Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ideolojisi konumundaki Kemalizm; 1920’li ve 1930’lu yıllarda Türk halkının ülke ve dünya koşulları çerçevesinde ve üniter bir ulus-devlet yapısı içerisinde modern ve seküler bir kimlik kazanmasını amaçlamış ve bunu kısmen de olsa başarmış olan siyasal akımın adıdır. Üstüne çok söz söylenen ancak her fırsatta siyasi amaçlarla saptırılan ya da haksız yere saldırılan, hala tam olarak anlamlandıramadığımız, oysa dünyadaki anti-emperyalist devrimlere öncülük etmiş çok önemli ve değerli tarihsel sıçrama, toplumsal dönüşüm projesinin adıdır Kemalist Devrim. Bu yazıda Mustafa Kemal Atatürk ve yoldaşlarının eseri olan Kemalist Devrim’in temel özelliklerini ve yarı-ideoloji niteliği kazanmasına neden olan Altı Ok’u mercek altına alacak ve daha sonra Türkiye’nin içerisinde bulunduğu koşulların neden Kemalizm’i yeniden ve şiddetli bir şekilde gündeme getirecek olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Kemalist Devrim’i anlayabilmek için Fransız Devrimi’ni ve Bolşevik Devrimi’ni de bilmek gerekir. Zira Kemalizm bu iki çok önemli tarihsel sıçrayıştan fazlasıyla etkilenmiş ve 1920’li, 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış bir dünya görüşüdür. Cumhuriyet mefkuresini oluşturan Altı Ok’u incelediğimizde Laiklik, Milliyetçilik ve Cumhuriyetçilik gibi değerlerin Fransız Devrimi’nden, Devrimcilik, Halkçılık ve Devletçilik gibi değerlerin ise Bolşevik Devrimi’nden esinlenilerek benimsendiği görülecektir. Ancak Kemalizm ideologları bunu yaparken Tanzimat taklitçiliğine kaçmamış ve bu değerleri esnek bir anlayışla Türk toplum yapısı, Türkiye’nin öznel koşulları ve çağdaşlaşma hedeflerine göre şekillendirmişlerdir.
Kemalizm’in iki temel değeri bilimsellik ve akılcılıktır. Kemalizm’e temelinden bir eleştiri getirmek isteyenler genellikle devrimin ideologlarının pozitivist anlayışlarına gönderme yaparak onun tekçi ve mutlakiyetçi bir düşünce sistematiği olduğunu ileri sürerler. Oysa bilmedikleri şey pozitivizmin Kemalist Devrim’e damgasını vurmasının sebebinin bilimselliğe ve akılcılığa atfedilen büyük önem ve o dönemde tek hakim bilim felsefesinin pozitivizm oluşudur. Bilindiği üzere bilim; dini dogmaların aksine durağan değildir ve pozitivizm anlayışı da zaman içerisinde farklı bilimsel yaklaşım ve metodlarla desteklenmiştir. Bu nedenle Kemalizm de zaman içerisinde doğal olarak bir değişime ve gelişime uğramış, mesela muğlak olarak nitelendirilebilecek ekonomi politikası 1960 ve 1970’lerde CHP tarafından sosyal demokrasi-sosyalizm anlayışına dayalı halkçı sosyal devlet projesiyle desteklenmiştir. Yine tek-parti anlayışından çok partili demokrasiye geçilmesi Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde gerçekleştirilememiş olmasına karşın, 1950’lerden bu yana kesintilerle de olsa ülkemizde uygulanabilmiştir. Merhum Ahmet Taner Kışlalı’nın deyimiyle “Cumhuriyeti numaralandırmak isteyenler”in anlayamadıkları şey; Kemalizm’in dinamik ve adeta “sürekli devrim” anlayışını destekleyen devrimci yapısıdır.
Kemalist Devrim’in iki temel amacı bulunmaktadır. Birincisi tam bağımsız ve halk iradesine dayalı demokratik bir ulus-devletin yaratılmasıdır. Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde izlediği dış politika anlayışı incelendiğinde ülkenin bağımsızlığına verdiği önem açıkça görülecektir. Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışı Türkiye’nin çeşitli birlik ve uluslararası kurum-kuruluşlara üye olmasına asla engel değildir. Ancak 1950’lerden bu yana politikacılarımızın isteyerek veya istemeyerek yaptıkları şey Türkiye’nin yabancı ülkelerle olan ilişkilerinde mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına özen göstermemeleri ve ülkeyi adeta bir müstemleke (koloni) gibi yönetmeleridir. Kemalist Devrim’in ikinci çok önemli ülküsü ise Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin gerisinde kalmaması hatta bunu aşmasıdır. Ancak maalesef ülkemizde Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana çağdaşlaşma, genellikle salt Batılılaşma ve Avrupalılaşma şeklinde algılanmaktadır. Oysa Mustafa Kemal’in istediği çağdaş uygarlık ve tekniklerin dünyanın neresinde olursa olsun bulunması, incelenmesi ve Türkiye’nin toplumsal gerçekliklerine göre yeniden düzenlenmesidir. Atatürk’ün özlemini duyduğu Türkiye “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünyaya örnek olacak bir kültür ve uygarlık merkezidir. Maalesef günümüzde bu hedeflerin çok uzağında kalmış gibi görünüyoruz.
Kemalizm’i anlamak için Kemalist Devrim’i somutlaştıran Altı Ok’u mutlaka iyi bilmek zorundayız. Altı Ok’un en önemli ilkelerinden olan ulusçuluk veya milliyetçilik; farklı etnik unsurlardan oluşan Türkiye’nin etnik bir doku kazanmasından çok, yurttaşlık temeli etrafında herkese eşit haklar sunan anti-emperyalist, tam bağımsız bir ulus-devlet yaratılmasını amaçlamaktadır. Zira çağdaş bir toplum olmak için öncelikle ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmek gerekmektedir. Büyük ölçüde Ziya Gökalp’in düşünceleriyle şekillenen Kemalist milliyetçilik (Atatürk milliyetçiliği) sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı ve ayrımcı olmayan sivil bir milliyetçilik anlayışıdır. Mustafa Kemal, “mazlum milletler” olarak nitelendirdiği koloni ve yarı-koloni ülkelerin zaman içerisinde bağımsızlıklarını kazanacaklarını çok önceden görmüş ve tüm bu ülkelere model olacak bir evrensel değerler bütünü yaratmayı başarmıştır. Sadece siyasi bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da hedefleyen Kemalist milliyetçilik anlayışı, açık bir şekilde ırkçılık ve ümmetçiliğin karşısındadır. Bu nedenle Ahmet Taner Kışlalı’nın da tespit ettiği gibi bölücü değil birleştirici, gerici değil ilerici, savaşçı değil barışçıdır. Bu nitelikleriyle Kemalizm’in ulusçuluk anlayışı çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.
Kemalist Devrim’in en önemli ilkelerinden bir diğeri de Cumhuriyetçiliktir. Cumhuriyetçilik Kemalizm’in demokrasi ile bütünleşen özelliğidir. Cumhuriyetçilik anlayışıyla siyasal iktidarın teokratik otoriteye ya da saltanat kurumuna verilmesi engellenmiş ve halkın kendi kendini yönetebilmesi amaçlanmıştır. Mustafa Kemal’e göre yeni Türkiye bir “halk devleti” olmalıdır. Bunun için devrimler halka yayıldıktan sonra çok partili bir demokrasinin inşa edilmesi zorunluluktur. 1930’larda tüm dünyada otoriter, faşist rejimler yaygın ve popüler hale gelmişken dahi Mustafa Kemal Serbest Fırka’nın kurulmasını istemiştir. Prof. Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi “hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun”. Mustafa Kemal isteklerini somutlaştırmak istercesine dünyada ilk kez geleceğin vatandaşları olan çocuklara bir bayram hediye etmiş ve Cumhuriyet’i gençlere emanet ettiğini söylemiştir. Seçmen yaşı onun döneminde 18’e indirilmiş, neredeyse hiçbir toplumsal istek olmamasına karşın kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Cumhuriyetçilik; Kemalizm’in demokrasi karşıtı olmadığı gibi tam tersine demokrasinin kurulmasını amaçlayan en önemli ilkelerinden birisidir.
Mustafa Kemal’in demokrasi anlayışı somutlaştıran bir diğer ilke de halkçılıktır. Mustafa Kemal halkçılığı şu şekilde tanımlamıştır; “Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir” (Kışlalı, sayfa 42). Mustafa Kemal’in partisi olan CHP daha sonraları bu ilkeyi somutlaştırmış ve üç ana maddede toplamıştır. Bu maddeler siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik ve dayanışmacılık anlayışıyla bir sınıfın diğeri üzerinde egemenlik kurmasına engel olunmasıdır. Kemalizm en azından teorik düzeyde seçkincilik karşıtı, halkçı bir dünya görüşüdür. Atatürk’ün yaptığı yenilikler incelendiğinde Osmanlı döneminden kalma seçkin-halk ikilemini ortadan kaldırmaya çalıştığı görülecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal keskin bir yöntemle de olsa sadece seçkinlerin anlayabildiği Arapça ve Farsça etkisindeki Osmanlıca’yı ortadan kaldırarak, Latin alfabesiyle yazılan ve halkın kolaylıkla öğrenebildiği-anlayabildiği Türkçe’yi resmi dil olarak benimsemiştir. Kemalizm’in benimsediği halkçılık anlayışı ayrıcalıksız, dayanışmacı bir toplumun yaratılmasını amaçlıyordu. Osmanlı’nın toplumsal yapısı nedeniyle zaten var olmayan sınıf çatışmalarının oluşması engellenmeli, eğer oluşuyorsa da dayanışmacı bir toplumun devam edebilmesi için daima ezilenler korunmalıydı. Bu nedenle sosyal sınıfların oluşmaya başladığı 1960’lardan itibaren Türkiye’de sosyal devlet güçlü bir şekilde inşa edildi. Ancak günümüzde maalesef sosyal devlet neo-liberal saldırıların hedefi haline gelmiş ve gerçekleştirilmesi düşünülen Sosyal Güvenlik Reformu ile neredeyse tasfiye edilmek durumundadır. Oysa Kemalist Devrim’in amacı yönetimde, kalkınmada, gelir dağılımında, devlet olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesi ve hiçbir grubun ezilmemesine yöneliktir.
Kemalist Devrim’in çok önemli bir diğer ilkesi devrimciliktir. Atatürk’ün devrimcilik anlayışı temeli itibariyle geçerliliğini yitirmiş köhne kuruluş ve düzenlemelerin yıkılarak yerine çağdaş yeni kurum ve düzenlemelerin kurulmasıyla ilgilidir. Kemalizm dinamiktir; değişimlere, dönüşümlere açıktır. Bu nedenledir ki Mustafa Kemal Yakup Kadri ile yaptığı bir sohbette Kemalizm’in kalıplaşmış bir ideoloji olmasına karşı çıkmış ve böyle yapılırsa “donup kalınacağını” ifade etmiştir. Koşullara koşut olarak kurumların, düzenlemelerin ve düşüncelerin değişebileceğini Mustafa Kemal çok önceden görmüştür. Bu nedenle Ahmet Taner Kışlalı’ya göre Kemalizm’in devrimcilik anlayışı “sürekli devrim” anlayışını yansıtmaktadır. Kemalist Devrim’i savunmak onu belli dar kalıplar içerisinde anlamak değildir. Tam aksine onu geliştirmek, ilerletmek ve çağdaş gelişmeler doğrultusunda yeniden yorumlamak, karşı-devrim tuzağına düşmeden devrime kaldığı yerden devam etmektir.
Kemalizm’in devletçilik anlayışı da tartışmalara konu olan ve yeterince irdelenmemiş bir Cumhuriyet ilkesidir. Osmanlı döneminde ticaretin yalnız gayrimüslimlerin elinde bulunması ve sosyal sınıfların tam anlamıyla oluşmamış olması nedeniyle çağdaş devletlerin sanayileşme anlamında yüzyıllarca yıl gerisinde kalmış Cumhuriyet’in izlemesi gereken ekonomi politikası devletçilik temelli bir karma ekonomidir. Ülkenin bir sermaye birikimi yoktur ve ülkenin kalkınması için tek çare devletin ekonomide aktif bir rol üstlenmesidir. 1929 yılındaki Büyük Buhran bu anlayışı güçlendirmiş ve CHP içerisinde liberal İş Bankası grubuna rağmen devletçilik Altı Ok’a dahil edilmiştir. Bu sayede Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük ekonomik büyüme oranlarını Atatürk döneminde yakalamış, dış borçlar ödendiği gibi yerli sanayi de kurulmuştur. Batılı ülkelerde işçi sınıfının haklarını elde etmesi uzun süren kanlı mücadelelere sahne olurken, ilerici Kemalizm anlayışı sayesinde Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yapılan 1961 anayasası ile bu haklar kolaylıkla sağlanmıştır.
Kemalist Devrim’in günümüzde belki de üzerinde en çok durulması gereken son ilkesi laikliktir. Laiklik yalnızca din ve devlet ya da dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine ve idaresine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Zira laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini tüm eksikliklerine karşın milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Sekülarizme dayalı olarak meşruiyetin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil ulus-devleti oluşturan halklardır. Bu nedenle demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Kemalist Devrim sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirmiştir. Onlarca Müslüman ülke içerisinde tek laik ve demokratik hukuk devleti olarak kalabilmiş Türkiye’nin başarısı da işte Mustafa Kemal’in bu ilerici uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Bugün maalesef bazı sözde demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü savunucularının laiklik karşıtı eylemleri desteklemeleri oldukça düşündürücüdür. Zira bu kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde savundukları halk iradesini egemen kılan bu prensibin yıpratılması ve şeyh, tarikat liderleri gibi teokrasiye dayalı otorite sahiplerini siyasette egemen kılmak yani demokratik halk iradesini gölgelemektir. Ancak demokrasi ancak demokrasiyi özümsemiş kurum ve bireylerle ayakta kalabilir. Gelişmiş, pekişmiş bir demokrasi Adam Przeworski’nin meşhur tabiriyle “şehirdeki tek oyun”dur. Bu tabirle kastedilen şey tüm siyasal ve sosyal aktörlerin demokrasiyi özümsemiş ve kendi içlerinde demokratik bir yapıyı kurmuş olmalarıdır. İşte bu nedenle hepimiz ordunun tüm diğer kurumlar gibi demokratikleştirilmesinden, itaat kültürünün yok edilmesinden ve ast-üst ilişkisinin demokrasiye uygun bir şekilde düzenlenmesinden yanayız. Ancak her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ni acımasızca eleştirenler söz konusu tarikat ve cemaatlerin iç yapısı olduğunda her nedense demokrasiyi rafa kaldırabilmekte ve açık bir çifte standart uygulaması yapmaktadırlar. Bugün ne acıdır ki şeyh-mürit ilişkisi demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmadığı halde özgürlük kavramının içi boşaltılarak bu yolla savunulmakta ve çeşitli tarikatların, cemaatlerin varlıkları ve siyasal ve ekonomik alanlardaki etkinlikleri insanlara zorla kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Oysa şeyhler Tanrı’nın elçileri değillerdir ve dahası demokratik bir şekilde başa geçmemişlerdir. Türkiye’de seçim sonuçlarını etkileyecek kadar etkili bir güce ulaşmış tarikatların varlığı demokrasi açısından çok büyük bir sorun teşkil etmektedir. Rahmetli İsmail Cem’in de belirttiği gibi demokrasi bir siyasal sistemden ziyade bir yaşam kültürüdür ve gelişmesi için aileden, okuldan, askeriyeden, camiden başlayarak her alanda geçerli kılınması gereklidir.
14 Nisan Cumhuriyet mitingiyle başlayan süreçte Kemalizm’in günümüzde yeniden ve güçlü bir şekilde canlanmaya başladığını görmekteyiz. Henüz bu yeniden dirilen akım toplumun büyük kesimlerine çeşitli nedenlerle (uygun bir siyasal platform ve organizasyon bulamayışı, Türk siyasetindeki dış etkiler, iktidar olanaklarını fütursuzca ve yasa dışı bir şekilde kendi partisi lehine kullanan ve din istismarı yapan AKP gibi büyük bir gövdenin bulunması vs.) ulaşamamış olsa da, toplumun çeşitli kesimlerinden hükümet ve Türkiye’nin iç ve dış siyaset yönetimine yönelen yüksek sesteki tepkiler Kemalizm’in yeni bir çıkışın eşiğinde olduğunun ispatı şeklinde nitelenebilir. Şimdi bu yükselişin üç temel nedeni üzerinde duralım.
Kemalizm’in Altı Ok’undan biri olan Kemalist milliyetçilik anlayışı Prof. Dr. Ümit Cizre’nin de belirttiği şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu millet sisteminden ulus-devlet anlayışına geçişi ve İmparatorluğunun travmatik etkiler yaratan toprak kayıplarından sonra gelen savunmacı bir refleksi yansıtmaktadır. Bu nedenle Kemalizm ve Cumhuriyetçiler Cizre’nin deyimiyle ülkenin sınırlarına ve toprak bütünlüğüne “varoluşsal” bir anlam yüklemiş ve toprak kayıpları olmaması konusunda oldukça katı bir tutum takınmıştır. 21. yüzyıl dünyasında başını ABD, İsrail ve AB’nin çektiği çeşitli makro siyasal projeler çerçevesinde öncelikli olarak Irak’ın kuzeyinde yaratılmak istenen ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içerisinde doğru genişlemesi hedeflenen Kürt devleti bu noktada daha çok merkez sol-sosyal demokrat eğilimli Türkiye’deki Cumhuriyetçi kesimlerin olağan dışı koşullar nedeniyle doğal olarak kendilerini 1920’li yılların koşullarında hissetmelerine ve Kemalizm’e sarılmalarını gündeme getirmektedir. Yani Kemalizm’in yeniden yükselişin ilk ve en önemli nedeni Türkiye’nin toprak bütünlüğünün emperyalist bir proje olan Kürt devleti nedeniyle tehdit altında olmasıdır. Bu olağan dışı koşullarda elbette olağan dışı (yani çok partili demokrasi öncesi Milli Mücadele ve devrim süreci) dönemin ürünü olan Kemalizm sosyal demokrasinin yerini almakta ve kitlelerin temel referansı haline gelmekte ve hızla güçlenmektedir.
Kemalizm’in yeniden doğuşunu sağlayan ikinci önemli neden ise günümüzde iktidardaki liberal İslamcı partinin Osmanlı Devleti’nin çöküşüne de neden olan yarı-teokratik yapısı ve geri kalmışlığını çağrıştıran bazı uygulama ve anti-seküler söylemleri hem kendi siyasal hedefleri ve hem de ABD’nin Türk devletine biçtiği “ılımlı İslam devleti” projesi doğrultusunda sürekli gündemde tutmasıdır. 12 Eylül’den bu yana Türk devleti ve toplumuna egemen kılınmaya çalışılan İslamizasyon projesi ve mafya-tarikat-siyaset-ticaret düzeni doğal olarak Cumhuriyetçi kesimlerde büyük bir korku uyandırmakta ve aslında demokrat-özgürlükçü bir çizgide bu kesimlerin Kemalizm’in 1920’lerde oluştuğu normal üstü koşullarının varlığını günümüzde de hissederek kurucu ideolojiye sıkı sıkıya bağlanmalarına yol açmaktadır. Elbette somut siyasal hedeflerden yoksun böyle bir eğilim demokrasi dışı söylem ve uygulamaları güçlendirirken, demokrasiyi Cumhuriyet’in tasfiyesi aşamasına kadar getiren karşı devrimcilerin toplumsal uzlaşmaya yanaşmamaları sorunların demokrasi içerisinde halledilmesini daha zor bir hale getirmektedir.
Kemalizm’in adeta yeniden doğuşunu çağrıştıran tepkilere zemin hazırlayan üçüncü önemli neden ise, küreselleşme sürecinde IMF programları ve borsa vurgunlarıyla günden güne fakirleşen Türkiye’de artık emekçileri neredeyse kölelik düzeyine indirgemeye çalışan vahşi liberal bir programın Sosyal Güvenlik Reformu adıyla AKP hükümeti tarafından uygulamaya geçirilmeye çalışılmasıdır. Türban tartışmaları gibi oyalama taktikleriyle üstü örtülmek istenen toplum için aslında daha temel ve önemli olan ekonomik altyapı değişikliğidir. Bu reform paketiyle Türk işçisi ve memuru sözleşmeli ve yabancı devletlerin yönlendirdiği küresel dünya ekonomisine hizmet edecek köleler olarak düşünülürken, AKP’nin palazlandırdığı yeni burjuvazi milli kimliğinden tamamen sıyrılarak uluslararası sermaye ile çeşitli ittifaklar kurmakta ve komprador kimliğini güçlendirmektedir. İşte bu son derece tehlikeli ekonomik dönüşüm Kemalizm’in günümüze dek son derece kısıtlı bir ölçekte de olsa uygulanabilmiş Halkçı-Devletçi sosyal ekonomi politikaları sayesinde hak sahibi olmuş milyonları tepkiye sevk etmekte ve toplumun emekçi-memur katmanları sınıfsal çözüm yolunu yine Kemalizm’de bulmaktadırlar. Bu üç temel mesele;
-Kürt devletinin oluşumu sürecinde Türk devletinin sınırlarının değiştirilmeye ve Türk kimliğinin zayıflatılmaya çalışılması
-Dine dayalı yarı teokratik ılımlı bir düzenin hükümet edenler ve dışarıdan kumanda edenlerin projeleri doğrultusunda ülkede hakim kılınmaya çalışılması
-Vahşi küreselleşme nedeniyle sosyal hakların tamamen geri alınmaya çalışılması
Altı Ok’unun tamamı ve özellikle halkçılık-devletçilik ve demokrasi temelli yeni bir değerlendirmesiyle Kemalizm’in yeni bir çıkışın eşiğinde olabileceği umudunu taşımamızı sağlamaktadır. Ancak bunun için ön yargısız ve bütüncül bir sosyolojik analize dayanan sağlam bir ideolojik çerçeveye, güçlü, aktif ve halka açık bir örgüt ve siyasal organizasyona ve en önemlisi cesur ve inanmış partililere ihtiyaç duyulmaktadır.
Kemalizm ve Kemalist Devrim’le alakalı genel bir değerlendirme yapmak gerekirse Mustafa Kemal’in ölümsüz eseri olan Kemalist Devrim; Kurtuluş Savaşı süreciyle başlamış, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutları olan çok kapsamlı bir devrim, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Eğer küreselleşme çağında karşı karşıya kaldığı tüm tehditlere rağmen hala ayakta kalabiliyorsa Jakoben özelliklerine ve halka Atatürk’ün ölümü sonrası gerektiği şekilde ve doğru bir biçimde yayılamamasına rağmen sosyal bir devrim olmadığını iddia etmek zordur. Zaten Kemalist Devrim’in izleri ve toplumsal tabanı İttihat ve Terakki döneminde rahatlıkla bulunabilir. Napolyon’un söylediği gibi “süngülerle her şey yapılabilir ama üzerine oturulamaz” (Kışlalı, sayfa 50). Yani tarihte toplumsal tabanı olmayan hiçbir hareketin başarıya ulaşma şansı yoktur. Kemalist Devrim hakkındaki yanlış ancak yaygın bir kanı devrim ideolojisinin “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak” ülküsünün salt bir Avrupacılık-Batıcılık eğilimiyle özdeşleştirilmesidir. Oysa Avrupa’nın bilim, kültür ve sanat alanındaki başarılarından övgüyle söz etmesine karşın emperyal siyasal yapısı hakkında sık sık eleştirilerde bulunan Mustafa Kemal’in bu sözle kastettiği dünyanın neresinde olursa olsun tüm ilerici ve gelişmiş düşünce ve uygulamaların gerisinde kalınmamasıdır. Mustafa Kemal tarihin gördüğü en büyük devrimcilerden biri olarak tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine imzasını atmıştır. Ve tarih tüm saptırma çabalarına karşın onu böyle yazmaya devam edecektir. Kemalizm uygun bir siyasal platform bulduğunda 21. yüzyıl Türkiye’sinde karşı devrimcilerin provokatif söylem ve uygulamaları ile dünya siyasal sistemindeki hegemonik güçlerin Türkiye’ye biçtiği yanlış ve sakat rol nedeniyle kaçınılmaz olarak yeniden güçlenecek ve iktidarın en büyük alternatifi olacaktır.
KAYNAKLAR
-Kışlalı, Ahmet Taner, "Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği", 1993, İstanbul: İmge Yayınevi
-Avcıoğlu, Doğan, "Türkiye’nin Düzeni", 1974, İstanbul: Cem Yayınevi
-Özbudun, Ergun & Kazancıgil, Ali, “Atatürk: Founder Of A Modern State”, 1986, London: C. Hurst
-Heper, Metin, “İsmet İnönü: The Making Of A Turkish Stateman”, 1998, Boston: Brill
-Mango, Andrew, “Kemalism In A New Century”, Brian W. Beeley’in “Turkish Transformation: New Century New Challenges” kitabından, 2002, Huntington: The Eothen Press, 22-36
-Ahmad, Feroz, “İttihatçılıktan Kemalizme”, 1999, İstanbul: Kaynak Yayınları
-Cizre, Ümit, “Turkey’s Kurdish Problem: Borders, Identity and Hegemony” Brendan O’Leary’nin “Right-Sizing the State” kitabından, 2001, Oxford University Press
Bu konuyu anlattığım Kanal B'de yayınlanan Bekleme Odası adlı televizyon programını izlemek için buraya tıklayınız.
Ozan Örmeci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder