıyla kesin bir şekilde doğru-yanlış ayrımı yapan ve öbür dünyaya dair vaatleri ve uygulamaları nedeniyle bireyi kontrol altına almaya çalışan dini sistemler de, panoptik güç uygulamaktadır.


Panoptik gücü destekleyen bir diğer güç uygulaması da Foucault’nun “plague power” (veba gücü) ismini verdiği sistemdir. Bu sistem ismini Avrupa toplumlarında Orta Çağ’dan başlayarak vebalı ve cüzamlı hastaların kayıtlarının tutulması ve toplumdan ayrı konutlarda kontrol altında bulundurulmasından almaktadır. Modern toplumda da bireylerin sürekli kayıtları alınmakta ve her hareketleri izlenmektedir. Kimlik numaranız, nüfus cüzdanınız, suç kaydınız, banka ve kredi kartlarınız, ehliyetiniz, ikametgâh belgeniz, savcılık kaydınız, maaş bordronuz derken her türlü hareketiniz gözlenebilmekte ve yetkililer sizi kayıtlarınız sayesinde kolaylıkla takip edebilmektedir. Buna ek olarak Foucault’nun düşüncesinde, söyleme karşı tavır alanlar toplumdan dışlanmakta ve deli, suçlu, farklı, öteki, zanlı, ahlaksız, sapık, hasta şeklinde damgalanarak, toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmaktadır. Bu nedenle Foucault “Kliniğin Doğuşu” ve “Deliliğin Tarihi” isimli eserlerinde Thomas Kuhn’un düşüncelerinden etkilenerek insanlık tarihinde değişik zamanlarda fikirleri nedeniyle hangi insanların (mesela Sokrates ve Galileo) deli olarak adlandırıldığını, değişik zamanlarda hangilerinin “normal”, hangilerinin “anormal” olarak değerlendirildiğini inceler.


Foucault’ya göre egemen söylemle mücadele etmek imkânsızdır çünkü bizim söyleme olan karşıtlığımız dahi söyleme göre belirlenmektedir. Söylem; karşıt görüşleri de içine katarak, sisteme entegre ederek büyür. Bu büyük, her alanda var olan söylemin arkasında hangi güç olduğu belirsizdir. Foucault’ya göre söylemi bir devrim yaparak yıkmak da çözüm getirmeyecektir. Zira yeni oluşan sistemde de güç ilişkileri devam edecek ve insanlar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayacaklardır. Ona göre sistemi yıkmak yerine, kökünden sarsacak aktiviteler yapmak ve sınırlarını belirlemeye çalışmak daha akılcı bir çözümdür. Doktor-hasta arasındaki ilişkiyi dahi hiyerarşik güç ilişkileri perspektifinden açıklayan Foucault, doktorların kendi vücutlarımız hakkında ne yapmamız gerektiğini söylemelerini, geleceğimizle ilgili kritik kararlar vermelerini, vücutlarımıza istedikleri müdahaleyi yapabilmelerini bu güç ilişkisinin göstergeleri olarak ortaya koyar. Kadın-erkek ilişkileri, cinsellik dahi güç ilişkilerinin bir türevidir ve egemen söylem doğrultusunda işlemektedir.


“What is an Author?” makalesi de Foucault külliyatında önemli bir yere sahiptir. Foucault’nun nispeten erken dönem düşüncesini yansıtan bu eserde Foucault, ekonomik determinizmi reddetmesine karşın, yazarları kendi bulundukları dönemin söylemi etrafında şekillenen kişilikleri, düşünceleri bulunan ve orijinalliği olmayan etkisiz bireyler olarak gördüğünü açıklar. Yani yazarlar ve yapıtlar ekonomik çelişkilerin belirlediği aktörler olmasalar da, söylemlerin belirlediği figüranlardır. Foucault bunu “disappearance of the author” (yazarın kaybolması) olarak tanımlar. Yazar; söylem tarafından şekillendirilen ideolojik bir üründür. Ancak bunu söyleyen Foucault, bazı yazarların (Karl Marks, Sigmund Freud gibi) kendi söylemlerini yaratabilecek kadar başarılı olduğunu söyleyerek kendisiyle çelişmektedir. Belki de bu isimler de Foucault gibi, egemen söylemin dışarısında düşünebilen ve mikro bilgilerden (işçi sınıfının yaşam koşulları, psikanaliz hastalarının rüyaları, anıları vs) etkilenerek hâkim söyleme saldıran düşünürler olarak kabul edilmelidir. Ancak ulaştıkları nokta da hem Marks, hem de Freud kendi söylemlerini oluşturmuş ve farklı güç ilişkilerinin kurulmasına yol açmışlardır. Yazarı hem söylemin ürünü yani pasif bir araç olarak görmesi, hem de bazılarının söylem yaratıcısı olabileceğini söylemesi Foucault’nun bu noktadaki çıkmazıdır.


Gençlik ve son dönemlerine bakmadan önemli kitaplarını yayınladığı orta yaş dönemlerine yoğunlaşırsak, Foucault kesinlikle bilimsel bilgiyi, objektif doğruyu reddetmektedir. “What is Enlightenment?” makalesinde Foucault, Aydınlanma’yı bireyin dinden kurtuluşu ve otorite sınırları dahilinde özgürce düşünebilmesi olarak açıklar. Bu makalede Foucault, Aydınlanma ve modernizmin tek tipleştirici, baskıcı etkilerini eleştirirken, feodal-din toplumlarından kurtuluştaki ilerici rolünün hakkını da teslim etmektedir. Foucault’nun objektif doğruyu reddetmesi ve söylemin yıkılamayacağını düşünmesi onu bazılarının gözünde ilerleme karşıtı bir nihilist konumuna indirgemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki; bu adam işçiler, homoseksüeller, deliler, kadınlar, mahkûmlar, hayat kadınları yani tüm dışlanan ve ezilenler için polislerle bizzat çatışmış bir siyasal aktivisttir. Dahası kanımca post-modern ve post-yapısalcı ekolün genel yapısının aksine, -kendisi inkâr etse de- normatif ve etik kaygıları olan bir düşünürdür. Çalışmalarında sadece yıkıcı bir tavır değil, ezilen, dışlanmış gruplara karşı hümanist bir yaklaşımı vardır. Bu nedenle kanımca Foucault’yu kendi başına bir söylem olarak almak yerine, onun ikili karşıtlıklar metodunu kullanarak ezilen ve dışlanan grupların haklarını savunmak daha doğru bir hareket olacaktır. Mesela Edward Said bu yöntemle Batı’nın Doğu üzerinden kendisini tanımlayarak nasıl bir güç ilişkisi yarattığını ve siyasal üstünlük sağladığını “Orientalism (Oryantalizm)” isimli eserinde ortaya koymuştur. Yine feminist teori alanında son dönemlerde Foucault’nun metodu kullanılmış ve egemen söylemin kadınları dışlayıcı özellikleri ortaya çıkarılmıştır. Homoseksüeller, Afro-Amerikalılar ve çeşitli toplumlarda hiyerarşik yapının aşağı kademelerinde bulunan gruplar, Foucault’nun metoduyla haklarını daha iyi savunur hale gelmişlerdir. Marksistler de, azılı bir anti-komünist olmasına karşın Foucault’nun düşüncelerinden hareketle, söylemle sınıfsal çatışmalar arasında ilişkiler kurarak teorilerini geliştirmiş ve 21. yüzyıla taşıyabilmişlerdir.


Michel Foucault doğruyu söylemek gerekirse asla tam olarak çözülemeyecek büyük bir bulmacadır. Ancak farklı noktalarda birleştirebildiğimiz çeşitli parçaları ortaya koymak ve bunları iyi niyetle ezilen, dışlanan, ön yargılara kurban giden sosyal gruplara, bireylere uyarlamak 21. yüzyıl entelektüelinin belki de en büyük sorumluluğu olmalıdır. Başka yazarlar için bu derece geçerli olmayabilir ama söz konusu olan Foucault ise; bir metni okumak ve anlamak kesinlikle sübjektif bir eylemdir. Benim şahsi Foucault okumalarım sonucunda vardığım kanaat şu şekildedir; Elbette Foucault bir modernist değildir ancak onun etik kaygıları, ezilenlere hümanist yaklaşımı, İran İslam Devrimi’ne destek vermesine neden olan anti-emperyalist tavrı vs. kendisi reddetmesine karşın onun modern birçok değeri aslında savunduğunu ve amacının bunları geliştirmek olduğunu göstermektedir. Bu çılgın filozofu size olabildiğince basit bir şekilde tanıtmaya çalıştım. Kendisini huzurlarınızda bir kez daha saygıyla anıyorum.



KAYNAKLAR

- Foucault, Michel, “What is an Author?”, Paul Rabinow’un “The Foucault Reader” kitabından, 1984, New York: Pantheon Books, 101-120
- Foucault, Michel, “Panopticism”, “Discipline and Pınish: The Birth of the Prison” kitabından, 1979, New York: Vintage, 195-228
- Foucault, Michel, “Two Lectures”, “Power/Knowledge: Selected Interviews and Other Writings” kitabından, 1972, New York: Pantheon Books
- Foucault, Michel, “What is Enlightenment?”, Paul Rabinow’un “The Foucault Reader” kitabından, 1984, New York: Pantheon Books, 32-50
- Foucault, Michel, “Las Meninas”, “The Order of Things” kitabından, 1979, New York: Vintage, 3-16
- Wikipedia.org, http://www.wikipedia.org/


Ozan Örmeci

6 yorum:

Adsız dedi ki...

Foucault biografilerinde yazıldığı kadarıyla ateşli bir Marksist ya da Komünist parti üyesi değil tam olarak. Parti'ye üye oluyor ama asla aktif değil - bir süre sonra da çıkıyor bildiğim kadarıyla. '68 olaylarına da koyduğu bir mesafe var.

Ozan Örmeci Makaleleri (Ozan Örmeci Articles) dedi ki...

Teşekkürler katkınız için, ben de okudum Foucault'nun hayatını belki abartılı ifade ettim ama Komünist Parti üyesi olduğu biliniyor.

Foca_Friends dedi ki...

Marksimle arasına mesafe koyma konusunda haklı gerekçelerini kendi zaten belirtmiştir

Şükran Gölbaşı

Umut dedi ki...

İnternet üzerinde, şimdiye kadar okuğum foucault üzerine en iyi yazı olabilir. Çok teşekkürler.

Unknown dedi ki...

Çok güzel bir çalışma olmuş. Ellerinize sağlık. Sağolun

Unknown dedi ki...

Yeni okumaya başladığım ve anlamakta hayli güçlük çektiğim bir isim yazınız çok faydalı oldu teşekkürler