26 Haziran 2024 Çarşamba

Yaşar Yakış'ın Ardından...



Giriş

Dün A milli futbol takımımızın EURO 2024'te bir üst tura yükselme heyecanını yaşarken aldığım bir haber beni oldukça üzdü... Birçok ulusal ve uluslararası kitabıma destek olmak ve genç meslektaşlarımla birlikte bize yol göstermek için yıllardır ricalarımızı kırmayarak eserlerimize Önsöz yazan değerli diplomatımız ve Dışişleri eski Bakanımız Sayın Yaşar Yakış'ın maalesef 85 yaşında vefat ettiği duyuruldu.

Öncelikle değerli devlet büyüğümüze Allah'tan rahmet, sevenlerine ve Türk milletine de başsağlığı diliyorum. Bu yazıda, Yaşar Yakış'ın hayatı ve Türk dış politikasına dair bazı tavsiyelerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yaşar Yakış'ın Biyografisi

1938 Akçakoca-Düzce doğumlu olan Yaşar Yakış, Türkiye standartlarında Anadolu'dan çıkan yetenekli ve azimli bir insanın nasıl başarılı bir diplomatik kariyer yapabileceğinin canlı örneği olmuş önemli bir devlet adamıdır. 1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olan Yakış, aynı yıl Dışişleri Bakanlığındaki görevine başlamıştır. Yakış'ın diplomatik kariyerindeki ilk görev yeri Anvers Başkonsolosluğu Muavin Konsolosluğu olmuş, daha sonra ise diplomatik kariyerini sürdüren Yakış, Kahire (Mısır), Riyad (Suudi Arabistan) ve Şam (Suriye) gibi Ortadoğu siyaseti açısından kritik başkentlerde Büyükelçilik yaparak büyük deneyim kazanmıştır. Büyükelçilik ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı görevlerinin yanı sıra, İslam İşbirliği Teşkilatı (eski adıyla İslam Konferansı Örgütü), NATO ve Birleşmiş Milletler gibi önemli uluslararası kuruluşlarda Türkiye adına kritik diplomatik görevler de ifa eden Yaşar Yakış, diplomatik kariyerinin ardından ise aktif siyasete atılmış ve kurucularından olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ilk Dışişleri Bakanı (2002-2003) ve Düzce milletvekili (2002-2007, 2007-2011) olarak görev yapmıştır. Yakış, ek olarak, 2003-2011 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanlığı ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu eşbaşkanlığı ile 2007-2011 arasında TBMM Fransa Dostluk Grubu Başkanlığını yapmıştır.

Evli ve bir çocuk babası olan Yakış, diplomatik ve siyasi kariyerinde birçok başarıya imza atmıştır. Fransızca, İngilizce ve Arapça bilen kültürlü bir devlet adamı olan Yaşar Yakış’ın Fransa-Türkiye ilişkilerine katkıları nedeniyle Legion d'Honneur nişanı alması, İtalyan Hükümeti tarafından Stella della Solidarieta Italiana nişanıyla ödüllendirilmesi ve aynı şekilde Suudi Arabistan-Türkiye ilişkilerinde yaptığı atılımlar nedeniyle Suudi Hükümeti tarafından Kral Abdülaziz nişanı (birinci derece) ile taltif edilmesi, bu başarıların somut göstergeleri olmuştur. Yakış, Ortadoğu siyasetindeki engin birikimi ve deneyimlerini akademik bazı çalışmalarla da göstermiş ve T.C. Dışişleri Bakanlığı tarafından Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanan Türkiye, Suriye ve Irak Arasında Su Sorunları adlı önemli bir kitap da kaleme almıştır. Yakış'ın Türk dış politikasına bir diğer somut katkısı ise, Türkiye ile Birleşik Krallık ilişkilerini geliştirmek adına oluşturulan Tatlıdil Forumu'nun (Sweet Talk Forum) kurulmasına ön ayak olması ve bir süre bu platforma eşbaşkanlık yapması olmuştur. Yakış, diplomatik ve siyasi kariyeri sonrasında akademik çalışmalara yönelmiş ve İngiltere'de Oxford Üniversitesi'nde ve Ankara'da Bilkent, Hacettepe ve TOBB Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler alanında ders vermiştir.

Yaşar Yakış'ın Türk Dış Politikası'na Dair Bazı Tavsiyeleri 

Kurucusu olduğu AK Parti'ye yönelik eleştirileri nedeniyle partiden dışlanması sonucunda son yıllarda televizyon kanallarında pek görülmeyen Yaşar Yakış, buna karşın çeşitli internet platformlarında katıldığı yayınlar, kitaplarıma yazdığı Önsöz bölümleri ve düzenlenen bazı akademik etkinliklere katılımı sayesinde Türk Dış Politikası'na dair onlarca yıllık kariyerinden süzülüp gelen değerli bazı bilgi ve tüyoları benimle ve Türkiye kamuoyuyla paylaşmıştır.

Yaşar Yakış'ın Ortadoğu siyaseti ve Türkiye'nin Ortadoğu politikasına dair iki kritik tavsiyesi olmuştur. Bunlardan ilki, Türkiye'de halk ve mevcut devlet elitinin çok sık kullandığı Osmanlı tarihsel referanslarının Arap dünyasında aynı şekilde algılanmadığı hususu üzerinedir. Arapların önemli bir bölümünün Osmanlı'yı kendi bağımsızlıklarını geciktiren farklı türde bir emperyalist devlet gibi gördüğünü söyleyen Yakış, bu bağlamda Suriye'de görev yaparken yaşadığı Suriye'nin ulusal bayramlarında Türk diplomatik temsilciliklerine taş atılması hadisesinden bahsetmiştir. Yakış'ın Arap dünyasına dair ikinci tavsiyesi ise, özellikle Arap Baharı sürecinde demokratikleşme ve liberalleşme düsturuyla Türkiye'nin Arap devletleri içerisinde özgür seçimleri teşvik eden İslamcı organize grupları (Müslüman Kardeşler veya İhvan) aktif şekilde desteklemesi hakkında olmuştur. Bu politikaya ilkesel olarak karşı çıkmamasına karşın, bu siyasanın Arap devletleri içerisinde taraf tutma ölçüsünde icra edilmesine karşı çıkan ve monarşilerin gücünü bilen Yakış, Arap ülkelerinin birbirleriyle ve kendi içlerinde yaşadığı sorunlarda Ankara'nın kolaylaştırıcılık ve arabuluculuk dışında bir rol üstlenmesine itiraz etmiş ve taraf tutmayan ulusal çıkarlar odaklı bir siyaseti önermiştir. Daha somut söylemek gerekirse, Batılı ülkelerin Ortadoğu'daki etkisini de bilerek ve gözeterek, Yakış, Türkiye'ye daha dengeli ve İhvan/Hamas çizgisiyle özdeşleşmekten kaçınan bir diplomatik rotayı tavsiye etmiştir.

Yaşar Yakış'ın Türk Dış Politikası'na dair bir diğer önemli tavsiyesi ise Batı-Rusya dengesi bağlamında olmuştur. Batılı kurumlara üyeliği her zaman destekleyen ve Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sürecine yönelik müspet bakışını -Bakanlığı döneminde- Kıbrıs'ta Annan Planı doğrultusunda federatif çözüme destek vererek de gösteren Yakış, buna karşın Batı'ya tek taraflı olarak güvenmeyi de hatalı bulmuş ve büyük bir güç olarak değerlendirdiği Rusya ile ilişkilerde daima dengeli ve akılcı davranmayı salık vermiştir. Bu anlamda, Yakış, Realizm ile İdealizm arasında bir tür uzlaşı ve dengeyi savunan makul bir diplomat ve devlet adamı olmuştur.

Yaşar Yakış'ın son yıllarda ısrarla vurguladığı bir diğer konu ise, ülkemizde dış politikanın giderek akıl, bilim ve gerçekler yerine duygular odaklı icra edilmesi ve iç politik hedeflerin dış politikaya yön vermesi eğilimi olmuştur. Diplomasiyi daha teknik bir alan gören ve değerlendiren Yaşar Yakış, bu anlamda iç siyasette kazanımlar adına dış politikanın şekillendirilmesine karşı çıkmıştır. Bu yönüyle, Yakış'ın, AK Parti öncesi dönemde Türkiye'de devletin özerk bir aktör olarak dış politikaya yön verdiği ve daha Batıcı hareket ettiği dönemin devamını temsil ettiği söylenebilir.

Sonuç 

Sonuç olarak, başarılı ve güzel bir diplomatik kariyerin canlı bir örneği olan merhum Yaşar Yakış, ülkemizde gençlere iyi bir rol model olarak daima hatırlanacaktır. Yakış'ın eleştirileri de kuşkusuz çok değerli ve önemlidir. Ancak devlet geleneği çok güçlü bir olan Türkiye'de, ne geçmişte, ne günümüzde, ne de gelecekte hiçbir şeyin sanıldığı kadar tesadüfi yaşanmadığını bilmek ve tek adam sistemi eleştirilerine karşın, ülkemizde politikaların -tepkileri göğüslemek pahasına- belirli zorunluluklar ve riskler nedeniyle iyi düşünülerek alındığını ve amacın hep daha büyük ve güçlü bir Türkiye kurmak olduğunu daima akılda tutmak gerekmektedir. Değerli diplomatımız için bir kez daha Allah rahmet eylesin diyorum...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ 

25 Haziran 2024 Salı

Avrupa Futbol Şampiyonası'nın Geçmişi ve Türkiye'nin Önceki Performansları


İkinci Dünya Savaşı sonrasında, önceki dönemden ciddi dersler çıkaran ve askeri ve ekonomik güç eksenli hamaset yerine ekonomik entegrasyon ve siyasi iş birliği temelinde yeni ve daha başarılı bir sistem kurmayı başaran Avrupa ulusları, artan siyasi ve ekonomik ilişkilerine paralel olarak, kendi özerk kurumlarını ve turnuvalarını da yıllar içerisinde oluşturmuş ve kurumsallaştırmıştır. Öyle ki, 1954 yılında Avrupa futboluna yön vermesi için kısaca UEFA olarak bilinen Avrupa Futbol Federasyonları Birliği'ni (İngilizce: Union of European Football Associations; Fransızca: Union des Associations Européennes de Football; Almanca: Vereinigung Europäischer Fußballverbände) İsviçre'de oluşturan Avrupa ulusları, ünlü Fransız futbol yöneticisi Henri Delaunay'ın yıllar öncesinden hayal ettiği Avrupa Futbol Şampiyonası'nı da 1960 yılından itibaren her dört yılda bir düzenlemeye başlamışlardır.

UEFA, Avrupa futbol ekonomisinin milyar dolarları aşan yüksek etkisi ve gücü sayesinde, bugün tam 55 devletin üye olduğu ve etki alanı Avrupa kıtasının dışında çok daha uzak ülkelere/coğrafyalara kadar ulaşabilen etkili bir yapıdadır. Nitekim 27 Avrupa Birliği (AB) üyesi devletin yanı sıra, Andorra, Arnavutluk, Azerbaycan, Beyaz Rusya (Belarus), Bosna Hersek, Cebelitarık (Gibraltar), Ermenistan, Faroe Adaları, İngiltere, Galler, Gürcistan, İskoçya, İsrail, İsviçre, İzlanda, Karadağ, Kazakistan, Kosova, Kuzey İrlanda, Kuzey Makedonya, Liechtenstein (Lihtenştayn), Moldova, Norveç, Rusya (Ukrayna savaşı nedeniyle üyeliği geçici olarak askıya alınmıştır), San Marino, Sırbistan, Türkiye ve Ukrayna da UEFA üyesidirler. Bu anlamda, UEFA, Avrupa kültürü, normları ve futbol ekonomisinin Avrupa dışında Kafkasya (Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan sayesinde), Orta Asya (Kazakistan ve Rusya sayesinde) ve hatta Ortadoğu'ya (İsrail ve Türkiye sayesinde) kadar ulaşabilmesini sağlamaktadır.

1960 yılından beri -bu turnuva da dahil olmak üzere- toplam 17 defa düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası (kısaca EURO) ise, ulusüstü (supranasyonal) bir yönetim anlayışını öngören Avrupa Birliği projesinin başarısına karşın, Avrupa halklarının kendi ulusal kimliklerini koruyabilmeleri ve futbol endüstrisi alanındaki gelişimlerini gösterebilmeleri anlamında önemli bir mihenk taşı olmuştur. İlk turnuvalarda yalnızca 4 takımın mücadele ettiği Avrupa Futbol Şampiyonası, 1980'den itibaren 8 takım, 1996'dan itibaren 16 takım ve 2016'dan itibaren 24 takıma yarışma şansı vererek, giderek daha kapsayıcı ve büyük bir etkinliğe dönüşmüştür.

Avrupa Futbol Şampiyonası'ndaki şampiyonluk sayıları, kuşkusuz futbol endüstrisinin gelişimini göstermesi bakımından önemli bir kriterdir. Bu bağlamda, şampiyonluk sayıları şöyledir:

İspanya: 3 şampiyonluk (1964, 2008, 2012),

  • Almanya: 3 şampiyonluk (1972, 1980, 1996),
  • İtalya: 2 şampiyonluk (1968, 2020/21*),
  • Fransa: 2 şampiyonluk (1984, 2000),
  • Rusya/SSCB: 1 şampiyonluk (1960),
  • Çekya/Çekoslovakya: 1 şampiyonluk (1976),
  • Hollanda: 1 şampiyonluk (1988),
  • Danimarka: 1 şampiyonluk (1992),
  • Yunanistan: 1 şampiyonluk (2004),
  • Portekiz: 1 şampiyonluk (2016).

Bu bağlamda denilebilir ki, Avrupa'nın futbol endüstrisi ve branşında ileri gitmiş ve organize bir sistem kurmayı başarmış ulusları İspanya, Almanya, İtalya ve Fransa'dır. Ayrıca Premier League sayesinde büyük bir ekonomik gücü ve etkisi olan İngiltere (Birleşik Krallık), yıllar içerisinde kendisine özgü bir futbol ekolü oluşturmayı başaran Hollanda, son yıllarda çok başarılı bir sistem kuran ve hep zirvelerde yer alan Portekiz de Avrupa'nın önemli futbol ekolleridir.

Avrupa Futbol Şampiyonası'na ev sahipliği yapmak da önemli bir ekonomik etkinlik ve prestij meselesi olup, şimdiye kadar düzenlenen 17 turnuvanın 13'ü tek bir ülke tarafından, 4'ü ise birkaç ülke tarafından ortaklaşa düzenlenmiştir. 3 defa ev sahibi ülke olan Fransa (1960, 1984, 2016) ile 2 defa turnuvayı düzenleme hakkı elde eden İtalya (1968, 1980) ve Almanya (1988, 2024) bu konuda başı çeken devletler olurken, İspanya (1964), Belçika (1972), Yugoslavya (1976), İsveç (1992), İngiltere (1996) ve Portekiz (2004) de diğer ev sahipleri olmuşlardır. Son yıllarda ise birkaç ülkenin birlikte şampiyonaya ev sahipliği yapması anlayışı kabul görürken, EURO 2000'i Belçika ve Hollanda, EURO 2008'i Avusturya ve İsviçre, EURO 2012'yi Polonya ve Ukrayna ve 2021'de düzenlenen EURO 2020'yi 11 farklı UEFA üyesi (Almanya, Azerbaycan, Danimarka, Hollanda, İngiltere, İskoçya, İspanya, İtalya, Macaristan, Romanya, Rusya) birlikte düzenlemişlerdir. EURO 2028'i Birleşik Krallık ve İrlanda ortak düzenleyecekken, EURO 2032 ise Türkiye ve İtalya ortaklığında yapılacaktır. Bu anlamda, Avrupa Futbol Şampiyonaları, mümkün olduğunca farklı coğrafyalara/ülkelere açılarak, Avrupa kültürü ve "fair play" ruhuna uygun centilmence rekabet anlayışını toplumlara yaymak ve siyasi meselelerde de benzer şekilde çatışmasız mücadele anlayışını empoze etmek arayışındadır.

EURO 2032'ye İtalya ile birlikte ev sahipliği yapacak olan 1999'dan beri AB tam üye adayı bir devlet olan Türkiye ise, bu turnuvayla birlikte 6 defa Avrupa Futbol Şampiyonası'na katılmış önemli bir Avrupa futbol ülkesidir. İlk kez Fatih Terim antrenörlüğünde İngiltere'de düzenlenen EURO 1996'ya katılan ay-yıldızlılar, bu turnuvayı gol atamadan 0 puanla kapatmasına karşın, ilerleyen yıllarda önemli başarılar kazanmıştır. 2000 yılında Mustafa Denizli antrenörlüğünde çeyrek finale kadar yükselen Türkiye, EURO 2008'de ise yine Fatih Terim antrenörlüğünde en büyük başarısını elde etmiş ve yarı finale kadar yükselmeyi başarmıştır. Türkiye, Fatih Terim liderliğinde EURO 2016 ve Şenol Güneş liderliğinde EURO 2020'de ise grup aşamasında elenmiştir. İtalyan futbol adamı Vincenzo Montella antrenörlüğündeki Türkiye, EURO 2024'te grup aşamasından çıkma anlamında ciddi şansa sahiptir. Ancak diğer takımların çok güçlü olması nedeniyle, son 16 turunun ötesine geçebilmek, Türk spor kamuoyunca pek beklenmemektedir. Lakin Türkiye'nin ilerleyen yıllarda muazzam başarı potansiyeli olup, özellikle Arda Güler ve Kenan Yıldız gibi genç ve yetenekli oyuncularıyla, ay-yıldızlarının ilerleyen yıllarda yeniden üst sıralara oynaması olasılık dahilindedir.

Son olarak, Avrupa Futbol Şampiyonası, küçük çapta bir Dünya Kupası gibi, muazzam insan hareketliliği, ciddi bir ekonomik ivmelenme ve farklı uluslar/devletler arasında kurallara dayalı centilmence rekabet gibi müspet unsurları ile, günümüzün çağdaş Avrupası'nın önemli bir kazanımı olup, Türkiye'nin de bu seviyelerde yer alması kendisi adına çok faydalıdır. Zira ekonomide ve sanatta olduğu gibi, Avrupa kıtası, halen sporda özellikle futbolda da dünyanın zirvesindedir. Türkiye de, bu nedenle, hem spor, hem de ekonomik anlamda ilerleyebilmek için Doğu kadar Batı ile de bağlarını güçlendirmeli ve özellikle İtalya ile birlikte ev sahipliğini yapacağı EURO 2032'ye çok iyi hazırlanarak, bu turnuvada zirvede yer almalıdır.

* Koronavirüs pandemisi nedeniyle EURO 2020, 2021 yılında düzenlenmiştir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

16 Haziran 2024 Pazar

Fransa Sandık Başına Gidiyor


Giriş

6-9 Haziran 2024 tarihlerinde yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde liberal çizgideki partisi Rönesans (Renaissance) ile Avrupa basınında aşırı sağ olarak nitelendirilen Ulusal Birlik Partisi (RN) karşısında ağır bir hezimet yaşayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, birçoklarınca "kumar" olarak nitelendirilen tartışmalı bir karar alarak, Ulusal Meclis'i feshettiğini açıkladı. Bu şekilde, Fransa'da, 30 Haziran ve 7 Temmuz 2024 tarihlerinde 577 sandalyeli Ulusal Meclis'in yeni temsilcilerini ve yeni hükümeti belirlemek için yapılacak parlamento seçimleri için harekete geçildi. Bu yazıda, 2024 Fransa parlamento seçimlerini ve Fransa'nın siyasi gidişatını değerlendireceğim.

Fransa'da 2024 Avrupa Parlamentosu Seçimleri: Aşırı Sağ Meşruiyet Kazanıyor

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Avrupa Parlamentosu seçimleri, bilhassa Fransa özelinde değerlendirildiğinde, seçmenlerin yoğun ilgi gösterdiği ve büyük önem verdiği bir seçim değildir. Fransız halkı, yarı-Başkanlık sisteminin doğal bir sonucu olarak, her 5 yılda bir yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve Cumhurbaşkanı ile uyumlu çalışacak parlamento ve hükümetin belirleneceği parlamento seçimlerine daha büyük önem atfederken, AP seçimlerine katılım oranı da neredeyse her zaman bu iki seçimin altında kalmaktadır. Somut rakamlarla konuşmak gerekirse, 1965 yılından beri Fransa'da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım ortalama yüzde 70'lerde, hatta zaman zaman yüzde 80 düzeylerinde gerçekleşmesine karşın, son üç (2014, 2019 ve 2024) AP seçiminde, seçmen katılımı, sırasıyla, yüzde 42,43, yüzde 50,12 ve yüzde 51,83 düzeyinde olmuştur. Yani bu sonuçlarda etkili olan birincil faktör, ortalama Fransız seçmenin AP seçimlerine yoğun ilgi göstermemesi ve ülkedeki siyasal sistemin doğal bir sonucu olarak, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini daha önemli/kritik algılamasıdır.

Üstelik, Fransız halkı, AP seçimlerinde tepkisel oy verme davranışını da yaygın şekilde tercih edebilmektedir. Nitekim bu minvalde değerlendirildiğinde, aşırı sağcı RN'nin 2024 AP seçimleri sonucunda ani gibi algılanan çıkışının gerçek olmadığı belirtilmeli ve Jordan Bardella-Marine Le Pen liderliğindeki Avrupa-şüphecisi (Euroskeptic) partinin FN (Ulusal Cephe) adıyla 2014 AP seçimlerini (yüzde 24,86 oyla) ve RN adıyla 2019 AP seçimlerini de (yüzde 23,34) birinci sırada tamamladığı hatırlanmalıdır. Yani RN'nin AP seçimlerinde birinci parti olması, aslında son üç seçimdir yaşanan bir durumdur. Ancak elbette, bu defa, RN'nin oy oranı ciddi anlamda yükselmiş ve diğer merkez partiler de önemli oy kayıpları yaşamışlardır. Fransa'da AP seçimlerindeki taktik ve tepkisel oy verme kalıbına bir diğer örnek ise, normalde oy oranı oldukça düşük olan Ekolojistler (LE) partisinin 2019 AP seçimlerinde yüzde 13,48 oyla üçüncü sıraya yükselmesidir. Bu anlamda, yalnızca AP seçimlerinden yola çıkarak Fransa'nın aşırı sağın kontrolüne girdiğini iddia etmek hatalı ve bilinçsiz bir yorum olacaktır.

Fransa'da 2024 AP seçimlerinde partilerin/blokların oy oranları

Kaynak: https://results.elections.europa.eu/en/france/

Buna karşın, Fransa'da aşırı sağın yükselişi kesinlikle bir abartı da değildir. Zira 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turunda Macron karşısında Marine Le Pen'in aldığı yüzde 33,90 oy ve sonrasında Le Pen'in 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turunda ulaştığı rekor düzeydeki yüzde 41,45 oy, Le Pen ve RN'nin gerçekten de her geçen gün Fransa siyasetinde yükseldiğini ortaya koymaktadır. Nitekim bu seçimlerde de, RN, Le Pen'in koşulsuz desteklediği genç ve karizmatik siyasetçi Jordan Bardella liderliğinde yüzde 31,37 oya ulaşmış ve Fransa'nın AP'ye gönderdiği 81 milletvekilinden 30'unu kazanmıştır. Valérie Hayer liderliğindeki Macron'un partisi Rönesans'ın da dahil olduğu merkez blok (Besoin d'Europe) yüzde 14,60 oyla ancak 13 AP milletvekilliği kazanabilirken, Raphaël Glucksmann liderliğindeki Sosyalist Parti'nin (PS) liderlik ettiği merkez sol blok da (Réveiller l'Europe) yüzde 13,83 destekle yine ancak 13 milletvekilliği elde etmiştir. Manon Aubry liderliğindeki aşırı sol Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) yüzde 9,89 oyla 9 milletvekilliği, François-Xavier Bellamy liderliğindeki merkez sağ Cumhuriyetçiler (LR) partisi yüzde 7,25 oyla 6 milletvekilliği, Marie Touissant liderliğindeki yeşil çizgideki Ekolojistler (LE) partisi yüzde 5,50 oyla 5 milletvekilliği ve Le Pen'in yeğeni Marion Maréchal Le Pen liderliğindeki aşırı sağcı "Reconquête!" (Yeniden Fetih) partisinin başını çektiği blok (La France fière/LFF) yüzde 5,7 oyla yine 5 milletvekilliği kazanmıştır.

2024 Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, Avrupa genelinde büyük bir aşırı sağa kayış olduğu iddiasını henüz desteklemese de, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya gibi ülkelerdeki tablo, aşırı sağın giderek daha fazla zemin, meşruiyet, görünürlük ve güç kazandığı ispatlamıştır. Fransa özelinde bu durum daha da belirgin hale gelmiş ve RN'nin oy oranı, en yakın rakibinin iki katından fazla olmuştur. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Macron, 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yapılan parlamento seçimlerinde zaten parlamento çoğunluğunu elde edemediğini düşünerek ve muhtemelen parlamento seçimlerini Fransız halkının aşırı sağ bir iktidar isteyip istemediği konusunda büyük bir referanduma dönüştürmenin merkez partileri güçlendirebileceğini umarak, kimilerine göre oldukça riskli bir karar almış ve seçim için düğmeye basmıştır. Ancak "Fransız halkının kararına saygı duyarak Cumhuriyetçi ruh doğrultusunda Ulusal Meclis'i feshetme kararı aldım" diye konuşan ve aşırı sağın yükselişini ve demagojiye dayalı taktiklerini eleştiren Macron'un kararı, Avrupa'da bazı tepkilere neden olmuş ve bu kararın Fransa'nın "Brexit" sürecini tetikleyebileceği endişeleri gündeme getirilmiştir.

Macron'un Seçim Kararı: Fransız Cumhurbaşkanı Ne İstiyor Olabilir?

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un seçim sonuçlarının belli olmasının hemen ardından iktidarda daha 3 yıl kalacağı garanti olmasına karşın parlamentoyu feshetme kararı alması, bence siyaseten iki şekilde yorumlanabilir. İlki, demin belirttiğim üzere, daha önce Fransa özelinde birçok defa işe yarayan "aşırı sağa karşı Cumhuriyetçi blokta birleşme stratejisi" olarak tanımlanabilecek siyasi taktikle alakalıdır. Aslında tabanı olmayan ve kısa bir süre Ekonomi Bakanlığı yaptığı merkez sol PS'den ayrıldıktan sonra neredeyse sıfırdan tek başına görkemli bir siyasi kariyer inşa etmeyi başaran Macron, Türkiye'de yansıtıldığının aksine, siyasi taktik anlamında Fransa'da eşine az rastlanır bir başarı örneğidir. Bunda, kuşkusuz, Macron'un çok önemli danışman gruplarıyla çalışması ve sermayedar kesimine yakın olması da önemli bir etkendir. Nitekim köklü bir merkez sol bir partiden ayrılıp, merkezde liberal çizgide yeni bir parti kurup ilk seçiminde Fransa Cumhurbaşkanlığını kazanıp, ikinci seçiminde de bunu koruyabilmek, kesinlikle kolay bir iş değildir. Bu bağlamda, Macron, her iki (2017 ve 2022) seçimde de, aşırı sağcı Le Pen'e karşı merkezdeki makul adayı profiliyle kazanmayı başarmış ve önceden var olmayan toplumsal tabanını kısmen oluşturmayı başarmıştır. Bu nedenle, Macron ve partisinin bu seçimi yeniden aşırı sağ ile bir tür hesaplaşma atmosferine sokmaya çalışması, bence akılcı bir hamle olabilir. Ancak elbette, bunun ne derece başarılı olacağını sonuçlar gösterecektir.

Macron ve Le Pen, son yıllarda Fransa'da iktidar için yarışan en önemli iki siyasetçi durumundalar

Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/fransada-macron-ve-le-pen-cumhurbaskanligi-icin-yeniden-yarisacak/2560549

İkinci ihtimal ise, Türkiye'ye benzer şekilde devletlilik olgusunun oldukça yüksek olduğu Fransa'da, Cumhurbaşkanı Macron'un -devlet kurumlarının da etkisiyle- Marine Le Pen'in 2027 yılındaki seçimlerde Cumhurbaşkanlığını kazanmasının artık önlenemez olduğu düşünerek, aşırı sağcı bir Başbakan (muhtemelen Jordan Bardella) ve aşırı sağın çoğunlukta olduğu bir koalisyon hükümetiyle Fransa'yı 2027 yılına hazırlamaya başlamasıdır. Bu şekilde, "cohabitation" döneminde, Macron, daha önceki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi yapılan tartışma programlarında görüldüğü üzere, Fransa'nın ve dünyanın siyasi/ekonomik gerçekleri ve bu konulardaki somut rakamlara pek de hâkim olmayan Le Pen ve partisini merkeze çekmek, iktidara hazırlamak ve iktidara gelmeleri ihtimalinde Fransa'nın Avrupa Birliği (AB) üyeliğini riske sokacak adımlar atmaktan uzak bir şekilde ilerlemelerini sağlamak istiyor olabilir. Bu bağlamda bir diğer husus ise, 2027'de anayasa gereği bir dönem Cumhurbaşkanlığına ara verecek olan Macron'un, aşırı sağın iktidarı sonrasında 2032'de halen oldukça genç bir siyasetçi olarak bir kez daha aday olmayı planlaması da olabilir. Ancak elbette, bunlar, Fransa siyasetini yakından takip eden birinin dışarıdan yaptığı ve kulis bilgilerine dayanmayan görüşlerdir.

2024 Fransa Parlamento Seçimleri

Peki, böyle bir ortamda gidilecek olan 2024 Fransa parlamento seçimlerinden ne gibi bir sonuç beklemek gerekir? Hakikaten de, belki de Fransa tarihinin sonucu en belirsiz seçimi olacak bu seçimler, Fransa'nın şampiyonluk beklediği 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası (EURO 2024) halen devam ederken ve 2024 Paris Yaz Olimpiyat Oyunları başlamadan birkaç hafta önce, gözlerin bir kez daha tamamen Fransa'ya çevrilmesine yol açacaktır. Geçtiğimiz ay Fransa'nın deniz aşırı topraklarından olan Yeni Kaledonya'da başlayan bağımsızlık odaklı isyan dalgasıyla çalkalanan Fransa'da, bu şekilde siyasi gündem ve krizler hiç bitmemektedir.

Fransa'da aşırı sağ karşıtı yürüyüşlerde ilginç anlar yaşanabiliyor

Kaynak: Le Monde

Parlamento seçimleri öncesinde en kritik hususlar ise, Cumhurbaşkanı Macron, Fransız devleti ve Fransız medyasının parlamento seçimlerini aşırı sağa karşı birleşme yönünde ne ölçüde etkileyecekleri ve elbette seçim öncesinde farklı siyasi partiler arasında kurulacak ittifaklar olacaktır. Bu bağlamda çok önemli bir gelişme bu hafta yaşanmış ve merkez sağ Cumhuriyetçiler (LR) partisi lideri Eric Ziotti, Bardella-Le Pen'in partisi aşırı sağcı RN ile seçim öncesinde ittifak kurmak istediklerini açıklamıştır. Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin partisi olan LR'nin liderinin bu açıklamayı yapması Fransa siyasetinin gündemine bomba gibi düşerken, ilerleyen günlerde bu konuda partide büyük tartışmalar yaşanmış ve henüz kesin bir karar açıklanmamıştır. Partideki tepkiler üzerine, Ciotti, ilerleyen günlerde Genel Başkanlık görevinden alınmıştır. Bir diğer önemli gelişme ise, özellikle merkez ve merkez sol medya kuruluşlarındaki yayınların ve Fransa'da halen oldukça güçlü olan işçi sendikalarının da etkisiyle, başkent Paris, Marsilya, Strasbourg, Bayonne, Nantes ve Valenciennes gibi büyük şehirlerde bu hafta içerisinde toplam 250.000 kişinin katıldığı aşırı sağ karşıtı büyük yürüyüşlerin/gösterilerin yapılması olmuştur. Bu şekilde, Cumhurbaşkanı Macron'un "Cumhuriyetçi blok" stratejisi için start verilmiş olabilir.

Jordan Bardella

Kaynak: Financial Times

İktidara hiç olmadığı kadar yaklaşan ve ilerlemeye başlayan yaşı nedeniyle 2027'de muhtemelen son kez Cumhurbaşkanı adayı olacak Marine Le Pen ise, uzun siyasi kariyerini Cumhurbaşkanlığı ile taçlandırmak istediği için, seçim öncesinde hazırlıklarına ağırlık vermektedir. Fransız milliyetçiliğinin yanı sıra, göçmenler ve İslamcılık karşıtı görüşleriyle bilinen Le Pen, seçimler öncesinde yine bu temaları kullanmakta ve Macron ve Jean-Luc Mélenchon gibi siyasetçileri "Islamo-gauchiste" (İslamcılık yanlısı solcular) olarak nitelendirmektedir. RN ve Le Pen'in bu seçimlerdeki bir diğer kozu da Fransa siyasetinin yükselen yıldızlarından olan genç parti lideri Jordan Bardella'dır. 1995 doğumlu ve henüz 29 yaşında olan Bardella, gençleri sandığa yönlendirmekte ve Fransa'nın siyasi sorunlarını gündeme getirerek milliyetçi tezlerine destek bulmakta oldukça başarılıdır. Genç siyasal analist Yunus Emre Erdölen'in "Fransa’nın toksik aşkı, aşırı sağcı Marine Le Pen’in yakışıklı maskotu" olarak yorumladığı Bardella, fakir göçmen mahallesi Saint Dennis'den çıkma, İtalyan asıllı ve bıçkın bir genç siyasetçi olarak oldukça dikkat çekmekte ve düzgün imajıyla bir anlamda ortalama Fransız seçmendeki aşırı sağ antipatisini yumuşatmayı başarmaktadır. Sosyal medyada büyük bir takipçi kitlesi olan Bardella'ya, genç destekçileri, "Kaptan, kaptanım, bize rehberlik etmene ihtiyacımız var" şeklinde bağlılıklarını gösterirlerken, Bardella da -Le Pen gibi- İslamcılık ve göçmen akını karşısında Fransızlık ve Hıristiyan değerlerini savunarak sağ seçmen nezdinde oldukça rağbet görmektedir.

Anketler

Parlamento seçimleri öncesinde henüz ittifak tablosu netleşmediği ve aşırı sağ karşıtı Cumhuriyetçi blok eylemleri daha yeni başladığı için yapılan anketlerin güvenilirliği tartışmalı olsa da, neredeyse tüm güncel anketler, parlamento seçimlerini Bardella-Le Pen ikilisinin yön verdiği RN'nin kazanacağını gösteriyor. RN, Cluster17'nin 11-13 Haziran 2024 tarihli anketinde yüzde 29,5, Opinion Way'in 12-13 Haziran 2024 tarihli anketinde ise yüzde 33 oyda gözüküyor. Bu durumda, yeni kurulacak hükümeti RN'nin oluşturması ve Bardella'nın Başbakan olarak atanması akla yakın bir ihtimal olarak duruyor.

Yine aynı anketlerde, aşırı sol LFI ve Fransız Komünist Partisi ile merkez sol PS ve LE'nin oluşturduğu Yeni Halkçı Cephe (Nouveau Front populaire/NFP) önemli bir sinerji yaratmayı başarmış ve yüzde 25 ila yüzde 28 arasında bir oy oranına ulaşmış gözüküyor. Seçimler öncesinde atılacak akıllı bazı adımlarla, sol-aşırı sol koalisyon, kısa sürede daha da yükselerek yüzde 30'ları yakalayabilir. Kolektif liderliği ön plana çıkaran NFP'nin Başbakan adayının kim olacağı da bu noktada önemli bir etken olabilir.

Macron'un Rönesans partisi ile birlikte merkezdeki MoDem, eski Başbakan Edouard Philippe'in kurduğu Horizons ve En Commun gibi partilerden oluşan "Ensemble" (Birlikte) ittifakı ise, yine aynı anketlerde yüzde 18-20 düzeyinde desteğe sahip olarak gözüküyor. Daha çok özel hayatı ve gençliğiyle gündeme gelen son Başbakan Gabriel Attal'ın da dahil olduğu bu blok, elbette, Macron'un desteği ve aşırı sağa karşı birleşme temelinde, ilerleyen günlerde oy oranını daha da yükseltebilir. Jordan Bardella gibi genç bir siyasetçi olan Başbakan Gabriel Attal ve bir ara Macron sonrasındaki ideal Cumhurbaşkanı olarak adı geçen eski Başbakan Edouard Philippe'in halen ciddi siyasi potansiyellerinin olduğu da biliniyor.

Güncel anketlerde yüzde 7 civarında desteğe sahip olan Cumhuriyetçiler (LR) partisinin seçim öncesinde alacağı karar ise kritik olacak. Cumhuriyetçilerin RN'yi desteklemesi, bu partinin birinci olmasını neredeyse garantileyecekken, seçimlere bağımsız girmeleri veya Macron'un blokunu desteklemeleri, kuşkusuz RN'nin başarı şansını azaltacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak, 2024 AP seçimleri ardından Fransa'da siyaset yeniden hareketlenirken, Avrupa Birliği'nin geleceğinin Fransa'daki siyasi gidişatla özdeşleşir hale gelmesi, aslında bir bakıma Fransızların gururunu da okşuyor olabilir. Zira bu şekilde, siyasi ve ekonomik açılardan son yıllarda Almanya'nın gölgesinde kalan Fransa, Brüksel'in geleceğinin kendi siyasi ve ekonomik esenliğiyle yakından alakalı olduğunu göstermektedir. Cumhurbaşkanı Macron, zayıf toplumsal desteğiyle bugünlere kadar başarıyla gelmiş çok iyi bir taktisyen olarak büyük bir risk almış ve aşırı sağa karşı kutuplaşma kozunu kullanarak, 2022'de kaybettiği meclis çoğunluğunu yeniden ele geçirmek istemektedir. Anketler, bunun gerçekçi olmadığını gösterse de, seçime kadar daha iki haftalık uzunca bir süre vardır ve bu süreçte kurulacak ve dağılacak ittifaklar, yapılan/yapılacak halk gösterileri ve Fransız merkez medyasının seçmen üzerindeki etkisi, kuşkusuz seçim sonuçlarını yakından etkileyecektir.

Son olarak, her ne kadar aşırı sağa sempati duymasam da, İtalya'da Meloni örneğinde olduğu gibi, aşırı sağı iktidara taşıyarak yumuşatma stratejisinin de Avrupa ülkelerinde son dönemde başarıyla uygulandığını sözlerimize eklemek gerekir. Zira Meloni ile birlikte İtalya AB'den ayrılma planını uygulamaya koymamış ve daha çok milliyetçilik ve göçmen karşıtlığı gibi temalar üzerinden siyasalarını oluşturmuştur. Bu da, aşırı sağın Türkiye'deki İslamcı hareket ve Recep Tayyip Erdoğan örneğinde olduğu gibi merkez sağa yerleştiği yeni bir trendi işaret ediyor olabilir. Bu nedenle, Le Pen'e ve partisine yönelik korkular anlaşılır olmakla birlikte, onun da iktidara gelmesi halinde "Frexit" yerine "uluslar Avrupası" temelinde farklı ve daha ulus-devletlere dayalı bir AB'yi oluşturmak yönünde adımlar atmasını beklemek bence daha gerçekçi olacaktır. Bu bağlamda en kritik husus ise, geleneksel olarak Rusya ile yakın ilişkileri ve dengeyi savunan Le Pen ve partisinin ABD ve NATO ile ilişkileri nasıl kurgulamak isteyecekleri olacaktır. Cumhurbaşkanı Macron'un da, genç yaşı da düşünüldüğünde, 2027 sonrasında Fransa ve uluslararası siyasette yer almaya devam etmesi bence güçlü bir olasılıktır.

Kapak fotoğrafı: https://gnews.org/m/2676002

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


14 Haziran 2024 Cuma

YASED Raporları Işığında Türkiye'ye Son Yıllarda Gelen Doğrudan Yabancı Yatırımların Analizi

 

Giriş

Gelişmekte olan ülkelerde ekonomik başarıyı etkileyen ve ekonomideki başarı ve fırsat algısını pozitif yönde geliştirererek yeni yatırımları tetikleyen önemli bir faktör de "doğrudan yabancı yatırım" veya "uluslararası doğrudan yatırım" şeklinde Türkçe'ye çevrilmiş olan "Foreign Direct Investment" olgusudur. Bu yazıda, Türkiye'deki uluslararası doğrudan yatırımların tek temsilcisi durumundaki YASED - Uluslararası Yatırımcılar Derneği'nin hazırladığı raporlar doğrultusunda, Türkiye'ye son yıllarda gelen doğrudan yabancı yatırımların menşei analiz edilecektir.

Doğrudan Yabancı Yatırım (FDI) Nedir?

Uluslararası literatürde kısaca FDI olarak bilinen doğrudan yabancı yatırım, "bir ülkedeki firma veya bireyin başka bir ülkede ticari amaçla yaptığı yatırımdır". Ekonomi Terimler Sözlüğü ise, doğrudan yabancı yatırımı şu şekilde tanımlamaktadır: "Yatırımcının yerleşiği olduğu ekonomi dışındaki bir ekonomide bir işletmenin yönetimini kontrol ettiği veya yönetiminde söz sahibi olduğu uzun vadeli bir yatırım şeklidir. Doğrudan yabancı yatırımda, yatırımcının işletmenin sermayesinde % 10 veya daha fazla paya sahip olması veya yönetimde söz sahibi olması esastır." Çok uluslu şirketler aracılığıyla yapılan doğrudan yabancı yatırım, kuşkusuz, bir ülkeye iyilik yapmaktan ziyade, kârlılık ve risk dengesi doğrultusunda ve sermaye sahiplerinin kendi ülkelerinden daha avantajlı koşullar elde etmeleri durumunda yöneldikleri bir seçenektir.

Doğrudan yabancı yatırımı kategorize etmek isteyen ekonomisler, genelde üç farklı tür üzerinde durmaktadırlar. Bunlar; dikey, yatay ve konglomera doğrudan yabancı yatırım olarak bilinmektedir. İlk tür olan Yatay Doğrudan Yabancı Yatırımda, yatırımcı, kendi ülkesinde faaliyet gösterdiği alan ile aynı niteliklere sahip olan bir yabancı şirkete yatırım yapmaktadır. İkinci tip doğrudan yatırım türü olan dikey doğrudan yatırımda, ana faaliyetler farklıdır. Ancak yine de, ana faaliyet ile bağlantısı bulunan yabancı bir şirkete yatırım yapılması söz konusudur. Üçüncü ve son tip olan konglomera doğrudan yabancı yatırımda ise, yatırımcı, kendi alanı ile ilişkisi bulunmayan bir yabancı şirkete yatırım gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla, konglomera modelinde, yatırımcının görece deneyimsiz olduğu bir sektöre yatırım gerçekleştirdiği dahil olduğu belirtilmelidir.

Türkiye'de Doğrudan Yabancı Yatırımlar

Her yeni kurulan devlet gibi, Cumhuriyet'in ilk yıllarında yerli sanayisini geliştirmeye yönelik olara daha devletçi-korumacı politikalar uygulayan Türkiye'de, ilk 1954 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde bu konuda bir yasa yapılmış ve 6224 sayılı Kanun ile dönemine göre oldukça liberal bir Yabancı Sermaye Kanunu anlayışı benimsenmiştir. 1960'lı ve 1970'li yıllarda ağır sanayi ihtiyacını karşılamak için yeniden kısmen korumacı politikalara yönelen Türkiye, bu konuda gerekli atılımları sağladıktan sonra ise, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında bir kez daha liberal anlayışa yönelmeye başlamıştır. Bu dönemde gerekli hukuki altyapıyı oluşturan Türkiye, buna rağmen doğrudan dış yatırım anlamında cazip bir ülke olmaya ancak 2000'lerde başlayabilmiştir. Macro Trends'in verilerine bakılacak olursa, ilk kez 1970 yılında doğrudan yabancı yatırım alan Türkiye'de, doğrudan yabancı yatırımların gayrisafi milli hasıladaki oranının yüzde 1'in üzerine çıkması ancak 2001 yılında gerçekleşmiştir. Bunun temel sebebi, 2000'ler öncesinde Türkiye'nin neredeyse her 10 yılda bir askeri darbe veya müdahalelerin (1960, 1971, 1980, 1997) yaşandığı ve hukuk devleti anlayışının oturmadığı istikrarsız bir görünüm çizmesi olmuştur.

2006-2008 döneminde Türkiye'ye gelen doğrudan dış yatırımda zirveye ulaşılmıştı

Bu bağlamda, kuşkusuz, doğrudan dış yatırım, bir ülkenin siyasi ve dış politik çizgisi ve hukuk düzeni algısıyla yakından alakalıdır. Örneğin, Türkiye'de ekonominin aslında dibe vurduğu 2001 yılında doğrudan yabancı yatırımların artmaya başlaması, 1999 yılında Helsinki Zirvesi ile Avrupa Birliği'ne aday ülke haline gelen Türkiye'nin üyeliğinin ciddi bir ihtimal haline gelmeye başlaması ve o dönemde iktidarda olan üçlü koalisyon (DSP-MHHP-ANAP) hükümetinin reformlar ve ulusal program hazırlamak yönündeki çabalarıdır. Nitekim Türkiye'de doğrudan yabancı yatırımların tarihteki en yüksek seviyesi (22 milyar doların üzeri-2007) ve oranına (gayrisafi milli hasılanın yüzde 3,24'ü-2006) ulaştığı dönem de 2006-2007 olmuştur ki, bu dönemin ayırt edici özelliği de Ankara'nın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP/AK Parti) iktidarı aracılığıyla AB ile 2005 yılı sonunda tam üyelik müzakerelerini resmen başlatması, AB üyeliği için kapsamlı bir reform sürecine -ana muhalefet partisi CHP'nin de desteğiyle hız vermesi- ve hukuk devleti algısını güçlendirmesi olmuştur. Bu sayede doğrudan dış yatırım düzeyi artan Türkiye, ilerleyen yıllarda AB üyeliği ve hukuk devleti algısı azaldıkça ise, daha az yatırım çekmeye başlamıştır. Yine de 2011 ve 2015 yıllarında Türkiye'nin iyi performans göstermesi dikkat çekicidir. 2021'den itibaren de doğrudan dış yatırımda yeniden bir hareketlenme gözlemlenmeye başlaması pozitif bir husustur.

Son Yıllarda Türkiye'ye Gelen Doğrudan Dış Yatırımlar

YASED yıllık raporuna göre 2021 yılında 14 milyar dolar düzeyini aşan ve 5 yıllık olumsuz trendin ardından yeniden yükselişe geçen Türkiye'ye gelen doğrudan dış yatırımlar, özellikle yabancılara yönelik konut satışları sayesinde yeniden pozitif yönlü bir ivme yakalamayı başarmıştır. Öyle ki, toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 41'i ve 5,8 milyar dolarlık önemli bir kısmı, yabancılara yönelik konut satışlarından elde edilmiştir. Yatırım sermayesi girişleri ise 7,6 milyar dolar ile en büyük orana sahip olan alan olmaya devam etmiştir. 

Türkiye için doğrudan dış yatırım alanında en kritik coğrafyalar Avrupa ve Birleşik Krallık olarak öne çıkıyor

Siyaset-dış politika alanında Türkiye'ye yön vermesi ve dikkate alınması beklenen önemli bir husus ise doğrudan dış yatırımların nereden geldiğiyle alakalıdır. Şöyle ki, 2021 yılında Türkiye'ye gelen doğrudan dış yatırımların yüzde 53'lük çok büyük kısmı, Avrupa Birliği ülkeleri ve Birleşik Krallık kaynaklıdır. Amerika kıtasının payı yüzde 16, Uzak Doğu'nun yüzde 11 ve Ortadoğu'nun payı yüzde 10 düzeyindedir. Bu anlamda, Türkiye'ye yönelik doğrudan dış yatırımlarda en çok öne çıkan ülkeler ise Birleşik Krallık (İngiltere), Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Hollanda, İsviçre, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Almanya, Lüksemburg ve Güney Kore'dir. 

Yorum ve Sonuç

Bu verileri yorumlamak gerekirse, Türkiye'nin son iki yılda toplam dış ticarette Rusya (1.) ve Çin Halk Cumhuriyeti (2.) gibi ülkelerle rekor düzeye ulaşmayı başarmasına karşın, yalnızca ihracatta değil, doğrudan dış yatırım anlamında da AB üyeleri, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile -tarihsel müttefiklik ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak- yakın ilişkilerinin olduğu ve bunların korunmasının gerektiği belirtilmelidir. Bu anlamda, Rusya ve Çin karşısında açık farkla "net ithalatçı" olan Ankara, bu tabloyu dengelemek adına mutlaka bu ülkelerle ticaretini dengeye getirmeli ve bu ülkelerden daha fazla doğrudan yatırım çekmeyi sağlamalıdır. Batı ile ilişkileri çok germemek, içeride -sistemik sorunlara rağmen- hukuk devleti ve demokratik düzene dönüşe gayret etmek ve Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Avrupa tarihi vs. gibi konuları iç siyasete kurban etmemek de Ankara adına akılcı bir tavır olabilir. Zira Türkiye için Batı pazarlarının kapanması veya doğrudan dış yatırımların azalması, ekonomi adına kalıcı zararlara neden olabilecektir. Bu doğrultuda, Batı ile ilişkileri germeden diğer coğrafyalara açılmak ve örneğin BRICS üyeliği gibi daha fazla doğrudan yatırım çekmeyi sağlayabilecek bir hedef gerçekleştirilebilirse, bu, kuşkusuz Türkiye'nin lehine bir durum oluşturabilecektir. Ancak bu adımların Batı ile koordineli ve kriz yaratmadan gerçekleştirilebilmesi elzem bir husustur. 

Dışişleri eski Bakanlarımızdan rahmetli İsmail Cem (1997-2002), dış politikayı "bir ülkenin milli menfaatlerinin matematiksel ifadesi" olarak tanımlarken, kuşkusuz güvenlikle birlikte ekonomik menfaatleri de vurgulamak istemiştir. Bu bağlamda, akılcı ve gerçekçi dış politika, ulusun ve devletin güvenliği, esenliği ve toplumun refahını sağlayacak temelde planlanmalı ve icra edilmelidir. Dünyada yeni gelişen trendler ve geleceğe yönelik stratejik adımlar da özenle düşünülmeli ve inceden hesap edilmelidir. Bu gerçekler doğrultusunda, Türkiye'nin krizlerle çevrili zor bir coğrafyada ve iç siyasetin kısır tartışmaları gölgesinde her şeye rağmen yine de akılcı ve iyi yönetildiğini söylemek mümkündür. Türkiye'nin komşusu sayılabilecek ülkelerdeki siyasi ve ekonomik zorluklar (Ukrayna, Suriye, Irak, İran, Ermenistan vs.) düşünüldüğünde, bu durum daha iyi anlaşılabilecektir. Ancak her şeye rağmen, bu tabloyu daha da geliştirecek husus ise, hukuk devleti ve demokratik düzen algısını pekiştirecek reformlar ve devlet organlarının uyumlu çalışabileceği ülkeye ve topluma uygun bir siyasi sistemdir. Bunun başarılması durumda, kuşkusuz, daha fazla doğrudan yatırımlarla birlikte, Türkiye ekonomisi kısa sürede daha da başarılı olabilecektir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Kapak fotoğrafı: https://www.invest.gov.tr/en/pages/turkey-fdi-strategy.aspx

9 Haziran 2024 Pazar

2024 Avrupa Parlamentosu Seçimleri: Merkez Gücünü Koruyor ama Fransa'da Gidişat Riskli


Giriş

6-9 Haziran 2024 tarihlerinde Avrupa Parlamentosu'nda yer alacak 720 milletvekilini belirlemek için Avrupa Birliği (AB) üyesi 27 ülkede düzenlenen 2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri, seçim öncesinde "Avrupa faşizme mi gidiyor?" şeklinde korkutucu sorulara neden olacak vahim bir tabloyu ortaya koymasa da, aşırı sağın kısmi yükselişi dikkat çekti. Buna karşın, merkez sağ ve merkez solun gücünü koruması, Avrupa'nın geleceğine dair oluşan korkular karşısında yüreklere su serpen bir gelişme oldu. Fakat buna rağmen, aşırı sağın Almanya, Avusturya ve özellikle Fransa'da son yıllarda yaptığı büyük atılım bu seçimlerle birlikte bir kez daha anlaşılırken, özellikle Fransa, AB'nin gelecekte birliğini koruması adına bir nevi en riskli ülke durumuna geldi. Bu yazıda, 2024 AP seçimlerini yorumlayacağım.

Seçim Sonuçları

2024 AP seçimleri sonucunda, merkez sağ/Hıristiyan Demokrat partilerin oluşturduğu EPP (Avrupa Halk Partisi), 184 milletvekilliği kazanarak en büyük grup olma özelliğini sürdürdü ve merkez sağın Avrupa'da gücünü koruduğunu ve aşırı sağın henüz beklenildiği ölçüde ilerleyemediğini gösterdi. Benzer şekilde, Avrupa'daki merkez sol-sosyal demokrat-sosyalist partilerin oluşturduğu S&D (Sosyalistler ve Demokratların İlerici İttifakı veya eski adıyla PES-Avrupa Sosyalistleri Partisi) de, 139 milletvekilliği kazanarak en büyük ikinci parti olma özelliğini korudu ve gücünden fazla bir şey kaybetmedi. İki büyük parti de 2019 seçimlerine göre yalnızca birkaç milletvekilliği kaybettiler ve merkez aktörler olma özelliklerini korudular.

2024-2029 döneminde görev yapacak Avrupa Parlamentosu'nda partilerin oy dağılımı (henüz kesinleşmemiş sonuçlar)

Kaynak: https://results.elections.europa.eu/

Diğer önemli partilerden liberal RE (Avrupa'yı Yenile veya Avrupa'yı Yenileme) 80 milletvekilliği ile üçüncü parti konumunu korudu. Ancak RE'deki 20 civarında milletvekili kaybı, Avrupa'da düşüşe geçen liberalizm trendini ortaya koydu. Bazı aşırı sağ partilerin de dahil olduğu ECR (Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular Partisi) 73 civarında milletvekilliği ile gücünü korurken, aşırıcı sağcı partilerden oluşan ID (Kimlik ve Demokrasi Partisi), 58 milletvekilliği ile en büyük 5. parti oldu. Ancak ID, beklendiği gibi büyük bir çıkış gerçekleştiremedi ve hatta milletvekili sayısında azalma yaşadı. RE'ye benzer şekilde 20 civarında milletvekilliği kaybeden Yeşiller (Greens/EFA) 52 milletvekilliği ile altıncı sırayı alırken, aşırı sol Sol-GUE/NGL, 36 milletvekilliği ile yetinmek durumunda kaldı. Kalan 98 milletvekilliği ise bağımsız adaylar ve herhangi bir gruba dahil olmayan partilerin temsilcilerinden oluştu.

Aşırı Sağın Güçlendiği Ülkeler: Fransa, Avusturya ve Almanya

Aşırı sağın 2024 AP seçimlerinde güçlendiği ülkeler arasında en dikkat çekici örnek -hiç şüphesiz- Fransa oldu. 2022'den beri merkez soldan gelmesine karşın liberal-merkez sağ çizgide siyaset yapan Emmanuel Macron tarafından yönetilen yarı-Başkanlık sisteminin geçerli olduğu Fransa'da, halk, 2024 AP seçimlerinde Jordan Bardella liderliğindeki ve Le Pen ailesiyle (baba Jean-Marie Le Pen ve sonrasında kızı Marine Le Pen) özdeşleşen Rassemblement National/RN veya Ulusal Birlik Partisi'ni yüzde 31,5 oyla ve 30 AP koltuğu ile açık farkla birinci parti yaptı. Macron'un partisi Rönesans (Renaissance) -eski adıyla Cumhuriyet Yürüyüşü/LREM- yüzde 14,6 oy ve 13 koltukta kalırken, yeni bir parti olan ve geleneksel merkez sol parti Fransız Sosyalist Partisi (Parti Socialiste/PS) ile ittifak içerisinde hareket eden sol-çevreci çizgideki ve Raphaël Glucksmann liderliğindeki Place Publique/PP (Kamusal Alan Partisi) yüzde 13,8 oy ve 13 milletvekilliği ile üçüncü sıraya yükseldi. Aşırı sol çizgideki Boyun Eğmeyen Fransa (La France Insoumise/LFI) yüzde 9,9 oy ve 9 milletvekilliği, merkez sağ Cumhuriyetçiler (Les Républicains/LR) ise yüzde 7,2 oy ve 6 milletvekilliği alabildiler. Ekolojistler (LE) ise yüzde 5,5 oy ve 5 parlamento koltuğuyla altıncı, Le Pen ailesinden gelen yeni jenerasyon siyasi figür Marion Maréchal Le Pen liderliğindeki ve geçen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayları Eric Zemmour'la adını duyuran bir diğer aşırı sağcı parti olan Reconquete veya Yeniden Fetih Partisi de yine yüzde 5,5 oy ve 5 milletvekilliği kazanarak yedinci sırada yer aldılar. Aşırı sağın açık farkla ülkedeki en güçlü siyasal hareket olduğunu ortaya koyan bu sonuçların ardından, Cumhurbaşkanı Macron, meclisin yenilenmesi kararı aldığını duyurarak meclisi feshettiğini ilan etti. Yeni parlamento seçimlerinin 30 Haziran ve 7 Temmuz tarihlerinde yapılacağı açıklanırken, RN liderlerinden Marine Le Pen de bu karara destek verdi.

Fransa'da aşırı sağ RN açık farkla birinci oldu

Kaynak: https://www.lemonde.fr/

Almanya'da ise, beklenilen ölçüde korkutucu bir senaryo yaşanmasa da, tüm engellemelere ve kısıtlamalara rağmen aşırı sağcı, göçmen ve Müslüman karşıtı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin yüzde 15'in üzerinde oyla ikinci sıraya yükselmesi dikkatleri çekti. Öyle ki, Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) partisi yüzde 30,30 oyla ülke genelinde birinciliğini korumasına karşın, merkez sol Almanya Sosyal Demokrat Partisi-SPD'nin yüzde 14,1 oy oranına düşmesi, benzer şekilde liberal Hür Demokratların (FDP) yüzde 5,3'te kalması, gelecek adına olumsuz bir sinyal olarak değerlendirilebilir. Almanya'da aşırı sol Die Linke veya Sol Parti'nin yüzde 3'ün altına düşmesi de oldukça olumsuz bir gelişme olarak not edildi. Yeşiller ise yüzde 12 oy aldılar ve iddialarını korudular. 

Almanya'da merkez sağ gücünü korurken, aşırı sağ AfD ikinci parti konumuna yükseldi

Kaynak: https://results.elections.europa.eu/en/germany/

Aşırı sağın sandıktan birinci çıktığı bir diğer ülke Avusturya olurken, Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) yüzde 26 civarında oyla bu ülkede ilk sırayı aldı. Almanya ile birlikte bu ülkeye kültürel-tarihsel açıdan oldukça yakın olan Avusturya'da da aşırı sağın güçlenmesi, AB'nin temel direkleri Fransa ve Almanya'nın aşırı sağ dalga karşısında sallandıklarını ve AB'nin geleceğinin riske girdiğinin anlaşılması adına oldukça önemli bir veri oldu. Nitekim İtalya'da da Başbakan Meloni'nin ECR üyesi olan aşırı sağcı partisi İtalya'nın Kardeşleri (FdI), önceki seçime göre oylarını muazzam arttırarak yüzde 28,59 oyla birinci parti konumuna yükseldi ve bir diğer AB üyesi ülkede daha aşırı sağın popülerliğini ortaya koydu.

Sonuç

Sonuç olarak, 2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri, ECR-ID birlikte düşünüldüğünde, beklendiği üzere aşırı sağın kısmi oy artışına sahne olması bağlamında önemliyse de, merkez sağ ve merkez solun gücünü koruduklarının anlaşılması durumu biraz olsun hafifletti. Buna karşın, AB'nin merkezi ülkelerinden Avusturya, Almanya, İtalya ve özellikle de Fransa'da aşırı sağın yükselişi yakın gelecek adına ciddi bir alarm sinyali olarak okunabilir. Zira Emmanuel Macron sonrasında 2027 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağcı RN, Jordan Bardella veya Marine Le Pen gibi karizmatik bir adayla seçimi kazanırsa, bu, artık hiç kimse için sürpriz bir gelişme olmayacak. Bu ise, AB'nin geleceği ve Fransa-Almanya ilişkilerindeki gerilimler bağlamında endişe yaratan bir durum ortaya koyabilir. Lakin şunu da belirtmek gerekir ki, Fransız halkı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde tepkisel oy kullanma eğilimine sahiptir ve 2019 AP seçimlerinde de aşırı sağcı RN veya Ekolojistlere (LE) çok oy vermiştir. Bu nedenle, bu seçimlerden yola çıkarak "2027 Cumhurbaşkanlığı seçimleri de bu şekilde sonuçlanacaktır" demek için henüz erkendir. Lakin Cumhurbaşkanı Macron'un aldığı erken seçim kararı ardından parlamento seçimlerinde de aşırı sağın üstünlüğü tescil edilirse, bu, Fransa ve AB adına zor günlerin habercisi olabilir.

Sonsöz, AB'nin geleceğini şekillendirmek ve uçlara savrulmamak adına özüne dönmesi, Avrupa kıtası ve çevresinde genişlemeye, derinleşmeye ve nüfuzunu arttırmaya devam etmesi ve özellikle Türkiye gibi son dönemde BRICS üyeliğine yönelen ama Avrupa'nın güvenliği açısından çok kritik durumda olan önemli bir ülkeyle ilişkileri düzeltmesi akıllıca bir hamle olabilir. Bir diğer kritik husus da Rusya ile Ukrayna konusunda uzlaşılarak bu ülkeyle ilişkilerin dengeli hale getirilmesidir. Zira Avrupa'nın doğal ve tarihsel bir parçası olan Rusya ile ilişkiler kopuk veya gergin olursa, bu, her zaman Avrupa'ya istikrarsızlık olarak yansımaktadır. Ancak elbette, bunun için Moskova'nın da barış yönünde adımla atması lazımdır.  

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

6 Haziran 2024 Perşembe

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Çin Ziyareti


Giriş

Gizliliğin ön planda olduğu ve medyaya uzak bir alan olan istihbarat (MİT) kariyerinden geliyor olması sebebiyle başlangıçta Dışişleri Bakanlığı gibi oldukça medyatik ve popüler bir göreve atanması yadırganan deneyimli Türk bürokrat Hakan Fidan (1968-), göreve başlamasının ardından yaptığı çıkış ve ziyaretlerle adından söz ettirmeye devam ediyor. Bu yazıda, Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı dönemindeki ilk aylarında yaptıkları ve özellikle de bu hafta gerçekleştirilen Çin ziyareti analiz edilecektir.

Hakan Fidan Dönemi: Ankara’nın Bölgesel Güç Olma Arayışı

4 Haziran 2023 tarihinde Dışişleri Bakanı olarak yeni ve önemli bir göreve atanan Hakan Fidan, 8 yılı aşkın süreyle (2015-2023) MİT Başkanlığı/Müsteşarlığı yapmış deneyimli bir güvenlik bürokratı olarak, Türkiye’nin tüm iç ve dış sorunlarını gayet iyi bilen ve neler yapılması gerektiği konusunda kafasında net bir yol haritası olan bir kişidir. Fidan, bu görüşlerini Insight Turkey dergisinin 2023 Yaz tarihli sayısında yayımlanan “Turkish Foreign Policy at the Turn of the ‘Century of Türkiye’: Challenges, Vision, Objectives, and Transformation” (“‘Türkiye Yüzyılı’ Başlarken Türk Dış Politikası: Tehditler, Vizyon, Amaçlar ve Dönüşüm”) adlı makalede de açıkça belirtmiştir.[1]

Bu çalışmasında, Fidan, “Türkiye Yüzyılı” adını verdiği bölgesel güç vizyonu doğrultusunda, uluslararası hukuk ve çok-taraflı diplomasiye büyük güçlerin riayet etmemesini ve Birleşmiş Milletler’in itibarsızlaştırılmasını eleştirmiş ve silahlı çatışmalar, terörizm, kitlesel düzensiz göç, yabancı düşmanlığı, İslamofobi (İslam karşıtlığı), iklim krizi, gıda kıtlığı ve siber saldırılar gibi çeşitli güncel sorunlara dikkat çekmiştir. Fidan, dünya nüfusunun yüzde 9,2’sinin açlık riskiyle karşı karşıya olduğunu ve 2,4 milyar insanın da gıda güvenliği konusunda tehditlerle yüzleştiğini yazmış ve ekonomi, güvenlik, kalkınma, ulaşım ve sağlık gibi hizmetlerde küresel çapta atılım ve devletler arası iş birliği çağrısında bulunmuştur. Türkiye’yi yeni dönemde “bölgesel sistem dönüştürücü aktör” olarak tanımlayan Fidan, yeni iş birliği modelleri, kurumsallaştırılmış dış politika, refah ortamını geliştirecek yaklaşımlar ve küresel hedefler gibi konular üzerinde durmuş ve Türkiye’nin küresel sistem ve ulusal çıkarları arasında bir tür denge kurarak, sorumlu bir aktör olarak davranmaya devam edeceğinin sinyallerini vermiştir.

Fidan, göreve geldikten sonra ABD’nin Suriye’de terör örgütü PKK’nın uzantısı olan PYD-YPG gibi gruplara IŞİD bahanesiyle verdiği silah, mühimmat ve diplomatik desteği eleştirmiş ve “üçüncü tarafların PKK/YPG’li tesislerden ve şahıslardan uzak durmasını tavsiye ediyorum” şeklinde bir ifade kullanmıştır.[2] Türkiye’nin ABD’ye yönelik uyarısı gibi algılanan bu sözler sonrasında ise, ABD, 2023 yılı Ekim ayı başlarında Suriye’nin kuzeybatısındaki Haseke yakınlarında Türkiye’ye ait bir SİHA’yı düşürmüş ve yeni bir diplomatik krizin kapısını aralamıştır.[3] Bu olay sonrasında başlayan Hamas-İsrail Savaşı nedeniyle konu gündemden düşse de, Türk-Amerikan ilişkilerindeki olumsuz gidişat, bu olayla bir kez daha tescil edilmiş ve Fidan da ABD yanlısı yerine daha çok boyutlu dış politikaya uygun hareket edeceği algısını yaratmıştır.

Hakan Fidan dönemindeki ikinci önemli gelişme, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye’nin yıllardır üzerinde uğraştığı ve Irak’la birlikte Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de dahil olduğu Kalkınma Yolu Projesi’ni süratle neticelendirmesi ve taraflar arasında mekik diplomasisi yöntemiyle hızlı bir gelişme kaydederek, süreci bir sonraki aşamaya taşıması olmuştur.[4] Proje, Irak, Türkiye ve tüm bölge için faydalı bir kalkınma, ulaşım ve bağlantısallık işlevi görecek çok önemli bir jeopolitik hamle olup, yıllardan sürüncemede bırakılan projeyi tamamlaması, Fidan’ın iş bitirici yönünü gösteren önemli bir veri olmuştur. Öyle ki, Irak, bu temaslar sonucunda PKK’yı “yasaklı bir örgüt” ilan etmiş ve faaliyetlerini yasaklamıştır.[5]

Fidan dönemindeki üçüncü bir husus ise, Gazze’de yaşanan insani trajedi karşısında Türkiye’nin garantörlük önerisini ortaya atması olmuştur. Diplomatik kaynakların “muğlak” bulduğu[6] ve İsrail’le yaşanan gerginlik nedeniyle pek gerçekçi algılanmayan öneri, buna karşın yaratıcı ve yeni bir fikir olarak dış ilişkiler tarihimize geçmiştir.

İşte bu şekilde Dışişleri Bakanlığına hızlı bir giriş yapan Fidan, Haziran 2024 tarihli 3 günlük Çin gezisiyle de yine gündem yaratmış ve bu ziyaretinde çok önemli mesajlar vermiştir.

Hakan Fidan Çin’de: Çok Kutuplu Dünya Düzeninin Temelleri Mi Atılıyor?

Bakan Fidan, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin daveti üzerine Pekin, Urumçi ve Kaşgar’ı kapsayan 3 günlük Çin gezisini 3-4-5 Haziran 2024 tarihlerinde gerçekleştirmiştir. Başkent Pekin’de Wang Yi’nin yanı sıra Çin Devlet Güvenlik Bakanı Chen Wenqinq tarafından da kabul edilen ve önde gelen bir düşünce kuruluşunda “Değişen Dünya Düzeninde Türkiye-Çin İlişkileri” başlıklı bir konuşma yapan Fidan, ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışması konusundaki vurgularıyla Uygur Türkleri konusunun Batılı ülkelerce istismar edilmesine karşı oldukları mesajını vermiş, ama Urumçi ve Kaşgar’ı “kadim Türk-İslam şehirleri” olarak tanımlayarak, bu konudaki duyarlılığını da göstermiştir.[7] Fidan’ın 2012’den beri Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ni ziyaret etmesine izin verilen ilk üst düzey Türk yetkili olması da, Çin tarafının Fidan’a duyduğu güveni göstermesi açısından önemli bir husustur.

Bakan Fidan, Çin’deki konuşmalarında iki ülke arasındaki ticaret hacminin 50 milyar dolara yaklaştığını ve Çin’in son yıllarda Türkiye’nin en büyük ticaret ortaklarından biri (Rusya’nın ardından ikinci) haline geldiğini vurgulayarak, ticarette daha dengeli bir tablonun ortaya konması ve turizm, teknoloji, sivil havacılık, enerji ve araştırma-geliştirme alanlarında iş birliğinin artırılmasını önerdi.[8] Ayrıca, Kalkınma Yolu Projesi’nin Çin Kuşak Yol İnisiyatifi’ne uyan ve küresel ticareti hızlandıracak bir girişim olduğunu vurgulayarak, “Orta Koridor” vizyonunun içini doldurmaya gayret etti.

Fidan’ın Çin ziyaretini değerlendiren tanınmış Türk Uluslararası İlişkiler Profesörü ve Başkent Üniversitesi öğretim üyesi Hasan Ünal, iki ülkenin iş birliğini yeni oluşan çok kutuplu dünya düzeninin doğal bir yansıması olarak yorumlarken, Fidan’ın söylemlerinin iyi çalışılmış bir Çin politikasının sonucu olduğunu ve Türkiye’nin BRICS’e katılımının mümkün olduğunu belirtti.[9] NATO’nun Çin’e yönelik son dönemde geliştirdiği tehdit algısını da eleştiren Ünal, Türkiye’nin bu politikaya karşı durduğunu sözlerine ekledi.

Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Çağdaş Üngör ise, bu ziyaretin çığır açan yeni bir dönem olarak yorumlanmasına karşı çıkmasına karşın, Çin ile Türkiye arasında son yıllarda gerçekten bir yakınlaşma yaşandığını ve bunun temel sebebinin Türkiye’nin Batılı ülkelerle yaşadığı sorunlar olduğunu vurguladı.[10]

Hakikaten de, Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliği yolunda şevkini ve umudunu kaybetmesi ve ABD ile PYD-YPG üzerinden yaşanılan ciddi sorunlar nedeniyle, son yıllarda dış politikada Rusya ve Çin gibi ülkelerle ciddi bir yakınlaşma yaşandığı ve bölgesel güç olma temelinde çok boyutlu yeni bir dış politikanın temellerinin atıldığı iddia edilebilir. Ancak Türkiye’nin NATO üyesi orta büyüklükte bir devlet (OBD) olarak ne askeri, ne de ekonomik açıdan tamamen özerk ve özgür kararlar alabilecek ve uygulayabilecek gücünün olmaması nedeniyle, bu politikalar, ABD’nin ve AB’nin alacağı sınırlama/engelleme kararları nedeniyle (örneğin Rusya ile ilişkiler konusunda alınan CAATSA yaptırımları) her zaman için risk unsuru oluşturacaktır. Bu sınırlamaları aşabilmek adına da, Ankara’nın ekonomisini çeşitlendirmesi ve Avrupa’ya ihracat bağımlılığından kurtulması gereklidir.

Bu anlamda, Asya pazarları, Türkiye için çok iyi bir alternatifse de, elbette BRICS üyeliği AB üyeliğiyle eş düzey olarak değerlendirilemez. Bunun temel nedeni ise, AB’nin siyasal, ekonomik ve hukuki boyutlarıyla kapsamlı ve tutarlı bir medeniyet projesi olması, BRICS’in ise Batı’ya alternatif olmaya çalışan ve ekonomik ve siyasal açılardan henüz gevşek bir platform olarak faaliyet göstermesidir. Ancak elbette, küresel ekonomide dengeler her geçen gün Asya’ya doğru kayarken, Türkiye’nin bu kıtada Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) ve BRICS ile etkili olmaya çalışması son derece doğru ve akılcı bir stratejidir. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ise, askeri boyutları olması sebebiyle NATO üyesi Türkiye için doğru bir perspektif oluşturmayabilir. Yeniden Asya Girişimi ise, ihracat-ekonomi odaklı ve Türkiye'nin barışçıl ve kazan-kazana dayalı ekonomik perspektifini yansıtan bir girişim olarak unutulmamalı ve iyi incelenmelidir.

Sonuç

Sonuç olarak, Bakan Fidan’ın Çin gezisi, Batı dünyası ile son dönemde çeşitli sorunlar yaşayan Türkiye’nin kurumsallaştırmaya çalıştığı çok boyutlu dış politika çizgisini gösteren önemli bir gelişme olarak yorumlanabilir. Çin’in muazzam yatırım potansiyeli ve devasa nüfusunun sağladığı turist gönderme gücü ile Türkiye’nin ekonomik açıdan zor dönemden geçtiği şu sıralarda Ankara ile yakınlaşması, bu ülkeye Türkiye’de duyulan sempati ve saygıyı arttırabilir ve geleneksel Amerikan müttefiki bir gücün daha tarafsız ve çok boyutluluğa yatkın bir dış siyasaya yönelmesine vesile olabilir. Bu açıdan, Bakan Fidan’ın gezisini iyi değerlendirmek ve olaya büyük resimden bakmak gerekmektedir. O da, Ankara’nın ticaret ve bölgesel entegrasyonu istediği ve Irak başta olmak üzere komşularıyla ilişkilerini geliştirerek Kürt ayrılıkçılığı ve terörizme set çekmeye çalıştığı gerçeğidir. Bu ise, ABD’nin Irak ve Suriye’de Kürtleri adım adım devletleştirme projesi ile uyumlu değildir. İki ülke arasındaki temel çelişki de bir anlamda bu konudur.

Türkiye-Çin ilişkileri, bu konjonktürde özellikle ekonomik anlamda daha da gelişmeye açıktır. Bunun için turizm ve yatırımlar iyi bir fırsat olabilir. Ayrıca Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in yapacağı ve Orta Koridor'un Kuşak Yol Projesi içerisindeki yerini netleştirecek tarihi bir ziyaret de, çok kutuplu dünya düzeni konusunda iki ülkenin vardığı uzlaşıyı ortaya koyacak önemli bir gelişme olabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

DİPNOTLAR

[1] Makale için; https://www.insightturkey.com/commentary/turkish-foreign-at-the-turn-of-the-century-of-turkiye-challenges-vision-objectives-and-transformation.

Makaleye dair bir özet ve analiz için; https://politikaakademisi.org/2023/10/10/turkiye-cumhuriyeti-disisleri-bakani-dr-hakan-fidandan-yeni-donemde-turk-dis-politikasinin-rotasini-isaret-eden-bir-makale/.

[2] Bakınız; https://www.yeniakit.com.tr/haber/hakan-fidan-ucuncu-taraflarin-pkkypgli-tesislerden-ve-sahislardan-uzak-durmasini-tavsiye-ediyorum-demisti-amerikadan-yanit-geldi-1793032.html.

[3] Bakınız; https://politikaakademisi.org/2023/10/07/turk-amerikan-iliskilerinde-yeni-bir-kriz-mi-abd-turk-sihasini-dusurdu/.

[4] Bakınız; https://politikaakademisi.org/2024/05/27/kalkinma-yolu-projesi/.

[5] https://www.bbc.com/turkce/articles/cmjml1lpdveo#:~:text=Ortak%20a%C3%A7%C4%B1klamada%2C%20bu%20konuda%20at%C4%B1lan,Irak%20makamlar%C4%B1%20taraf%C4%B1ndan%20kamuoyuna%20duyurulmam%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1.

[6] https://www.bbc.com/turkce/articles/cd1dp7gjjjro.

[7] https://www.bbc.com/turkce/articles/cn006g2ve87o.

[8] https://www.bbc.com/turkce/articles/cn006g2ve87o.

[9] https://www.youtube.com/watch?v=cMVfvPBWnp0.

[10] https://www.youtube.com/watch?v=fYBzTvLrqkQ.


3 Haziran 2024 Pazartesi

2024 Hindistan Genel Seçimleri: Modi'nin Üçüncü Dönemi


Giriş

1,43 milyar civarında nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi ve 4 trilyon dolara yaklaşan ekonomik büyüklüğüyle dünyanın en büyük 5. ekonomisi olması bağlamında oldukça önemli bir devlet olan Hindistan'da, yaklaşık bir buçuk aydır (44 gündür) devam eden genel seçimler bugün itibariyle sonuçlandı. Sonuçlar, 2014 ve 2019 genel seçimlerini kazanan Başbakan Narendra Modi ve Hindu milliyetçisi/sağcı partisi BJP'nin (Hindistan Halk Partisi) ülkedeki siyasi üstünlüklerinin sürdüğünü ve iktidarlarının devam edeceğini ortaya koydu. Bu yazıda, dünyanın en büyük demokrasisi kabul edilen Hindistan'daki 2024 genel seçim sonuçları değerlendirilecektir.

Seçim Sonuçları

19 Nisan-1 Haziran 2024 tarihlerinde 7 farklı etapta yapılan 2024 Hindistan genel seçimleri, İngiliz tipi bir Westminster parlamenter sistemin uygulandığı ülkede halk meclisi statüsündeki Lok Sabha'nın 543 üyesinin belirlenmesini ve meclis aritmetiği doğrultusunda yeni hükümetin nasıl oluşturulacağını ortaya koydu. 969 milyon seçmenin oy kullanmaya hakkının olduğu Hindistan'da bu defa seçime katılım yüzde 66,4 oranında (642 milyon) kalırken (geçen genel seçimlere göre yüzde 1'lik kısmi bir düşüş var), Indian Express gazetesinin yayınladığı seçim sonuçlarına göre, Başbakan Modi'nin Hindu milliyetçisi çizgisindeki sağcı partisi BJP, Lok Sabha'daki koltukların 293'ünü kazanarak (hükümet kurmak için 272 yetiyor), yeni hükümeti kurmayı garantiledi. Ülkenin kurucu partisi ve son yıllardaki ana muhalefet partisi statüsündeki Hindistan Ulusal Kongresi veya Hindistan Kongre Partisi (INC) ise, kurdukları I.N.D.I.A. seçim ittifakı sayesinde, Başbakan adayları Mallikarjun Kharge ve Nehru ailesinden gelen Rahul Gandhi liderliğinde 232 milletvekilliğine hak kazandı ve önemli bir yükseliş trendi sergiledi. 18 milletvekilliği ise bağımsız adaylar tarafından kazanıldı. Seçim sonuçları, önceki analizler ve kamuoyu yoklamalarıyla uyumlu bir durum ortaya koyarken, bu anlamda Hindistan'da sandıkta büyük bir sürprizin yaşanmadığı da iddia edilebilir. Ancak BJP'deki kısmi düşüş ve INC'deki yükseliş trendi, sonraki genel seçimlerde muhtemelen aktif siyasetten çekilecek olan Modi'siz BJP karşısında INC'nin kazanabileceğine dair önemli bir gösterge olarak da yorumlanabilir. 

Indian Express gazetesinin yayınladığı seçim sonuçları

Hindistan'ın Geleceği Adına Fırsat ve Riskler

Başbakan Modi ve partisi BJP'nin Hindistan'ın küresel bir güce dönüşmeye başladığı 2010'lu ve 2020'li yıllara damga vuracak önemli siyasi aktörler olduğu bir gerçekse de, birçok ülkedeki sağ/muhafazakâr partiye benzer şekilde, Hindu kimliğini siyasallaştıran bu siyasi kutuplaştırıcı retorik ve siyasanın bazı riskleri barındırdığı da belirtilebilir. Zira 200 milyon civarında Müslüman azınlıkla dünyanın en kalabalık 3. İslam ülkesi -Endonezya ve Pakistan'dan sonra- durumunda olan Hindistan'da Hindu-Müslüman gerginliğinin yaygınlaşması, ülkenin iç istikrarı, ekonomik gelişimi ile yatırım çekme kapasitesi ve demokratik siyasal düzenini bozan ciddi bir soruna dönüşme potansiyeline sahiptir. Başbakan Modi, tatlı-sert çizgisiyle şimdiye kadar bu konuda büyük bir felakete yol açmamışsa da, sertleşen Hindu milliyetçiliğinin halkın ekonomik durumunun çok da iyi seviyelerde olmadığı Hindistan'da tabanda nasıl etkiler yaratacağı bir muammadır. Bu anlamda, BJP ve Başbakan Modi, hiç şüphesiz adımlarını dikkatli atmalıdır. Zira etnik gerginliklere dayalı iç karışıklık, bir ülkenin kalkınması ve yatırım çekmesi adına en zararlı unsurlardan birisidir.

Bir diğer önemli konu ise, geleneksel olarak Bağlantısızlar Hareketi ve çok boyutlu dış politika çizgisinin çok güçlü olduğu Hindistan'ın Batı-Doğu, Kuzey-Güney ve ABD-Çin/Rusya ekseninde geliştireceği politikalar olacaktır. Batı blokundan İngiltere (Birleşik Krallık), ABD ve Fransa ile önemli bağları olan Hindistan, buna karşın BRICS üyesi yükselen bir güç olarak Batı karşıtlığının da avantajlarından yararlanmaya ve kalkınmacı ve üçüncü dünyacı dış siyaset retoriğiyle uluslararası siyasette etkili olmaya çalışmaktadır. Lakin bir yandan da, Hindistan, ABD ve Batı blokunun Çin'in ekonomik yükselişini dengelemek adına ekonomik gelişimini destekledikleri bir devlettir. Hindistan, kuşkusuz bu politikayı araçsallaştırmaya ve ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışmaktadır. Örneğin, Hindistan, 2007'den beri ABD, Avustralya ve Japonya ile birlikte Dörtlü Güvenlik Diyaloğu-QUAD'ın bir parçası ve Çin karşıtı algılanabilecek bir yapılanmanın üyesidir. 2020-2021 döneminde iki ülkenin sınır çatışmasına giriştikleri de hatırlandığında, Hindistan-Çin ilişkilerinde rekabet algısı halen üst düzeydedir. Bu bağlamda, Başbakan Modi'nin önümüzdeki dönemde vereceği kararlar ve bilhassa ABD ve Çin'le ilişkileri nasıl kurumsallaştıracağı çok kritik ve yalnızca Hindistan değil, tüm dünya için önemli bir husus olacaktır. Hindistan'ın Bağlantısızlar çizgisindeki dış politikasının daha çok Kongre Partisi dönemi ve Gandhi/Nehru ailesiyle özdeşleşmesi de, Yeni Delhi'de 2014'ten beri iktidarda olan Hindu milliyetçisi sağcı siyasal önderliğin daha farklı adımlar atmasına yol açabilir.

Sonuç

Sonuç olarak, 2024 Hindistan genel seçimleri büyük bir sürprize sahne olmamış ve beklendiği üzere Başbakan Modi ve partisi BJP, üçüncü dönem iktidara ulaşmıştır. Bu, seçmen iradesinin önem kazandığı demokratik rejimlerde dini ve etnik kimliğe dayalı sağ popülizmin karizmatik liderler ortaya çıktığında çok başarılı bir siyasa olduğunu bir kez daha ortaya koyarken, demokratik rejimlerde mantık, akıl ve stratejinin yerini kolaylıkla duygular, kimlikler ve popülizmin alabildiğini göstermesi açısından demokrasilerin geleceği adına da ciddi kaygı ve soru işaretleri uyandırmaktadır. Ancak bu durum elbette Hindistan'a özgü bir şey değildir ki, ABD'de Donald Trump, Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan, hatta Venezuela'da yakın geçmişteki Hugo Chavez örneğinde olduğu gibi, popülizmin sağ ve sol türevlerinin sandık anlamında çok başarılı olduğu bir dönemden geçtiğimiz bir vakadır.

Kapak fotoğrafı: https://www.bloomberg.com/news/articles/2023-10-09/modi-faces-test-in-state-polls-before-general-election-next-year

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ