1 Ocak 2021 Cuma

2021 Yılında Türkiye’nin İç ve Dış Siyasi Gündemi Neler Olacak?

 

Giriş

Covid-19 pandemisi, derinleşen ekonomik kriz, Türkiye’nin büyük devletlerle (ABD ve Avrupa ülkeleri) yaşadığı diplomatik sorunlar, devam eden Suriyeli mülteci krizi ve siyasetteki kısır tartışmalarla geçen zorlu 2020 yılının ardından, bugünden itibaren yeni bir yıla başlıyoruz. 2021’in Türkiye’ye ve dünyaya huzur, barış, sağlık, bol kazanç ve mutluluk getirmesi dilekleriyle, bu yazıda ülkemizin 2021 yılı iç ve dış siyasi gündeminde hangi konuların öne çıkacağına dair öngörülerimi ileteceğim.

1. Koronavirüsle mücadele: Aşı zamanı!

2021 yılı, kuşkusuz, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de pandemi ile mücadelede “aşı yılı” olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sinovac şirketinin geliştirdiği ve geçtiğimiz gün ülkemize 3 milyon doz düzeyinde ithal edilen ilk kısım aşının ardından, Türkiye, 83 milyonluk nüfusunu Covid-19 (koronavirüs) salgınına karşı bağışık hale getirebilmek için, yaklaşık 200 milyon doz düzeyinde aşı ithal etmek zorundadır (doktoralara göre, hastalığa karşı bağışıklık kazanabilmek için herkes en az 2 defa aşı olmak zorundadır). Dolayısıyla, Çin’den gelen ilk ve daha çok deneme amaçlı “Sinovac aşısı”nın ardından, Türkiye’deki hükümetin ve kurumsal devlet yapısı içerisinde bu konuda yetkili olan T.C. Sağlık Bakanlığı’nın, aşının geri kalan kısmının nereden ithal edileceği veya “yerli aşı” çalışmalarının gidişatına göre ne ölçüde yerli aşının kullanılacağına karar vermesi gerekmektedir. Türkiye’nin önünde birçok alternatif bulunmaktadır; Alman BioNTech firması ve Amerikan Pfizer işbirliğinde üretilen ve Türk bilim insanları Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin geliştirdikleri aşı, kuşkusuz bu konuda ilk seçeneklerden birisi olacaktır. Dünyayı kurtaracak aşıyı iki Türk doktorun geliştirmesi, Türk bilim insanlarının yeterli imkânlar verildiğinde neler başarabildiklerinin görülmesi anlamında da oldukça manidar bir gelişmedir. Ayrıca İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nin geliştirdiği “Oxford-AstraZeneca” aşısı da geçtiğimiz gün itibariyla tıbbi onayları almış ve uygulamaya geçilmiş durumdadır. Amerikan Moderna şirketi tarafından geliştirilen aşı da ABD’de kullanıma geçilmiş ve onay almış bir tercihtir. Bir diğer seçenek, kuşkusuz, Rusya’da geliştirilen “Sputnik V corona” aşısıdır. Bu aşılardan Rus ve Çin aşılarını teknoloji transferi ile birlikte Türkiye’de de geliştirmek mümkün gözükmektedir. Batılı aşıları ise daha çok ithal ederek kullanmak tercihi ön plana çıkmaktadır.

Almanya’daki Türk doktorlar Uğur Şahin ve Özlem Türeci, geliştirdikleri yüzde 90’ın üzerinde etkili aşıyla tıp dünyasında çığır açtılar

Bu noktada, Türk hükümetinin vereceği karar, 3 temel parametreye dayanacaktır. Bunlar; bilimsel (aşının iyileştirme oranı), ekonomik (maddi koşullar) ve siyasidir (aşının ithal edileceği ülke ile Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin durumu). İdeal formül, henüz aşılamanın ilk aşamasında olduğumuz da düşünülürse, aşıda çeşitlilik politikası gütmek ve ilk birkaç milyonluk aşılamanın ardından hastaların durumunu dikkatle takip ederek, sonraki büyük alımları buna göre yapmak olacaktır. Bu konuda kararın T.C. Cumhurbaşkanlığı Sağlık Politikaları Kurulu ve Sağlık Bakanlığı tarafından verileceği ve kararın tüm bu parametreler ışığında en doğru tercih olacağına dair herhangi bir kuşkuya yer olmamalıdır. Bu konuyu muhalefet partilerinin politize etmeye çalışmaması da, vatandaşın aklının bulandırılmaması anlamında son derece gerekli, hatta elzemdir.

Birçok bilimadamının öngörüsüne göre, aşılanmanın başarıyla yapılması durumunda, 2021 yılı sonbahar aylarından itibaren hayatın tamamen normale dönmesi ve ekonominin ve sosyal hayatın kısıtlanmalardan kurtulması mümkün gözükmektedir. Lakin, pandemi döneminde uygulamaya başladığımız maske takımı, sosyal mesafe ve kalabalığa karışmama gibi bazı önlemlerin daha uzun aylar ve belki de yıllar boyunca devam edeceğini belirtmek gerekir. Şu da bilinmektedir ki, dünya tarihindeki pandemiler (İspanyol gribi vs.), genelde 18 aylık süreçte etkili olmakta ve sonra giderek etkisini kaybetmektedir. Covid-19 virüsünün Çin’in Wuhan şehrinde 2020 yılı başlarında ortaya çıktığı ve Mart ayından itibaren tüm dünyada etkili hale geldiği düşünülürse, 2021 Eylül’den itibaren hastalığın belinin kırılacağı iddia edilebilir. Bu konuda karşılaştırmalı bir gözle bakınca, Türk hükümeti geçer bir not almayı başarmıştır. Zira ABD ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi ülkelere bakılınca, pandemi ile mücadelede siyasi iktidarların çok daha başarısız oldukları görülmektedir. Ancak elbette Yeni Zelanda, Avustralya, Almanya, Güney Kore, Japonya gibi demokratik ülkelerle ve Çin gibi otoriter yönetimlerle kıyaslandığında, Türk hükümeti başarısız bulunabilir.

2. Türkiye ekonomisi ne olacak?

2021’de ikinci önemli konu, hiç şüphesiz, son birkaç yıldır olumsuz giden Türkiye ekonomisinin toparlanması meselesi olacaktır. Ankara, artık dünya piyasaları ile uyumlu ve eski günlerde olduğu gibi sıcak parayı ve dış yatırımları kendisine çekebilen bir ülke haline dönmek zorundadır. Zira resmi rakamların ötesinde, yükselen döviz (dolar ve avro/euro) kurları nedeniyle, Türkiye’de halkın hissettiği enflasyon, açıklanan rakamlardan çok daha fazladır. Pazar ve marketten alışveriş yapan biri olarak, kişisel gözlemim, Türkiye’de yüzde 30 düzeyinde bir enflasyonun olduğu şeklindedir. Bu durum, enflasyonla mücadele için faiz oranlarının da artmasına neden olduğu için, ekonomiyi verimsizleştirmektedir. Bu nedenle, ekonomi yönetiminde ilk yapılacak iş, enflasyonu kontrol altına almak ve yeni iş imkânları yaratmak olmalıdır. Zira işsizlik ve genç işsizliği de önemli bir sorun haline gelmiş durumdadır.

Türkiye’de, 2020 yılı içerisinde halkın alım gücü giderek düşerken, pandemi koşulları da buna tuz-biber ekmiş ve durumu daha da ağırlaştırmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin, dış politikasını ve iç siyasetini daha fazla yatırımcı çekecek ve piyasalara güven verecek şekilde dizayn etmesi şarttır. Bunun yolu ise, kuşkusuz, insan hakları ve demokrasiye dayalı bir hukuk devleti olmaktan geçmektedir. Bu, AK Parti hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rahatlıkla başarabileceği bir husustur. Zira Türkiye, en demokratik günlerini de AK Parti iktidarında 2002-2009 döneminde yaşamış ve AB’ye uyum sürecinde inanılmaz süratli ve başarılı demokratikleşme reformları yapmıştır.

Bir diğer önemli yöntem ise masrafları kısmak olacaktır. Bu noktada, Suriye ve Libya gibi ülkelere yönelik dış askeri operasyonların başarıyla icra edilmesinin ardından diplomasi ile mücadeleye devam edilmesi ve askeri harcamaların azaltılması en akılcı seçenektir. Devlette şatafat yerine Bülent Ecevit dönemlerine özgü bir sadelik, tutumluluk ve verimlilik uygulamalarının yaygınlaştırılması da bence Kamu Yönetimi adına doğru bir hamle olabilir.

3. Türk-Amerikan ilişkilerinde CAATSA sonrası yeni dönem: Joe Biden Türkiye’yi kaybetmemeli!

2021 yılı, Türk-Amerikan ilişkileri açısından da kritik bir yıl olacaktır. 2020 yılı sonunda Türkiye’ye yönelik olarak ABD Kongresi’nin baskısının da etkisiyle, Donald Trump yönetimi, giderayak CAATSA yaptırımlarını düşük düzeyli de olsa devreye sokmuş ve Türk savunma sanayiini, özellikle de Savunma Sanayii Başkanlığı’nı (SSB) hedef alan bazı kısıtlamaları uygulamaya geçirmiştir. Bu ortamda, birkaç hafta içerisinde, Demokrat Joe Biden, 46. ABD Başkanı olarak göreve başlayacaktır. Çok deneyimli ve dış politikayı iyi bilen bir kişi olan Biden, Türkiye’ye önem vermekte, ancak son dönemde ülkemize oldukça eleştirel yaklaşmaktadır. Bu eleştirilerin bir bölümü Türkiye’deki rejimin demokrasi ve insan hakları konusundaki eksik ve hatalı uygulamalarından, ancak bir bölümü de tamamen Batılı önyargı ve bilgisizliklerden kaynaklanmaktadır. İşte bu ikinci kısmı düzeltebilmek adına, Ankara, 2021’de Washington’da büyük bir diplomasi atağı başlatmalıdır. Yeni atanan Büyükelçimiz Murat Mercan, bu işi yapabilecek kapasitede oldukça birikimli ve ABD’yi iyi bilen bir siyasetçidir. Her ne kadar diplomat olmasa da, Mercan, iyi bir ekip kurarak bu işi rahatlıkla başarabilir. Bu bağlamda, ABD’deki Türk diyasporası ve Türk lobisinin de artık güçlü ve kurumsal bir yapıya oturması gerekmektedir. Zira önceden bu işi yapan Gülen cemaati, artık Türkiye aleyhinde bir pozisyon almış durumdadır. Bu nedenle, ABD’deki etkili Türklerin Dışişleri Bakanlığı ve Büyükelçilik tarafından belli bir koordinasyon içerisinde görevlendirilmeleri ve dış politikada birlikte hareket etmeleri Türkiye adına önemli bir kazanım olabilir. Ayrıca Türkiye’nin yeniden demokratik reformlar yapmaya başlaması da Biden yönetiminin Ankara’ya bakışını müspet yönde etkileyecektir. Bu konuda, bir dönem PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın idam kararının infaz edilmemesine bile devlet istikrarı adına büyük tepki göstermeyen iktidar ortağı MHP’nin de sorumlu davranması şarttır. Zira ekonominin ve ABD ile ilişkilerin kötüye gitmesi, Türkiye’nin her alanda kötü gitmesine neden olmaktadır.

Murat Mercan

Bir diğer önemli konu, CAATSA yaptırımlarına konu olan S-400 krizini halletmek ve F-35 programına geri dönmek olacaktır. Bu konuda; S-400’leri aktive etmeden bu konuyu soğutmak ve yaptırımların kalkmasının ardından uygun koşullarda çözmeye çalışmak ve ABD ile daha da zıtlaşarak S-400’leri aktive etmek ve daha ağır yaptırımlara hazırlanmak gibi iki temel seçeneğimiz bulunmaktadır. Her ne kadar hükümet ve stratejik çevrelerde ilk görüş ağır bassa da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geleneğinde kullanmayacağı silahı alıp depoya kaldırmak kültürünün olmaması nedeniyle, iki ülke arasındaki krizin daha da derinleşmesi imkân dahilindedir. Bu da, 2021’de Türk-Amerikan ilişkilerinin ne derece zorlu geçebileceğini göstermektedir. Bu konuda devletin iktidar ve muhalefetiyle birlikte ortak hareket etmesi yine oldukça gerekli ve önemlidir. Bence, şu aşamada konuyu soğutmak ve gelişmelere göre hareket etmek en doğru strateji olacaktır.

Bunların yanında, ABD’nin Kürt yanlısı politikalarının Biden yönetiminde de devam etmesini beklemek yerinde olacaktır. Ancak Biden’ın kurumsal yapılara ve NATO’ya önem vermesi, Ankara için yeni dönemde bir avantaj olacaktır. Ankara, yeni dönemde NATO operasyonlarına koşulsuz destek vermeli ve bu sayede NATO kanadından destek sağlayarak, ABD ile masaya avantajlı oturmalıdır. Bir diğer avantaj ise, Biden’ın demokrasiye verdiği büyük önemdir. Dolayısıyla, Trump döneminde ABD’nin en iyi müttefikleri haline gelen Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeler yerine, Türkiye’nin İsrail’den sonra ABD’nin iyi bir Ortadoğu partneri olması mümkün gözükmektedir. Biden yönetiminin İran’la nükleer anlaşmayı (JCPOA) yenilemeye sıcak bakması da Ankara için iyi bir haberdir. Zira Türkiye, sorunlarına ve rekabet algısına karşın, İran’la siyasi ve ticari ilişkilerin devamından yanadır. Ancak Biden’ın Rusya’ya karşı daha sert politikalar geliştireceğinin beklenmesi, Rusya ile birçok ortak proje (Akkuyu Nükleer Santrali, Türk Akımı vs.) geliştiren Türkiye adına olumsuz olabilir. Son olarak, Biden döneminde ABD-AB ilişkilerinde bahar havası eseceği için, Türkiye, iki büyük cephe ile doğrudan karşı karşıya gelmemek konusunda çok dikkatli olmalıdır. Zira aynı anda iki büyük bloktan da yaptırımlar gelmesi durumunda, Türkiye ekonomisi, büyük bir felaket senaryosu ile karşı karşıya kalabilir.

Son olarak, her ne kadar Ankara’nın eli zayıf gözükse de, Biden yönetiminin de Türkiye’yi kaybetmek gibi bir lüksü olmadığını belirtmek gerekir. Zira Türkiye oyun kurucu bir aktör olmayı tam olarak beceremese de, Türkiye’siz planların Ortadoğu’da başarılı olması da mümkün değildir. Zira Ankara, müthiş bir oyun bozucu savunmacı aktördür. Bu süreçte İsrail’le de ilişkilerin düzeltilmesi ya da en azından kriz algısından çıkarılması ise çok önemli ve avantajlı bir gelişme olacaktır.

4. Türkiye-AB ilişkileri: Pozitif gündem zamanı!

2021’de bir diğer çok önemli siyasi mesele Türkiye-AB ilişkileri olacaktır. Bu konuda mucize beklememek gerekir; ancak atılacak birkaç ufak adımla ilerleme sağlanması gayet mümkündür. Öncelikle, Türkiye’ye yönelik yaptırımların gündeme gelmesine neden olan Doğu Akdeniz krizi konusunda, Ankara, Atina (Yunanistan) ile istikşafi görüşmelere yeniden başlamalıdır. Bu, elbette Yunan tarafının talepleri kabul edilecek anlamına gelmemelidir; ancak askeri müdahale yerine diplomasinin gündemde olması, tansiyonu düşürecek ve Avrupa’daki Türkiye algısını düzeltecektir. Ayrıca Türkiye’nin tutuklu gazeteciler, sivil toplumcular (Osman Kavala) ve siyasetçiler (HDP lideri Selahattin Demirtaş) gibi konularda demokrasi ve hukuk devletine uygun adımlar atması (örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları uygulamak gibi), Avrupa’da olumlu karşılanacaktır. Reform sürecinin yeniden başlaması hükümetin yapısı nedeniyle kolay gözükmese de, geçmişte MHP’nin üçlü koalisyon (DSP-MHP-ANAP) döneminde reformlara destek verdiği düşünülürse, bu da imkân dahilindedir.

Ersin Tatar ve Recep Tayyip Erdoğan

AB ile ilişkilerde pozitif gündem yaratacak bir diğer konu, Kıbrıs’ta iki toplum lideri arasında görüşmelerin başlaması olacaktır. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’ye çok yakın ve Ankara’nın sözünden çıkmayan bir liderdir. Tatar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Cumhurbaşkanımız” diyecek kadar Türkiye yanlısıdır. Bu nedenle, Tatar gibi güvenilir bir aktör masadayken, Ankara’nın müzakereden kaçmaması gereklidir. Zira müzakereden kaçan Ankara, Kıbrıslı Rumlara ve Yunanistan’a siyasi koz sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler denetiminde yapılacak müzakerelerde, Türkiye, alışılageldik şekilde iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı ve Türkiye’nin garantörlük hakkı ve askeri mevcudiyetini koruyan bir çözümü savunmaya devam etmeli ve çözümsüzlüğün Rum kaynaklı olduğunu tüm dünyaya -2004 Annan Planı sürecinde olduğu gibi- ispatlamalıdır. Bu şekilde olursa, AB’nin taraflı bakış açısında da yumuşama olabilir.

AB ile ilişkilerde bir diğer önemli hedef, Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilerek güncellenmesi olmalıdır. Bu, hem Ankara, hem de Brüksel’in lehine ve tüm Avrupa ekonomilerini ve Türkiye ekonomisini olumlu yönde etkileyecek bir gelişme olacaktır. Zira mevcut haliyle, Gümrük Birliği, birçok alanı (hizmetler, işlenmemiş tarım ürünleri) kapsamayan yetersiz bir niteliktedir. Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ekonomik ilişkilerinde daha bağımsız hareket edebilmesi anlamında da, müzakere masasında Gümrük Birliği’nin güncellenmesi aşamasında bazı imtiyazlar elde edilmeye çalışabilir. Türkiye için AB ile ilişkileri düzeltmek, dış ticaretimizin sınırlı olduğu 2000’li yılların aksine artık bir seçenek değil, zorunluluktur; zira Türkiye’deki büyük firmaların ihracatları büyük oranda Avrupa’ya olmaktır. Dolayısıyla, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz kaynaklı olarak Ankara’ya yönelik ekonomik yaptırımların başlaması halinde, Türkiye, sonuçları 2001 ekonomik krizinden çok daha ağır olacak derin bir ekonomik krizle karşı karşıya kalabilir. Bu, bir distopya senaryosu değildir; Türkiye’deki büyük şirketlerin dış ticaret bilançoları incelenirse, ihracatlarının büyük oranda Avrupa yönümlü olduğu kolaylıkla fark edilecektir. Bu şirketlerin yüzbinlerce insana istihdam sağladığı da düşünülürse, AB ile ilişkileri bozmaya çalışmak, günümüzde artık neredeyse “vatana ihanet”le eşdüzey hale gelmiştir bile denilebilir.

AB ile ilişkilerde bir diğer önemli kazanım ise Fransa ile ilişkileri düzeltmek olacaktır. Türkiye’yi AB içerisinde yaptırımlara karşı kısmen de olsa koruyan Almanya’da Angela Merkel’in 2021’de Başbakanlığı bırakacak olması nedeniyle, Fransa ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2021’de ve 2022’de yeniden seçilirse (ki büyük olasılıkla seçilecektir) sonraki süreçte AB içerisinde çok güçlü bir konuma gelecektir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sürekli Macron ile polemiklere sürükleyen ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’de tamamen Türkiye karşıtı pozisyon almasına neden olan dahiyane (!) stratejik tercihin yerine, bu ülke ile ilişkileri düzeltmeye çalışmak daha doğru bir strateji olacaktır. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ ve çevresindeki Ermenistan işgali altındaki topraklarını yakın zamanda kurtardığı da düşünülürse, Fransa ile Türkiye arasında varoluşsal ve çok mühim bir mesele kalmamıştır. Doğu Akdeniz anlaşmazlıkları ise, müzakere masasında rahatlıkla çözülebilecek ya da en azından ötelenebilecek niteliktedir.

Türkiye, AB ile ilişkilerde artık şunu fark etmelidir; AB ile ilişkiler, Birleşik Krallık (İngiltere) ya da Rusya ile ilişkiler gibi bir ikili ilişkiler konusu değildir. AB, birçok konuda ortak hareket etmeyi başaran 27 üyeli dev bir Birliktir. Bu nedenle, çok taraflı müzakerelerle AB içerisindeki çatlakları da kullanarak avantajlı konum elde etmek ve AB ile ilişkileri mutlaka belli bir düzeyde ve istikrar ortamında tutmak gerekmektedir.

5. Azerbaycan ile derinleşen stratejik ilişkiler

2010’larda başlayan Türkiye-Azerbaycan yakınlaşması ise 2020’lerde de devam edecektir. Bu, hem halkın tercihlerine uygun, hem de iki ülkenin de menfaatinedir. Azerbaycan, Türkiye’ye uygun koşullarda petrol ve doğalgaz arz etmekte, Türkiye de Azerbaycan Ordusu’na eğitim, silah ve mühimmat desteği sağlamakta ve Azerbaycan ekonomisini geliştirmektedir. Yeni dönemde, Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan üçlü ortaklığına, Ermenistan’ı da dahil etmek artık mümkündür. Zira Ermenistan, işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarını terk etmiştir. Bu nedenle, Ermenistan’ı kazanmaya çalışmak çok doğru bir girişim olur. Türkiye ve Azerbaycan, ekonomik güçleri sayesinde, Ermenistan’da çok etkili bir ekonomik aktör haline gelerek, bu ülkenin Türk karşıtı tarihsel duruşunu birkaç yıl içerisinde değiştirmeyi başarabilirler. Bu konuda ABD, AB ve Rusya da Ermenistan-Türk yakınlaşmasına destek olacaktır. Bu, Türkiye’nin 1915 tehciri nedeniyle oluşan olumsuz algıları değiştirmesine de yardımcı olabilir. Bu konuda herhangi bir çekince olmamalıdır; zira şu an artık bir karış Türk toprağı bile işgal altında değildir!

Aliyev-Erdoğan

Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini daha da geliştirmek adına bazı somut öneriler de yapılabilir. Bunlar; ekonomide tüm gümrük ve kota uygulamalarının kaldırılması, başkentler Ankara ve Bakü’de kampüsleri olacak bir Azerbaycan-Türkiye Dostluk Üniversitesi’nin kurulması, karşılıklı olarak yatırım ve vatandaşlık alma hizmetlerinin kolaylaştırılması, büyük Türk spor kulüplerinin (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor) Azerbaycan’da da kulüp (şube) açmaları ve bazı oyuncularını bu ülke ligine göndermeleri, Azerbaycan’a Karabağ Savaşı’nda büyük bir zafer kazandıran Türk büyüğü Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Ankara’da uygun bir yere heykelinin dikilmesi gibi girişimler olabilir.

6. Rusya ile ilişkiler: Sorunları masada çözelim...

Türk dış politikasının 2021 yılındaki bir diğer önemli gündem maddesi de Rusya ile ilişkiler olacaktır. Rusya, Türkiye’nin önemli bir ekonomik partneridir. Türkiye’nin, gelişen siyasi ve ekonomik ilişkiler nedeniyle, ABD ve AB baskısıyla Rusya ile ilişkileri bozmak lüksü artık yoktur. Ancak, Rusya ile işbirliğini enerji ve ekonomi alanlarında sınırlı tutmak ve siyasi ilişkilerde birçok cephede yaşanan sorunları (Suriye, Güney Kafkasya, Libya vs.) masada çözmeye çalışmak daha yerinde bir strateji olabilir. Zira, Rusya, askeri açıdan Türkiye’den halen üstün bir güçtür. Batı yaptırımları nedeniyle zor günler geçiren Rusya da, Türkiye ile ilişkilerde gerginlik istemeyecektir. Bu bağlamda, Rusya ile ilişkileri ekonomik ve kültürel alanlarda geliştirmek ve askeri-siyasi anlaşmazlıkları da görüşerek ve karşılıklı tavizlerle çözmeye çalışmak en doğru yöntemdir. Bu anlamda, Rusya'nın artık Karabağ'da da askeri varlığının olduğunu ve buradaki Ermenilere vatandaşlık vererek bölgeyi uzun vadede etkileyebilecek stratejik girişimler yaptığını da akılda tutmak ve gerekli önlemleri almak gerekmektedir. Son olarak, Rusya'nın Suriye rejimiyle birlikte İdlib'de askeri bir atak başlatmasının Türkiye'ye milyonlarca yeni mülteci akınına neden olacağını görmek ve Suriye'de mevcut durumu askeri operasyonlar ya da maceracı yöntemlerden ziyade diplomasiyle çözmek gerektiğini idrak etmek gerekmektedir. 

Sonuç

Sonuç olarak, 2021 yılının 2020’den iyi geçmesini beklemek yerinde olacaktır. Özellikle 2021’in ikinci yarısından itibaren, aşının yaygınlaşmasıyla birlikte, ekonomide gözle görülür bir canlanma yaşanacak ve bu da insanların moralini düzeltecektir. Bunun devamı niteliğinde, ABD ve AB ile ilişkilerde pozitif gündemler yaratılması, her şekilde Türkiye’nin lehine olacaktır. Türkiye, artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi tek bir blok ya da devletin müttefiki olarak hareket edemez; bu nedenle, tüm devletler ve bloklarla iyi ilişkiler kurmak, Ankara’nın temel hedefi olmalıdır. Ancak bu durum, haklı olduğumuz davalarda geri adım atacağımız anlamına gelmemelidir. Türkiye ve diğer Türk devletleri, uluslararası hukukla ulusal çıkarlarını örtüştürdükleri alanlarda (Kıbrıs Barış Harekâtı-1974, Dağlık Karabağ Zaferi-2020), sert güce başvurmaktan çekinmeyeceklerdir. Bu ise, Türk şovenizminden değil, uluslararası hukuk ve topluma saygıdan kaynaklanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok: