19 Mart 2018 Pazartesi

CFR Oturumu: Tarihsel Perspektifte Rusya-Batı İlişkileri



Amerika Birleşik Devletleri’nin saygın düşünce kuruluşlarından birisi olan Council on Foreign Relations (CFR), birçok konuda zaman zaman çeşitli tartışma, oturum ve paneller düzenlemekte ve ABD ve dünya kamuoyunu küresel politikada yakın gelecekte yaşanabilecek gelişmeler hakkında önceden haberdar etmeye çalışmaktadır. Kurumun Ekim 2017 tarihinde düzenlediği “Russia and the West: A Historical Perspective” (Tarihsel Perspektifte Rusya-Batı İlişkileri) adlı panel de bu açıdan oldukça faydalıdır.[1] Oturumda Amerika’nın önemli Rusya ızmanlarından Stephen Sestanovich[2] moderatörlük yaparken, katılımcılar Ukrayna uzmanı gazeteci-yazar Anne Applebaum[3], Kissinger Associates yöneticisi ve Rusya uzmanı eski ABD Başkanı (George W. Bush döneminde) danışmanı Thomas Graham[4] ve Stalin dönemi uzmanı akademisyen Stephen Kotkin’dir[5].

Panelin kaydı

Panelde ilk konuşmacı olan Stephen Kotkin, Stalin dönemini incelediği kitap çalışmasından yola çıkan moderatör Sestanovich’in “Rus halkının dna’sında otoriter ve tek adam yönetimleriyle yönetilmek mi var” sorusuna cevaben, öncelikle siyasi kültür argümanının bu açıdan çok önemli olduğuna dikkat çekerek başlamakta, ancak kendisinin bu durumu daha ziyade jeopolitik açıdan açıklamaya çalıştığını belirtmektedir. Kotkin’e göre; Rusya, her zaman dünya siyasetine dair büyük emelleri olan bir devlet olagelmiş; ancak bu devletin ekonomik ve siyasi kapasitesi buna her zaman uygun düşmemiştir. Bu nedenle, Rus devleti, Batı ülkeleri ile arasındaki kapasite farkını genellikte devleti jeopolitik amaçları için araçsallaştırmak yoluyla kapatmayı denemiştir. Stalin’le Putin’i farklı dönemlerde liderlik etmeleri ve birbirlerinden çok farklı kişilik yapıları nedeniyle karşılaştırmanın yersiz olduğuna da dikkat çeken Kotkin, buna karşın her iki liderde de kişisel yönetim eğilimi ve devleti araçsallaştırma yaklaşımının bulunduğunu iddia etmiştir. Ayrıca Kotkin’e göre, Rusya ile ABD ve genel olarak Rusya ile Batı dünyasının ilişkilerinin bozulması otoriterleşme ya da Putin’in kişilik yapısıyla da doğrudan ilgili değildir; zira iki tarafın çıkarları birbirleriyle net olarak çelişmektedir.

Daha sonra söz alan gazeteci-yazar Anne Applebaum, Putin yönetimini tek bir liderin kararları doğrultusunda hareket eden bir siyasi irade olarak düşünmenin yanlış olduğunu, zira Rusya’da tek adam yönetimini yücelten ve bu yönetime sadakatle hizmet eden binlerce kişi (bürokrat) olduğunun altını çizmektedir. Rus devletinin karmaşık bir yapısının bulunduğunu ve Stalin ve Putin gibi liderlerin belli ideolojik değerler doğrultusunda sisteme yön çizdiğini iddia eden Applebaum, Stalin döneminde devletin aşırı ideolojik bir yapıya büründüğünü, Putin dönemi içinse böyle bir karşılaştırma yapmanın zor olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Applebaum’a göre, Amerikalıların “Putin’i değiştirirsek herşey düzelir” mantığı da hatalı olabilir; zira Rusya’da süregelen kişiselleşmiş ve karizmatik lider odaklı yönetime karşın, ortada hala işleyen bir siyasal sistem söz konusudur.

Üçüncü konuşmacı olan Thomas Graham ise, Rusya’da on yıllardır “oligarşik yönetim” modelinin bulunduğunu söylemekte ve moderatör Stephen Sestanovich’in Rusya’nın 60 yıldır süren Destalinizasyon çabalarının sonucunda şimdilerde popüler bir Stalin’e (yani Putin) sahip olduğu görüşünü onaylamaktadır. Graham’a göre, Rusya’daki yönetim tarzı kişiselleşmiş yönetimden ziyade oligarşik yönetimdir. Ancak oligarşinin, gücünü koruyabilmesi ve sistemi ayakta tutabilmesi için kendisine liderlik edecek güçlü bir figüre ihtiyacı vardır. İşte geçmişteki meşhur Rus Çarlarından Stalin’e, ya da bugün Putin’e uzanan süreçte Rus siyasi sistemini açıklayan temel olgu budur. Stalin döneminde işlenen insanlığa karşı büyük suçların bugün bile Rus toplumunda fazla bilinmediğini ve Stalin’in hala İkinci Dünya Savaşı’nda Nazileri mağlup eden ve Rusya’yı zafere taşıyan başarılı bir kurucu lider gibi algılandığını belirten Graham, Rusların, Büyük Petro (Deli Petro), Büyük Katerina (2. Katerina) ve Stalin gibi otoriter kurucu ve modernleşmeci liderlerin etkisiyle, şimdilerde Putin’i de kurtarıcıları gibi gördüklerini iddia etmektedir. Rusya ile ABD ilişkilerinin tarihine de soru üzerine kısaca değinen Graham, Rusya ile ABD arasındaki rekabetin daha 19. yüzyıldan itibaren başladığını ve Mançurya ve Japonya gibi bölgelerde iki ülkenin geçmişte rekabet ettiğini hatırlatmakta, Bolşevik Devrimi ardından geçen tanımama döneminin ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında konjonktürel bir yakınlık yaşandığını, ama Soğuk Savaş ile birlikte rekabetin kalıcı hale geldiğini vurgulamaktadır.

İkinci turda ilk konuşmacı olan Anne Applebaum da, İkinci Dünya Savaşı sonlarında Nazilere karşı geliştirilen Amerikan-Rus ittifakının abartılmaması gerektiğini; zira Stalin’in bu dönemde -İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bir ara nasıl Nazilerle ittifak kurmayı uygun gördüyse- Batılılarla ittifak kurmayı kendisi açısından faydalı bulduğu için böyle hareket ettiğini ve taraflar arasında ilkeler bağlamında hiçbir zaman uyuşma olmadığını söylemektedir. Putin’in Batı ile ilişkilerinde temel sorunun, Rus liderin Batılı değerleri kendi yönetimi ve Rusya için sakıncalı bulması olduğunu iddia eden Amerikalı gazeteci, demokrasi ve insan hakları gibi kavramların Rus coğrafyasında bir tür “Batı’nın Truva atı” gibi görüldüğünü söylemektedir. Putin’in 2014’te Ukrayna’da yaşananlar sonrasında şoka girdiğini ve demokrasinin nasıl kendi aleyhine dönebileceğini gördüğünde hemen ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’ı suçlamaya başladığını iddia eden Applebaum, bu nedenle meselenin NATO ya da ABD ile ilişkilerden öte, Rusya’nın ve lideri Vladimir Putin’in Batılı değerlerin yayılması durumunda ayakta kalamayacağına dair korkusu olduğunu vurgulamaktadır.

İkinci turda yine söz alan Stephen Kotkin ise, bu turda daha önce söylenenlere katılmakta ve ABD ile Sovyet Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda kâğıt üzerinde müttefik olarak görülmelerine karşın, birlikte koordineli askeri operasyonlar düzenlemediklerini ve bu nedenle bu dönemdeki Amerikan-Rus ittifakını Amerikan-İngiliz ittifakı gibi değerlendiremeyeceklerini belirtmektedir. Hitler’in savaş öncesinde İngilizlere karşı Stalin’i küçük ortağı olarak yanına almaya çalıştığını, ama daha sonra bu ittifakın yürümediğini hatırlatan Kotkin, Rusların tarihsel olarak diğer devletlerle başarılı ittifaklar kurabilen bir devlet olmadığını ve sadece kendi şartlarının kabul edilmesi durumunda ittifak ilişkisine girebildiklerini ifade etmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeliği kazanan Rusya’nın işte bu miras üzerinde gücünü hala koruyabildiğini belirten Amerikalı akademisyen, bir kez daha ABD ile Rusya’nın çıkarlarının örtüşmediğine vurgu yapmaktadır. Yazara göre; ABD, dünyada bölgesine liderlik edebilecek hegemon güçlerin oluşmasına karşı çıkarken, Rusya da tam tersine, kendi bölgesinde diğer devletleri ezen bir hegemon güç olmaya gayret etmektedir. Dolayısıyla, jeopolitik açıdan bu iki devlet (ABD ile Rusya) birbirine rakiptir. Dahası, iki ülkenin değerleri de birbirlerinden tamamen farklıdır. Rusya, devletin korunması ve büyütülmesi esaslarıyla kurulu bir devlet yapısına sahipken, ABD için demokrasi ve özgürlük gibi değerler daha ön plandadır. Bu durum, elbette Rus-Amerikan ilişkileri şimdikinden daha iyiye gidemez anlamına gelmemelidir; ancak sorun kesinlikle liderler arasındaki uyumsuzluk, diyalog eksikliği ya da tercüme hatası değildir. Sorun, iki ülkenin çıkarları ve değerlerinin birbiriyle uyuşmamasıdır. Kotkin, Soğuk Savaş döneminde yaşanan yumuşama (detant) sürecini de, alternatiflerin aşırı riskli olmasının yarattığı kaygılar nedeniyle zorunlu olarak yaşanmış bir dönem olarak açıklamaktadır. Zira Kotkin’e göre; o dönemde Rusya ile savaş senaryolarını gören ABD Dış İşleri eski Bakanı Henry Kissinger, tüm dünyanın yok olmasına sebebiyet verebilecek bu planları görünce, Rusya ve Çin gibi ülkelerle ilişkilerde yumuşamayı (detant) savunmaya başlamıştır.

Thomas Graham ise, ikinci turdaki konuşmasında, Rusya’nın Soğuk Savaş sonrasındaki ABD ile yakınlaşma sürecinin de abartıldığını; zira Rusya’nın bu dönemde (Boris Yeltsin dönemi) stratejik zaafiyetleri nedeniyle ABD ile yardımlaşmaya muhtaç kaldığını belirtmektedir. Rusya’nın toptan bir çöküş bu dönemde ABD ve Batı ile yakınlaşmak dışında başka bir alternatifinin olmadığına dikkat çeken Graham, Moskova açısından bakıldığında, bunun iki ülke arasındaki sorunları çözme amaçlı bir yaklaşım içermediğini ve sadece Rusya’nın ayakta kalabilmesini amaçladığını iddia etmektedir. Zaten kısa sürede iki ülke arasındaki çelişkilerin yeniden su yüzüne çıktığını belirten Graham, bu dönemin ardından kısa süre içerisinde Vladimir Putin iktidarının başladığını ve Batı (ABD) ile zıtlaşmanın yeniden gündeme geldiğini hatırlatmaktadır.

Anne Applebaum, üçüncü turdaki konuşmasında, Dmitri Medvedev döneminde Rusya ile Batı ülkeleri arasında yaşanan yakınlaşmanın bir nevi yeni bir detant olduğunu; bu dönemde Avrupalıların ve özellikle de Almanların Medvedev yönetimine büyük yatırım yaparak, Rusları olumlu yönde adımlar atmaya teşvik ettiklerini vurgulamaktadır. Ancak Medvedev’in Devlet Başkanı gibi davranmasına karşın gerçekten Başkan olamadığını ve ipleri o dönemde Başbakan olan Putin’in elinde tutmaya devam ettiğini söyleyen Applebaum, bu nedenle bu dönemde yaşananların kısa süreli kaldığını ve Rusya’nın yeniden tam ters yönde bir yörüngeye doğru hareket etmeye başladığını iddia etmektedir. Daha sonra Putin döneminin özelliklerine odaklanan Applebaum, Putin’in Rus halkına daha fazla demokrasi ve özgürlükler değilse bile, istikrar ve daha iyi yaşam standartları sözü verdiğini ve bu sözlerini özellikle iktidarının ilk yıllarında yerine getirdiğini söylemektedir. Ancak son dönemde bu açıdan iyi performans gösteremeyen Putin’in, daha çok “Rusya’yı güçlü ve büyük bir devlet yapmak” gibi devletçi ve milliyetçi duygu ve düşüncelerle seçmenleri mobilize edebildiğini kaydeden konuşmacı, Rusların Putin’le birlikte dünya siyasetinde yeniden bir süpergüç gibi algılanmaya başlamalarından çok memnun olduğunu da sözlerine eklemektedir. Buna karşın, Applebaum, Putin’in Ukrayna’daki gelişmeleri iyi değerlendiremediğini ve bu nedenle Kırım ilhakı sonrasında Doğu Ukrayna’daki gelişmeler bağlamında istediklerini elde edemediğini belirtmektedir. Bu anlamda, Doğu Ukrayna’da Novorossiya adlı yeni bir devlet kurulmasının henüz mümkün hale gelmediğinin altını çizen konuşmacı, bu nedenle Putin’in taktiklerinin daha çok Rusya içerisinde başarı kazandığına işaret etmektedir. Applebaum, ayrıca Rusya-Ukrayna ilişkilerini Birleşik Krallık (Büyük Britanya) ile İrlanda arasındaki ilişkiye benzetmekte ve günümüzde İrlanda Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olduğunu hatırlatarak, tarihsel ilişkilerin zaman içerisinde değişim gösterebildiğine dikkat çekmektedir.

Stephen Kotkin, üçüncü ve son turdaki konuşmasında, Rus siyasal düşüncesinde küçük devletlerin egemenliklerine saygı gibi bir yaklaşımın olmadığını ve Rusların daima daha küçük devletleri büyük devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde kullanılan piyonlar gibi gördüğünü belirtmektedir. Kotkin, ayrıca, Vladimir Putin’in Polonya, Baltık devletleri ya da Ukrayna algılamasının tamamen bu devletlerin kendisiyle mi, yoksa ABD ve Avrupa ile mi hareket edeceği düşüncesi temelinde şekillendiğini ve demokratik meşruiyet ya da halk eğilimi gibi unsurların Rus devlet katında gözardı edildiğini vurgulamaktadır. Bu açıdan Rusların devletlerin iç işlerine karışmama ya da egemenliği gibi kavramlara yabancı olduklarını hatırlatan Kotkin, Putin’in Ukrayna olaylarını da tamamen Batı’nın ve onun Ukrayna’daki maşalarının bir oyunu olarak gördüğünü sözlerine eklemektedir.

Thomas Graham ise, bu sonuncu turda, Ukrayna’nın -Kievan Rus dönemi nedeniyle- tarihsel açıdan Rusların zihninde çok özel bir konumunun olduğunu vurgu yaparak, Putin’in Ukraynalılar ve Rusların “tek millet” olduğunu iddia eden sözlerini hatırlatmakta ve Ukrayna’nın Rusya için asla vazgeçilmeyecek belki de tek devlet olduğunu belirtmektedir. Graham, tüm bu nedenlerle, Ukrayna’daki etnik Rusları ve Rusya-Ukrayna tarihsel ve kültürel bağlarını da siyasal araçlar olarak kullanan Putin’in Ukrayna’dan asla vazgeçmeyeceğinin altını çizmektedir.

Panelde, daha sonra soru-cevap bölümüne geçilmektedir. Panelin genel bir değerlendirmesi yapılırsa; çok özel ve daha önce hiç duyulmamış önemli bilgiler verilmese bile, panelin Rusya-Ukrayna ilişkileri adına iyi bir hafıza tazelemesi yaptığı söylenebilir. Ayrıca dün yapılan Rusya Devlet Başkanlığı seçimlerinde Rus lider Vladimir Putin’in yüzde 75 oranında çok yüksek bir oyla yeniden seçilmesi ve 2024’e kadar Rusya’nın başında kalmayı garantilemesi, panelde de vurgulandığı gibi, onun siyasal taktiklerinin Rusya içerisinde çok başarılı olduğunu göstermektedir. Lakin bu durum, Rusya’dan batıya doğru ilerledikçe geçerli değildir; zira Putin, bugün birçok Avrupa ülkesi ve ABD’de olumsuz bir lider olarak algılanmaya başlamıştır. Bu nedenle, Rusya’nın da artık uluslararası sorunların çözümüne destek sağlayan sorumlu bir devlet olarak davranmaya başlaması, ekonomik sorunlar nedeniyle zor durumda olan Rus halkının ve Rus siyasal elitinin lehine bir gelişme olacaktır. Zira Rusya gibi çok güçlü bir devlet dahi, uluslararası sistemden, özellikle de Batı dünyasından dışlanmayı kolay kolay kabullenemez ve bunun olumsuz sonuçlarını kolaylıkla atlatamaz…

Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Panelin transkripti için; https://www.cfr.org/event/russia-and-west-historical-perspective.
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Stephen_Sestanovich.
[3] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Anne_Applebaum.
[4] Hakkında bilgiler için; https://www.carnegiecouncil.org/people/thomas-e-graham.
[5] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Stephen_Kotkin.

Hiç yorum yok: