31 Ocak 2020 Cuma

Prof. Dr. Hasan Ünal Mülakatı

Prof. Dr. Hasan Ünal ve Doç. Dr. Ozan Örmeci (31.01.2020, Maltepe Üniversitesi)

İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 31 Ocak 2020 tarihinde Maltepe Üniversitesi'nde Profesör Hasan Ünal'la ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı "Asrın Anlaşması" (Deal of the Century) adlı Filistin-İsrail Sorunu'nu çözme iddiasındaki barış planı ve Birleşik Krallık (İngiltere) dış politikası konulu bir mülakat gerçekleştirdi. Mülakatta, Birleşik Krallık iç politikası ve Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri gibi konular da konuşuldu. Aşağıda bu mülakatın dökümünü bulabilirsiniz.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Öncelikle Uluslararası Politika Akademisi (UPA) takipçilerine merhaba diyorum. Ben Doç. Dr. Ozan Örmeci, bugün Maltepe Üniversitesi'nde Prof. Dr. Hasan Ünal ile birlikteyiz. Kendisiyle bugün Brexit sürecinde Birleşik Krallık iç ve dış politikasını konuşacağız. Ayrıca, röportajın başında, ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı "Asrın Anlaşması" barış planı hakkında da Prof. Dr. Hasan Ünal'ın değerli görüşlerine başvuracağız. Hocam bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.

Prof. Dr. Hasan Ünal: Rica ederim, hoşgeldiniz.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hasan hocamız benim Bilkent Üniversitesi'nde de hocalığımı yapmıştır. Kendisi, Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli Balkanlar bölgesi uzmanlarından birisidir. Ayrıca eğitimi nedeniyle daha önce senelerce İngiltere'de bulunduğu ve bu ülke siyasetini yakından takip ettiği için, bu ülkenin iç ve dış politikası konusunda da üst düzey bilgisi olan bir akademisyendir. Hocam İngiltere konusuna geçmeden önce, izninizle ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı "Asrın Anlaşması" konusunda fikirlerinizi almak isterim. Sizce bu planın başarı şansı var mıdır?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Şöyle söyleyelim, Türkiye'de daha iyi anlaşılması açısından, Trump'ın açıkladığı barış planı Filistin'in Sevr Anlaşması'dır. Yani Sevr Anlaşması yürürlükte kalsaydı Türkiye'ye ve Türklere neler dayatılacak idiyse, bu plan da Filistin'e ve Filistinlilere benzer şeyleri getiriyor. Haksız, adaletsiz, insafsız, dengesiz bir plan... Bunları söyledikten sonra ama şunun da altını çizmekte fayda var; Uluslararası İlişkiler hak ve adalet esaslı değildir, gerçekler üzerine inşa edilir. Buradan hareketle, o zaman, ilk olarak şunu söylemekte fayda var; eğer Mustafa Kemal Atatürk ve Türk halkı 1919-1922 döneminde İngilizlere ve Yunanistan'a karşı Milli Mücadele'yi veremeseydi, o zaman Sevr şartlarına razı olacaklardı. Eğer Sakarya Savaşı kaybedilseydi, işte şimdi Filistinlilere sunulan plan gibi bir plan bize sunulacaktı. Toprakları parçalı, bir taraftan diğer tarafa köprülerle ve tünellerle gidilebilecek, askeri, siyasi, ekonomik ve adli olarak tamamen büyük devletlerin denetimi altına olacak bir sözde devlet yapısı ortaya çıkacaktı. Şimdi bu Filistin planı için Trump diyor ki, "Ben bir anlaşma olması için ortaya bir plan koydum". Bu planın birinci özelliği şu, mevcut durumu (statükoyu) bir anlaşmasına dönüştürüyor. Yani planın ilan edildiği dönemde sahadaki şartlar neyse, aynen barış anlaşması olsun diyor. Bunu da şöyle ifade etmişler planda; "Hiçbir Filistinli ve hiçbir Yahudi evlerinden çıkarılmayacak". Bu da şu demek; bütün Yahudi yerleşim yerleri, bundan sonra İsrail toprağı olarak kalacak. Ama bu topraklar İsrail'de kaldığı zaman, zaten kurulacak Filistin Devleti'nin toprakları arasında birçok yerde geçiş sağlanamıyor. Ve o geçişler ancak köprülerle ve tünellerle sağlanabilecek oluyor. Mesela en garip olanlarından birisi Gazze. Gazze'den zannediyorum 30 metre yüksekliğinde bir köprü yapılacak ve Filistin'in diğer taraflarına ulaşılacak bu köprüyle. Bu bağlamda uluslararası hukukta da ilginç tartışmalar olacak herhalde; o köprü hangi devletin egemenliğinde olacak, köprünün üstündeki ve altındaki hava sahası kime ait olacak? Bu yönüyle de ilginç olacak ve bunların hepsi anlaşmaya da yazılmak zorunda. Uluslararası hukuk uzmanları için de yeni ilgi alanları oluşmuş olacak. Demek ki birinci esası planın bu; diyor ki, mevcut durum nihai barıştır.

Planın bir başka önemli özelliği, Filistinlilerin bugüne kadar ısrarla üzerinde durduğu ve önem verdiği bir konu olan Filistinli göçmenlerin yurtlarına dönmeleri konusu. Bu konu, Filistin için bir kırmızı çizgiydi. Çünkü 1948 Arap-İsrail Savaşı'ndan itibaren, İsrail, savaş sırasında ve sonrasında sistematik bir şekilde, Filistinlileri korkutarak onların o bölgeden kaçmalarını sağlamıştır; yani bir nevi sürgüne tabi tutmuştur bunları. Bu Filistinli nüfusunun büyük bir bölümü Ürdün'e gitmiştir. Bugün belki de Ürdün'ün nüfusunun yarısı, hatta belki yarısından biraz fazlası Filistinlilerden oluşuyor. Filistinliler aynı zamanda kitleler halinde Körfez ülkelerine de gittiler; Suudi Arabistan'a gittiler, Mısır'a gittiler... Bugün içinde Filistinli olmayan bir Arap ülkesi hemen hemen yok. Lübnan'da hâlâ bir miktar varlar; Suriye'de hâlâ bir miktar kaldılar. Şimdi bunların geri dönüşü ne olacak? Plan şöyle diyor; hiçbir İsrailli ve hiçbir Filistinli yurtlarından ve evlerinden çıkarılmayacaksa, bunlar nasıl gelecekler? Planın başka bir bölümünde de diyor ki; Filistinli göçmenlerse isterlerse, kurulacak Filistin Devleti'nin vatandaşı olabilecekler, hatta gelip Filistin Devleti'nde yer edinebilir, kalabilirler. Peki ama nasıl gelecekler? Gelmek istediklerinde Filistin Devleti onlara nereden toprak ve yer bulacak? Zaten kurulacak Filistin Devleti'nin kurulacağı topraklar mevcut Filistinlilere bile yetecek kadar değil, sıkışmış durumdalar. Peki o zaman Filistinli göçmenler nasıl geri gelecekler; yani gelemeyecekler... Yani plan bir bakıma "gelmeseler iyi olur" diyor. Ha ama çok istiyorlarsa, o Filistin Devleti'nin pasaportunu alabilirler. O da zaten "Filistin Devleti ile göçmenleri ilgilendiren bir konu" diyor.

Şimdi üçüncü önemli konu da Kudüs'ün statüsü. Filistinlilerin bir diğer kırmızı çizgisi de buydu. Filistinliler diyordu ki; biz Kudüs'ü katiyen İsrail'in başkenti olarak kabul etmeyiz, zira Kudüs, Mescid-i Aksa başta olmak üzere İslam'ın mukaddes mekanlarını barındırmaktadır. Bu nedenle, Kudüs, Filistin Devleti'nin başkenti olmalıdır ve herhangi bir şekilde bölünmemelidir. Şimdi plan bunu da tersine çevirmiş durumda. Ama başka bir şey çıkmasını beklemek de yanlış olurdu; çünkü 2017 yılının Aralık ayında Trump zaten Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdığını bir Başkanlık kararnamesiyle kabul etmiş ve ABD Büyükelçiliğini de Tel Aviv'den Kudüs'e taşıtmıştı. Şimdi bu çerçeveden baktığımızda; Filistinlilere bu planda çok büyük haksızlıkların yapıldığı açık. Zaten her insaflı siyasi tarihçi şunu söyleyecektir ki, 20. ve 21. yüzyılın en talihsiz, en fazla zulme maruz kalmış toplumu Filistinlilerdir. Öbürü de belki Yahudilerdir. Nazi zulmüne maruz kalan Yahudiler de gelip onlara zulmettiler; ama Filistinlilerin burada ne suçu var?..

Şimdi bunları söyledikten sonra ama şu Uluslararası İlişkiler gerçeğini de kabul etmek lazım. Evet bu plan bir Sevr planı ve Trump bu planın 4 yıl içerisinde kabul edilmemesi durumunda İsrail'in söz konusu toprakları ilhak etme hakkı olduğunu belirterek tehdit ediyor. Şimdi bir ABD Başkanı İsrail lehine bu kadar cömertçe kararlar aldıktan sonra, o Başkan değişse bile, yeni bir Başkan'ın bunları geriye götüreceğini beklemek büyük saflık olur. Hiçbir Amerikan Başkanı bunun gerisine düşemez; ilerisine gider, gerisine düşemez. Amerika'daki İsrail (Yahudi) lobisinin gücünü bilenler için bu, çok basit bir gerçek. Şimdi, öte yandan, bu planın açıklanması, bizi şu acı gerçekle de yüzleştirdi; bu plana Arap devletlerinin neredeyse tamamına yakını destek veriyor. Çünkü Arap devletlerinin öncelikleri değişmiş durumda. Mesela Suudi Arabistan, diğer Körfez ülkelerinin tamamı ve Mısır plana açıktan destek veriyorlar. Yani şöyle diyorlar; Trump'ı Filistin Sorunu'nun çözümüne yaptığı katkılardan dolayı kutluyorlar. Bu, şu demek diplomatik dilde; yani biz Filistin yönetimine baskı yapacağız, diyeceğiz ki "otur masaya, bu planı temel alan bir müzakere sürecine başla". Ha ne olabilir; müzakere sürecinde işte efendim Kudüs İsrail'in başkenti olabilir ama oradaki kutsal mekanlar farklı bir statüye kavuşturulacaktır, uluslararası bir komisyonun gözetimi altında olacaktır ve orayı ziyaret etmek isteyenlere kapalı olmayacaktır gibi birtakım düzenlemeler yapılabilir. Birkaç yerleşim yerinde de, işte tünel olmasın da şuradaki mahalleyi buraya kaydıralım, burayı şu mahalleye bağlayalım falan gibi kolaylıklar sağlanabilir.

Şimdi şunu da unutmamak lazım; Filistinliler, bu Körfez Araplarının desteğine muhtaç durumdalar. Filistinlilerin bütün finansmanını onlar sağlıyorlar. Bu durumda planı toptan reddederse Filistinliler, bundan sonra ne yapabilirler? Eskiden şöyle oluyordu; mesela Suriye ve Irak gibi devletler güçlü bir şekilde böyle planlara -yani "Filistin'in satışına" diyelim- karşı çıkıyorlardı. Kaddafi'nin Libya'sı da buna benzer tepki veriyordu. Mısır da sürekli olarak Filistinlilere yönelik dayatmaları kabul etmeyeceklerini açıklıyordu. İsrail'i her zaman büyük tepki gösteren İran'ı zaten saymıyorum bile Arap devleti olmadığı için. Şimdi öyle bir noktaya gelindi ki, artık Arapların öncelikleri farklı. Mesela Suudiler ve diğer Körfez ülkelerinin önceliği İran tehdidi oldu. Bu durum gerçek veya değil; devletlerin tehdit algılaması varsa, bunu gerçek kabul etmek lazım. Şimdi Körfez ülkelerinin İran'ı daha büyük tehdit olarak görmeleri ve Irak ve Suriye'nin darmadağın olmaları nedeniyle, Filistinlilere destek veren Arap devleti kalmadı. Bölgedeki denge durumu ABD'nin başlattığı 1991 Körfez Savaşı ve 2003 Irak Savaşı ile bozuldu. ABD'nin aptalca politikaları bölgeyi altüst etti. Öyle ki, ABD'nin hatalı politikaları nedeniyle Irak'ın birçok vilayeti neredeyse İran'ın kontrolüne girdi. İran bölgede çok güçlendi; ama kendi yaptıklarıyla değil, ABD'nin yaptıkları, ABD'nin yanlışları sayesinde güçlendi. Ben hep derslerimde de anlatırım; Amerika, dış politikada hata yapma şampiyonluğunu hiç kimseye bırakmaz, açık ara hep öndedir. Burada da kendi müttefiklerini zora düşürdü. Hangilerini? Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini. Şimdi bu ülkeler İran karşısında ABD'nin desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Amerika'nın kestiği fatura da işte bu. Amerika bu ülkeleri hem kendi kasası gibi kullanıyor; istediği zaman şuraya para ver, buraya para ver diyor, hem de böyle bir Filistin barışına destek olun diyor.  Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri de duruma gayet gerçekçi bakıyorlar. Aslında gayet de mantıklı şeyler yaptıkları. Reelpolitik bu; adamlar diyor ki "benim Amerika'ya ihtiyacım var ve bu ihtiyacımın karşılığında da Filistinlileri satarım".

Son olarak şunu da unutmamak lazım; Filistin Sorunu Arap devletlerini ve Arap kamuoyunu yormuş durumda. Arap devletleri 1970'lerden itibaren, özellikle de 1973 Yom Kippur Savaşı'ndan sonra Filistin konusunu dışlamaya başladılar. Zamanla Filistin Sorunu sanki sadece Filistinlilerin sorunu gibi olmaya başladı. Şimdi bütün bunları yan yana getirdiğimizde, evet çok acımasız, adaletsiz, insafsız bir barış planı vesaire. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eleştirilerinin tamamı doğru. Ama Türkiye açısından yapılacak birşey yok. Çünkü Filistin Sorunu, Türk Dış Politikası'nın bir sorunu değil. Ben Türk yetkililerin "Kudüs kırmızı çizgimizdir, biz bunu kabul etmeyiz, bizim açımızdan bu yok hükmündedir" gibi çok sert açıklamalar yapmalarını anlamakta zorlanıyorum. Neden derseniz? Bize sunulmuş bir plan yok zaten ortada. Biz, Filistin Sorunu'nun taraflarından biri değiliz. Yani biz bunları söyledikten sonra, yarın Filistin, Arap devletlerinin baskısıyla, müzakere masasına oturur ve sonra da barış planını kabul ederse biz ne diyeceğiz?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Onu sorayım o zaman hocam son olarak İngiltere konusuna geçmeden. Sizce planın gerçekçiliği ve uygulanabilirliği açısından ne durumdayız? Çünkü Türk akademisyenler ve Türk medyasında çok karamsar bir bakış açısı gözlemleniyor. Ama sizin yorumlarınızdan da sanki planın uygulanma şansı var gibi anlıyorum.

Prof. Dr. Hasan Ünal: Tam zamanı, böyle bir planı empoze etmenin tam zamanı. Çünkü neden? Dediğim gibi bütün Arap ülkeleri şu havada; "bu iş bir şekilde çözülsün de kurtulalım". Böyle bir durumdayken, Türkiye ve İran'ın "biz bu planı kabul etmeyiz" demelerinin hiçbir anlamı yok. Benim korkum bir de şu; bu cümlelerle ve bu açıklamalarla biz eğer İsrail'le ve Mısır'la yeniden bozuşur ve bu iki ülkeyle Libya ile yaptığımız deniz yetki alanları anlaşması benzeri bir anlaşma yapamazsak, o zaman Doğu Akdeniz'de de avantajlı duruma geçemeyiz. İnşallah o noktaya getirmeyiz. Ben hükümet yetkililerinin bu konuda yaptıkları açıklamaların daha çok iç kamuoyuna yönelik olduğu kanaatindeyim. İnşallah bu kanaatime yanılmam; aksi takdirde bizim bu süreci etkileme gücümüz yok ve siyasi ve diplomatik olarak taraf da değiliz. Türkiye bu konuda arabulucu olamaz, böyle bir süreci de baltalayamaz. Türkiye'nin yapabileceği tek şey şudur; Filistin ile İsrail anlaşırsa, ondan sonra Türkiye o barış planının içinin doldurulmasına katkı yapabilir. Ama bunun için de, tarafların ikisine de eşit mesafede durulması lazım ki iki taraf da Türkiye'ye güvensin. O yüzden kullanılan ifadelere dikkat etmekte yarar var.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Teşekkür ediyorum hocam, çok kapsamlı bir yanıt oldu. Biz şimdi mülakatın asıl konusu olan Birleşik Krallık dış politikasına geçelim. Hocam sizin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine eleştirel bir perspektiften yaklaştığınızı biliyoruz. Bunun temelinde de Türkiye'nin AB üyesi olmadan Gümrük Birliği'ne üye olması ve bu nedenle karar alma sürecine dahil olmadan Gümrük Birliği politikalarını uygulamak zorunda kalması düşüncesi var. Ancak İngiltere veya Birleşik Krallık'ın AB üyeliği Türkiye'ninki gibi bir durum değildi. Schengen bölgesine dahil değillerdi, avroya (euro) geçmemişlerdi ve Margaret Thatcher döneminden başlayarak AB'ye yapılan muhalefetin etkisiyle avantajlı bazı haklar elde etmişlerdi. Bu nedenle Brexit kararının alınması size bir sürpriz oldu mu? Siz eğitim hayatınızda bu ülkede uzun süre bulundunuz, İngiltere siyasetini de gayet iyi biliyorsunuz.

Prof. Dr. Hasan Ünal: Şimdi şöyle, bence sürpriz bir karar olmadı. Sebebine gelince; ta benim İngiltere'de olduğum 1980'li yıllardan itibaren, İngiltere'de Avrupa şüpheciliği (Euroscepticism) çok güçlü bir akım olmuştur İngiliz entelektüelleri arasında. Basında ve siyasette Avrupa şüpheciler İngiltere'de hep çok etkin oldular. Bu isimlerden birisi de hatta şimdiki Başbakan Boris Johnson'dı. Bir diğeri, bizim de Bilkent Üniversitesi'nden arkadaşımız olan rahmetli Norman Stone hoca ve onun çevresiydi. Pek çok böyle önemli insan vardı ve hatta Margaret Thatcher da bu gruba yakındı. Bu Avrupa şüpheciler, yıllar boyunca İngiltere'nin AB üyeliğinin ülkelerine neden çok faydalı olmadığını işlediler, yazdılar, çizdiler. Ayrıca bu grup, Avrupa Birliği'nin siyasi bir birliğe dönüşme çabalarının başarılı olamayacağını ve "Avrupa Birleşik Devletleri" gibi birşeyin olamayacağını hep anlattılar. Bu, bana da mantıklı geliyordu; çünkü Avrupa siyasi tarihini iyi bilen insanlar için, kıta Avrupa'sında tek bir devlet ve gücün etkili olabileceği fikri mantıklı değildi. Avrupa'dan Amerika Birleşik Devletleri gibi birleşik tek bir devlet çıkarabilmek hemen hemen imkansız bir şeydir. Belki Fransa'nın zaman zaman dile getirdiği "ulus-devletler Avrupa'sı" veya "ulus-devletler federasyonu" daha gerçekçiydi. Almanya ise federal bir devlet olduğu için AB'yi de federatif yapıda bütünleştirmek istiyordu. Ancak bence bu tezler artık geride kalmış durumda. Çünkü 2008'de Yunanistan'da başlayan, sonra İspanya ve Portekiz'e yayılan, oradan İtalya'ya genişleyen finansal ekonomik krizle birlikte, ki bu finansal kriz bir ara Fransa'yı bile etkilemiştir, AB ülkelerinin ekonomileri iyi gitmemeye başlamış ve AB üyeliğinin cazibesi kalmamıştır. Bu noktada tabii Almanya bir istisna; onlar halen ekonomik olarak da iyi gidiyorlar...

Şimdi bütün bunları yan yana koyduğumuzda, bence AB fikri amaçları itibariyle sorunluydu. Belki de Margaret Thatcher'ın dedikleri şu noktada haklıydı; Avrupa Birleşik Devletleri diye birşey olmaz, bunu bir serbest ticaret bölgesi olarak derinleştirelim ve bunun ötesinde siyasi amaçlar peşinde koşmayalım. Avrupa şüphecilerinin temel fikirleri de buydu zaten. Şimdi bu fikrin en önemli isimlerinden biri ve eski bir basın mensubu olan Boris Johnson'ın Başbakanlığa yükseldiği de düşünüldüğünde, bu akımın siyaseti etkilememesi düşünülemezdi. Bu akım siyaseti etkileyecekti ve etkiledi... Şimdi o zaman ne oldu; malum Brexit referandumu sürecine gidildi. O aşamada değişik taktikler uygulandı. David Cameron, aslında Brexit kartını kullanarak İngiltere için daha iyi AB üyeliği şartları yaratmak istiyordu. Nitekim istediği daha iyi anlaşmayı AB'den almayı başardı da; ama başlattığı dalga, kendisini de yuttu ve referandumdan "Brexit" kararı çıktı.

Ancak bundan sonrasında da Brexit yanlıları açısından süreç yeni sürprizler getirebilir. Örneğin, İskoçya bağımsızlık yönünde adımlar atmaya başlarsa, bu da Brexitçilerin beklemediği birşey olur. Hatta buna ilaveten, Kuzey İrlanda da İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme yönünde adımlar atmaya başlarsa, ki aradaki sınırın serbestliği iki taraf için de çok önemli bir konu, o zaman Birleşik Krallık'ın pek bir "birleşikliği" kalmayacak. O yüzden bu süreç Brexitçilerin de beklemediği sonuçlar doğurabilir. Zaten tarih biraz böyle ilerler; mesela bir savaşı başlatırsınız, kağıt üzerinde çok kolay netice alacağınızı düşünürsünüz. Ama hiç beklenmedik sonuçlar da çıkabilir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı'nda Paris'te, Berlin'de askerler trenlere doldurulurken, İngiltere'de askerler gemilere doldurulurken, aileleri o askerlere "Christmas'da bekliyoruz", "Noel'de bekliyoruz" diyorlar ve onlara el sallıyorlardı. Askerler de "gelecek Noel'de evdeyiz" diye umutla gidiyorlardı cepheye. Ama tam 5 Noel sonra evlerine dönebildiler... Şimdi bu da böyle bir şey... Brexit'ten şu an neler çıkacağını kestirmek şu an için zor. Ama şunu da söylemek lazım; İngiltere'nin AB'ye girişi de çok zor oldu, çıkışı da çok zor oldu... Bunun AB'ye zararlarını önümüzde yıllar gösterecek. Ama AB'nin siyasi bir birliğe dönüşme ihtimalinin giderek zayıfladığı bir dönemde İngiltere'nin birlikten ayrılması, sanki AB'nin siyasi bütünleşme sürecini tamamen baltalamış gibi gözüküyor. Öte yandan, belli de olmaz, yani tersine sonuçlar da verebilir. Belki bütün AB üyesi ülkeler için değil ama, içinden bazı ülkeler için bu süreçte daha yakın ilişkiler geliştirilmesi ve hatta yeni ve farklı bir birlik kurulması gündeme gelebilir. Hatta bunun içine Rusya ve Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerin de katılması falan gibi alternatifler de gündeme gelebilir. Bir Avrupa Birliği şeklinde değil ama, işbirliği mekanizmaları yoluyla farklı şeyler çıkabilir. Çünkü Avrupa Birliği'nde tüm Doğu Avrupa'yı, tüm Balkanlar'ı topladığınız zaman, zaten o birliğin bir kıymeti de kalmaz. O yüzden AB'nin geleceği konusunda bence çok yaratıcı fikirlere ihtiyaç var.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Teşekkürler hocam. İskoçya konusunda Başbakan Boris Johnson'ın yeni bir bağımsızlık referandumuna izin verilmeyeceği yönünde bir açıklaması oldu. Kuzey İrlanda konusunda ise, AB ile varılan Brexit anlaşmasında Kuzey İrlanda-İrlanda arasında serbest ticaret yapılabimesi konusunda bazı serbestiyat ve muafiyetlere izin verildi. Bunun da İrlanda Cumhuriyeti'nin ve AB'nin Kuzey İrlanda'daki etkisini arttırabileceği düşünülüyor. Şimdi işin biraz da ekonomik boyutuna odaklanırsak, birçok uluslararası siyasi ve ekonomik kuruluş, Brexit kararı nedeniyle geçiş sürecinde Birleşik Krallık'ın zorlanabileceği ve ekonomik kayıplara uğrayacağı yönünde raporlar yayınladılar. Başbakan Boris Johnson ise, ABD ve bazı ülkelerle yapacakları yeni serbest ticaret anlaşmaları ile sürecin kayıpsız atlatılacağı mesajını verdi. Bu konuda sizin öngörüleriniz nelerdir? Sizce Muhafazakâr Parti hükümeti bu dönemde ne yapabilir?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Muhafazakâr Parti hükümeti, özellikle de Başbakan Boris Johnson bence bu konularda epeyce hazırlıklı durumdalar. Zaten Brexit anlaşması ile AB ile yeni dönemde yapılacak ticari ilişkilerin çerçevesi oluşturulmuş durumda. ABD ve diğer blok ve ülkelerle de yeni serbest ticaret anlaşmalarının yapılacağı söylendiğine göre, bu sürecin İngiltere'yi çok da sarsacağını düşünmüyorum. İngiltere'deki Avrupa şüphecilerin zaten en önemli tezleri buydu. Yani biz AB'nin kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulabilirsek, dünyanın birçok farklı bölgesinde farklı ülkelerle daha rahat ticari ilişkiler kurabiliriz ve daha rahat hareket edebiliriz diye söylüyorlardı. Tabii bu da bir tez şimdi... Bunun doğruluğunu da test etmiş olacağız önümüzdeki aylarda ve yıllarda. Şu aşamada birşey söylemek çok zor... Bekleyip göreceğiz...

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam Türkiye-İngiltere ilişkilerine baktığımızda, 2010'lu yılların başında İngiltere ile yakın kültürel ilişkileri olan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katkılarıyla ve İngiltere'de de Türkiye'ye sıcak mesajlar veren David Cameron'ın etkisiyle ikili ilişkilerde "Altın Çağ" kavramı kullanılmaya başlanmıştı. Hakikaten de İngiltere-Türkiye ilişkileri ekonomik açıdan da sürekli bir gelişim göstermişti. Nitekim İngiltere, Türkiye'nin dış ticaret tablosunda hep ilk sıralarda yer alan bir ülke olmayı başarmıştı. Ancak David Cameron'dan sonra, Brexit sürecinin de etkisiyle, ikili ilişkiler biraz arka planda kalmaya başladı. Brexit sürecinin Türkiye'ye fırsat ve riskleri sizce neler olabilir?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Şimdi bu Brexit sürecini İngiltere ile ilişkilerde fırsata çevirmenin yollarını aramak lazım. Bizim İngiltere ile ticaretimizde biz artı olan (dış ticaret fazlası veren) tarafdayız. Bu, lehimize birşey... Bunu kaybetmemek ve sürdürmek lazım. Büyük de bir ikili ticaret hacmi var. Peki bu nasıl avantaja çevrilebilir? Türkiye'nin Gümrük Birliği içerisinde yer alması bazı sıkıntılar yaratabilir mi? Yaratmaması lazım; çünkü İngiltere Brexit sürecinde AB ile serbest ticaretin devamını sağlayacak anlaşmalar yaptığı ve biz de Gümrük Birliği üyesi olduğumuz için ticaretimizin bundan olumsuz etkilenmemesi lazım. O nedenle, yeni dönemde çok büyük sıkıntılar yaşayacağımızı düşünmüyorum. İngiltere'ye Türk işadamlarının yakın geçmişte ciddi yatırımları da oldu. Yani mesela biz Fransa'dan yatırım alıyoruz ama Fransa'ya ciddi yatırım yapan Türk şirketi fazla yok. Oysa İngiltere'ye yatırım yapan birçok Türk şirketi oldu. Bu da ilginç bir ilişki oldu; bunu sürdürmek lazım. Son yıllarda ikili ilişkilerde gevşeme olmasının sebebi bence bu Brexit sürecinin yarattığı belirsizlik oldu. İnsanlar bu süreçte "acaba ne olacak" diye beklemeye geçtiler. Şimdi Brexit gerçekleştiği için yeni bir durum var; iş çevreleri de bu yeni duruma uygun şekilde ilişkileri geliştirmeye devam edeceklerdir.

Siyasi açıdansa pek çok olumlu gelişme yaşanabilir; onlardan bir tanesi mesela Kıbrıs konusudur. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin üç garantör devletinden biri olan Birleşik Krallık, artık AB üyesi olmayacak. Bu durumda üç garantör devletten ikisi (Türkiye ve Birleşik Krallık) artık AB üyesi değiller. Önceden iki garantör devlet (Yunanistan ve Birleşik Krallık) AB üyesiydi. Bu durum ilginç bir başlangıç yaratabilir. Mesela 1992'de yanılmıyorsam Rumların Lüksemburg'da Avrupa Adalet Divanı'nda aldırdıkları bir karar çerçevesinde, Kıbrıslı Türklerin İngiltere'ye yaptıkları ihracat engellenmişti. Narenciyeden tekstile kadar birçok ürüne, "burada bir devlet yok; dolayısıyla menşe şahadetnamesi verilemez, sağlık sertifikası verilemez" diyerek yaptıkları başvuruyu sonuçlandırmışlardı. İngiltere de o dönemde bunun bir AB kararı olmasından mütevellit bu karara uymak zorunda kalmıştı. Şimdi bu kararın artık İngiltere açısından bir bağlayıcılığı kalmamıştır. Şimdi bunları İngiltere ile konuşmak lazım. Bu konuşma, beraberinde Kıbrıs'ta yeni bir siyasi süreç de getirebilir. İngiltere artık AB'nin Kıbrıs politikalarının bir parçası olmak ve buna uygun hareket etmek zorunda değil... Belki de bu yüzden, son dönemde Türkiye'nin Kıbrıs açıklarındaki doğalgaz arama ve sondaj faaliyetlerine İngiltere çok dengeli açıklamalarla karşılık verdi. Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron çok daha dengesiz ve sert açıklamalar yaparken, İngiltere Dışişleri hep daha dengeli açıklamalar yaptı. Örneğin, deniz yetki alanları meselesinin belirlenmesinin müzakereler sonucunda olması gerektiğini ve tek başına bir veya birkaç ülkenin bunu oldu-bittiye getiremeyeceklerini belirttiler. Bunlar ilginç şeyleri beraberinde getirebilir. İngiltere akıllı bir devlettir ve dış politikada sert açıklamalardan ziyade "perde arkası diplomasisi"ni (behind the scene diplomacy) seçeneceği tercih ederler. Bunu iyi de uygularlar; o yüzden İngiltere ile birçok şey bu süreçte pazarlık edilebilir...

Doç. Dr. Ozan Örmeci: KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay'ın bugünlerde İngiltere'de yaptığı temaslarda da serbest ticaret konusunun ve İngiltere'den KKTC'ye doğrudan uçuş konusunun gündeme getirildiği söylendi. Dediğiniz gibi yeni dönemde Türkiye ve KKTC adına Brexit süreci bazı fırsatlar da yaratabilecek gibi gözüküyor. Bunların dışında, bir de İngiltere iç siyasetine dair size bir sormak isterim. 1997-2010 döneminde güçlü bir İşçi Partisi (Labour) hükümetleri dönemi ardından, 2010'dan bu yana koalisyon, azınlık hükümeti veya tek başına iktidar yoluyla Muhafazakâr Parti'nin ada siyasetini domine ettiği görülüyor. Sizce bu durum İngilizlerin toplumsal-kültürel özellikleri (İngiliz muhafazakârlığının gücü) ile mi ilgili, ya da AB politikaları ve küreselleşmeye yönelik tepkiler veya siyasi liderlik temelinde mi bir etki söz konusu?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Bence herşeyden önce siyasi liderlikle ilgili. Mesela her Muhafazakâr Parti liderinin peşine takılmıyor İngiliz halkı. Mesela Thatcher'ı 3 defa iktidara getirdiler ama Thatcher'dan sonra gelen John Major zayıf bir liderlik sergileyince sadece bir defa seçilebildi. Major'ın yerine de İşçi Partisi'nden Tony Blair seçildi. Tony Blair de tam 3 seçim kazandı ama üçüncü seçimden sonra başta kalamadı ABD ile birlikte giriştiği Irak Savaşı macerasına yönelik büyük tepkiler nedeniyle. Şimdi İngiltere'de halk güçlü lider sever ve o güçlü liderin yol gösterici ve vizyon sahibi olması gerekir. Liderin ne yapmak istediğini açıkça söylemesi ve kendini iyi ifade etmesi gerekir. Şimdi söyle bir sorun oldu bence Brexit sürecinde İngiltere'de. Halk, referandumda kayda değer bir farkla AB'den çıkmak istediğini belirtti. Ama siyaset kurumu, halkın verdiği karara rağmen, bunu geciktirmek ve engellemek için her yolu denemeye çalıştı. Bu nedenle, Theresa May hükümeti istediği anlaşmayı Avam Kamarası'nda onaylatamadı. Bunun üzerine de, İngiliz halkı son seçimde kesin bir mesaj vererek, en hararetli Brexit savunucusu olan Boris Johnson'ı yüksek bir oyla Başbakanlığa taşıdılar. Brexit kararı sonrasında Boris Johnson hemen Başbakan olsaydı, belki de süreç çok daha sorunsuz ilerleyebilirdi. İşçi Partisi ve lideri Jeremy Corbyn de bu süreçte "ikinci referandum" önerisi ve kararlı olmayan duruşları nedeniyle bence düşüş yaşadılar. Boris Johnson ise, kararlı ve güçlü bir görüntü çizerek, halk desteğini arttırdı. Yani İngiliz halkı son seçimde dedi ki, "Boris, evladım, sen şu işi yap bize. Biz sana referandumda ne dediysek onu yap."  Yani aslında 2019 Birleşik Krallık genel seçimi Brexit için ikinci bir referandum oldu ve halk son sözünü söyledi. Ayrıca Boris Johnson'ın kişiliğine de bu noktada biraz bakmak gerekir. Boris Johnson, öyle kolay kolay boyun eğmeyen bir adam. Mücadelesinde çok kararlı bir lider. Bence ciddi bir ekonomik kriz yaşanmazsa, Boris Johnson uzun bir süre Birleşik Krallık Başbakanı olarak görev yapabilir. 

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Son soru olarak size şunu sormak isterim; Boris Johnson'ın ABD Başkanı Donald Trump'a yönelik sıcak sözleri oldu. Her ne kadar siyasi çizgileri bence tam olarak örtüşmese de, yeni dönemde iki lider sayesinde iki ülkenin ilişkilerinde ve özellikle Ortadoğu politikalarında (İran konusu, Filistin Sorunu vs.) bir uyum dönemi yaşanabilir mi? Yoksa iki ülke arasında nüanslar hep devam edecek mi?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Nüans hep olur. Yani her konuda değilse bile, mesela İran konusunda iki ülke arasında hep bir nüans olur. Filistin konusunda İngiltere dengeli açıklamalarla kenarda kalmayı tercih eder; ama eğer Arap devletleri oturup müzakere eder ve bu plana razı olurlarsa, o zaman İngiltere de bu işi bozmaya çalışmaz. Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye gibi konularda da İngiltere politikaları Amerikan politikalarından kısmen farklılaşabilir. Mesela İngiltere Türkiye ile ilişkilerine özel önem atfeder. Yani ABD'nin bir uzantısı olmamaya, olsa bile öyle göstermemeye dikkat eder. Çünkü İngilizler, Amerikalılar gibi "dan dun konuşmayı" sevmezler. Ulu orta konuşmayı hiç sevmezler; çok dikkatlidirler. Bu sürecin böylece devam edeceğini düşünüyorum. Ama küresel düzeyde İngiltere yeni dönemde ABD ile mutlaka beraber hareket edecektir. Margaret Thatcher-Ronald Reagan döneminde yeniden kurulan "özel ilişkiler" (special relationship) bu dönemde artarak devam eder diye düşünüyorum. ABD'nin ve özellikle Başbakan Trump'ın Almanya ve AB ile yaşadığı gerginlikler de düşünüldüğünde, ABD-Birleşik Krallık ilişkileri yeni dönemde daha da gelişir düşüncesindeyim. 

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. İnşallah röportajı yakında İngiltere hakkında yayınlanacak olan kitabımda da okurlarımız okuyacaklar. Yeni üniversitenizde başarılarınızın devamını diliyorum.


Tarih: 31.01.2020

30 Ocak 2020 Perşembe

Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Makale: "Turkish-Russian Relations during AK Parti Rule: Could Economic Partnership Transform into a Strategic Partnership? A Realistic Outlook"


İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "Turkish-Russian Relations during AK Parti Rule: Could Economic Partnership Transform into a Strategic Partnership? A Realistic Outlook" adlı makalesi, International Journal of Economics, Administrative and Social Sciences (IJEASS) dergisinin Aralık 2019 tarihli sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye ulaşabilirsiniz.

29 Ocak 2020 Çarşamba

UPA Yazarları Trump'ın 'Asrın Anlaşması' Projesini Yorumladılar


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarları, ABD Başkanı Donald Trump'ın önceki gün açıkladığı "Asrın Anlaşması" (Deal of the Century) ve İsrail-Filistin Sorunu'nu çözme iddiasındaki barış planını yorumladılar.


Doç. Dr. Ozan Örmeci:"Asrın Anlaşması" planına yönelik Türkiye ve uluslararası kamuoyundaki tepkilerin çok karamsar olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, bir ABD Başkanı'nın belirli şartlar dahilinde de olsa Filistin Devleti'ni tanıyacağını ve İsrail'in de buna engel olmayacağını ilan etmesi, İsrail-Filistin Sorunu açısından bence tarihi bir dönüm noktasıdır. Elbette anlaşmada birçok belirsizlik ve Filistinliler lehine iyileştirme gerektiren bazı hususlar vardır. Filistinli mülteciler konusuna hiç değinilmemiş olması da benim görüşüme göre önemli bir eksikliktir. Bunları planın açıklandığı gece yazdığım analizde zaten vurgulamıştım. Ayrıca Filistin tarafında Mahmud Abbas veya başka bir muhatap ikna edilmeden barış planının uygulanmasının gerçekçi olmadığı da ortada. Ancak gerek Türkiye kamuoyu, gerekse de uluslararası kamuoyunda ABD Başkanı Donald Trump'a ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'ya yönelik önyargılar nedeniyle, planın daha doğru düzgün okunmadan ve anlaşılmadan bile eleştiriliyor olması, son derece ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Şuraya dikkat çekmek isterim ki, önce planın "iki devletli çözüm" içermediği iddia ediliyordu. Trump'ın açıklaması ve planın metninin ortaya konmasıyla birlikte, bu iddia yalanlandı. Şimdi başka konular üzerinde duruluyor; inanın bu sorunların müzakere sonucunda aşılması durumunda da, yine başka bahaneler üretilecektir... Çünkü bu sorunun çözümsüzlüğünün siyaseten rantını kaybetmek istemeyen bazı gruplar söz konusu. Unutmayalım ki, İslamcılık ideolojisinin kitleselleşmesinin en önemli nedeni, aslına bakılırsa İsrail-Filistin Sorunu'dur.

Bu nedenle, bence bu süreci bir vaka analizi olarak incelemek ve tepkileri not etmek lazım. Gerçekten Filistinlilerin iyiliğini isteyenler, benim kanaatime göre bu süreçteki kazanımları bir anda yok saymamaya ve planı müzakere ederek daha iyi bir hale getirmeye çalışmalılar. 1967'den, hatta 1948'den beri yaşananlar, bize bu bölgede yaşanan gelişmelerin daima Filistinlilerin aleyhine olduğunu ortaya koymaktadır. İsrail sürekli topraklarını genişletirken, Arap/İslam dünyasında bu konudaki duyarlılık ve mücadele azmi giderek azalmaktadır. Çözümsüzlüğün devamı, bence 20-30 yıllık bir süreçte tüm bölgenin İsrail'in kontrolüne geçmesine bile yol açabilir. Bu nedenle, o bölgedeki fakir halkın esenliği ve Ortadoğu bölgesinde barış ve istikrarın oluşması için, İsrail'in kendisini güvende hissedeceği bu tip bir anlaşma statükodan daha faydalı olacaktır. Bu tarz bir anlaşmanın Kudüs'ün uluslararası statüsü güvence altına alınması durumunda bence Türkiye adına da hiçbir olumsuz etkisi olmayacaktır. Hatta plana destek verilmesi durumunda, Türkiye-İsrail ve Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan krizler bile aşılabilir. Türk-Amerikan ilişkileri tarihi, bize İsrail ve Yahudi lobisi desteğinin Ankara'ya Washington'da birçok kapıyı açabildiğini göstermektedir. Dolayısıyla, ekonominin kötü gittiği ve dış politikanın açmazlara sürüklendiği böyle bir ortamda, yeni kurulmakta olan muhalefet partileri nedeniyle zaten zorda olan iktidar partisinin tek çıkış yolu, ABD ve İsrail'e destek vererek, bu planın Filistinliler için daha iyi hale getirilmesini müzakere etmek olacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın içten gelen liderlik güdüleri ve güçlü sezileri sayesinde, bu konuda ilerleyen aylarda sürpriz yapabileceğini düşünüyorum. Erdoğan'ın görünmez koalisyon ortağı MHP de bu duruma sıcak bakabilir; zira Suriye'de PKK terör örgütü uzantılarına yönelik daha kapsamlı operasyonlar için ABD desteği şart durumda. Bu durum bence kesinlikle AK Parti'ye oy da kaybettirmeyecektir; zira planda Türkiye'nin katkılarıyla yapılacak her iyileşme, Erdoğan'ın Müslüman Türk halkı ve İslam dünyasındaki imajına katkı sağlar ve sadece silahla mücadeleyi savunan radikal gruplar nezdinde prestij kaybına yol açar.


Dr. Deniz Tansi: Roger Cohen'in yazdığı "Doctrine of Silence" yani "Sükut Doktrini"nde, drone'larla onbinlerce kilometre öteden, Afganistan ya da Ortadoğu'da ABD'nin ordusuz nokta atışı ve yüksek teknolojiyle hedeflerini vurduğu söyleniyordu. Makor Rishon adlı gazetede Pazit Rabin imzalı yazıda ise, konular karıştırılarak, ABD'nin 2020'deki "Sükut Doktrini" imzalı Kasım Süleymani suikastıyla İsrail ya da ABD'ye Türkiye üzerinden bir görev refere ediliyor. Hadsiz yazıda, adeta MİT Başkanı'na yönelik olası bir saldırı işaret ediliyor.

Trump'ın İsrail Başbakanı Netanyahu ve şimdilik muhalefetteki Benny Gantz'la uzlaştığı "Yüzyılın Anlaşması", 2019 başlarında anlatılmıştı. Planda, başkenti eski şehirle birlikte Kudüs olan İsrail, Yahudi yerleşimcilerin legalize edildiği, mülteci sorununun reddedildiği, Ürdün vadisindeki sınırın İsrail kontrolüne verildiği, Filistin’in daha da parçalandığı, vesayet altında bir "sözde çözüm" dayatılıyor. Bunu ABD’nin sponsorluğunda bir  “apartheid” rejiminin pazarlanması diye mi görmek lazım, yoksa başta Suudiler ve BAE olmak üzere, ABD eksenindeki Arap rejimlerinin Filistin yönetimine baskı yaparak, İsrail’le daha aleni işbirliğini sergilemeleri diye mi ele almak lazım?

Nisan 2009'daki bir yazımı anımsadım. Netanyahu Başbakan olduğunda, hava sahası İsrail tarafından kontrol edilen, sınırları İsrail'in denetiminde, ordusuz bir Filistin ifade etmiştim. Bunu, "1,5 devletli çözüm" diye adlandırmıştım. Haritası Beyaz Saray tarafından servis edilen "yarım Filistin", Gantz'ın işaret ettiği Ürdün Vadisi'nin İsrail tarafından tek taraflı denetlendiği bir sınır derken, damat Jared Kushner'in 2019'da da ifade ettiği 50 milyar dolarlık ekonomik paketle, daha önce Filistin mandasında, Britanya koloni idaresinin kolaylaştırdığı “toprak satın almalar”daki gibi, Filistin egemenliğinin satın alınacağı bir çerçeve öngörülüyor. Gerçekten de çok trajik bir görüntü... Büyük güç, dünyada sistemik kuralların değil, askeri ve para gücünün çizdiği bir zorlamayı "Teo-Con" bir mantıkla zorluyor.

Trump "azil" derdinde, Netanyahu "yolsuzluk"tan hapis korkusunda, Gantz ise bu puslu havada olası bir iktidar peşinde görünüyor. Türkiye'yi tehdit eden kalemler, komplo teorileriyle oyalanabilir, reel politik Karadeniz'den Doğu Akdeniz'e, Ceyhan'da ülkemizin şefkatli kollarında, doğalgazın sıcaklığında yapısal bir geleceği inşa edecektir. Filistin'de ise Trump'ın önerdiği çıkmaz yoldur. Kıbrıs'ta olduğu gibi, Filistin-İsrail konusunda da kalıcı barış "iki devletli çözüm"den geçmektedir.


Dr. Eren Alper Yılmaz: Filistin heyetinin çağrılmadığı, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu arasında düzenlenen ortak basın toplantısında “Yüzyılın Anlaşması” adlı plan açıklanarak, Filistin-İsrail arasındaki sorunlar masaya yatırıldı. Kancımca anlaşmanın en önemli ayağı, ABD’nin Ortadoğu’daki dengeleri sağlayacak karar alıcı bir güç olması ve yine Ortadoğu’da nüfuz alanını genişletmeye yönelik olarak tarihi bir manevra alanı bulmasıdır. Soğuk Savaş sonrasında İsrail ve Filistin’in, Bill Clinton döneminde ABD arabuluculuğu ile Camp David zirvesinde bir araya getirilmesinden ve ortak çözüm arayışlarından yıllar sonra, ABD yine bu coğrafyada başar aktör konumuna gelerek, Filistin-İsrail sorununun temel anlaşmazlık konularını çözmek için “büyük ağabey” rolü üstlenmiş ve gücünü hissettirmiştir. 

Filistin ve İsrail arasında yıllardır süren sorunlar arasında; Kudüs’ün statüsü, siyasi sınırların belirlenmesi, Yahudi yerleşim alanları ve mültecilerin geleceği gibi iki tarafın da uzlaşmaya sıcak bakmadığı konular mevcuttur. Bu toplantıda alınan kararlardan en önemlisi, Filistin Devleti'nin de yasal olarak tanındığı bir devlet (iki devletli çözüm) oluşturulması fikridir. Hiç şüphe yok ki, yıllardır hiçbir ülke tarafından tanınmayan Filistin, şayet ABD sözünde durursa, İsrail ve uluslararası toplum tarafından tanınan bir devlet statüsü kazanacaktır.  Bu statü, İsrail ve Filistin arasındaki barışın sağlanması adına önemli bir hamledir. Ayrıca her ne kadar kısa vadede mümkün olmasa da, 50 milyar dolarlık bir destekle birlikte yeni kurulacak Filistin Devleti'nin ekonomisinin inşa edilmesi ve bir milyon Filistinliye istihdam alanları sağlanması, Filistin halkının gelir seviyesinin artması açısından olumludur. Her ne kadar ABD’nin bu vaatleri rasyonel görünse de, Filistinlilerin ekonomik çıkarlarının; onların dini inançlarının ve siyasi ideolojilerinin ne kadar önüne geçeceğini de sorgulatmaktadır. Anlaşmadaki diğer konular ise daha çok İsrail’in lehine gibi görünmektedir. Daha önceden Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıyan Trump, Müslümanlar tarafından kutsal olarak kabul edilen bu şehrin bölünmeden yine İsrail’in başkenti olmaya devam edeceğini ifade etmiştir. Açıklamanın devamında İsrail’in güvenliğine vurgu yapan Trump’ın bu sözlerinden, aslında Filistin’in İsrail halkı ve devleti için ne kadar büyük bir güvenlik tehlikesi arz ettiği anlamı çıkarılabilir. Ama durum Trump’un düşündüğü kadar basit değildir. İsrail’in bölgede Gazze ve Batı Şeria’da Filistinli Müslümanlara uyguladığı şiddetin boyutu, aslında İsrail’in Filistin halkı için ne kadar büyük bir tehdit olduğunu göstermektedir. Bu noktada, Trump, Filistin halkının güvenliğini ikinci plana atmış, İsrail’in silahsızlanması, Filistin’e yönelik saldırıların durdurulması ve insan hakları ihlallelerinin sonra ermesi gibi noktalara değinmemiştir. Kudüs İsrail’İn başkenti olarak tanındıkça ve Filistin halkının güvenliği sorununa çözüm bulunmadıkça, bence Ortadoğu’ya ilişkin bu barış planı, kağıt üzerinde kalmaktan öteye geçemeyecektir.


Murat Çiçek: ABD Başkanı Donald Trump’ın dünkü açıklamaları dünya kamuoyunda tartışmalara neden oldu. “Asrın Projesi” veya "Asrın Anlaşması" olarak nitelendirdiği plan, kanaatimce Trump’ın ABD iç politikasına yönelik bir adımı olarak gözükmektedir. Başlayan azil sürecinde, Donald Trump’ın kamuoyunu meşgul edebilecek adımlar atması olarak da yorumlanabilir. Diğer bir konu ise, ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuz alanından ne olursa olsun vazgeçmeyeceğinin ve bu coğrafyayı etkileyen/etkileyecek olan siyasi gelişmelerde yer almak istediğinin bir göstergesidir.

Trump'ın, "Asrın Projesi" ile birlikte İsrail’i kendi coğrafyasında daha etkin hale getirip, Rusya’nın Suriye-Libya alanındaki etkisini kırmak ve burada ABD’nin etki sahasını genişletmek istediği düşünülebilir. Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya, Ortadoğu’nun en sıcak bölgelerinden birkaçıdır. ABD’nin İran ile yaşadığı gerilimlerle birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in ABD’nin politik tavrını ve izleyeceği stratejiyi desteklemesi önemlidir. Zaten bu yüzdendir ki, “Asrın Projesi” ile İsrail’in Filistin Sorunu'nu çözmek ve nihai hedeflerinden olan Kudüs’ü tamamen kontrol altına almak istemesi, Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’de güçlenmesine neden olacaktır.

ABD’nin bu konu ile ilgili yumuşak güç (soft power) yaklaşımları da olacaktır. İsrail’in, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan ile imzaladığı anlaşma neticesinde, ilerleyen yıllarda Avrupa’ya doğalgaz ihracatı söz konusudur. AB’nin bu konu ile ilgili net bir yaklaşımı söz konusu olmamasına karşın, iki AB üyesi ülkenin çıkarları açısından AB ve ABD’nin de bu projeye destek olacağını düşünebiliriz. Bu noktada, bu proje ile ilgili Avrupa içerisinde gerçekleştirilecek olan lobi çalışmaları ilerleyen dönemde yoğunluk kazanacaktır.

Donald Trump’ın “Asrın Projesi”ni açıklaması, aslında Rusya’ya ve Çin’e karşı yapılmış hamlelerdir. ABD, Ortadoğu’daki gücünü ispatlamaya çalışmaktadır. Bu açıklamalardan sonra, Rusya’nın ve Çin’in hamleleri kendi ilerledikleri yolda devam edecektir; fakat Ortadoğu ülkelerindeki yönetimler ve çıkar gruplarının hamleleri değişim gösterebilir. ABD’nin bu hamlesinin dengeleri değiştirme olasılığı, projenin gerçekleşme olasılığı ile doğru orantılıdır.


Oğuzhan Manioğlu: ABD Başkanı Donald J. Trump, sözde Ortadoğu Barış Planı’nı, özde ise ABD’nin uydu devleti İsrail için yapmış olduğu jesti açıkladı. Trump'ın gerçekleştirmiş olduğu samimiyetten uzak açıklamada; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler için kutsal bir yer olarak kabul edilen Kudüs’ün bölünmemiş şekilde İsrail’in başkenti sayılacağı, Filistin Devleti'ne koşullu bağımsız devlet statüsü tanınacağı ve bu koşulların yerine getirilmesi için Filistin Devleti'ne 4 yıllık bir sürenin verileceğinden bahsedilmekle beraber, dikkat çeken bir diğer nokta da İsrailli ve Filistinli vatandaşların yerlerinden edilmeyeceğiydi. Bu, aslında Filistinliler için değil, İsrailli vatandaşlar için ayrıcalık sağlanacağı anlamındadır ve güzel bir hediye paketi şeklinde sunulmuş olmasına karşın, daima İsrail Devleti'nin çıkarlarını koruyan Donald J. Trump’a yakışan şeytani bir düşüncenin ürünüdür. Bu noktada, öncelikle 1967 yılında İsrail tarafından işgal edilen ve 1980’den itibaren tamamının başkent ilan edildiği Kudüs’ü günümüze dek İsrail’in başkenti olarak uluslararası arenada neredeyse kimse  tanımadığını hatırlatmak gerekir. Filistinlilerin geçmişten beri sahip olduğu ve ileride bu bölgede kurulacak Filistin Devleti'nin başkenti olarak gördüğü Kudüs'e yönelik bu hamle, yangına benzin döker niteliktedir. İsrail’in Filistin’e yerleşme çabaları, Filistinli gençlere yönelik insan hakları ihlalleri (fiziksel şiddet, yaralama, tutuklama ve hapis), Filistinli direnişçilere on yıllardır uygulanan toplu cezalandırma ve caydırma yöntemi olan ev yıkımları, Siyonist hareket kapsamında Filistinlilerin kendi topraklarından koparılarak göçe zorlanması, satın alınamayan toprakların Yahudi yerleşimlerine açılması için katliamlara başvurulması, sürgünler, ev baskınları, sokağa çıkma yasağı ve eğitimden mâhkum bırakma gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni dahi hiçe sayan uygulamalarına, İsrail, pervasızca devam etmektedir. İsrail, kendi milletine Nazi Almanyası tarafından yapılan ve aslında hiçbir canlının hak etmediği ölçüde insanlık dışı uygulamalardan ders almadığı gibi, Filistin topraklarındaki baskısını gün geçtikçe arttıran bir devletin Başbakanı olan Benyamin Netanyahu’nun bu planı "barışa giden uzun soluklu gerçekçi bir yol" olarak nitelendirmesi, insanlarda en hafif tabirle acı bir tebessüme sebebiyet vermekte olup, geçmişe dönüp bakıldığında bu söylemin gerçek dışı olduğu ve uygulanabilirliğinin olmadığı açıkça görülmektedir. Nitekim bu açıklamanın akabinde, İsrail Savunma Bakanı Naftali Bennett’in “İsrail hükümetinin hiçbir koşulda Filistin devletini tanımasına izin vermeyeceğiz”  söylemi, aslında İsrail devletinin zihin arkasındaki temel düşüncelerinin bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzde, artık hiçbir yaptırım gücüne sahip olmayan Birleşmiş Milletler’in kararlarını hiçe sayarak tek taraflı açıklanan bu planın işlevsiz olduğu daha önce defalarca yapılan açıklama ve uygulamalarla da sabit olup, bu açıklamaların yeni bir açılım sağlamadığı ve sadece ABD ve İsrail’in kendi iç politikaları için geliştirdikleri bir argüman olduğu açıkça ortadadır. Ancak unutulmamalıdır ki, Filistinlilerin kendi topraklarında bir İsrail devletinin kurulması esnasında yaptıkları hatalar ortada dururken, o kutsal topraklar Filistinli çocuklarındır...


Serdar Çukur: Filistin Sorunu, Ortadoğu bölgesinde yaşanan sorunların başında gelmektedir. Bu sorun, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Filistin bölgesinden çekilmesi ile başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesiyle, bölgede İngiltere ve Fransa’nın etkilerinin hissedilmeye başlandığı görülmüştür. Filistin Sorunu'nun temelleri ise, 1920’de İngiltere’nin yönetiminde bu bölgede kurulan manda yönetiminin Yahudiler tarafından oluşturulmasıyla atılmıştır. Bu tarihten sonra, Filistin bölgesinde hem Yahudilerin toprak kazanımlarında, hem de nüfuslarında artış yaşanmıştır. Bu sayede bölgedeki etkinliğini arttıran Yahudiler, 1947’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama sırasında desteğini alarak, Filistin bölgesinin % 56’lık bir alanı içerisinde Yahudi Devleti kurulması fırsatını yakalamışlardır. Bir hatırlatma olarak belirtelim ki, bu dönemde Yahudiler Filistin bölgesinde topraksal olarak sadece % 6’lık bir alana sahiptiler. 

1948 yılının Mayıs ayında Amerika Birleşik Devletleri'nin kısa sürede tanıyacağı bir Yahudi Devleti'nin kurulduğu ilan edilir. Bu bağımsızlık ilanıyla birlikte, Mısır, Irak, Ürdün, Suriye ve Lübnan gibi devletlerinin oluşturduğu Arap kuvvetleri ile İsrail devletinin kuvvetleri arasında ilk savaş yaşanır. Bu savaşın kazananı olan İsrail, Filistin bölgesinde kontrol altında tuttuğu toprakları zamanla % 56’dan % 78’e çıkarmıştır. Bu savaştan birkaç yıl sonra ikinci Arap-İsrail Savaşı yaşanır. Bu savaşın da galibi olan İsrail, sahip olduğu toprakları Doğu Kudüs’ü de içine alacak şekilde Filistin'in tamamında genişletmiş, ayrıca Mısır’dan Sina yarımadasını ve Suriye’den de Golan Tepeleri'ni almıştır. Bu kazanım, 1973’teki Arap-İsrail Savaşı'nda da değişmemiştir. 1979’da ise, İsrail ile Mısır arasında Camp David Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, 1982’de İsrail'in Sina yarımadasından çekilmesine rağmen diğer bölgelerden çekilmediği gözlemlenmiştir.

1990’larda ise, Filistin’de yaşanan sorunun çözülmesi adına bir barış sürecinin başlatıldığı görülmüştür. Ancak bu barış süreci, Eylül 2000’de dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa'ya bir grup askerle girmesi ve daha öncesinde İsrail’in çekilmiş olduğu toprakları yeniden işgal etmesiyle bozulmuştur. Bu girişim ile, İsrail, bölgedeki tek kontrol gücü haline gelmiştir.

2000’li yıllarda ise, İsrail, binlerce insanın öldüğü ve onbinlerce insanın da evsiz kaldığı Gazze kuşatması ile bölgeyi Gazze halkı için adeta cehenneme çevirmiştir. Bu bölgedeki insanların ya da Filistin Sorunu'nun çözümü için; a-) İsrail’in işgal etmiş olduğu topraklardan çekilmesi, b-) Kudüs’ün statüsünde uzlaşılması, c-) Filistinli mültecilerin geri dönmesi ve d-) İsrail’in işgal etmiş olduğu Filistin topraklarına yerleşen Yahudilerin durumlarının çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Bu konuların çözülmesinden önce, şüphesiz, iki tarafın iddialarının ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir.

Filistinlilerin, Mescid-i Aksa’nın da içinde olduğu Doğu Kudüs’ün başkent olduğu bağımsız bir devlet kurma istekleri vardır. Ancak İsrail, ancak karadan, havadan ve denizden kontrolünün İsrail tarafından sağlandığı bir Filistin Devleti'ne izin vermektedir. Bunun yanında, İsrail tarafından bu devletin askeri gücünün olmasına ve diğer devletlerle ikili ilişkiler geliştirmesine de izin verilmemektedir. Ayrıca İsrail makamları tarafından 1967’de işgal ettikleri topraklardan geri çekilmelerinin imkânsız olduğu da her daim vurgulanmaktadır.

İsrail'in politikalarının, 1948’de bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasından günümüze kadar ABD’den her anlamda destek bulduğu görülmüştür. Özellikle Ocak 2017’de ABD’nin yeni başkanı olan Donald Trump’ın, önceki Başkanlara kıyasla, İsrail yanlısı politikalarını daha da açık ve sert şekilde dile getirmeye başladığı görülmüştür. Öyle ki, bu politikaların ilk somut uygulaması, Başkan Trump’ın Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu tanıması ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya karar vermesi olmuştur. Sözünü tutan Trump'ın, bu kararı 14 Mayıs 2018’de yerine getirdiği görülmüştür.

ABD Başkanı Trump, yakın zamanda Filistin bölgesine yönelik yeni bir barış planı ile (Asrın Anlaşması-Deal of the Century) ortaya çıkmıştır. Ancak Başkan Trump’ın ifade etmiş olduğu barış planına bakıldığı vakit, İsrail’in hukuken kendisine ait olmayan topraklardaki egemenliğini tanımasının yanında, Filistin’de bağımsız bir devlet kurulmasına ilişkin bazı olumlu adımlara karşın, sorunun tam anlamıyla çözüme kavuşturulmadığı görülmektedir. Ayrıca İsrail’in bölgede uyguladığı şiddet sona ermediği müddetçe, Filistin Sorunu'na ilişkin barış planlarının sözde kalacağı düşünülmektedir.

28 Ocak 2020 Salı

ABD Başkanı Donald Trump’ın Açıkladığı ‘Asrın Anlaşması’ Planı


Giriş
ABD Başkanı Donald Trump, 28 Ocak 2020 tarihinde, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile birlikte, Beyaz Saray’da, uzun süredir beklenen ve İsrail-Filistin Sorunu’na çözüm geliştirme iddiasındaki “Asrın Anlaşması” (Deal of the Century) planını açıkladı. Büyük bir halkla ilişkiler (pr) şovuna dönüşen planın açıklanma töreni tüm dünyada merakla takip edilirken, Trump’ın damadı Jared Kushner tarafından hazırlandığı belirtilen planın, önceden uluslararası basında yer alan duyumların aksine, “iki devletli çözüm” temelinde bir girişim olması dikkat çekti. Bu yazıda, ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun birlikte açıkladıkları “Asrın Anlaşması” planı hakkında ilk izlenimlerimi paylaşacağım. Ancak elbette, 181 sayfalık planın tamamı açıklanmadan ve okunmadan, kesin yorumlar yapmak konusunda ihtiyatlı davranmakta fayda var.

Planın açıklandığı basın toplantısı

Asrın Anlaşması: Trump Neler Vaat Etti?
“Asrın Anlaşması” planına dair ilk ve en önemli tespit, basında yer alan karamsar yorumların aksine, planın “iki devletli çözüm” temelinde geliştirilen bir proje olmasıdır. Yani bu plan başarıyla uygulanabilirse, ki bu konuda elbette ciddi şüpheler vardır, “Asrın Anlaşması” ile bağımsız İsrail devletine benzer şekilde, bağımsız ve tanınmış bir Filistin Devleti kurulacaktır. Ancak planın 4 yıl süreyle müzakere edileceğini ve henüz nihai halini almadığını da bu noktada belirtmek gerekiyor.

İkinci önemli husus, Trump’ın daha önce ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini de taşıdığı Kudüs’ü “İsrail’in bölünmemiş başkenti” olarak ilan etmesidir. Ancak Trump, aynı zamanda başkenti Doğu Kudüs olacak ve ABD’nin Büyükelçiliği’nin açılacağı bir Filistin Devleti’nden de söz ederek, bu konuda çelişkili bir söylem ortaya koymuştur.

Üçüncü önemli unsur, yeni Filistin Devleti’nin topraklarının şimdiki halinin iki katına çıkarılacak olmasıdır. Dolayısıyla, eğer Trump’ın açıklamaları doğru kabul edilirse, Filistin Devleti, bu anlaşmadan topraklarını genişleterek çıkacaktır. Ancak bu konuda İsrail’le ortak bir komite kurulacak ve kesin harita ilerleyen günlerde netleştirilecektir.

Dördüncü önemli konu, ABD’nin barış planını kabul etmesi durumunda Filistin Devleti ve halkına büyük yardım ve fırsatlar sağlayacak olmasıdır. Başkan Trump’ın söylemlerine bakılırsa; kısa sürede Filistin’de 1 milyondan fazla yeni iş imkânları yaratılacak ve Mescid-i Aksa’nın güvenli bir şekilde herkesin ziyaret ve özgürce ibadet edebildiği bir ibadethane haline getirilmesi sağlanacaktır.

Beşinci önemli konu ise, bu anlaşma sonrasında İsrail’in Müslüman dünyasıyla ilişkilerinin düzeltileceği ümididir. Başkan Trump, bu anlaşmanın ardından İslam ülkelerinin İsrail’i tanımamaları için artık bir neden kalmadığını ima ederek, yıllarca Ortadoğu’da boş yere kan dökülmesinden yakınmış ve artık Ortadoğu’ya huzur getirilebileceğini vurgulamıştır. Trump, ayrıca Müslüman ülkelerden Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn'e teşekkür etmiştir. 


Asrın Anlaşması'nda yer alan harita

Plana Yönelik Eleştiriler
İlk olarak, planın açıklandığı basın toplantısında Filistin Devleti’ni temsil eden hiçbir yetkilinin bulunmaması ve Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte bu etkinliği bir şova dönüştürmesi, bu girişimin tek taraflı olarak yapıldığı düşüncesini güçlendiren bir durum olmuştur. Oysa Filistin Devleti’nden bir yetkili de burada yer alabilseydi, bu, çok daha anlamlı ve güçlü bir girişim olacak ve başarı şansı da artacaktı.

İkinci önemli eleştiri noktası, kuşkusuz, Kudüs konusunun muğlak bırakılması oldu. Öyle ki, bir yandan Kudüs’ü “İsrail’in bölünmez başkenti” ilan eden Trump, öte yandan Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak ilan etti. Dolayısıyla, bu konuda ABD’nin çözüm planı tam olarak anlaşılamadı. Basında yer alan iddialara göre, plana göre Kudüs tamamen İsrail'in kontrolünde olacak, ancak Doğu Kudüs bölgesinde Filistin'e küçük bir bölge verilecek ve ABD'nin Filistin Büyükelçiliği de burada kurulacak.

Üçüncü önemli eleştiri konusu, basın toplantısında Filistin Devleti’nin topraklarının iki katına çıkarılacağı iddia edilirken, bir yandan da İsrail’in yeni yerleşimler inşa ettiği bölgelerin (Batı Şeria) İsrail toprağı haline geldiğinin vurgulanmasıydı. Dolayısıyla, Filistin Devleti’nin büyüyen topraklarının neresi olacağı konusu da anlaşılamamış oldu.

Dördüncü önemli eleştiri konusu ise, Başkan Trump’ın “Asrın Anlaşması” planını Filistinliler için “son şans” olarak lanse etmesi ve planın reddedilmesi durumunda Filistinliler için işlerin iyi gitmeyeceğini ima ederek, aba altından sopa göstermesi olmuştur. Trump, ayrıca Hamas ve İslami Cihat örgütleriyle mücadele edilmesini de şart olarak öne sürmüştür. 

Beşinci ve son olarak da, milyonlarca Filistinli mültecinin durumuna ilişkin, ki bu konu Filistin Sorunu olarak bilinen meselenin en önemli parametrelerinden birisidir, açıklamada hiçbir vurgunun yapılmaması bir eleştiri konusu olmuştur.

Asrın Anlaşması’nın Başarı Şansı
Başkan Trump’ın “Asrın Anlaşması” girişimi, beklenenden daha ılımlı ve olumlu bir girişim olarak yorumlanabilir. Zira bu şekilde Filistin Devleti’nin varlığının tanınması ve gelişiminin sağlanması konusunda ilk kez bir ABD Başkanı açık taahhütlerde bulunmuştur. Bu, kesinlikle küçümsenmemesi gereken bir durumdur. Ancak Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, “Yüzyılın Şamarı” olarak nitelendirdiği anlaşmayı daha şimdiden reddetmiştir. Planın doğrudan muhatabı olan Filistinlilerin desteği alınmadan, kuşkusuz, Asrın Anlaşması’nın başarıya ulaşma şansı yüksek gözükmemektedir.

Buna karşın, “Asrın Anlaşması” konusunda Arap/İslam dünyasından destek sağlanabilirse, bu durumda plan adına daha olumlu düşünülebilir. Özellikle Arap/İslam dünyasının önemli ülkelerinden Suudi Arabistan, Mısır vb. devletlerin desteği sağlanabilirse, Filistin otoritelerinin projeye bakışı da yumuşayabilir.

İran İslam Cumhuriyeti ve Türkiye’nin ise plana karşı çıkacakları tahmin edilmektedir. İran için bu durum teokratik rejim ve onun temellerini oluşturan anti-Siyonist ideolojiyle izah edilebilirken, Türkiye’nin itirazının temelinde Kudüs’ün İslam dünyasındaki önemi argümanının kullanılması muhtemeldir.

Tüm bunlar değerlendirildiğinde, Trump’ın açıkladığı planın başarı şansı şimdilik yarı yarıyadır. Ancak Arap/İslam dünyasından kayda değer bir destek sağlanabilirse, Türkiye ve özellikle İran’ın muhalefetine karşın, bu plan bir şekilde hayata geçirilebilir.

Zamanlama
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun adeta bir siyasi kampanya ve hatta şova çevirdikleri basın toplantısının zamanlamasına da dikkat çekmek gerekiyor. Ülkesinde Senato’da azil (impeachment) sürecinde olan Başkan Trump, bu basın toplantısıyla İsrail yanlısı Cumhuriyetçi Parti Senatörleri ve Amerikan kamuoyunda desteğini sağlamlaştırmak ve 2020’deki Başkanlık seçimine güçlü bir aday olarak girmek istemiş olabilir. Aynı şekilde, ülkesinde çeşitli yolsuzluk soruşturmalarına konu olan Başbakan Netanyahu da, 2 Mart 2020 tarihinde yapılacak ve İsrail’in bir yıldan kısa süre içerisinde gerçekleştirdiği üçüncü seçim öncesinde siyaseten gövde gösterisi yapmayı amaçlamış olabilir. Bu anlamda, barış planının iç siyasete yönelik olarak da düşünülmüş bir girişim olduğu ve Trump ile Netanyahu'nun "bir taşla iki kuş vurmak" istedikleri söylenebilir.

Sonuç
Kuşkusuz, tüm eleştirilere karşın, Ortadoğu’da akan kanı durdurabilir ve Filistinlilere ve İsraillilere barış getirebilirse, bu proje, iyi niyetli bir girişim olarak tarihe geçer ve hatta sonuç da alabilir. Lakin Trump'ın plandaki çelişkileri ve boşlukları gidermesi ve Filistin'de kendisine bir muhatap bulması başarı için şart gözükmektedir. Aksi takdirde, bu, popülist ve içi boş bir proje ve bir iç politika malzemesi olmaktan öteye gidemeyecektir. Ayrıca bu barış planı, uluslararası kamuoyunda Trump antipatisinin ötesinde değerlendirilmeli ve Filistin halkının iyiliği de hesaba katılmalıdır. Bu nedenle, plan, güç dengeleri doğrultusunda Realist bir perspektiften okunmalı ve ileride Filistinlilerin çok daha zor duruma gelmeleri halinde haksız duruma düşmemek için, Asrın Anlaşması, önyargısız olarak değerlendirilmelidir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

22 Ocak 2020 Çarşamba

İsrail'in Üçüncü Seçimi


Giriş
Ortadoğu’nun önemli ülkelerinden İsrail’de, 9 Nisan 2019 ve 17 Eylül 2019 tarihlerinde yapılan genel seçimler sonrasında bir koalisyon hükümeti kurulamaması nedeniyle, 2 Mart 2020 tarihinde bir kez daha genel seçim için sandık başında gidilecek. Bu yazıda, İsrail’in bir yıldan kısa bir süre içerisinde gerçekleştirdiği üçüncü seçimi analiz edeceğim.

2019 Seçimleri
Hatırlanacağı üzere, 9 Nisan 2019 tarihinde yapılan genel seçimde, seçime favori olarak giren Başbakan Benyamin Netanyahu ve partisi –merkez sağ- Likud, yüzde 26,46 oyla birinci parti olmayı başarmış ve Knesset’te 35 koltuk kazanmış; ancak yeni kurulan eski Genelkurmay Başkanı Benny Gantz liderliğindeki Mavi Beyaz İttifak (Kahol Lavan) da yüzde 26,13 oranında oyla aynı sayıda (35) milletvekilliği elde etmeyi başarmıştı.[1] Seçimin ardından yapılan koalisyon hükümeti pazarlıkları ise, aşırı sağ/milliyetçi çizgideki Avigdor Lieberman’ın lideri olduğu İsrail Evimiz Partisi (Yisrael Beiteinu) ile Netanyahu arasında yaşanan anlaşmazlık nedeniyle sonuç vermemişti. Bu seçim sonrasında, önceki seçim olan 2015 genel seçimine kıyasla, ki o seçimde Likud yüzde 23,40 oyla yalnızca 30 milletvekilliği kazanabilmişti, sandalye sayısını (5) ve oy oranını (yüzde 3) arttırması nedeniyle Netanyahu’ya yönelik tepkiler sınırlı kalmış ve İsrail’in en uzun süre görevde kalan Başbakanı[2], uluslararası kamuoyunca genel olarak başarılı bulunmuştu. Ancak Benny Gantz ve kurduğu geniş kapsamlı seçim ittifakının hızlı yükselişi, Netanyahu ve partisi adına bir alarm sinyali olarak değerlendirilmişti. Seçim sonrasında Lieberman’ı sorumsuz davranmakla suçlayan Netanyahu ise, ikinci bir seçimden daha rahat çıkacağı düşüncesiyle hareket etmişti.

17 Eylül 2019 tarihinde yapılan ikinci genel seçimde ise, Benny Gantz liderliğindeki Mavi Beyaz İttifakı yüzde 25,95 oyla birinci parti olmuş ve 33 sandalye kazanmış, Netanyahu ve partisi Likud ise yüzde 25,10 düzeyinde oy oranıyla ikinci parti durumuna düşmüştü.[3] Bu seçim sonrasında da, Netanyahu ve Gantz tarafından yapılan koalisyon hükümeti kurma girişimleri başarıyla neticelendirilememişti. Netanyahu, bu seçim sonrasında ilk kez birinciliği başka bir partiye kaptırması nedeniyle eleştirilerin hedefi haline gelmişti. Netanyahu’nun avantajı ise, ABD Başkanı Donald Trump’ın kendisine koşulsuz desteği ve rakibi olan Benny Gantz ve partisinin de Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi tartışmalı konularda kendisi kadar milliyetçi olmasıydı.[4]

Netanyahu’nun Durumu
2019 yılı seçimlerinde istediğini elde edemeyen ama Başbakanlığa devam eden Netanyahu, bu süreçte iki büyük zorlukla yüzleşmek durumunda kaldı. İlk olarak, Netanyahu, İsrail Adalet Bakanlığı’nın başlattığı rüşvet, yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Bu dönemde gündeme getirilen iddialardan en ağırı, Netanyahu hükümetinin Bezeq adlı telekomünikasyon şirketine hukuki ayrıcalıklar tanınması ve karşılığında bu şirketin sahibinin kurduğu Walla adlı internet sitesinde Netanyahu lehine haberler yapılmasıydı.[5] Ayrıca İsrail Başbakanı’nın Yedioth Ahronoth gazetesinin sahibi Arnon Moses’la yakın ilişkileri ve pahalı hediyeler kabul etmesi gibi konular da yolsuzluk dosyasında yer alıyordu. Bu dosyalardan henüz bir şey çıkmasa da -ki Netanyahu suçlu bulunursa istifa etmek zorunda kalacaktır- İsrail Başbakanı’nın bu süreçte ülkesi içerisinde yıpratılmaya başlandığı anlaşılıyor.

Kendisine yönelik suçlamaları reddeden ve bunları bir “cadı avı”na benzeyen Netanyahu’nun bu süreçte yüzleşmek zorunda kaldığı ikinci önemli zorluk ise, partisi Likud içerisinde yaşanan Genel Başkanlık yarışı oldu. Eski Eğitim ve İçişleri Bakanı Gideon Sa'ar’ın da aday olduğu Genel Başkanlık seçimi, 26 Aralık 2019 tarihinde gerçekleşti. Liderlik yarışını yüzde 72,5 oyla ezici bir galibiyet elde eden Netanyahu kazansa da[6], Netanyahu’ya yönelik tepkilerin kendi partisi içerisinde de oluştuğunun görülmesi anlamında, bu seçim de İsrail Başbakanı adına olumsuz bir gelişme oldu.

2020 Genel Seçimi ve Koalisyon Formülleri
2 Mart 2020 tarihinde yapılacak ve 23. dönem Knesset milletvekillerini belirleyecek 2020 İsrail genel seçimi, yine Likud ve Mavi Beyaz İttifak’ın kıyasıya rekabetine sahne olacak gibi görünüyor. Seçim öncesinde yapılan kamuoyu yoklaması ve anketler de bu durumu doğruluyor. Örneğin, 16 Ocak 2020 tarihli Maagar Mochot anketi, Mavi Beyaz İttifak’ın seçimden birinci olarak çıkacağını ve 34 koltuk kazanacağını, Likud’in ise 30 milletvekilliği ile yetineceğini ortaya koyuyor.[7] Project HaMidgam tarafından yapılan bir diğer kamuoyu yoklaması da, Mavi Beyaz İttifak ve lideri Benny Gantz’ın, Likud ve lideri Benyamin Netanyahu’ya bu seçimde 34’e karşı 31 milletvekilliğiyle üstün geleceği projeksiyonunu yapıyor.[8]

Anketler, Mavi Beyaz İttifak’ın geçen süre zarfında İsrail’deki birinci parti haline geldiğini ve Netanyahu ve Likud’un duraklama sürecine girdiği göstermesine karşın, İsrail’de hükümet kurmak için 120 koltuklu Knesset’te 61 milletvekili sayısına ulaşmak gerektiği için, aslında makro siyaset adına değişen fazla bir şey de yok. Bu nedenle, 2019 seçimleri sonrasında gündeme gelen iktidar formülleri aynı şekilde geçerli olmaya devam ediyor. Bunlar şöyle sıralanabilir:
  • Netanyahu veya Gantz Başbakanlığında (ki daha fazla oy ve koltuk kazananın Başbakan olması beklenmeli) bir Likud-Mavi Beyaz İttifakı merkez sağ koalisyon hükümeti (ideal formül olarak karşımıza bu seçenek çıkıyor).
  • Netanyahu’nun Başbakanlığında, Likud’un, Şas (Shas), Birleşik Tora Yahudiliği, Yamina ve Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu) gibi sağ ve aşırı sağ partilerin katılımıyla kuracağı bir sağ/aşırı sağ koalisyon hükümeti (bunun için Avigdor Lieberman’ın desteği şart).
  • Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Birleşik Arap Listesi ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının katılımıyla kuracağı bir merkez/merkez sol koalisyon (ancak bu seçenek ancak üç partinin koltuk sayısının 61’i bulması durumunda gerçekleşebilir ki bu da garanti değil).
  • Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu), Yamina ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının katılımıyla kuracağı bir merkez sol-merkez sağ koalisyonu (sağ ve sol partileri aynı koalisyona sokmak kolay olmayabilir).
  • Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu), Yamina, Şas (Shas) ve Birleşik Tora Yahudiliği gibi partilerle kuracağı bir sağ/aşırı sağ koalisyon (seküler ve dinci partileri aynı koalisyona sokmak kolay olmayabilir).
Bu seçeneklere bakıldığında, Avigdor Lieberman’ın ikna edilmesi durumunda halen en güçlü iktidar seçeneğinin Netanyahu’nun Başbakanlığında, Likud’un, Şas (Shas), Birleşik Tora Yahudiliği, Yamina ve Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu) gibi sağ ve aşırı sağ partilerin katılımıyla kuracağı bir sağ/aşırı sağ koalisyon hükümeti olduğu söylenebilir. Bunun nedenleri ise, bu formülün daha önce denenmiş ve yapılabilmiş olması ve Netanyahu’nun sağı ve aşırı sağı kolaylıkla birleştirebilmesidir. Ancak Netanyahu’nun Lieberman’la arasındaki buzları eritmesi ve anlaşmazlıkları çözmesi bu noktada tek ve en önemli koşul durumundadır.

İkinci en güçlü seçenek ise, Netanyahu veya Gantz Başbakanlığında (ki daha fazla oy ve koltuk kazananın Başbakan olması beklendiği için Benny Gantz bu noktada daha şanslıdır) bir Likud-Mavi Beyaz İttifakı koalisyon hükümetidir. Bu koalisyon formülü, hem İsrail’de Netanyahu karşıtlarını sevindirecek, hem de aleyhine dosyalar açılan ve siyaseten zor duruma sokulan Netanyahu’nun -Başbakan olmasa da- Dışişleri Bakanı veya önemli bir görevde kalarak İsrail siyasetine yön vermeye devam etmesini sağlayacaktır. Netanyahu’nun hükümetteyken aleyhindeki iddialarla mücadele etmesi de kuşkusuz daha kolay olacaktır.

Üçüncü en makul alternatif, koltuk sayısının 61’i bulması durumunda, Benny Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Birleşik Arap Listesi ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının katılımıyla kuracağı bir merkez/merkez sol koalisyondur. Ancak bu formül için Birleşik Arap Listesi ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının oy oranlarında bir miktar artış sağlaması gerekmektedir. Zira 61’i bulabilmek için, 34-35 koltuk kazanması beklenen Mavi Beyaz İttifak'ın 26-27 milletvekiline daha ihtiyacı olacaktır. Anketlere göre ise, diğer iki sol partinin koltuk sayısı şu an için 23-24 düzeyindedir. Bu üç formül dışında, kuşkusuz diğer iki koalisyon hükümeti alternatiflerinin de bir miktar şansı bulunmaktadır.

Sonuç
2 Mart 2020’de düzenlenecek olan genel seçim, İsrail’de bir yıldan kısa bir süre içerisinde yapılan üçüncü genel seçim olacaktır. Bu durum, İsrail’in bir demokrasi olduğunu teyit etmesi bağlamında önemli ve pozitif bir gelişme olmakla birlikte, çok partili ve dağınık siyasetin yönetimde istikrar anlamında sorun yaratabileceğini de göstermektedir. Bu nedenle, ilerleyen yıllarda, ABD ile çok yakın siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri olan İsrail’in bu ülkeye benzer şekilde Başkanlık sistemine geçmesi ve siyasi sistemini reforme etmesi gündeme gelebilir. Bunun nedeni, İsrail gibi güvenlik riskleri çok yüksek düzeyde olan bir ülkede yönetimde istikrar ve güçlü hükümet modeline gereksinim duyulmasıdır. 1949’dan bugüne kadar farklı koalisyon hükümetleriyle yönetilen İsrail’de[9], bu öneri, ilerleyen dönemlerde ciddi şekilde tartışılabilir. Bu durum, Netanyahu sonrasında veya sol bir Başbakan veya hükümet döneminde de değişmeyecektir. Zira Filistin Sorunu, İran nükleer programı, terör örgütleri, yasadışı kitlesel göç hareketleri ve anti-Siyonist ideolojinin Müslüman toplumlar üzerindeki gücü gibi sebeplerle, İsrail, bir güvenlik devleti olarak kalmaya mahkûm durumdadır.

Ancak bu öneri gerçekleşmese bile, İsrail’de üst üste yapılan üç seçimin ekonomik kayıplara ve enerji israfına yol açtığı ve artık 4-5 sene görev yapacak güçlü bir hükümete ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in de belirttiği gibi, parlamenter demokrasiye duyulan inancı kaybetmemek[10] ve bir şekilde koalisyon hükümetinin kurulması sağlamak çok gereklidir. Zira İsrail’in, yeni dönemde, İran nükleer programı ve Doğu Akdeniz’deki gerginlikler konusunda mutlaka yapıcı politikalar geliştirmesi ve ABD üzerindeki etkisini (lobi gücünü) olumlu yönde kullanması gerekmektedir. Bunun için de, Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzeltilmesi çok iyi bir başlangıç olabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bu seçimin analizi için; http://politikaakademisi.org/2019/08/27/2019-israil-genel-secimleri/.
[2] Milliyetçi sağ çizgide siyaset yapan Benyamin Netanyahu, ilk kez 1996 yılında İsrail’in en genç Başbakanı olarak seçilmiş ve 1996-1999 döneminde 3 yıl süreyle Başbakan olarak görev yapmıştır. Daha sonrasında ise, 2009’da yeniden Başbakan seçilmiş ve o tarihten bugüne Başbakanlık görevini sürdürmektedir.
[3] Bakınız; http://politikaakademisi.org/2019/09/18/israilde-kritik-secimin-galibi-yok/.
[4] Bu konuda bir analiz için; http://politikaakademisi.org/2019/09/22/israil-saginin-malum-secimi/.
[5] Bakınız; https://www.dw.com/tr/netanyahu-yolsuzluk-ve-r%C3%BC%C5%9Fvetten-yarg%C4%B1lanacak/a-51358607.
[6] https://www.timesofisrael.com/netanyahu-declares-victory-in-likud-primary-appears-headed-for-landslide-win/.
[7] Bakınız; https://knessetjeremy.com/2020/01/17/20th-poll-of-2020-election-blue-white-34-likud-30-joint-list-14-labor-gesher-meretz-10-yamina-9-shas-8-yisrael-beitenu-8-utj-7/.
[8] Bakınız; https://knessetjeremy.com/2020/01/17/19th-poll-of-2020-election-blue-white-34-likud-31-joint-list-14-labor-gesher-meretz-9-yisrael-beitenu-8-yamina-7-utj-7-shas-6-otzma-4/.
[9] https://mfa.gov.il/mfa/aboutisrael/state/government/pages/the%20governments%20of%20israel.aspx.
[10] Bakınız; https://www.timesofisrael.com/rivlin-urges-israelis-not-to-lose-faith-in-democracy-despite-third-elections/.