23 Mayıs 2010 Pazar

Kemal Kılıçdaroğlu




Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen bir kasetle başlayan fırtınalı süreçten CHP ilginç bir şekilde son derece güçlenmiş ve oylarını arttırmış olarak çıkıyor. Bunun en büyük sebebi de partinin başına Kemal Kılıçdaroğlu yani “Gandhi Kemal” gibi dürüstlüğü ve cesaretiyle halk nezdinde büyük sempati yaratan ve saygı uyandıran yeni bir liderin geçmiş olması. Elbette siyasetçiler de zamanla yıpranan yüzleri ve eskiyen imajlarıyla özellikle Türkiye gibi her şeyin çok çabuk tüketildiği bir ülkede eski desteklerini kaybediyor ve halktan yeni ve denenmemiş isimlere yönelik olumlu eğilimler artıyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin bu avantajı eskimeye başlayan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP karşısında kullanacağı kesin. Bunun yanı sıra Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt kökenli ve Alevi olması da, partinin bu kesimlerle kuracağı diyalogu kolaylaştırıcı bir faktör olacaktır. Bu sebeple Kılıçdaroğlu’nun henüz genel başkan dahi seçilmeden bir sonraki genel seçimler için kendisine % 40 hedefi koyması ve CHP’nin anketlerde birinci partiliğe yükselmesi parti adına son derece olumlu gelişmeler.


Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasal mesajları ve kişilik yapısına geçmeden öncelikle kendisinin biyografisine daha yakından bakalım. 17 Aralık 1948 tarihinde Tunceli’nin Nazimiye ilçesinde tapu memuru Kamer Bey ve ev hanımı Yemuş Hanım ’ın dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Kemal Karabulut, 1950 yılındaki soyadı değişikliğiyle ailesinin büyük dedelerinin eşkıya kimliğine göndermede bulunan Kılıçdaroğlu soyadını almasıyla Kemal Kılıçdaroğlu ismini almıştır. Başarılı bir öğrenci olan Kılıçdaroğlu, Elazığ Ticaret Lisesi’ni birincilikle bitirdikten sonra Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne devam etti. Okul hayatı boyunca çalışkanlığı ve yüksek notlarıyla dikkat çeken Kılıçdaroğlu, 68 kuşağından sol görüşlü bir üniversiteli olarak o dönem kurulan Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu Bilim Kurulu’nda görev aldı. Toplumsal ve Kültürel Eylemler Derneği Başkanlığı yaptı ve pek çok siyasal eyleme katıldı. Ancak gençliğinden başlayarak hümanist bir siyasal çizgisi olan Kılıçdaroğlu siyasal çatışmalara katılmamış ve demokratik mücadele metotlarını benimsemiştir. 1971 yılında okuldan mezun olan Kılıçdaroğlu, hesap uzmanlığı sınavını kazanarak Maliye Bakanlığı’nda memuriyetine başladı. Daha sonra hesap uzmanı olan Kılıçdaroğlu, bir yıl Fransa’da kaldı. Hesap uzmanlığını 1983’e kadar sürdürdü ve aynı yıl Gelirler Genel Müdürlüğü’ne atandı. Burada önce daire başkanı olarak görev aldı, daha sonra aynı kurumun genel müdür yardımcılığını yaptı. Kemal Kılıçdaroğlu 1991 yılında Bağ-Kur’a atandı. Burada genel müdürlük yapan Kılıçdaroğlu, 1992 yılında da Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü’ne geçti. Daha sonra kısa bir süre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olarak görev yaptı. 1994 yılında Ekonomik Trend dergisi tarafından “Yılın Bürokratı” seçildi. Kemal Kılıçdaroğlu, 1999’un Ocak ayında Demokratik Sol Parti’den siyasete atılmak umuduyla, kendi isteğiyle Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü’nden emekli oldu. Ancak o dönemde Bülent Ecevit tarafından aday yapılmadı. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çalışmalarında Kayıtdışı Ekonomi Özel İhtisas Komisyonu'na başkanlık eden Kılıçdaroğlu, Hacettepe Üniversitesi’nde de bir süre ders verdi ve aynı zamanda Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği başkanlığını yaptı. Daha sonra Türkiye İş Bankası’nda yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı. Bu yıllarda Deniz Baykal’ın önerisiyle Cumhuriyet Halk Partisi Bilim Kültür Platformu’na davet edildi ve burada çalışmalar yürüttü. 3 Kasım 2002’de CHP İstanbul milletvekili olarak ilk kez parlamentoya girdi. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde bir kez daha İstanbul milletvekili olarak parlamentoya girdi.


Kemal Kılıçdaroğlu 2007 yılına kadar kamuoyunda fazla tanınmazken, o dönem ilk kez Tuncay Özkan’ın elinde bulunan Kanaltürk televizyonunda Tuncay Mollaveisoğlu’nun “Yoksulluk ve Yolsuzluk” programındaki emek dostu açıklamaları ve hükümete yönelik somut eleştirileriyle dikkat çekti. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP’nin büyük başarısı sonrası solda büyük endişe ve umutsuzluk hâkimken, Kılıçdaroğlu AKP genel başkan yardımcıları Şaban Dişli ve Dengir Mir Mehmet Fırat’la girdiği tartışmalarda belgeli muhalefetiyle kamuoyu desteğini kazandı ve bu isimlerin genel başkan yardımcılığı görevlerinden istifa etmesine yol açtı. 29 Mart 2009 yerel seçimleri öncesi Ankara Büyükşehir Belediye başkanı İ. Melih Gökçek’i de canlı yayında zor durumlara düşüren ve halktan büyük destek gören Kılıçdaroğlu, CHP İstanbul il başkanı Gürsel Tekin’le beraber yürüttüğü İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı kampanyasında geniş kitlelere ulaştı. Özellikle gecekondu mahallelerinde çamurlu yollarda delik ayakkabısıyla yürümesi ve orta halli bir mahallede ev tutmasıyla “halkçı” imajını ve mesajlarını geniş kitlelere iletti. Toplumun çok farklı kesimlerinden insanlarla sıcak bir diyalog kurabilmesi ve muhatabının sataşmalarına dahi sinirlenmeden medeni bir şekilde yanıt verebilmesiyle toplumda ve medyada büyük sevgi ve saygı uyandırdı. Seçim kampanyası sırasında bir vatandaşın yakıştırmasıyla Hindistan’ın efsanevi lideri Mahatma Gandhi’den esinlenerek “Gandhi Kemal” lakabını aldı. Aynı dönemde Kılıçdaroğlu için “İkinci Ecevit” yakıştırmaları da yapıldı. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak 2.566.000 oy aldı (önceki seçimlere göre CHP oylarını % 25 arttırmış ve seçimde % 37 dolaylarına getirmiştir) ve birçoklarına göre seçimi kazanamamasına rağmen büyük bir başarıya imza attı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul İl Genel Meclisi’nde aynı seçimlerde 2.323.000 oy aldığı hesaba katılırsa, Kılıçdaroğlu’nun kişisel karizması ve liderliğiyle partiye oy vermeyen 243.000 kişinin daha oylarını almayı başardığı görülecektir. Seçim kampanyası için özgün müzik sanatçısı Onur Akın’ın hazırladığı “Kılıçdaroğlu” şarkısı büyük başarı yarattı ve isminin duyulmasına yardımcı oldu. Bu başarı sadece İstanbul sınırları içerisinde kalmadı; Kılıçdaroğlu’nun seçim öncesi yıprattığı AKP’li Melih Gökçek’in oyları %55’ten %38’e kadar geriledi.


Seçim mağlubiyeti sonrası imajının yıprandığı iddia edilmesine karşın, CHP grup başkan vekili olarak sık sık televizyon programlarında boy gösterdi ve 1,5 yıllık süreçte 50’ye yakın şehre giderek konferans ve halk oturumları yaptı. Aynı dönemde AKP’nin sivri dilli ismi Bülent Arınç’ı bir açık oturumda düelloya davet etti ancak kendisinden “dengim değil” şeklinde bir karşılık aldı. 6 Mayıs 2010 tarihinde CHP lideri Deniz Baykal’a kurulan komplo ve sonrasında ortaya çıkan kaset skandalıyla partinin yaşadığı bunalım ortamında medyadan ve halktan gelen yoğun baskılar sonrası genel başkan adaylığını açıkladı ve 22 Mayıs 2010 tarihli 33. Olağan Cumhuriyet Halk Partisi Kurultayı’nda CHP’nin Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Deniz Baykal, Hikmet Çetin ve Altan Öymen’den sonra 7. genel başkanı oldu. Kurultayda yaptığı konuşmada; milli iradenin tecelli etmesine engel olan yüzde 10’luk seçim barajının düşürüleceğini, siyasi partiler yasasının değiştirilerek parti içi demokrasinin sağlanacağını, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne yatırımların teşvik edileceği ve devlet tarafından yatırım yapılarak terörün ekonomik sebeplerinin ortadan kaldırılacağını, DGM’lerin yerini alan özel yetkili mahkemelerin yeniden düzenleneceğini, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılacağını, işsizliğin düşürülmesi adına somut adımlar atılacağını, Avrupa Birliği’nin çifte standart uygulamalarına tepki gösterileceğini, aile sigortasıyla tüm bireyleri işsiz ailelerin kadınlarına devlet tarafından işsizlik maaşı verileceğini ve her şeyden önemlisi etnik ve mezhepsel kimliği temel alan kimlik siyaseti izlenmeyeceğini açıkladı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik “Recep Bey” hitabı ve başbakanın mağdur imajının arkasında var olan ihtişamlı yaşamına yönelik eleştirileriyle kamuoyunda olumlu puan topladı. Web sitesinden yayınladığı mütevazi mal varlığıyla ekonomik krizin doruklarına ulaştığı bu günlerde havuzlu villalarıyla gündeme gelen politikacılardan farklılığını ortaya koydu. Gençler, kadınlar ve sosyal demokrat tabanda dürüst imajı ve halkçı söylemleriyle büyük heyecan yarattı ve anketlere göre CHP’nin oylarını şimdiden % 25’lerden % 32’lere sıçrattı. Kılıçdaroğlu’nun bu performansını koruması ve ilerletmesi durumunda CHP’nin ilk genel seçimlerde birinci parti olması görünen o ki kimse için şaşırtıcı olmayacaktır.


Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu biyografik ve kişisel özelliklerinin yanı sıra benim açımdan bir diğer önemli özelliği de, Kılıçdaroğlu’nun henüz medyada tanınır bir isim haline gelmeden Kanaltürk’te yaptığı birkaç konuşma ile 2007 yılında Cumhuriyetçi Gençlik Platformu olarak Ankara’da kurduğumuz gençlik örgütlenmesinin en sevdiği ve gelecek için umut bağladığı bir isim haline gelmiş olmasıdır. 2008 yılından başlayarak Kemal Kılıçdaroğlu ile 4 defa görüşme (son görüşmemiz Uşak’ta düzenlenen bir halk konferansında 2010 başlarında oldu) ve fikirlerini yakından dinleme şansı yakaladım. Bu görüşmelerde Kemal Bey ılımlı üslubu, sosyal demokrat ekonomik tercihleri, gençlere verdiği özel önem ve halka olduğu gibi bize de güven veren dürüst imajıyla beni ve arkadaşlarımı derinden etkiledi ve gelecekte Ecevit’ten sonra boşalan popülist sol lider koltuğunu dolduracağı izlenimini verdi. Şimdilerde bu öngörümün doğru çıktığını görmek beni çok mutlu ediyor. Dahası Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunların iş ve aşın büyütülerek ve demokrasi çıtasının yükseltilerek çözülmesi adına bende büyük heyecan uyandırdı. Elbette Kemal Bey ve yeni ekibinin bu hedeflere ulaşmak adına muhakkak eldeki somut projeleri destekleyecek yeni projelerin geliştirilmesi, işsizlik sorununun çözülerek nüfus artışına uygun bir ekonomik büyümenin yakalanması, partinin yeni ve genç kadrolarla desteklenmesi, dış politikada ölçülü ve dikkatli bir vizyon ve ulusal çıkarlara uygun kırmızı çizgilerin belirlenmesi, verilen sözlere uygun olarak Türkiye’de etnik veya mezhepsel kutuplaşma ve ayrışmayı arttıracak politikalardan neo-liberal basının baskılarına rağmen uzak durulması ve ülkede önemli bir fay hattı oluşturan Kürt sorunu ve siyasal İslam-laiklik tartışmalarına çözüm olabilecek ara formüllerin belirlenmesi gerekmektedir. Siyasete aynı Ecevit’in 1970’lerde yaptığı gibi, şimdilerden nezaket ve dürüstlük getiren Kılıçdaroğlu’nun Ecevit’in 1970’ler ve 2000’lerde uğradığı sıkıntıları yaşamaması adına güçlü ve gerçekçi bir siyasal ve ekonomik programa ve genç, vizyon sahibi ve idealist kadrolara ihtiyacı bulunmaktadır. Amerikan başkanı Barrack Obama'ya benzer bir rüzgarla iktidara yürüyen ve bu imajla toplumu bütünleştirme şansı bulunan Kemal Kılıçdaroğlu’na kendi deyimiyle iktidar koşusunda başarılar diliyorum.

Ozan Örmeci

21 Nisan 2010 Çarşamba

Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi


-->
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre önce yaptığı açıklamalarla gündeme gelen başkanlık sistemi ve parlamenter sistem farklılıkları, aslında uzunca bir süredir Karşılaştırmalı Politika alanında devam bir tartışmadır. Bu yazıda kısaca parlamenter sistem ve başkanlık sisteminin özelliklerini anlatarak, olumlu ve olumsuz özelliklerini tartışmaya açmaya çalışacağım.
1. PARLAMENTER SİSTEM
Parlamenter rejim tarihsel gelişmelerin ürünüdür ve esas anlamıyla 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’deki uygulamalarla ilk kez ortaya çıkmıştır. Diyebiliriz ki; parlamenter rejim üç aşamalı gelişim gösteren monarşik rejimin sonuncu biçimidir. Mutlak monarşilerin yükselen burjuvazinin talepleri karşısında meşruti monarşilere dönüşmesi sonrası parlamenter monarşi diyebileceğimiz dönemle beraber parlamenter sistem Avrupa ülkelerinde gelişmeye ve yerleşmeye başlamıştır. Kıta Avrupa’sında parlamenter rejim ilk olarak 1814 yılında Fransa’da kurulmuş, Fransa’yı Belçika ve Norveç izlemiştir. Genelde parlamenter sistemlerde iki başlı yürütme vardır. Bu yürütme ikiliği; Devlet başkanı (kral veya cumhurbaşkanı) ve Başbakan’dan (hükümet ve bakanlar kurulunun başı) oluşur. Parlamenter sistemde Başbakan’ın yetkileri Devlet başkanına göre çok daha kapsamlı olmalıdır, aksi takdirde parlamenter sistem değil yarı-başkanlık sistemi oluşur. Parlamentarizm esas itibariyle üç ilkeye dayanır; yürütme ve yasama arasında eşitlik, iki güç arasında işbirliği ve her iki gücün birbiri üzerinde sahip oldukları etkileme yetenekleri. Parlamenter sistemde genellikle çift-meclisli (bicameral, Meclis-Senato) yapı görülür ancak Türkiye örneğinde olduğu gibi tek meclisli parlamenter sistem de olabilir. Parlamenter sistemde kabinenin (yürütme) uygulamalarının Parlamento tarafından denetlenmesi ve yasaların Parlamento tarafından (yasama) yapılması esastır. Parlamenter sistemin hakkıyla işleyebilmesi için parti içi demokrasinin varlığı şarttır zira genel başkanların parti içi demokrasi olmayan ortamlarda aşırı güç kazanması nedeniyle milletvekillerinin yasama erkini hakkıyla ifa etmeleri imkânsızlaşır. Parlamenter sistemler; hükümetin üstün olduğu parlamenter rejimler ve parlamentonun üstün olduğu parlamenter rejimler olarak ikiye ayrılabilir. Hükümetin üstün olduğu parlamenter rejimlere verilebilecek en iyi örnek İngiltere’dir. Bu ülkedeki iki partili siyasal sistem ve çoğunluk seçim sistemi nedeniyle gücün tek bir partide toplanması ve parti içi demokrasinin sınırlı oluşu nedeniyle başbakanların büyük güç sahibi olması bunda etkilidir. Ayrıca başbakanların kanun hükmünde kararname yetkileri vardır. Türkiye de Cumhurbaşkanı’nın aşırı yetkileri sayılmazsa bu sisteme örnek gösterilebilir. Parlamentonun üstün olduğu parlamenter rejimler daha çok geçmişte görülen (Fransız 3. ve 4. Cumhuriyeti, Federal Batı Alman Cumhuriyeti) ve başbakan ve hükümetin yetkilerinin sınırlı olduğu rejimlerdir. Çok partili siyasal sistem ve nispi temsil seçim sisteminin uygulandığı ülkelerde rejimler bu iki sistem arasında yerlerde konumlanırlar.
2. BAŞKANLIK SİSTEMİ
Başkanlık sisteminde ise parlamenter sistemden farklı olarak devlet başkanı veya Cumhurbaşkanı direkt halk tarafından seçilir. Bu sistemde yürütme devlet başkanı ve onun oluşturacağı kabineye, yasama ise Meclis’e aittir ve güçler bölüşülmüştür. Başkan halk tarafından seçildiği için güvenoyu alması gerekmez ve Meclis tarafından düşürülemez. Başkanlık sistemine en uygun örnek Amerika Birleşik Devletleri’dir. Zaten başkanlık sistemi daha çok Amerika (Kuzey ve Güney Amerika) ülkelerinde görülür. Başkanlık sisteminde bir anlamda yürütme Başkan’a, yasama Kongre’ye aittir. Başkanın Kongre’yi (Meclis) dağıtma yetkisi yoktur. Kongre’nin de Başkan’a güvensizlik oyu vererek düşürme yetkisi bulunmamaktadır. Ancak Başkan veto yetkisiyle Kongre’nin işleyişine müdahalede bulunabilir. Halk tarafından seçilen ve tüm yürütme erkini elinde bulunduran Başkan kabineyi tamamen kendisi seçer ve başka partilerden kişilerle de çalışabilir[1]. Kabine üyeleri senatör veya kongre üyesi olmak zorunda değildir. Bu sistemde güç tek bir kişiyle özdeşleşmekte, başkana çok fazla yetki verilmektedir. Başkanlık sisteminde Başkan seçildiği 4 yıl süreyle sorumsuzdur ve tüm yürütme erkini elinde bulundurur. Ancak istediği yasaları çıkarabilmek için Kongre’yi ikna etmek zorundadır. Başkanlık sistemi demokratik krizlere daha açıktır. Latin Amerika ülkelerinde Başkan’ın geniş yetkileri nedeniyle geçmişte sık sık diktatoryal rejimler kurulmuştur. Yine askeri darbeler bu ülkelerde sık görülmüştür. Başkan’ın Kongre’yi ikna edememesi durumunda bu sistemde kilitlenme (deadlock) meydana gelebilir. Başkan istediği hiçbir yasayı Kongre’den geçiremez. Demokrasinin özü kabul edilen çatışma ve uzlaşı bu sistemde fazla görülmez.
3. BAŞKANLIK SİSTEMİ VE PARLAMENTER SİSTEM KARŞILAŞTIRMASI
Yüzeysel yapılan değerlendirmelerde Başkanlık sisteminde başkanın direkt halkoyuyla seçilmesi Parlamenter sisteme göre daha demokratik bir özellik olarak vurgulanır. Oysa Parlamenter sistemde de seçmen oyunu belli bir partiye verirken o partinin liderinin başbakan olması isteğini göz önünde tutmaktadır. ABD gibi iki rakip parti arasındaki siyasal farklılıkların çok sınırlı düzeyde olduğu ülkelerde Başkanlık seçimi daha çok bir propaganda ve reklam yarışı özelliği taşımakta, adayların karizmaları ve kişisel-ticari bağlantıları seçmenin tercihinde etkili olmaktadır. Oysa Parlamenter sistemde Başbakan olması istenen kişiler partilerinin siyasal çizgilerinin temsilcileri olarak yarışmakta ve ülke genelinde daha yaygın kabul gören siyasal anlayış, ideoloji halkın oyuyla iktidara taşınmaktadır.
Karşılaştırmalı Politika uzmanı Juan Linz’e göre[2] Başkanlık sistemlerinde seçimlerde uygulanan çoğunluk sistemi nedeniyle sistem kutuplaşmanın yoğun olduğu toplumlarda çıkmaza kadar sürüklenebilmektedir. Oysa Parlamenter sistemde uygulanan nispi temsil ve d‘Hondt sistemleri gücün tek elde toplanmasındansa bölüştürülmesini sağladığı için daha sağlıklı ve demokratik bir yöntemdir. Ünlü siyaset bilimci Giovanni Sartori'nin "blame game (suçlama oyunu)" adını verdiği Başkan-Kongre zıtlaşması sorununun olmaması için ancak Amerika'da olduğu gibi rakip partilerin birbirleriyle hemen hemen aynı şeyleri söylemeleri, hedeflemeleri gerekmektedir. Oysa Parlamenter sistemde yürütme mecliste çoğunluğu bulunan, dolayısıyla yasamayı da büyük ölçüde şekillendiren parti veya partiler tarafından kurulduğu için devlet idaresi daha kolay olmakta, sistem daha zor krize girmektedir.
Juan Linz‘e göre iki sistem arasındaki bir diğer önemli fark; Başkanlık sisteminde Başkan’ın görev süresi boyunca yerini istediği sürece koruyabilmesine olanak veren düzenlemelerdir. Oysa Parlamenter sistemde mecliste hükümetin ve Başbakan’ın düşürülmesi olasıdır. Ayrıca başkanlık sisteminde tüm ulusun ve devletin tek bir kişiyle -Başkanla- özdeşleşmesi demokrasi açısından olumsuz bir eğilimdir. Zira tüm yürütme erki elinde bulunan Başkan böyle bir sistemde istediği takdirde muhalif gruplara çok sert uygulamalara yönelebilir. Başkanlık sisteminde oluşabilecek bir diğer sorun partileriyle ilişkileri sınırlı düzeyde olan Başkanların ülkeyi kurumsal olmayan şahsi bir şekilde yönetebilmelerine prim vermesidir. Oysa Parlamenter sistemde sivil toplum örgütleriyle bağlantılı olan partilerin tüm eksikliklerine rağmen kurumsal yapıları bulunmakta ve bu da demokrasinin kurumsallaşması ve pekişmesi açısından olumlu bir etki yapmaktadır.
Bunlara karşın Jose Antonio Cheibub ve Fernando Limongi “Parliamentary and Presidential Democracies Reconsidered" makalelerinde Parlamenter sistemde gerekli siyasal düzenlemelerin yapılmaması (seçimlerdeki baraj sistemi) gerçek anlamıyla azınlık hükümetlerinin kurulmasına yol açmaktadır. Zira Başkanlık sisteminde oyların yarısından bir fazla oy alan partinin adayı başkan olabilirken, Parlamenter sistemde yalnızca yüzde 10 oyla bir parti tüm yasama ve yürütme gücünü tekeline alabilmektedir. Scott Mainwaring'in “Presidentialism, Multipartism, and Democracy” makalesinde sunduğu istatistikler de Parlamenter sistemin Başkanlık sistemine göre daha başarılı olduğunu ortaya koymaktadır. Mainwaring'e göre günümüzde 31 pekişmiş demokratik rejimin yalnızca dördü Başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Başkanlık sistemlerinden yalnızca yüzde 22,6'sı yaşayabilirken, bu oran Parlamenter sistemlerde yüzde 60 dolaylarındadır.
Türkiye gibi padişahlık ve tek-adam yönetimi geleneğinden gelen ve üzüntüyle söylemek gerekirse demokrasi kültürünün halkın bir bölümüne hala yerleşmediği bir ülke için de, Başkanlık sisteminin son derece sakıncalı sonuçları olabileceği ve bazı Latin Amerika ülkelerinde görülen popülist otoriter yönetimlere yol verebileceği şimdiden akıllara gelmektedir.
Ozan Örmeci


[1] ABD Başkanı Barrack Obama’nın Cumhuriyetçi Parti’den Robert Gates’i savunma bakanı olarak yeniden görevlendirmesi buna iyi bir örnektir.
[2] Başkanlık sistemi-Parlamenter sistem tartışmaları konusunda önemli bir otorite olan Juan Linz’in “The Virtues of Parliamentarism” ve “The Perils of Presidentialism” makaleleri mutlaka okunmalıdır.

20 Nisan 2010 Salı

"Türkiye'de Farklı Olmak" ve Atatürk Düşünce Derneği'nin Toplumsal Yaşama Etkileri


-->
Prof. Dr. Binnaz Toprak yönetimindeki bir kurulun 12 Anadolu kenti ve İstanbul’un Sultanbeyli ile Bağcılar semtlerinde 401 kişi ile görüşerek yaptığı “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırması, ilginç konusu ve bulgularıyla uzun bir süredir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Her ne kadar dini duyguları olduğu gibi, bilimi de siyasal emellerine alet etmeyi kendilerinde hak görenler bu araştırmaya burun kıvırsa ve araştırmanın Açık Toplum Enstitüsü tarafından finanse edilmesi kuşku ve üzüntü yaratsa da, araştırma sağlam metodolojisi ve Türkiye’nin toplumsal yaşamına ve Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerinin işlevlerine ilişkin son derece önemli tespitleriyle okunmayı ve tartışılmayı hak ediyor.
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ve siyasal iktidar tarafından planlı bir biçimde gerçekleştirilen muhafazakâr-İslami dönüşümün toplumsal yaşama etkisini konu alan araştırma, kısaca özetlemek gerekirse farklı din, mezhep, inanç ve yaşam biçimi sahiplerine özellikle Anadolu kentlerinde baskının arttığı sonucuna ulaşıyordu. Prof. Dr. Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” olarak adlandırdığı bu konu üzerine medyada uzun tartışmalar yapıldı ve sorunun haklılığı tüm kesimlerce kısmen de olsa kabul edildi. Ancak siyasal iktidarın bu konuda bunca tartışmanın üzerine dahi hiçbir somut adım atmaması, birçok kişide araştırmanın ulaştığı sonuçların en azından iktidar tarafından o kadar da olumsuz algılanmadığı düşüncesini uyandırdı. Araştırma sonucu karşımıza çıkan en önemli bulgulardan birisi de; son yıllarda uygulanan sistematik baskı ve psikolojik savaş taktikleri nedeniyle insanların adeta bir suçmuş gibi algılamaya ve korkmaya başladığı Atatürkçülük veya Kemalizm ideolojisini sahiplenen en önemli kurum durumundaki Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerinin, siyasal-ideolojik özelliklerinin yanı sıra medeni ve çağdaş bir yaşamın gerektirdiği toplumsal kültürel koşulların oluşmasında da rol oynadığının ortaya çıkmasıydı. Siyasal görüşleri birbirinden oldukça farklı olmasına ya da henüz siyasal bilinçleri oluşmamasına karşın, çeşitli sebeplerle (Alevi olmaları, Kürt kökenli olmaları, uzun saçlı ya da küpeli olmaları vs.) Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerine giden gençler yapılan derinlikli röportajlarda, şehirde gördükleri baskılar ve özellikle İslami kesimden aldıkları tehditler sonrası ADD şubelerini adeta birer “kurtarılmış bölge” olarak gördüklerini samimiyetle ifade ediyorlardı. ADD şubeleri; gençler ve baskıya maruz kalan vatandaşlarımız için aynı zamanda kadın ve erkeğin tüm çağdaş ülkelerde olduğu gibi bir arada bulunabileceği, insanların zevklerine uygun bir şekilde giyinebilecekleri ve özgürce davranabilecekleri bir siyasal okul ve adeta Frankfurt Okulu’nun ünlü düşünürü Jürgen Habermas’ın “burjuva kamusal alanı” kavramına benzeyecek şekilde bir özgür tartışma platformuydu. Yani ADD şubeleri Atatürkçü bilinç yaratmalarının yanı sıra, çağdaş yaşam ve demokratik kültürün Anadolu coğrafyasından silinmemesi adına da çok önemli bir işlev görüyordu.
Elbette bu sonuçları inceledikten sonrasında ADD şubelerinin işlevleri üzerine daha iyi düşünme fırsatı bulan ben, dernek başkanı değerli eğitmen Ercan Uzun’un daveti üzerine Uşak Atatürkçü Düşünce Derneği’ne kayıt oldum ve kısa bir süre önce gerçekleşen seçimlerde yönetim kuruluna da girerek derneğin çalışmalarına aktif olarak katıldım. Derneğe düzenli olarak gidip gelmeye başladıktan sonra yaptığım gözlemler, her ne kadar Uşak şehri araştırmaya konu olan birçok Anadolu şehrinden çağdaş yaşam anlamında çok daha şanslı olsa da, Prof. Dr. Binnaz Toprak ve ekibinin bulgularını doğrular nitelikteydi. Uşak gibi birkaç yüz bin kişinin yaşadığı çok da küçük sayılmaması gereken ve Batı Anadolu’da yer alan bir şehirde dahi son yıllarda farklı yaşam biçimleri ve kimlikler üzerine giderek artan baskılar sonucu ADD şubesi her kesimden insanın buluşup özgürce tartışabildikleri bir sığınak haline gelmişti. Şehirde neredeyse hiçbir kültürel faaliyet gerçekleşmezken, ADD sayesinde şehre senede 3-4 tiyatro oyunu gelmekte, konserler, paneller, konferanslar, gençlik şölenleri, toplantılar, çalıştaylar düzenlenmekte ve daha önemlisi gençlerin dünyanın her yerinde olduğu gibi kadın-erkek birbirinden ayrılmadan beraber hareket edebilmeleri sağlanmaktaydı. Buna ek olarak dernek üyelerinin çıkardığı “Çağdaş Kürsü” adlı dergi de, şehrin kültürel-politik yaşamına önemli bir katkı olarak dikkat çekiyordu.
Sonuç olarak Prof. Dr. Toprak’ın araştırması ve şahsi gözlemlerim sonucunda vardığım nokta; siyasal iktidarın çeşitli uygulamaları nedeniyle bugün 1970’lerin çok daha gerisinde sosyal-kültürel hayatları bulunan ve Dubai modeli örneğine uygun olarak sadece abdestli kapitalizme göre düzenlenmiş büyük mağazalardan ve tüketim kültüründen ibaret bırakılmaya çalışılan Anadolu kentlerinde ADD şubelerinin çağdaş yaşamın korunması ve demokrasi kültürünün yayılması adına işlev gören ve yurtiçi ve yurtdışında demokratik rejimi savunduklarını iddia edenlerce mutlaka desteklenmesi gereken kurumlar olduğu yönündedir. Demokrasiyi sadece prosedürlerden ibaret zanneden şaşkın liberaller, yakın bir gelecekte ADD, ÇYDD gibi sivil toplum kuruluşlarının zayıflaması durumunda İstanbul’dan üzerine ahkâm kestikleri ve çölleştirilmeye çalışılan Anadolu kentlerinde demokrasi kültüründen bihaber milyonların yetiştiğini fark ettiklerinde ne diyecekler çok merak ediyorum. Ama olsun, iyi ki ADD’ler hala var ve iyi ki Türkiye’nin çağdaş dünyadan ve demokratik değerlerden kopmaması adına milyonlarca destekçisiyle beraber hala faaliyet gösteriyorlar.

Ozan Örmeci

19 Şubat 2010 Cuma

Kim Kaldı?


Silah atılmıyor 
Güvercin şakırtısıdır 
Şafakta yaldızlanan
Şadırvanda su 
Ihlamurlarda ezan 
Görkemli bir namaz uğultusu
Heyhat!
Hamzabey Cami-i Şerif'inden kim kaldı?
Kim kaldı eski Selanik'ten?
Laternalar sustu 
Sürahiler tenha 
Tek kibrit çakılmıyor
Kim kaldı İttihat ve Terakki'den?
O Jöntürkler ki - `hariçten evrak-ı muzırra celbederlerdi' - 
O fedailer ki barut öksürürler 
Sakal tıraşları mavi 
Kırmızı bıyıkları biber 
Kim kaldı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nden?
Avcı ceketi 
Körüklü çizme
Astragan kalpak  
Bazen 'İttihatçı' 
Hafif 'İştirakiyun' 
Öfkeli kaşları salkım saçak 
Kumral bıyıkları mahzun
Hani felaket tütün içerler  
Ceplerinde idam fermanları 
Bellerinde söğüt yaprağı bıçak
Ya Millet Meclisi'nde meb'us 
Ya Kuva-yi Seyyare'de asker 
Kadehlerde rakı
Nazlı beyaz 
Vaniköy korusunun Tesrinler'deki sisi
Gramofonda incesaz 
Meyhane musikisi
O şenliklerden heyhat kim kaldı?
Ezeli dalgınlığımızın ıslığıdır ney
Keman yanlış anlaşılmasından tedirgin
Utlar vahim sorular soruyor 
Öldü Nazım Samilof, Sarı Mustafa 
Yıkılmış Strasnoy Ploscat'in saat kulesi 
Eski Bolşeviklerden kim kaldı?

Attila İlhan

1 Şubat 2010 Pazartesi

Türk Basketbolu




Günümüzde dünyanın en popüler spor branşlarından biri olan basketbol, aslında oldukça yeni sayılabilecek bir spor dalıdır. Modern anlamda basketbolun mucidi Kanadalı bir beden eğitmeni olan Dr. James Naismith’dir. Oyunun ilk kurallarını da yine Naismith belirlemiş ve ilk olarak 1892 tarihinde çalıştığı okulun spor salonunda öğrencilerine oynatmıştır. Ancak Naismith’in basketbolu yaratırken, muhtelif tarih kitaplarında bahsedilen Mayas isimli Kızılderili kabilesinin Tlahiotenle ya da Tlaşti isimli oyunundan etkilendiği söylenmektedir. Naismith’in modern dünyaya uyarladığı oyun kısa sürede tüm Amerika’ya yayılıyor ve olimpik oyunlar arasına da dahil ediliyordu. Oyun aynı hızla Avrupa’ya sıçrıyor ve ilk olarak Paris’te bir basketbol sahası inşa ediliyordu. Hayatını basketbola adamış Dr. James Naismith, 1925 yılında Amerikan Cemiyeti aracılığıyla Türkiye’de yayınlanan ve Ahmet Robenson’un Türkçe’ye çevirdiği bir basketbol tanıtım makalesine de imza atmış ve basketbolun Türkiye’de tanınmasına büyük katkıda bulunmuştur.


Türkiye’de basketbol ilk olarak 1904 yılında Robert Kolej’de oynanmıştır. 1911 senesinde Galatasaray Lisesi beden öğretmeni Ahmet Robenson’un çabalarıyla Mektebi Sultani’de ilk basketbol takımı kuruluyor, ancak kurallar tam olarak bilinmediği için rugby’e benzer şekilde oynanan maçlar sonunda neredeyse tüm oyuncular sakatlanıyordu. 1913 yılında ise Fenerbahçe Spor Kulübü bir basketbol takımı kurma girişiminde bulunmuş, ancak oyuncuların yarım yamalak bilgileri nedeniyle basketbol maçları sağlıklı bir şekilde yapılamamıştır. Ülkemizde yapılan ilk ciddi basketbol maçı; 1921 yılında Robert Kolej ve Amerikalılardan oluşan YMCA takımları arasında yapılmıştır. Kemalist Devrim sonrası 1923 yılında ilk resmi spor teşkilatımız olan Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı’nın kurulması ve 1925 yılında İstanbul Basketbol Mıntıkası’nın açılmasıyla beraber basketbol ülkemizde yayılmaya başlamıştır. 1927 yılında ise İstanbul’da ilk mahalli basketbol ligi kurulmuştur. Bu mahalli ligde, Naili Moran etrafında şekillenen Galatasaray basketbol takımı ve İstanbullu Musevilerin kurduğu Maccabi takımı arasında uzun yıllar büyük bir çekişme yaşanmıştır. İlk basketbol milli takımımız ise 1934 yılında yine Naili Moran’ın gayretleriyle kurulmuş ve milli takımımız ilk maçında Yunanistan’ı 49-12 mağlup etmeyi başarmıştır. 1936 yılında ise milli takımımız Berlin Olimpiyatları’na katılmış, ancak tüm maçlarını kaybederek elenmiştir. Bu ilk milli takımımızın önemli isimleri Naili Moran, Kamil Ocak, Jak Habib ve Sadri Usuoğlu’dur.


Berlin Olimpiyatları sonrası dünya ve ülke siyaseti nedeniyle de bir süre duraklamaya giren basketbol sporu, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle beraber yeniden bir atılım yapmıştır. İstanbul Bölgesi Spor Oyunları ajanı olan Turgut Atakol’un büyük çabalarıyla mahalli lig genişletilmiş ve yabancı kulüp takımlarıyla temaslar artmıştır. Özellikle Yunanistan milli takımı ve Yunan kulüp takımlarıyla yapılan maçlarda milli takımımız ve kulüp takımlarımızın yakaladığı ezici üstünlük, o dönemde basketbolun geniş kitlelerce sevilmesinde büyük rol oynamıştır. Ancak basketbol hala bir büyük şehir sporudur ve Anadolu halkına uzaktır. Düzenlenen Türkiye Şampiyonalarına hep aynı şehirlerden dereceye giren çok az takım katılabilmektedir. 1949 yılında ilk kez Avrupa Basketbol Şampiyonası’na katılan ay yıldızlı ekibimiz, şampiyonadan 4. olarak dönerek büyük bir başarıya imza atıyordu. Takımımızın o dönemki yıldızları Hüseyin Öztürk, Yalçın Granit, Ali Uras, Cem Atabeyoğlu, Aleko Morisis ve Avram Barokas’tır. 1951 Avrupa Şampiyonası’nda 17 güçlü takım arasında 6. olmayı başaran milli takımımız Avrupalıları oldukça şaşırtıyordu. Milli hakemimiz İzzettin Somer de Avrupa Şampiyonası finalini yöneten ilk ve tek Türk basketbol hakemi olarak tarihe geçiyordu. 1952 yılında Helsinki Olimpiyatları’nda da milli takım başarılı bir performans sergiliyor ve birçok Avrupalı takımı mağlup ediyordu. Ayrıca 1959 yılında Türkiye, tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası’na ev sahipliği yapıyordu. Bu yıllarda İTÜ spor salonunda yapılan uluslararası turnuvaların ve milli maçların etkisiyle lig maçları da dolmaya başlıyor ve İstanbul sokaklarında ilk basketbol potaları görülüyordu. 1950’lerin sonları ve 1960’larda yıldız, genç ve ümit milli takımlarımız ve ayrıca bayan basketbol milli takımımız kuruluyordu. İstanbul basketboluna ek olarak Ankara basketbolu da bu yıllarda gelişme kaydediyor ve milli takıma Şengül Kaplanoğlu gibi büyük bir yıldız veriyordu. İstanbul’da Fenerbahçe, Galatasaray, İTÜ rekabeti varsa, artık Ankara’da da Mülkiye, Harbiye, Kolejliler ve Harp Okulu rekabeti vardı. Hatta Harp Okulu ile Mülkiye arasında oynanan maçlar her seferinde tribünlerde çıkan kavgalar nedeniyle yarıda kalıyordu. İzmir’de de 1940’lardan başlayarak yerel lig kuruluyor ve Karşıyaka Spor Kulübü’nün öncülüğünde basketbol tüm İzmir’e yayılıyordu. İzmir’den de Şinasi Ertan, Yüksel Böke ve Ünal Büyükaycan gibi yıldız oyuncular yetişmekteydi. Karşıyaka’nın yanı sıra muhteşem başarılara imza atmış Altınordu, Altay ve Göztepe gibi kulüpler İzmir mahalli liginde mücadele veriyordu. Anadolu’da da Edirne, Eskişehir, Antalya gibi illerde mahalli ligler kuruluyordu. 1946-1966 yılları arasında düzenlenen Türkiye basketbol şampiyonlarına çeşitli illerin yerel liglerinde 1., 2. ve 3. olan takımlar katılıyor ve Türkiye Şampiyonu elemeli maçlar sonucunda belli oluyordu. Bu yıllar arasında Galatasaray 11 defa şampiyonluğa ulaşırken, Fenerbahçe ve Modaspor 3’er, Harp Okulu ve Darüşşafaka 2’şer ve Beykoz bir defa şampiyonluğa ulaşmıştır. Bu yıllarda basketbol belki de tarihimizde ilk kez halktan bu denli büyük ilgi görüyor ve İTÜ spor salonu seyircilere yetmez oluyordu. Artık Türk basketbolu deplasmanlı ulusal bir lige hazırdı…


Galatasaray, Fenerbahçe, İTÜ, Kadıköyspor, PTT, Kurtuluş, Muhafızgücü, Kolejliler, Suspor, Şekerspor, Altınordu ve Karşıyaka’nın katıldığı ilk deplasmanlı basketbol ligi 1966-1967 sezonunda sahne alıyor ve şampiyonluğu efsane pivot Hüseyin Alp’li kadrosuyla Altınordu kazanıyordu. Artan takım sayısıyla beraber ikinci basketbol ligi de kuruluyor ve küme düşme tehlikesi ve üst lige yükselme imkanı doğuyordu. Deplasmanlı ulusal ligle beraber Türkiye Kupası da verilmeye başlanıyor ve ilk Türkiye Kupası’nı Barış Küce’li, Mehmet Baturalp’li, Erdal Poyrazoğlu’lu kadrosuyla Fenerbahçe alıyordu. Ayrıca basketbola olan ilgiyi arttırmak için her sene serbest atış birinciliği turnuvası da düzenleniyordu. Bunlara ek olarak, 1960’lardan başlayarak müessese kulüpleri ve devlete bağlı kuruluşların takımları kulüp takımlarıyla beraber basketbol liglerinde mücadele veriyor ve rekabet seviyesini arttırıyordu. Efes Pilsen ve Ülkerspor modellerinin atası kabul edilebilecek bu oluşumlardan bazıları Türk Pirelli, Denizbank ve PTT’dir. 1980’lerden başlayarak Paşabahçe, Eczacıbaşı gibi takımların iddialı bir şekilde lige girmesiyle Türk basketbolu büyük ivme kazanmıştır. Ayrıca Pınar Karşıyaka, 1986-87 sezonunda kazandığı Türkiye şampiyonluğu ile basketbolu İstanbul ve Ankara şampiyonlarının tekelinden çıkarıyordu. Milli takımımız da 1981’de Balkan Şampiyonu oluyor ve Efe Aydan Avrupa Karmasına seçilen ilk Türk basketbolcusu oluyordu. 1980 yılındaysa Eczacıbaşı Erkek Basketbol Takımı, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda çeyrek finale yükselen ilk Türk takımı olmayı başarıyordu.


Türk basketboluna ait bazı rekor ve ilkler ise şu şekildedir;

Beşiktaşlı Hüdai Budanur, İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda yapılan Beşiktaş’ın İstanbul Karagücü’nü 110-56 yendiği maçta 110 sayı atarak sayı rekorunu uzun süre elinde bulundurmuştur. Ancak daha sonraları Erman Kunter, 1988 yılında Fenerbahçe formasıyla Hilalspor karşısında 153 sayı atarak rekoru eline geçirmiş, ayrıca bir yarıda attığı 81 sayıyla, bir devrede en fazla sayı üreten basketbolcu olarak da tarihe geçmiştir.

Avrupa’ya transfer olan ilk Türk basketbolcu; Fransa’nın Racing Paris takımında oynayan Yalçın Granit’tir.

Mirsad Türkcan, ABD Profesyonel Basketbol Ligi’nde (NBA) oynayan ilk Türk basketbolcusu olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca 2001-2002 sezonunda CSKA Moskova takımında forma giyen Mirsad Türkcan, Avrupa Ligi normal sezonunda en değerli oyuncu (MVP) seçilen ilk Türk basketbolcusu olmuştur.

Halen NBA’de en fazla forma giyen Türk oyuncu ünvanı Hidayet Türkoğlu'na aittir. Türkoğlu, Toronto Raptors'la yaptığı kontratla en çok kazanan Türk basketbolcusu da olmuştur.

Mehmet Okur ise NBA’in geleneksel All Star hafta sonunda yer alan ilk Türk basketbolcu ünvanını almıştır. Ayrıca 2003-2004 sezonunda Detroit Pistons’ta şampiyonluk sevinci yaşayan milli basketbolcu Mehmet Okur, NBA’de şampiyonluk yaşayan ilk Türk oyuncu da olmuştur.

Avrupa’da profesyonel liglerde bir takım çalıştıran ilk antrenör ise Ergin Ataman'dır. 2001-2002 sezonunda İtalya’nın Montepaschi Siena takımını çalıştıran ve takımına ilk sezonunda Avrupa Raimundo Saporta Kupası’nı kazandıran Ataman, Avrupa’da kupa kaldıran ilk ve tek Türk antrenör olmuştur.

Türk basketbol tarihinde ilklere ve rekorlara imza atması bakımından sanıyorum Efes Pilsen kadar önemli bir takım olmamıştır. Efes Pilsen, 1996 yılında Avrupa Radivoj Koraç Kupası’nı müzesine götürerek, ilk kez bu spor dalında Avrupa kupası kazanan Türk takımı ünvanını aldı. Petar Naumoski’li, Ufuk Sarıca’lı, Tamer Oyguç’lu, Conrad Mcrae’li, Volkan Aydın’lı, Murat Evliyaoğlu’lu, Mirsat Türkcan’lı efsane kadrosuyla bu başarıyla ulaşan Efes Pilsen, zaten bu başarısının sinyallerini 1993 yılında da Avrupa Kulüpler Kupası’nda Yunan takımı Aris ile final oynayarak vermiştir. Bu maçta Aris’e 50-48’lik skorla çok şanssız bir şekilde mağlup olan takımımızın oyuncularına, maç çıkışı maçı kazanmalarına karşın gözlerini Türk düşmanlığı bürümüş yüzlerce Rum taraftarı saldırmıştır. Ayrıca Efes Pilsen, 1999-2000 sezonunda da Avrupa Ligi’nde “Dörtlü Final”e kalıp, erkek basketbol takımı olarak Avrupa 3.’sü olarak bir ilke daha imza atmıştır.

259 kez milli formayı giyen Efe Aydan, en fazla milli olan oyuncu olarak tarihe geçerken, Levent Topsakal, Türkiye-İrlanda yıldız milli maçında 78 sayı atarak, milli formayla bir maçta en çok sayı atan oyuncu ünvanını almıştır.

İstanbul’da düzenlenen 32. Avrupa Erkekler Basketbol Şampiyonası’na çok iyi hazırlanan “12 Dev Adam” lakaplı A Milli Takımımız, bu turnuvada tarihinde ilk kez Avrupa ikincisi olmuş ve çok büyük bir başarıya imza atmıştır. A Milli Takım, 2002 yılında ilk kez Dünya Şampiyonası’nda mücadele etme başarısını göstermiş, ancak turnuvada 9. olabilmiştir. 2010 yılında Türk Milli Basketbol Takımı portföyüne dünya ikinciliğini de eklemiştir. İstanbul'da düzenlenen turnuvanın final maçında "Dream Team" olarak bilinen ABD Basketbol Milli Takımı'na 81-64 yenilen 12 Dev Adam, yine de büyük bir başarıya imza atmıştır.


Bugün Türk basketbolu güçlenen altyapısı ve yaygınlığı ile, tüm imkansızlıklara rağmen geleceğe umutla bakmaktadır. NBA’de forma giyen oyuncularımızın sayıca artması ve başarılarının büyümesi basketbolumuz açısından olumlu bir gelişmedir. Ancak Avrupa'da mücadele eden takımlarımızın eski başarılarından uzak olmaları ve ligimizdeki takımların tüm kaliteli oyuncularına rağmen seyirci anlamında birkaç kulüp dışında iyi bir performans gösterememeleri ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Federasyonun müessese ve büyük kulüp takımlarına gösterdiği ilgi ve yakınlığı, seyirci potansiyeli olan diğer kulüplere de göstermesi durumunda basketbol ligimiz daha heyecanlı ve kaliteli müsabakalara ve sezonlara sahne olabilir.


KAYNAKLAR

- Atabeyoğlu, Cem, “Türk Basketbolu”, 1970, İstanbul Matbaası
- Ntvmsnbc.com, http://www.ntvmsnbc.com/news/345316.asp
- TBF, http://www.tbf.org.tr


Ozan Örmeci