7 Eylül 2015 Pazartesi

Abdullah Gül ile 12 Yıl


Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2003-2015 yılları arasında 12 yıl süreyle Basın ve İletişim Başdanışmanı olarak görev yapan gazeteci Ahmet Sever’in Doğan Kitap tarafından yayınlanan kitabı “Abdullah Gül ile 12 Yıl”, kısa sürede büyük ilgi gördü ve bu alanda yazılmış güncel eserlerden biri olarak Türk kamuoyunun dikkatini çekti.[1] Sever’in, Gül’ün Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı 12 yıllık uzunca dönemde başına gelen en ilginç hadiseleri içeriden birinin gözüyle anlattığı bu kitap, bu nedenle yakından incelenmeyi hak ediyor.

Kitapta ilk işlenen ve belki de en önemli olan konu, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıranın yayınlanma süreciyle ilgilidir. Sever’in iddiasına göre; normalde mutedil bir kişi olan Abdullah Gül, o dönemde televizyondan izlediği “Hatırla Sevgili” dizisinde Adnan Menderes’in başına gelenlerden de etkilenerek, bu muhtıra sonrasında çok sinirlenmiş ve hatta muhtıraya cevap hazırlamadan önce eşi Hayrünnisa Gül’e “Ben ölümüne kadar gitmeye hazırım” dahi demiştir. Ayrıca yine Sever’e göre; o dönemlerde Cumhurbaşkanlığına adaylığı konuşulan Gül, muhtıraya karşı yazılacak metnin sert olması konusunda da diğer AKP’lilerden daha istekli bir duruş sergilemiştir. Bunun kitapta işlenmeyen temel sebeplerinden biri ise, Gül’ün eşinin başörtüsü nedeniyle yapılan tartışmalardan haklı olarak alınması ve bu meseleyi biraz da şahsi olarak algılamasıdır.

Gül’ün Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklı olduğu 2002-2003 yılları arasındaki kısa Başbakanlık döneminin en önemli olayı ise, kuşkusuz 1 Mart Tezkeresi tartışmalarıdır. Sever’in iddiasına göre; dönemin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Gül’den eşinin başını açmasını rica etmiş ve bu durumun genç Türk kızlarına kötü örnek olduğundan yakınmıştır. Yine Sever’e göre; aynı Tuncer Kılınç, 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’den sorunsuz bir şekilde geçmesi için Gül’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu tezkereyi savunacak yönde dini propaganda yapması için talimat vermesini de istemiştir. Ancak Kılınç’ın bu istekleri elbette sonuçsuz kalmıştır. Ahmet Sever’in aktardığına göre; İkinci Körfez Savaşı (Irak İşgali) öncesinde Saddam Hüseyin ve Irak yönetimini yaklaşan savaş konusunda uyarmak için elinden gelen herşeyi yapan Gül, yine de buna engel olamamış ve en sonunda “günah benden gitti” diyerek durumu kabullenmiştir. Ancak Gül, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun olmayan bu savaşa dâhil olmasını istememiş ve tezkere konusunda Tayyip Erdoğan’a kıyasla daha çekimser bir görüntü sergilemiştir. Tezkereyi hararetle savunan Erdoğan, Türkiye’nin bu sürecin dışında kalması durumunda bölgede güçsüzleşeceğine dikkat çekerken, Gül ise uluslararası hukuka aykırı bir işe dâhil olmanın uzun vadede Türkiye’yi kötü duruma düşürmesinden endişe etmiştir. Bu nedenle, Gül, oylamadan 3 gün önce Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal’e tezkerenin olumlu ve olumsuz sonuçları hakkında bir rapor hazırlatmış ve bu konuda AKP’li milletvekillerine vicdanlarına göre hareket etmelerini tembihleyerek onları oylamada serbest bırakmıştır. Şimdilerde Başbakan olan dönemin Dış Politika danışmanlarından Ahmet Davutoğlu’nun da karşı çıktığı tezkere, sonuçta TBMM’de reddedilmiştir. Sever’e göre; bu durumun Türkiye’ye önemli bazı avantajları olmuştur. Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde daha saygın bir konuma gelmesi ve bağımsız bir ülke olarak görülmeye başlanması, bu konudaki en önemli gelişmedir. Nitekim tezkerenin reddi sonrasında Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci hızlanmıştır. Ancak bölgedeki Kürt realitesinin giderek güçlenmesi ve bağımsız bir devlete doğru evrimleşmesi de, Sever’in görmezden geldiği önemli bir detay olarak burada belirtilmelidir.

Gül’ün Başbakanlığındaki bir diğer önemli konu ise Kıbrıs Sorunu’dur. Bu konuda Uğur Ziyal’in tavsiyeleriyle o güne kadar askeriye, hariciye ve genel olarak Türk Devleti’nin desteklediği merhum Rauf Denktaş çizgisinden sapmayı göze alan Gül, çözümsüzlüğün kendilerinin değil, Rumların isteği olduğunu dünya kamuoyuna göstermek istemiştir. Ancak 2002 yılı Aralık ayında Kopenhag’daki AB zirvesinde Rauf Denktaş’ın imzalamadığı belge, Sever’e göre büyük bir hatadır. Gül de böyle düşünmüş ve bu nedenle merhum Denktaş’a o dönemde çok öfkelenmiştir. Ayrıca Uğur Ziyal’in itiraf ettiği bir eksiklik, Rumların Annan Planı’na “hayır” demesi durumunda KKTC’nin tanınması adına ne yapabileceklerini o dönemde Türk devlet adamlarının planlamamalarıdır. Bu ifadeden de anlaşıldığı kadarıyla, o dönemde Gül ve Türkiye, Kıbrıs Sorunu’nun gerçekten çözülebileceğine inanmış ve dahası çözülmesini istemiştir. Yani bu dönemde Türkiye’nin sergilediği barış yanlısı politikalar, sadece Rumları zora sokmak için sahnelenmiş bir oyun değildir.

Kitapta Ahmet Sever, Abdullah Gül’le yaptığı sohbetlerden edindiği izlenimler doğrultusunda Gül’ün Türkiye’nin 3 temel sorunuyla ilgili tespitini de okurlarla paylaşmaktadır. Gül’e göre bu sorunlar; Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi ve Kıbrıs Sorunu’dur. Bu engeller kalkarsa Türkiye’nin AB ile bütünleşebileceğini ve daha hızlı kalkınabileceğini düşünen Gül, bu nedenle Dışişleri Bakanı olduktan sonra bu 3 temel meseleye odaklanmış, ancak bunları çözme yolunda fazla yol katedememiştir. Özellikle Ermeni Meselesi’nde üstlendiği öncü rol Gül’e pahalıya patlamış ve Ermenistan’la 2010 yılında protokolleri imzalayarak büyük bir siyasi risk alan Abdullah Gül ilerleyen yıllarda siyaset sahnesinden tasfiye edilirken, Azerbaycan’a daha yakın duran dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. Kürt Sorunu konusunda önemli reformlar yapan ve yaptıran Gül, geldiğimiz nokta itibariyle bu konuda da Türkiye’nin henüz başarıya ulaşamadığını görüyor olmalıdır. Kıbrıs Sorunu’nda müzakereler halen devam etmesine karşın, bu konuda da henüz somut bir başarı kazanılamamış, dahası Annan Planı’na “evet” demiş olmanın karşılığında AB çevrelerinden somut bir getiri elde edilememiştir.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra bir kısım çevrelerin İslamcı gelenekten yetişmesi ve eşinin başörtülü olması nedeniyle kendisini bir türlü hazmedemediğini belirten Gül’ün, o yıllarda Çankaya Köşkü ile ilgili çıkan yalan haberlere çok üzülmesi de, Sever’in kitapta anlattıkları arasındadır. Ayrıca yine kitapta anlatıldığı kadarıyla, Gül’ün Fethullah Gülen cemaati ile hiçbir bağlantısı yoktur. Hatta Gül’ün, Fethullah Gülen’in son yıllarda eğitimcilik ve sivil toplumculuktan siyasete ve devlette kadrolaşmaya kaymasından rahatsızlık duyduğu da kitapta ifade edilmektedir. Kitapta altı çizilen bir diğer husus; Abdullah Gül’ün Nurcu değil, Büyük Doğu (Necip Fazıl Kısakürek) ekolünden yetişme bir İslamcı olmasıdır. Ancak Sever’e göre; Gül, birçok İslamcının aksine karşı görüştekilere saygı gösteren ve uzlaşmaya açık ılımlı bir isimdir. Zaten bu sayede, Gül’e siyasi kariyeri döneminde en çok saygı gösteren ve değer veren gruplar AB çevreleri olmuştur. Hatta Gül, bir keresinde bireysel özgürlüklere destekleri nedeniyle AB içerisindeki sosyalist-sol gruplara kendisini daha yakın hissettiğini ifade etmiştir. Buradan çıkan bir diğer sonuç ise, Türkiye’nin AB üyeliğinin ne kadar zor olduğu gerçeğidir. Zira AB’nin sağ partileri Hıristiyan temelli ve daha İslam karşıtıyken, Türkiye’nin sağı ise İslamcıdır. Bu tarz partilere daha yakın duran ise Avrupa’nın sol çevreleridir. Bu nedenle AB ile Türkiye’nin ulusları aşan ölçüde partilerin kurulduğu bir yapı içerisinde buluşması oldukça zordur. Bunun için, önce Türkiye ve Avrupa sağının kendilerini din (Hıristiyanlık vs. İslamiyet) değil, muhafazakârlık üzerinden yeniden tanımlamaları gerekmektedir. Oysa Fransa ve Birleşik Krallık’ın aksine, Almanya’daki sağ partinin ismi bile “Hıristiyan Demokrat” şeklindedir. Bu da, ilişkilerin ters mıknatıslanmaya açık doğasını gözler önüne sermektedir. Bu konuda Fransa’nın önceki Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile bu konuda birkaç defa tartışan Gül’ün dikkat çektiği bir husus ise; Türkiye’nin AB üyeliğini üyeliğin kendisinden daha ziyade, demokratik bir ülke olma yolunda kaldıraç olarak gördüğü gerçeğidir. Bu nedenle Gül’e göre tam üyelik gerçekleşmese bile, bu yolda ilerlemek her zaman için iyidir. Kitapta bu ve benzeri daha birçok anı ve anektoda yer verilmiştir.

Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabı, içerdiği değerli anı ve gözlem bilgilerine karşın, her zaman için taraflı yazılabileceği akılda tutularak okunması gereken bir eserdir. Zira yazar, Abdullah Gül’ün danışmanı olarak senelerce geçimini sağlamış ve Gül’ü çok seven-sayan biridir. Ancak bu durum, kitaptaki bilgiler yanlıştır anlamına da gelmez. Sadece kitabın büyük resmin bir boyutunu gösterebileceği akıllarda tutulmalı ve kitaptaki bilgiler başka kaynaklarca da kontrol edilmeye çalışılmalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok: