3 Ağustos 2023 Perşembe

Almanya Dış Politika Geleneği


Giriş

Bu yazıda, Almanya’nın dış politika geleneği analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu kapsamda, öncelikle Alman ulusunun ve tarihsel süreçte kurulmuş farklı Alman devletlerinin dış politika yönelimlerine kaynaklık eden geleneksel bazı eğilimlerden söz edilecektir. Daha sonra, günümüzün demokratik Federal Almanya’sının kurulduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar olan süreçte Alman dış politikasında yaşanan önemli olaylar kronolojik olarak incelenecektir. Sonraki bölümde, günümüzde Almanya dış politikasına yön veren temel ilkeler işlenecektir. Son bölümde ise, Almanya’nın mevcut Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un dış politikaya yaklaşımı ve temel bazı görüşleri değerlendirilecektir.

1.      Tarihsel Eğilimler

Almanya dış politikasında tarihsel eğilim olarak en önemli mesele -ki buna “Alman Sorunu”, (German Question) denmekteydi-, Avusturya (Habsburg Hanedanı) ve birçok diğer Katolik milleti de kapsayacak şekilde büyük bir Almanya’nın mı, yoksa Prusya’nın başını çektiği daha küçük ve Protestan bir Almanya’nın mı birliğini sağlayacağı idi.[1] Bu tartışma temelsiz değildi, zira 1815’den 1871’e kadar Alman Konfederasyonu’nda 37 kadar bağımsız Almanca konuşulan eyalet bulunuyordu. Bunların nasıl birleştirileceği ise Almanya dış politikasındaki en temel meseleydi.

1807-1871 döneminde Prusya’nın genişlemesi

Großdeutsche Lösung” (Büyük Almanya) formülü, tüm Almanca konuşan insanları bir devlet çatısı altında birleştirmeyi amaçlıyordu ve Avusturya İmparatorluğu ile onun destekçileri tarafından benimsenmişti. Bu çözüm yolunda Katolisizm de Avusturya’nın dahli anlamında daha baskın ve önemliydi. “Kleindeutsche Lösung” (Küçük Almanya) formülü ise, Katolik Habsburg’un yönettiği Avusturya’yı içermeyecek şekilde, sadece kuzey Alman eyaletlerini birleştirmeyi amaçlıyordu. Prusya Krallığı tarafından benimsenen bu yaklaşımda ise Protestanlık mezhebi ağır basıyordu. Neticede Kayzer I. Wilhelm ve Şansölye Otto von Bismarck’ın önderliğinde 1871’de Prusya’nın Almanya’yı birleştirmesi sayesinde “Küçük Almanya” çözümü uygulandı. Fakat Alman halkında ve Alman dış politikasında Almanca konuşan tüm toplulukları birleştirme düşüncesi popüler ve canlı bir ideal olarak kaldı.

Anschluss sonrasında Adolf Hitler Viyana-Heldenplatz'da Avusturya halkına hitap ediyor

Bu, ilerleyen yıllarda Almanya’da iktidara gelecek Nazilerin de toplumu militerleştirme ve yayılmacılık eğilimlerine toplumsal destek sağlayacak önemli bir tarihsel eğilimdir. Nitekim Nazi lideri Adolf Hitler’in tüm Avrupa’yı işgale başlamadan önce gerçekleştirdiği yayılmacılık hamlelerinin iç kamuoyu ve uluslararası kamuoyunda dayanak noktasını Almanca konuşan halkları birleştirme ülküsü oluşturmaktaydı. Bu kapsamda yaşanan iki önemli tarihsel olay ise, 1938 yılında yaşanan Südetler Krizi ve Çekoslovakya’nın işgali ile yine 1938 yılında Avusturya’nın ilhakının (Anschluß/Anschluss) gerçekleştirilmesidir.

Bu dönemde bile, aslında, Almanya’da her zaman askeri ve sert gücü önceleyen “Realpolitik” yaklaşımla ticaret ve barışçıl ilişkileri önceleyen “Zivilmacht” (sivil güç) yaklaşımları arasında bir entelektüel ve siyasi mücadele yaşanmıştır. Bismarck döneminden başlayarak Alman militarizminin ağır basması nedeniyle “Zivilmacht” arka planda kalmışsa da, aslında Alman siyasal düşüncesinde bu görüş de her zaman var olmuş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Federal Almanya’nın da özünü teşkil etmiştir.[2]Realpolitik” düşüncesinin güçlü olduğu zamanlarda ise, buna paralel olarak “Machtpolitik” (güç politikası) anlayışı da hâkim olmuş ve Alman devletleri saldırgan politikalara yönelmişlerdir.[3] Birinci ve İkinci Dünya Savaşı dönemlerinin Almanyası “Realpolitik” ve “Machtpolitik”in -ki ünlü Alman Siyaset Bilimci Carl Schmitt’in “siyasal” olanı dost-düşman ayrıştırması olarak yorumlaması da bu dönemde felsefi ve politik düzlemde buna yardımcı olmuştur- ağır bastığı, Weimar Cumhuriyeti ve Federal Almanya ise “Zivilmacht”ın ağır bastığı rejimler olmuştur.

Willy Brandt döneminde uygulanan Ostpolitik’in haritası

Almanya dış politikasında bir diğer önemli dış politika eğilimi ise kısaca “Ostpolitik” (Doğu Politikası) olarak bilinen doğuya doğru genişleme ve nüfuz alanını artırma isteğidir. Tarihsel olarak daha militarist-yayılmacı nitelikte olan ve “Drang nach Osten” (doğuya doğru ilerleme) adıyla bilinen bu politika, tarihsel olarak Almanya’nın doğu bölgelerindeki nüfuzunu artırması ve Slav coğrafyasına yayılmasını amaçlıyordu. O yıllarda “Lebensraum” (Almanların yaşam alanı) kavramıyla meşrulaştırılan bu ideal, ilerleyen yıllarda Naziler tarafından Barbarossa Harekâtı’na destek için de kullanılacaktır. Ancak tarihsel süreçte başarısız olan bu politika, modern ve demokratik Federal Almanya döneminde ise, SPD’li Başbakanlar Willy Brandt ve Helmut Schmidt gibi barışçıl ve sosyal demokrat liderler sayesinde, Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Macaristan ve hatta SSCB gibi komünist rejimle yönetilen ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmek şeklinde daha farklı bir hâl almış ve bu defa başarıyla uygulanabilmiştir. Bu yeni ve barışçıl “Ostpolitik”, 1990 yılında iki Almanya’nın birleşmesiyle başarılı bir şekilde icra edilmiş, sonrasında AB’nin Doğu Avrupa ve Balkanlar’da üye sayısını ve etkisini artırmasıyla da yeni bir safhaya ulaşmıştır.

Almanya’nın geleneksel Ostpolitik politikasının modern araçlarla ve demokratik şekilde icra edilen yeni versiyonunun pozitif etkisi şöyle de anlaşılabilir; bugün 27 üyeli AB içerisinde, Almanya, tam 16 ülke için en önemli ihracat pazarıdır.[4] Çekya için bu oran yüzde 33, Avusturya için yüzde 30, Polonya için yüzde 29, Macaristan ve Lüksemburg için de yüzde 27 dolaylarındadır.[5] Öyle ki, Romanya’nın Cumhurbaşkanı Klaus Iohannis (Johannis) bile Alman kökenlidir.[6] Tam da bu nedenlerle, konuyu inceleyen Ulrich Beck, Almanya’nın AB ile adeta “kazara bir imparatorluk kurduğunu” söylemiştir.[7]

Willy Brandt ve eşi Rut Brandt, Ostpolitik kapsamında Sovyet lideri Leonid Brejnev ile görüşürlerken

Modern dönemde uygulanan Ostpolitik’i de destekler şekilde, Alman dış politikasında “Wandel durch Annäherung” (yakınlaşma yoluyla değişim) veya “Wandel durch Handel” (ticaret yoluyla değişim) gibi önemli bir dış politika ilkesinden de söz edilebilir.[8] Siyasi değişimi teşvik etmek amacıyla otoriter rejimlerle ticareti artırmaya ve siyasi/diplomatik ilişkileri geliştirmeye yönelik politikaları barındıran “Wandel durch Annäherung” veya “Wandel durch Handel” yaklaşımı neticesinde, Almanya, dış politikada çok taraflılık prensibine uygun hareket eden ve kendisine bu şekilde ABD’den bağımsız bir alan açmayı başaran bir devlet olmaya çalışmıştır. Almanya’da ilginçtir ki bu konuda sosyal demokratlar (SPD) daha istekli ve başarılı olmuşlardır. Bu konuda en bilinen örnek Willy Brandt ve Helmut Schmidt döneminde uygulanan Ostpolitik olsa da, aslında SPD’li Başbakan Gerhard Schröder’in 1990’lar ve 2000’lerde Rusya ile kurduğu yakın ilişkiler de bunun güncel bir örneği olarak kabul edilebilir. Angela Merkel ve Olaf Scholz dönemlerinde Çin’in Almanya’nın en büyük dış ticaret ortağı haline gelmesi de bir diğer ilginç ve güncel örnektir. Yine tüm sorunlara ve Berlin’in Türkiye’yi AB tam üyesi yapmak konusundaki isteksizliğine rağmen Ankara ile ilişkilerin koparılmaması da bir diğer ticaret yoluyla değişim çabası örneğidir. Ancak Almanya’nın bu yaklaşımı günümüzde daha ziyade AB çatısı altında gerçekleştirilmekte ve AB Komşuluk Politikası (ENP) başlığı altında farklı coğrafyalara (Kuzey Afrika, Kafkasya vs.) Almanya’dan ziyade Brüksel tarafından icra edilmektedir. Ancak AB içerisinde de en etkin devletlerden birisi Almanya’dır ki, Avrupa Komisyonu Başkanı eski CDU’lu Almanya Savunma Bakanı Ursula von de Leyen’dir.

2.      İkinci Dünya Savaşı Sonrası Önemli Dış Politik Olaylar

Kurulduğu 1949 yılından beri günümüze kadar gelişerek ilerleyen Federal Almanya dış politikası için kullanılan en önemli ve kilit tabir “devamlılık” olmuştur. Öyle ki, 1992-1998 döneminde Almanya Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten FDP’li siyasetçi Klaus Kinkel, bu kavramın tartışılmaz konumunu açıklamak için Almanya’nın en önemli 3 dış politika prensibini “devamlılık, devamlılık ve devamlılık” olarak sıralamıştır.[9] Devamlılığı oluşturan ana eksenler ise; ABD ile kurulan ve güvenlik (askeri), siyasi, ekonomik ve kültürel boyutları bulunan Atlantik ittifakı, başta Fransa ve Benelüks ülkeleri olmak üzere çok sayıda Avrupa ülkesiyle kurulan ve giderek derinleşen Avrupa entegrasyonu (bütünleşmesi) ve Rusya başta olmak üzere Almanya’nın doğusundaki demokratik olmayan ülkelerle kurulan “Ostpolitik” (Doğu Politikası) bağlarıdır. Ayrıca bu dönemden itibaren Prusya militarist düşünce ekolü bırakılmış ve “Zivilmacht” (sivil güç) anlayışı benimsenerek, demokratik ve pasifist bir dış politika uygulanmıştır. 

Modern ve demokratik Almanya’nın dış politikasını oluşturan ve ilk icra eden kişi CDU’lu Başbakan Konrad Adenauer olmuştur. 1951-1955 döneminde Başbakanlığının (1949-1963) yanında bizzat Dışişleri Bakanı da olan Adenauer, daha sonra Heinrich von Brentano (1955-1961) ve Gerhard Schröder (1961-1965) (SPD’li yakın dönem Başbakan olan değil) gibi Dışişleri Bakanları ile çalışmıştır. Adenauer döneminde, Batı Almanya, öncelikle ABD desteğiyle anayasal demokratik bir rejim olarak yeniden kurulmuş; dış politikasında da 2 temel ilkeyi kendisine rehber edinmiştir: ABD ile kurulan ve Almanya’nın güvenliğini sağlayan Transatlantik ittifak ve Fransa-Almanya dostluğu başta olmak üzere Avrupa ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştiren Avrupa bütünleşmesi. Adenauer döneminde, Almanya, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (1952) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (1957) kurucu üyelerinden birisi olarak Avrupa bütünleşmesini başlatmış ve ayrıca NATO üyesi olarak askeri bir güvenceye kavuşmuştur (1955).

ABD Başkanı John F. Kennedy 1963 yılında Almanya’yı ziyaret ediyor ve Başbakan Konrad Adenauer tarafından karşılanıyor

Nazi dönemi hatıralarının taze olduğu bu süreçte askeri politikalara yönelmek istemeyen ve bu konuda kendisine engeller de çıkarılan Almanya -ki NATO için bile kuruluşun ilk Genel Sekreteri İngiliz Lord Hastings Ismay tarafından “Almanya’yı aşağıda tutmak için kurulmuştur” denmiştir-, “sınırlama kültürü” adı verilen yaklaşım doğrultusunda Almanya’nın ekonomik gücüyle dış politikada var olması anlayışını benimsemiştir.[10] Adenauer, bu politikayı ustalıkla uygulamış ve Alman halkının ilgisini ekonomik gelişim ve Hıristiyan değerlere odaklayarak, Nazi döneminden kaynaklanan büyük aşağılanma ve utancı unutturmayı başarmıştır. “Westbindung” adı verilen Batı ile ilişkileri düzeltme konusunda da, Adenauer, genel anlamda başarılı bulunmuştur. Bu döneme dair bir diğer ilginç detay da, yayıncı Ewald-Heinrich von Kleist-Schmenzin tarafından başlatılan ünlü Münih Güvenlik Konferansı’nın (Münchner Konferenz für Sicherheitspolitik)[11] 1963 senesinden beri düzenlenmesi ve Transatlantik dünyanın en önemli dış politika ve güvenlik elitlerini Almanya’da bir araya getirmesidir.[12] Sonuç olarak, Adenauer dönemine genel olarak ABD ile müttefiklik ve Avrupa bütünleşmesinin ilk adımları damgasını vurmuştur denilebilir.

Münih Güvenlik Konferansı logosu

Adenauer’in kurumsallaştırdığı bu genel ilkeler sonraki Hıristiyan Demokrat Başbakanlar (Ludwig Erhard ve Kurt Georg Kiesinger) döneminde de devam ederken, önemli bir kırılma (değişim) iktidara SPD’nin gelmesiyle olmuştur. Nitekim 1966-1969 döneminde CDU’lu Kurt Georg Kiesinger’in SPD ile kurduğu “büyük koalisyon” hükümetinde Almanya Dışişleri Bakanı olarak görev yapan SPD’nin genç lideri Willy Brandt 1969’da Başbakan olunca, Almanya dış politikasında da hemen bir hareketlenme başlamıştır. Brandt’ın “Neue Ostpolitik” (Yeni Doğu Politikası) adı verilen bu yaklaşımıyla, Almanya, Soğuk Savaş dönemindeki ön yargı ve korkuları aşarak, Doğu blokunda yer alan Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya ve hatta SSCB gibi ülkelerle siyasi/diplomatik ve ekonomik ilişkiler kurmuş ve bunları geliştirmeye çalışmıştır. Oysa Brandt öncesinde Almanya’da diplomat ve akademisyen Walter Hallstein’ın geliştirdiği “Hallstein Doktrini” kabul görüyor ve Doğu Almanya’yı tanıyan hiçbir ülkeyle diplomatik ilişkiler kurulması istenmiyordu. Fakat Willy Brandt ve sosyal demokratlar güç kazanınca bu yaklaşım değişti ve Yeni Doğu Politikası (Neue Ostpolitik) kabul görmeye başladı. Bu sayede, 1967 yılında ilk kez bir Doğu bloku ülkesi olan Romanya ile kurulan diplomatik ilişkilerle uluslararası kamuoyunun dikkatini çeken Brandt imzalı bu politika, hemen sonrasında Çekoslovakya ile yapılan ticaret anlaşması ve 1968 yılında Yugoslavya ile kurulan diplomatik ilişkiler sayesinde ciddi anlamda dikkat çekmeye başlamıştır. 1968 Prag Baharı sürecinde Sovyet tanklarının Çekoslovakya’yı işgaliyle bu süreç yavaşlasa da, azminde sebatkâr olan Brandt, 1970 yılında Doğu Alman lider Willi Stoph ile bir araya gelmiş ve tarihe bir ilk olarak geçen bu görüşme sayesinde, iki Almanya’nın diplomasi ve etkileşim süreçleri başlamıştır. Bu süreç, ilerleyen yıllarda iki Almanya’nın birleşmesine kadar gidecektir. Yine 1970 yılında, Brandt, SSCB ve Polonya ile anlaşmalar imzalamış ve Varşova Gettosu’nu gezerken yaptığı diz çökme eylemiyle de (Kniefall von Warschau) tüm dünyada sempati ve destek toplamıştır. Amerikan Time dergisi tarafından o yıl içerisinde “yılın adamı” olarak tüm dünyaya duyurulan Brandt döneminde uygulanan Doğu Politikası, Brandt sonrasında başa geçen SPD’li Helmut Schmidt döneminde de sürdürülmüştür. Brandt döneminde Batı Almanya dış politikasına yön veren kişi ise FDP’li Walter Scheel -ki 1974-1979 döneminde Almanya Cumhurbaşkanı olarak da görev yapacaktır- olmuştur.

Willy Brandt ile Willi Stoph, 1970 yılında iki Almanya’yı yeniden görüşür hale getiriyorlar

Helmut Schmidt’in (1974-1982) ve Helmut Kohl’un (1981-1998) Başbakanlıkları döneminde Almanya dış politikasına damgasını vuran isim ise FDP’li Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher olmuştur. Bu farklı iki Başbakan ve çeşitli hükümetler döneminde tam 18-19 yıl (Bismarck’tan sonra Almanya’da önemli bir devlet makamında en uzun süre görev yapan kişi kendisidir) Dışişleri Bakanlığı yapan Genscher, bu nedenle dikkatle incelenmesi gereken bir isimdir. Bakanlığı süresince Brandt’ın başlattığı “detant” ve Doğu bloku ile diyalog politikasını sürdüren Genscher, “mekik diplomasisi”ne verdiği önem ve müzakereler yoluyla çözüm konusundaki ısrarı nedeniyle o yıllarda çeşitli esprilere de konu olmuştur. Öyle ki, Genscher için “Atlantik’in üzerinden iki Lufthansa uçağı geçti. Her ikisinde de Genscher vardı.” denilmiştir.[13] AGİT’in 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi’nin hazırlanmasında da öncü rolü olan Genscher, Almanya iç siyasetinde de adından söz ettirmiş ve 1982 yılında partisi FDP’nin sosyal demokratlarla (SPD) kurduğu koalisyondan ayrılıp, CDU ile ittifaka yönelmesi ve böylelikle Helmut Schmidt yerine CDU’lu Helmut Kohl’un -seçimsiz- Başbakan olmasında etkili olmuştur. Genscher, Ostpolitik’in devamı niteliğinde Almanya’nın tamamen ABD güdümünde bir dış politika izlemesine karşı çıkmış ve bu yarı-nötr dış politika sayesinde “Genscherizm” (Genscherism) adı verilen farklı bir dış politika eğilimine de ismini vermiştir.[14] Genscherizm’in temelinde ise, Almanya’nın Batı blokundaki ve NATO’daki güvenilir yerini korumasına rağmen, Doğu ile Batı arasında köprü vazifesi görmesi anlayışı vardır.[15] Genscher’in dış politikada müzakereler konusundaki aktifliğini öven Josef Joffe de, onun -eski başkent- Bonn’daki Dışişleri Ofisi’nden ziyade havada (uçakta) daha fazla zaman geçirdiğini yazmıştır.[16] Görev yaptığı 18 yılı aşkın sürede 6 farklı ABD Dışişleri Bakanı ile çalışan Genscher’in dış politikasındaki temel sütunları oluşturan kavram ise, “Schaukelpolitik yani “tahterevalli politikası” sayesinde Doğu ile Batı arasında dengeleri gözetmek ve diyaloğu koparmamak düşüncesidir.[17] Başarılarla dolu Genscher’in dış politika kariyeri, 1990’ların başında iki Almanya’nın birleşmesiyle doruk noktasına ulaşmış ve Almanya nihayet uzun on yıllar sonrasında toprak bütünlüğünü sağlamayı başarmıştır. Genscher, Tek Avrupa Senedi ve sonrasında Avrupa Topluluğu-AT’nin AB’ye dönüşüm süreçlerinde de aktif olarak yer almıştır. Genscher sonrasında ise Kohl hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığını üstlenen kişi yine FDP’li Klaus Kinkel olmuştur. AB’nin Maastricht Antlaşması sonrasında kurumsallaşmaya başladığı bu dönemde, Kinkel, CDU/CSU ile FDP’nin iki farklı koalisyon hükümeti döneminde görev yapmış ve Almanya’nın ekonomik liderliğini Avrupa’ya kabul ettirdiği bu dönemde işbaşında olmuştur.

Hans-Dietrich Genscher

Helmut Kohl-Hans-Dietrich Genscher ikilisinin ardından Almanya dış politikasında sosyal demokratların iktidarında yeni bir dönem başlamıştır. 1998-2005 dönemindeki iki farklı SPD-Yeşiller koalisyonunda Almanya dış politikasını yöneten kişi Yeşiller Partisi’nden Joschka Fischer olmuştur. 68 kuşağından gelen farklı bir politikacı olan Fischer, 7 yılı aşkın süre görevde kalarak, -Genscher’den sonra- modern Almanya’daki en uzun süreli Dışişleri Bakanı olmayı başarmıştır. Göreve başlar başlamaz Kosova Krizi ile karşılaşan Fischer, daha sonra ise Başbakanı Gerhard Schröder’in ABD ile birlikte kurulan ve BM Güvenlik Konseyi onaylı ittifak kapsamında Afganistan’a asker yollamasının tepkilerini göğüslemek zorunda kalmıştır. Fischer ve kırmızı-yeşil koalisyon hükümeti, bu dönemde Afganistan’a insani yardım da sağlayarak eleştirilere yanıt vermeye çalışmıştır. AB’nin 10 yeni üyeyi alarak en büyük genişlemesini gerçekleştirdiği bu dönemde görevde olan Fischer, Başbakanı Schröder’in yakın ilişkiler kurduğu Rusya’ya karşı ise eleştirel yaklaşmış ve örneğin, Ukrayna’da 2004 yılında yapılan seçimi Rusya destekli aday Viktor Yanukoviç’in kazandığının açıklanmasından sonra yeniden sayım talep etmiştir. Bu şekilde, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın farklı eğilimlere öncelik vermesiyle, Almanya, çok boyutlu ve Genscherizm’den esintiler taşıyan dış politikasını yakın dönemde de sürdürmüştür. Fischer, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine destek vermesiyle de hafızalarda yer etmiştir.[18] Bu dönemde, Almanya, aslında Soğuk Savaş’ın geride kaldığını düşünerek Rusya’yı da Avrupa sistemine dahil etme yönünde bir politika izlemiş; ancak bu ülkenin giderek otoriterleşmesi ve yakın çevresinde saldırgan politikalara yönelmesi neticesinde (2008 Gürcistan, 2014 Kırım, 2022 Ukrayna işgalleri), Schröder’in güncel Doğu Politikası ilerleyen yıllarda tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Ayrıca bu yıllarda ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan Irak’ı işgal etmesi nedeniyle tüm dünyada anti-Amerikanizm (Amerikan karşıtlığı) zirveye ulaşırken, Almanya da bundan etkilenmiş ve sosyal demokrat eğilimli hükümetin ABD ile tarihsel müttefikliğe rağmen Rusya ile yakın ilişkiler kurması Alman ve Avrupa kamuoyunda büyük ölçüde kabul görmüştür. Nitekim bu yıllarda 11 Eylül (9/11) saldırıları sonrası başta ABD’ye Afganistan’a müdahale konusunda destek veren Almanya ve Fransa, Irak Savaşı konusunda ise net olarak Başkan George W. Bush’a karşı çıkmışlardır.[19]

Joschka Fischer

2005-2021 döneminde Almanya siyasetine damgasını vuran Angela Merkel’in Şansölye olduğu uzun dönemde Almanya’nın görev yapan farklı Dışişleri Bakanları ise şunlardır:

·         SPD’li Frank-Walter Steinmeier (2005-2009),

·         FDP’li Guido Westerwelle (2009-2013),

·         SPD’li Frank-Walter Steinmeier (2013-2017),

·         SPD’li Sigmar Gabriel (2017-2018),

·         SPD’li Heiko Maas (2018-2021).

Bu yıllarda dış politikadaki atak ve vakur duruşuyla dikkat çeken Frank-Walter Steinmeier, ilerleyen dönemde Almanya Cumhurbaşkanı olarak da görev yapacaktır. Steinmeier ve Guido Westerwelle dönemlerinde Almanya’nın İran’la yapılan nükleer anlaşmaya (JCPOA) BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimî üyesinin dışında dahil edilmesi -ki bu formata P5+1 denilmiştir- Almanya’nın yıllar içerisinde artan ekonomik gücüne paralel olarak diplomasi sahnesinde de güçlenen rolüne dair önemli bir kanıt olmuştur.

P5+1, İran nükleer anlaşması-JCPOA’yı duyururken Almanya’yı dönemin Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier temsil ediyor

Bu dönemde AB içerisindeki hâkimiyetini iyice kabul ettiren Almanya, Suriye iç savaşına dayalı olarak gelişen mülteci krizinin çözülmesinde Türkiye ile bir anlaşma sağlayarak Avrupa kamuoyunu rahatlatmış, buna karşın Rusya’nın önce Kırım’ı (2014), daha sonra da Ukrayna’yı işgaliyle (2022) başlayan süreçte AB’nin yumuşak güç ve müzakereye dayalı politikalarının geçerliliği azalmıştır. Benzer şekilde, AB’nin demokratikleştirici ve dönüştürücü etkisinin hissedildiği Arap Baharı süreci, ne yazık ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Batı tipi demokrasilerin kurulmasıyla sonuçlanmamış ve Tunus haricinde birçok ülkede rejimler daha da otoriter ve güvenlikçi bir yapıya bürünmüştür. 2021 seçimlerinden sonra kurulan yeni koalisyon hükümetinde ise Yeşiller Partisi’nden Annalena Baerbock Almanya Dışişleri Bakanı olmuştur.

3.      Günümüzde Almanya Dış Politikasının Temel İlkeleri

Ünlü Alman uluslararası ilişkiler uzmanı Hans-Peter Schwarz, iki Almanya’nın birleşmesi sonrası Almanya’sını anlattığı Avrupa’nın Merkezi Gücü adlı eserinde, 1994 yılına kadar Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında uğradıkları işgalin psikolojik etkisinden kurtulamadıklarından bahseder.[20] Bu, yazıldığı dönem için doğru bir tespit olmakla birlikte, 2000’lerin, 2010’ların ve 2020’lerin Almanya’sında, Nazi dönemi, büyük savaş (İkinci Dünya Savaşı) ve işgalin fiziki ve psikolojik etkileri giderek azalmıştır. Öncelikle bu dönemde Almanya toprak bütünlüğünü yeniden sağlamış ve egemenliğini tam kontrol altına almıştır. Ayrıca, Nazi döneminin üzerinden yıllar geçmesi sayesinde, bu döneme dair suçluluk duyguları ve buna benzer bir şeyin yeniden yaşanmasına dair ön yargı ve korkular da yeni nesillerde giderek azalmıştır. Nitekim günümüzde, Almanya, dış politikada birçok konuda oldukça atak bir devlet haline gelmiştir.

Alman resmi makamlarına göre, Almanya’nın dış politikası “değerlerin ve çıkarların gözetilmesi esası üzerine kuruludur”.[21] Federal Alman hükümetinin odak noktasında (1) insan haklarının korunması, (2) Avrupa bütünleşmesi, (3) Atlantik ötesi/Transatlantik ortaklık, (4) dış politikanın diğer ülkelerle barışçıl ve ticarete dayalı ilişkiler geliştirmek için olumlu yönde kullanılması, (5) yeni güç merkezleri ile ilişkilerin yoğunlaştırılması, (6) küreselleşmenin düzenlenmesi ve (7) İsrail’le güvenliğine ilişkin politikalar geliştirilmesi gibi ilkelerden söz edilebilir. Bu ilkeler arasında en baskın olanlar; insan haklarının korunması, Avrupa bütünleşmesinde öncü rol oynanması, ABD ile Transatlantik ittifakının sürdürülmesi ve dış politikanın diğer ülkelerle barışçıl ve ticarete dayalı ilişkiler geliştirmek için olumlu yönde kullanılmasıdır.

İnsan Haklarının Korunması: Almanya dış politikasında en önemli ilke insan haklarının korunmasıdır. Alman resmi makamlarına göre, Almanya anayasasının 1. maddesinde belirtildiği üzere, insan hakları, her türlü siyasi kurumun temelinde yer alır.[22] Madde tam olarak şöyledir: “(1) İnsan onuruna dokunulmaz. Tüm devlet otoritesi, onu gözetmek ve korumakla yükümlüdür. (2) Alman halkı bu nedenle; ihlal edilemez ve devredilemez insan haklarını, yeryüzündeki her türlü insani ortaklığın, barışın ve adaletin temeli olarak kabul eder. (3) Aşağıdaki temel haklar yasamayı, yürütmeyi ve yargıyı dolaysız geçerli hukuk olarak bağlar.[23] Buna göre, sadece devlet içerisinde değil, uluslararası alanda da tüm insanların onurunu ve temel haklarını korumak icap etmektedir. Almanya, uluslararası ilişkilerinde zulmün, keyfiliğin ve sömürünün sona ermesi için gerekli olan şartların oluşturulması için çaba sarf etmektedir.[24] Bu nedenle, Almanya dış politikasında insan haklarına saygılı devletlerle ilişkileri geliştirmek ve derinleştirmek, buna saygı duymayan ülkelerle ise ilişkileri sınırlandırmak ve kesmek yaklaşımı hâkimdir.

Almanya, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği (AB) gibi farklı çatılar altında insan haklarını dış politikada da temel bir değer olarak savunmaktadır. Bu bağlamda, Almanya, dış politikasında BM tüzüğü ve tüm sözleşmeleri ile Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Avrupa Konseyi’nin bir organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanması (bağlayıcı olması) ve AB Temel Haklar Sözleşmesi’nin uygulanması gibi kırmızı çizgilere sahiptir. Almanya’nın bu şekilde davranması iki şekilde bu ülke adına faydalıdır; ilki, demokratik ve insan haklarını savunan bir ülke olarak, Almanya’nın ekonomik ve siyasi gelişimi, nitelikli (kalifiye) göç alımı ve uluslararası platformlardaki imajı bu şekilde gelişmektedir. Zira unutulmamalıdır ki, dünyada Naziler dönemi nedeniyle Almanya’ya yönelik çok ciddi ön yargılar halen mevcuttur. Bu şekilde bir dış politika ile, Berlin, bu eleştirileri ve ön yargıları da göğüsleyebilmektedir. İkinci olarak ise, Almanya, insan hakları meselelerini kullanarak diğer devletlerin iç politikalarında bir tür siyasi etkiye de sahip olabilmekte ve bir anlamda evrensel hukuk ve insan hakları yoluyla yumuşak gücünü geliştirmektedir. Bu politika, genelde ABD ve AB’nin politikalarıyla da örtüştüğü için, Almanya’nın tek başına kalmadan da uygulayabildiği bir siyaset setidir.

Ancak insan hakları konusundaki kararlı tutumu, zaman zaman Almanya’nın aleyhine girişimlere de yol açabilmektedir. Örneğin, Polonya, İkinci Dünya Savaşı döneminde uğradığı zarar nedeniyle Almanya’dan rekor düzeyde bir tazminat talep edince, Berlin, bunu kabul etmemiş ve “konunun kapandığı” şeklinde bir cevap vermiştir.[25] Fakat aynı Almanya, 2021 yılında Namibya’da Herero ve Nama halklarından 70.000’den fazla kişiye karşı işlenen suçları “soykırım” olarak kabul etmiş ve tazminat olmasa da, jest olarak 30 yıl içinde kurbanların torunlarını desteklemek için 1,1 milyar euro (avro) ödeneceğini bildirmiştir.[26] Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, yaptığı yazılı açıklamada, her iki ülkeden hükümet delegasyonlarının yaklaşık 6 yıllık müzakerelerinin ardından 1904-1908 yıllarında Korgeneral Lothar von Trotha’nın emriyle işlenen vahşetin “soykırım” olarak tanınması üzerinde anlaştığını açıklamış ve ülkesinin insan hakları konusundaki özenli tutumunu teyit eden bir karar alındığını ilan etmiştir.[27]

Avrupa Bütünleşmesi: Almanya, Avrupa bütünleşmesine en çok destek veren ülkelerden birisidir. Alman resmi makamlarına göre, Almanya, Avrupa Birliği’nin ortak güvenlik ve savunma politikalarının geliştirilmesini de desteklemektedir.[28] Batı Almanya, Schuman Bildirgesi ile birlikte 1950’lerden başlayarak Avrupa bütünleşmesinin her aşamasında (AKÇT, AET, AT, AB) yer almış ve bugüne kadar daima destekleyici bir pozisyon almıştır. Ancak Avrupa’nın savunma politikalarının merkezileştirilmesi ve Avrupa Ordusu’nun kurulması gibi konularda, Washington’la olan yakın bağları nedeniyle, Almanya’nın zaman zaman yan çizebildiği görülmüştür. Benzer şekilde, Almanya, AB kapsamında Fransa’nın kendi ulusal çıkarlarına hizmet ettiğini düşündüğü Akdeniz için Birlik (AiB) gibi girişimlere de destek vermekten imtina etmiştir. Almanya’nın Avrupa entegrasyonuna destek vermesi çok doğal ve haklıdır; zira bu şekilde Berlin’in ekonomik ve siyasi nüfuzu artmakta ve dış politikadaki etkisi de yükselmektedir. Almanya’nın en büyük ticari ortaklarının çoğu Avrupa’da ve AB üyesi olduğu için (Hollanda, Fransa, Polonya, İtalya, Avusturya, Çekya, İspanya, Macaristan, İsveç, Danimarka, İrlanda), bu, ekonomik açıdan da rasyonel bir politikadır. Ayrıca bu şekilde tarihsel Alman-Fransız rekabeti de bastırılmış ve tersine iki komşu devlet arasında iyi bir uyum yakalanmıştır.

AB’nin iki lider devletinin patronu: Olaf Scholz ve Emmanuel Macron

Almanya, Brexit sonrasında Birleşik Krallık’ın AB’den çıkmasıyla birlikte Birlik içerisinde Fransa ile birlikte iki büyük güçten biri haline gelmiştir. Fransa, BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimî koltuğu ve askeri gücüyle AB’nin sert ve politik gücünü, Almanya ise endüstriyel başarısı ve üstün ticari kapasitesi ile AB’nin yumuşak ve ekonomik gücünü temsil etmektedir. Bu ikili arasındaki uyumun durumu, AB’nin geleceği adına da belirleyici olacaktır. Zira örneğin Fransa’da AB karşıtları Marine Le Pen veya başka bir AB karşıtı liderle Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanlığı sonrasında sürpriz bir zafer kazanır ve bu sayede Paris, AB yerine ulusal politikalara yönelirse, AB’nin geleceği adına da riskli bir dönem başlayabilir. Ancak şu an için gözüken, Almanya-Fransa tandeminin uyumunun devam edeceği ve AB’nin daha fazla küçülmeden ve hatta Balkanlar’dan yeni üyeleri de içerisine alarak gelişmesini sürdüreceği şeklindedir. Nitekim Pew Araştırma Merkezi’nin 2019 verilerine göre, Almanya’da halkın yüzde 74’ü AB’yi faydalı görmektedir.[29] AB’ye karşı çıkanların oranı ise sadece yüzde 6’dır.

Almanya’da halkın büyük çoğunluğu AB’yi faydalı görüyor

Transatlantik Ortaklık: Almanya, 1955 yılından beri NATO üyesidir. Ayrıca Batı Almanya’nın kurulmasındaki özel konumu nedeniyle, ABD ile çok yakın ilişkiler söz konusudur. ABD, Marshall Yardımı ile Federal Almanya’nın yeniden kurulması sürecinde çok etkili ve faydalı olmuştur. ABD Ordusu’nun Almanya’da halen 45 kadar askeri tesisi bulunmaktadır. Örneğin, adını Almanya’nın güneybatısında, Rheinland Pfalz eyaleti sınırları içinde yer alan Ramstein adlı küçük bir kasabadan alan Ramstein Hava Üssü, içerisinde yaşayan on binlerce Amerikalı ile birlikte NATO’nun Avrupa’daki en önemli askeri ve lojistik üssü durumundadır.[30] ABD’de Donald Trump’ın Başkanlığı döneminde kendi milli ekonomik çıkarlarını önde tutma kararı alan Washington, bu nedenle Almanya’dan asker çekmeye başlayınca, bu konuda iki müttefik arasında çeşitli polemik ve tartışmalar yaşanmıştır.[31] Bu sürecin sonrasında Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan süreçte ise, Avrupa’nın güvenliği konusunda geliştirilen PESCO (Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği) ve EI2 (Avrupa Müdahale Mekanizması) gibi girişimler hız kazanmıştır. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “NATO’nun beyin ölümü” eleştirisiyle başlayan Avrupa’nın stratejik özerkliğe (stratejik otonomiye) yöneldiği süreç, Cumhuriyetçi Donald Trump’tan iktidarı devralan Demokrat Joe Biden döneminde NATO’nun Rusya karşıtlığı temelinde yeniden bütünleşmesi ve tüm Batılı ülkelerin Washington ekseninde hizalanmasıyla duraklamış ve Transatlantik bağlar yeniden güçlendirilmiştir. ABD, unutulmamalıdır ki, Çin’den sonra Almanya’nın en büyük dış ticaret ortağıdır ve Çin’le ticaretin aksine, Almanya, ABD ile ekonomik ilişkilerinde net ihracatçı durumunda çok fazla dış ticaret fazlası vermektedir.[32]

Almanya’daki Amerikan askeri üs ve tesisleri

Fakat ABD’nin Almanya’daki etkisi zaman zaman eleştirilere neden olabilmektedir. Özellikle Washington’ın George W. Bush döneminde Irak Savaşı gibi uluslararası hukuka uymayan ve saldırgan politikalara yönelmesi ya da Donald Trump dönemi gibi kendi ulusal çıkarlarına göre hareket ettiği durumlarda, Almanya ve Fransa gibi ülkelerle olan ilişkiler gerilmektedir. Bir diğer olumsuz husus ise, ABD’nin Almanya da dahil olmak üzere kendi müttefiklerine yönelik istihbarat faaliyetleri gerçekleştirmesidir. Buna somut bir örnek vermek gerekirse, 2013 yılında ABD Ulusal Güvenlik Dairesi-NSA’in Almanya Başbakanı Angela Merkel’in cep telefonu görüşmelerini dinlediği iddiaları, NSA’nin eski sistem analisti Edward Snowden’ın ifşalarıyla ortaya çıkmış ve iki ülke arasındaki ilişkileri bir süre germiştir.[33] Danimarka Askeri İstihbaratı-FE’nin de dahil olduğu skandal, Merkel dışında Frank-Walter Steinmeier ve SPD’nin o yıllardaki Başbakan adayı Peer Steinbrück’ün de dinlendiğini ortaya koymuş ve Berlin’de ABD karşıtı hislerin yükselişe geçmesine neden olmuştur.

ABD ve Almanya’da ikili ilişkilere verilen destek oranları

Buna rağmen, yoğun ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler nedeniyle, Almanya’da Amerikan müttefikliğine yönelik destek hayli fazladır. Nitekim Pew Araştırma Merkezi’nin 2022 yılı verilerine göre, ABD’de ikili ilişkilerin iyi olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 81, Almanya’da ikili ilişkilerin iyi olduğunu düşünenlerin oranı da yüzde 82’dir.[34] Lakin Trump döneminde ilişkilere yönelik desteğin Almanya’da bir aralar yüzde 18’e kadar düştüğü de belirtilmelidir. Almanya’da özellikle “ich bin Berliner” olayıyla hatırlanan John F. Kennedy, Bill Clinton ve Barack Obama gibi Başkanlara destek üst düzeydeyken, savaşçı ve kaba Başkanlar ise pek sevilmemektedir.[35]

Almanya’da en sevilen ABD Başkanları

Dış Politikanın Diğer Ülkelerle Barışçıl ve Ticarete Dayalı İlişkiler Geliştirmek İçin Kullanılması: Dış ticaretle gelişen ve ABD, İngiltere (Birleşik Krallık) ve Fransa benzeri müttefikleri gibi BM Güvenlik Konseyi daimî üyesi olmadığı için siyasal/diplomatik alanda geride kalan Almanya, bu nedenle ticaret ve barışçıl politikaları diplomaside öncelemektedir. Bu minvalde, Almanya, silahsızlanma, silahlanmanın denetimi ve şeffaflık yoluyla daha fazla güvenlik ve istikrar için de dünya çapında çaba göstermektedir. Bunun yanı sıra, daha önce de açıklanan “Wandel durch Annäherung” (yakınlaşma yoluyla değişim) veya “Wandel durch Handel” (ticaret yoluyla değişim) gibi politika setleriyle, Berlin, otoriter/totaliter veya Avrupa tipi demokrasi olmayan ülkelerle ilişkileri geliştirmek ve bu şekilde dönüştürücü bir rol oynayabilmeyi ummaktadır. Bu, Schröder-Putin örneğinde olduğu gibi her zaman istenen sonuçlar vermese de, buna benzer şekilde Willy Brandt-Helmut Schmidt dönemlerinde uygulanan Yeni Doğu Politikası-Ostpolitik’in iki Almanya’nın birleşmesi ve tüm Doğu blokunun yıkılması gibi verimli sonuçlar ürettiği de hatırlanmalıdır. Yani otoriter/totaliter rejimleri daha da kemikleştiren sert (askeri) politikalarla sonuç alınamayacağını bilen Almanya için, iktisadi yollarla o ülkeye girmek ve politika yapım sürecine etkide bulunabilmek daha önemlidir.

Bu konuda güncel bir örnek ise Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel’in terör faaliyetleri gerçekleştirdiği iddiasıyla Türkiye’de tutuklanması sonrasında yaşanmıştır. Alman Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri olan Deniz Yücel, 2017’de gözaltına alınmış ve “terör örgütü propagandası yapmak” ile “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik” suçlarından tutuklanmıştır.[36] Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Alman ajanı” olarak nitelendirilen Yücel, daha sonra ise dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ikili temasları neticesinde kısa sürede salıverilmiş ve ülkesine dönmüştür. Almanya’nın son birkaç yıla kadar Türkiye’nin en büyük dış ticaret ortağı olması ve Almanya’da yaşayan milyonlarca Türk veya Türk asıllı vatandaşın varlığı nedeniyle doğal olarak kurulan bağlar nedeniyle Türkiye üzerindeki etkisini koruyan Almanya, bu sayede Türkiye siyasetinde kısmen etki gösterebilmektedir. Almanya ve AB’nin, Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de yaşadıkları gerginliklerde de ekonomik ve siyasi gücünü kullanarak sorunları çözemese bile tarafları defalarca yatıştırmayı başardığı görülmüştür. Günümüzde Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un Çin’i uluslararası sistemden tamamen izole etmemek konusunda gösterdiği yapıcı tutum da buna örnek gösterilebilir.

Deniz Yücel

Yeni Güç Merkezleriyle İlişkiler Kurulması: Almanya dış politikasında yeni güç merkezleriyle ilişkiler kurmak ve geliştirmek de önemli bir eğilimdir. Örneğin, bu konuda güncel bir örnek, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un 2022 yılı Kasım ayında insan hakları konusundaki yoğun eleştirilere rağmen Çin’e yaptığı resmi ziyarettir. Şansölye Scholz’un ziyareti öncesinde Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde yayınlanan makalesinde, “Çok kutuplu bir dünyada yeni güç merkezleri ortaya çıkıyor. Bu küresel güçlerle ortaklıklar kurmayı ve ortaklıkları genişletmeyi hedefliyoruz” şeklinde ifadelere yer vermesi, Almanya ve Avrupa kamuoyunda yoğun eleştiri konusu olmuştur.[37] Nitekim 2022 yılı sonunda bu ülkeye resmi bir ziyaret düzenleyen Scholz[38], ABD, AB ve hatta kendi Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’den gelen eleştirilere rağmen, ziyaretini başarıyla gerçekleştirmiş ve Çinli analistlerden ve siyasal otoritelerden de destek almayı başarmıştır.[39]

Scholz ve Şi Cinping

Çin’in yükselişini yakından takip eden Almanya için, bu ülkeyle ilişkiler geliştirmek -ABD ile kurulan yoğun güvenlik ilişkilerine rağmen- gereklidir. Ayrıca Çin, yoğun dış ticaret açığı vermesine karşın, 2022 yılı itibariyle -ABD’nin önünde- Almanya’nın en büyük dış ticaret ortağıdır. Günümüzde Rusya’nın Ukrayna’yı işgali nedeniyle Rusya ile ilişkiler konusunda Almanya’dan ciddi bir atak gelmese de, aslında Gerhard Schröder döneminde Almanya Rusya ile de çok yakın ilişkiler tesis etmiş ve enerji güvenliğini Rusya formülüyle çözmek üzerinde durmuştur. Bu anlamda, Almanya, yükselen ve dünya siyasetinde etkili olması muhtemel tüm devletlerle ilişkilerini geliştirmekte ve geleceğin olası bir “çok kutuplu” yeni dünya düzenine de yatırım yapmaktadır. Nitekim Başbakan Scholz, 2023 yılı içerisinde bir diğer yükselen güç Hindistan’a da resmi ziyarette bulunmuş ve özellikle ekonomik ilişkileri geliştirmek için çaba göstermiştir.[40]

Günümüzde Almanya’nın en önemli dış ticaret ortakları arasında Çin (1. sırada), Rusya (16. sırada) ve Türkiye (15. sırada) gibi Batılı anlamda demokrasi olmayan ülkeler de bulunmaktadır.[41] Bu minvalde, çok kutupluluk, Almanya’nın dış politika envanterinde daha az önemi olan ama hep elde tutulan bir enstrümandır. 

Küreselleşmenin Düzenlenmesi: Almanya dış politikasında bir diğer önemli husus ise küreselleşmenin düzenlenmesidir. Alman resmi makamlarına göre, Almanya dış politikası, “küreselleşmenin getirdiği fırsatların kullanılmasına ve risklerinin en aza indirilmesine taraftır”.[42] Küreselleşmenin bağlayıcı kurallara göre şekillendirilebilmesi için, Alman dış politikası hammadde güvenliği, iklim koruma, su sorunu, göç ve internet özgürlüğü gibi yeni gelişen bazı siyasi konuları öncelikle gündemine almaktadır. Bu bağlamda, federal hükümet, 2012 yılında “küreselleşmeyi şekillendirme, ortaklıkları geliştirme, sorumluluğu paylaşma” konseptini karara bağlamıştır.[43]

Yeşiller Partisi’nin dünyadaki diğer ülkelerden farklı olarak istisnai bir başarı gösterdiği Almanya’da, “küresel ısınma” konusu da çok ciddiye alınmaktadır. Bu anlamda sürekli yenilenebilir enerjiye yatırım yaparak çevre güvenliği konusunda kararlı adımlar atan Almanya, Başbakan Olaf Scholz döneminde G7 öncülüğünde “İklim Kulübü”nü de hayata geçirmiş ve Paris İklim Sözleşmesi’nin hızlı ve iddialı bir şekilde uygulanmasını desteklemeyi sürdürmüştür.[44] Şansölye Olaf Scholz’un daha 2021’de Almanya Maliye Bakanı iken bir hedef olarak ortaya koyduğu İklim Kulübü’nün hedefi; “yüksek miktarda emisyona sahip; özellikle de Çin ve ABD ile önemli AB ticaret ortakları olmak üzere CO2 emisyonları için fiyat belirleyen ve büyük bir sanayi sektörüne sahip ülkelerdir.[45]

Olaf Scholz, diğer önemli Batılı liderlerle birlikte G7 İklim Kulübü’nü hayata geçirdi

İsrail’in Güvenliği: Almanya dış politikasında bir diğer önemli güncel eğilim ise, Almanya’nın “Holokost” (Yahudi Soykırımı) felaketindeki tarihsel sorumluluğu nedeniyle, İsrail’in güvenliğine yönelik politikalar geliştirilmesi ve bu yöndeki politikalara çeşitli katkılar sağlanmasıdır. Antisemitizm konusunda Yahudilere karşı tarihsel sorumluluğu nedeniyle çok hassas olan Berlin, bu bağlamda İsrail’in zaman zaman uluslararası hukuku aşan politikaları karşısında da genelde ya sessiz kalmakta, ya da çok yumuşak eleştirilerde bulunmaktadır.

Almanya-İsrail ilişkileri konusunda uzman bir isim olan Prof. Dr. Ernst Ludwig Ehrlich, İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki ülke arasında kurulan ilişkilerin pozitif yönümlü olduğunu vurgulamış ve Almanya’nın ABD’den sonra İsrail’e en büyük desteği veren ülke olduğunu söylemiştir.[46] Konunun bir diğer uzmanı olan Tarih Profesörü Michael Wolffsohn da, iki ülke arasında “özel ilişkiler” olarak da adlandırılan ilişkilerin karşılıklı çıkarlara uygun olduğu görüşündedir.[47] Fakat ilişkilerde zaman zaman krizler de yaşanmıştır. Örneğin, Başbakan Helmut Schmidt, 1980 yılında İsrail’in dünya barışına tehdit oluşturduğunu söylemiştir.[48] SPD’li Gerhard Schröder ve CDU’lu Norbert Blüm gibi isimler de İsrail konusunda daha eleştirel görüşler sarf etmişlerdir. Yine de, Almanya siyaseti ve halkında İsrail’e yönelik yaklaşım daha pozitiftir. Örneğin, 2007 yılında Pew Araştırma Merkezi’nin bir çalışmasında, Almanya’da İsrail’e destek yüzde 34 iken, Filistin’e yüzde 21 düzeyinde kalmıştır.[49] Bu durum, diğer Avrupalı ülkelere kıyasla Almanya’nın Yahudi Devleti konusundaki duyarlılığını göstermekle birlikte, İsrail’in yayılmacı ve anti-demokratik politikalara yönelmesi, Almanya’da zaman zaman eleştirilere de neden olabilmektedir.

2007 yılında yapılan ankette Avrupa’daki büyük ülkelerden yalnızca Almanya’da İsrail’e olan destek Filistin’e kıyasla daha yüksekti

4.      Mevcut Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Görüşleri

Almanya’da parlamenter sisteme dayalı demokratik bir siyasi rejim olduğu için, dış politikaya yön veren en önemli aktörler Başbakan ve Dışişleri Bakanı’dır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında barışçıl, hatta pasifist bir dış politikaya yönelen Almanya özelinde dış ticaret ve ekonomi dış politikada en temel konulardan biri olduğu için, ekonomi ile alakalı Bakanlıkların da diplomasiye kısmi etkisinden söz edilebilir. Ancak elbette dış politikanın ana aktörleri; Başbakan, Dışişleri Bakanı, Federal Dışişleri Bakanlığı (kısaca AA olarak da bilinen Auswärtiges Amt)[50] ve devleti temsil noktasında önemli görevleri olan Cumhurbaşkanı’dır.

Annalena Baerbock

Almanya’nın mevcut Dışişleri Bakanı Yeşiller Partisi’nden Annalena Baerbock’tur. 8 Aralık 2021’den beri bu görevde olan Baerbock, 1980 Hannover doğumludur. Lisans eğitimini ülkesinde Hamburg Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında tamamlayan Baerbock, daha sonra İngiltere’de London School of Economics-LSE’de Uluslararası Kamu Hukuku alanında yüksek lisans yapmıştır. 2005-2008 döneminde Yeşiller Partisi adına Avrupa Parlamentosu üyesi olan Elisabeth Schroedter’in asistanı ve özel kalem müdürü olarak görev yapan Baerbock, 2008 yılında Berlin Hür Üniversitesi’nden doktora derecesini de almıştır. 2013’ten beri partisi adına milletvekili olan Baerbock, 2018-2022 döneminde partinin Genel Başkanlığı görevini de üstlenmiştir.[51] 2021 federal seçimleri sonrasında kurulan SPD-Yeşiller-FDP “trafik lambası” veya “trafik ışığı” koalisyonunda 2021 yılı sonunda Dışişleri Bakanı olarak görev yapmaya çalışan Baerbock, uluslararası kamuoyunda genel olarak Batıcı ve Transatlantikçi çizgide değerlendirilmektedir.

Annalena Baerbock’un dış politikadaki bazı köşeli duruş ve açıklamaları şöyle özetlenebilir. Öncelikle, Baerbock, iş başı yaptıktan sonra Almanya dış politikasında yeni dönemde Feminizm’in etkili olacağı açıklamış ve “feminist dış politika” kavramının içini doldurmaya çalışmıştır. 2014 yılında dünyada ilk kez feminist dış politika uygulayacağını ilan eden İsveç’i örnek alan Almanya’nın ilk kadın Dışişleri Bakanı olan Baerbock, bu konuda 80 sayfalık bir kılavuz[52] da hazırlayarak ilgili kurum ve kişilere göndermiştir.[53] Feminist dış politikanın temelinde, kadın hakları veya daha doğru ifadeyle toplumsal cinsiyet eşitliği (kadın-erkek eşitliği) konusunun bir dış politika ilkesi olarak benimsenmesi ve buna uygun davranmayan ülkelerle ilişkilerin sınırlanması vardır. İlk kez İsveç tarafından uygulanan ve daha sonra Kanada, Meksika, Fransa ve İspanya gibi ülkelerin yetkililerinin de söz ettikleri feminist dış politika, Almanya’nın dış ilişkilerinin kadın haklarının çok gelişmediği İslam coğrafyası ülkeleri ve diğer bazı otoriter rejimlerle olan ilişkilerini bozabilecek bir faktördür. İdealizm ve Eleştirel Teori çıkışlı bir yaklaşım olan feminist dış politika, ilkesel olarak yayılmacılık, savaş, terörizm ve militarizm politikalarına da karşı çıkar ve erkek egemen politik söyleme şüpheyle yaklaşır.

Fakat Baerbock döneminde ilan edilen feminist dış politikanın barışçıl eğilimine karşın, Almanya, üçlü koalisyon döneminde Rusya’nın Ukrayna işgali nedeniyle giderek daha sert ve militarist yöntemleri benimsemek durumunda kalmış ve neticede Başbakan Olaf Scholz, savunma harcamaları için 100 milyar avroluk özel bir fon kurulacağını açıklamak zorunda kalmıştır.[54] Bu fonun silahlanma ve altyapı yatırımları için kullanılacağı açıklayan Scholz, undan böyle her yıl gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sinden fazlasını savunmaya ayıracaklarını da ilan etmiştir. Yani Vladimir Putin Rusya’sının yayılmacı politikalarının da etkisiyle, Almanya Dışişleri Bakanı Baerbock’un feminist ve barışçıl dış politikası, yapısal koşulların zorlamasıyla farklı bir şekle bürünmüş ve Almanya yeniden silahlanmaya daha yoğun bütçe ayırmaya başlamıştır. Ancak elbette bunu “ilkelerden kopuş” olarak değil, bir “zorunluluk” olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Zira Almanya da gayet farkındadır ki, Ukrayna’nın tamamen Rusya kontrolüne geçmesi durumunda, Polonya’dan başlayarak tüm Doğu Avrupa ülkeleri ve hatta Almanya tehlike potasına girecektir. Bu nedenle, Baerbock döneminde şartların zorlamasıyla Wandel durch Annäherung” veya “Wandel durch Handel” olarak bilinen geleneksel dış politika eğilimini değiştirmek zorunda kalan Almanya, “caydırıcılık” ve “çevreleme” gibi kavramlara yönelmiş, bu da Almanya ekonomisini olumsuz yönde etkilemiştir.

Bunların yanında, Baerbock döneminde Almanya dış politikasında, ABD’deki Donald Trump yönetimi yerine işbaşına gelen Joe Biden yönetiminin yaklaşımına da uygun olarak, Realizm yerine İdealizm (Liberalizm) temelli ve değerler odaklı bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu bağlamda, demokrasi, insan hakları ve uluslararası hukuk gibi değerler ön planda tutulmuş; bu değerleri savunan ve uygulayan devletlerle ilişkiler geliştirilmiş, buna karşı çıkan ve uymayan devletlerle ilişkiler ise bozulmuştur. “Çıkar” (interest) yerine “değer” (value) kavramı etrafında kurgulanan ve insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti odaklı bu yeni dış politika sayesinde[55], ABD-AB ekseninde ilişkiler güçlendirilmiş ve özellikle Rusya, kısmen de Çin karşıtlığı temelinde yeni bir Batı bloku veya Batı cephesi başarıyla oluşturulmuştur. Bu noktada Almanya’nın yaklaşımında şu husus dikkat çekmektedir: Berlin, karşısındaki aktör demokratik bir rejim olmasa da, uluslararası hukuk ve BM düzenini Rusya gibi alenen ihlal etmediği müddetçe, tüm rejimlerle (örneğin Çin) siyasi ve ekonomik ilişkilerini sürdürmek eğilimindedir. Ancak Rusya gibi başka ülkelerin topraklarını alenen işgal eden ülkeler konusunda, Almanya, daha köşeli tavır almak durumunda kalmaktadır.   

Baerbock, göreve başladıktan sonra öncelikle Polonya’dan gelen savaş tazminatı taleplerini reddetmiştir. ABD’deki Biden yönetimine çok yakın duran Baerbock, 2022 yılında başlayan Rusya’nın Ukrayna işgaliyle ise büyük bir sınav vermeye başlamıştır. Bu süreçte ABD eksenli politikalar izlemeyi sürdüren Almanya Dışişleri Bakanı, ülkesi başta isteksiz davrandığı halde zamanla Ukrayna’ya 2,7 milyar avro değerinde silah ve mühimmat göndermeyi kabul etmiştir.[56] Baerbock, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nde 2023 yılı Ocak ayında yaptığı konuşmada kullandığı sert ifadeler nedeniyle ülkesinde Bild gazetesinde “Rusya ile Savaştayız” (Wir führen Krieg gegen Russland) başlığıyla eleştirilmiştir.[57] Nitekim Almanya Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili olay yaratan konuşmanın ertesi gününde bu açıklamayı düzeltmek zorunda kalmış ve Almanya’nın Rusya ile savaşta olmadığını ilan etmiştir.[58] Baerbock, Çin’e yönelik olarak da Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığına yönelik daha net tavır alması gerektiğine dönük bir açıklama yaparak (“tarafsızlık saldırgana destek vermektir” minvalinde) dikkat çekmiştir.[59]

Türkiye ile ilişkiler konusunda da ABD ile uyumlu hareket eden Baerbock, Yunanistan’a yönelik tehditler konusunda Atina’yı savunarak Ankara’yı uyarmış ve Suriye’ye yönelik askeri operasyon konusunda da “IŞİD’in yeniden güçlenmesi ihtimali”ni gerekçe göstererek olumsuz bir tutum takınmıştır.[60] Annalena Baerbock, 2022 yılında Türkiye’ye resmi bir ziyaret de yapmış ve o dönemki mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmüştür. Almanya basınında, Baerbock’un Türkiye ile ilişkilerde daha eleştirel olduğunu yazılmıştır.[61] Baerbock’un en ilginç dış gezilerinden birisi ise 2023 yılı Mayıs ayında yaptığı Suudi Arabistan ve Katar ziyaretleri olmuştur.[62] Ziyaretleri ilginç yapan husus, Baerbock’un savunduğu feminist dış politika ile bu ülkelerin siyasi ve sosyokültürel yapılarındaki tezat olmuştur. Buna karşın, ziyarette başı açık olarak yer alan Alman Dışişleri Bakanı, kadın hakları konusunu da üstelemeden dile getirmiştir.

Baerbock’un Körfez ziyaretinden bir kare

Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Prusya’nın öncülüğünde Almanya’nın 19. yüzyılın son çeyreğine girilirken kurulması sürecinde yalnızca 4 büyük kentte (Londra, Paris, Saint Petersburg ve Viyana) Büyükelçiliği olan Almanya’nın günümüzde 153 Büyükelçilik, 52 Başkonsolosluk, 7 Konsolosluk ve 12 Uluslararası Misyon olmak üzere 230’a yakın dış temsilciliği bulunmaktadır. AB üyesi olmayan ülkelerde, Alman vatandaşları, AB üyesi başka bir ülkenin temsilciliğine başvurma hakkına da sahiptirler. Dolayısıyla, genelde ekonomik gücüyle bilinen Almanya, aslında hem kendi öznel gücü, hem de AB aracılığıyla diplomatik/siyasi açıdan da kayda değer bir devlet hüviyetindedir.

Günümüzde Almanya’nın dış temsilcilikleri neredeyse tüm dünyada aktif şekilde faaliyet gösteriyor

Sonuç

Sonuç olarak, bu yazıda kısaca özetlenmeye çalışılan Almanya dış politikası geleneğinde bazı unsurların öne çıktığı vurgulanabilir. Bunlar; İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar etkili olan ama sonra yerini sivil güç “Zivilmacht”a bırakan “Realpolitik” geleneği -ki bu aynı zamanda askeri/militarist düşünen yayılmacı bir devletten ticari/ekonomik düşünen demokratik bir devlete geçişi de simgeler-, Batı ile ABD ve AB olmak üzere iki farklı boyutta kurulan stratejik ve yaşamsal önemde ilişkiler -ki bu aynı zamanda insan hakları ve demokrasiye dayalı dış politikanın da destekleyicisidir-, Ostpolitik düşüncesinin farklı uygulamaları ile Doğu dünyası ve yeni yükselen güçlerle ilişkileri geliştirme çabası ve Almanya’nın tarihsel sorumluluğu nedeniyle İsrail konusundaki özenli tavır olarak özetlenebilir.

Milyonlarca Türk veya Türk asıllı kişinin yaşaması ve hayli iyi durumda olan ekonomik ilişkiler nedeniyle, Almanya dış politikasında Türkiye ve Türkler de daima önemli bir durumda olup, Almanya’nın temel istihbarat kurumu olan Federal Anayasa Koruma Teşkilatı’nın Başkan Yardımcılığını da Türk asıllı Sinan Selen yürütmektedir.

Kapak fotoğrafı: Foreign Policy

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 



[1] Nick Ottens (2014), “Between East and West: Germany’s Foreign Policy Traditions”, Atlantic Sentinel, 28.04.2014, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://atlanticsentinel.com/2014/04/between-east-and-west-germanys-foreign-policy-traditions/.

[2] Kemal İnat (2009), “Birleşme Sonrasında Almanya‟nın Dış Politikası: ‘Normalleşme’nin Son Adımları”, Bilgi, Sayı: 18, s. 2.

[3] A.g.e., s. 12.

[4] Destatis.de, “Germany interesting trading partner”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.destatis.de/Europa/EN/Topic/Foreign-trade/EU_tradingPartner_Germany.html.

[5] A.g.e.

[6] Habertürk (2014), “Romanya'ya "Alman" cumhurbaşkanı”, 17.11.2014, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.haberturk.com/dunya/haber/1010221-romanyaya-alman-cumhurbaskani.

[7] LSE Blog (2013), “Five minutes with Ulrich Beck: “Germany has created an accidental empire”, 25.03.2013, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2013/03/25/five-minutes-with-ulrich-beck-germany-has-created-an-accidental-empire/.

[8] Christos Katsioulis (2022), “Where is Germany’s foreign policy heading?”, IPS, 10.03.2022, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.ips-journal.eu/topics/foreign-and-security-policy/where-exactly-is-germanys-foreign-policy-heading-5782/.

[9] Başar Şirin (2020), “Değişen Dünya Düzeninde Yeni Alman Dış Politikası”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 19, Sayı: 2, s. 468.

[10] A.g.e., s. 470.

[12] Tarık Oğuzlu (2023), “3 SORUDA - Münih Güvenlik Konferansı izlenimler”, Anadolu Ajansı, 22.02.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/3-soruda-munih-guvenlik-konferansi-izlenimler/2827563#:~:text=1963%20senesinden%20beri%20M%C3%BCnih%20G%C3%BCvenlik,g%C3%BCvenlik%20elitlerini%20bir%20araya%20getiriyor.

[13] William Tuohy (1989), “Bonn’s Genscher Views Gorbachev Reforms as ‘Historic Opportunity’”, Los Angeles Times, 11.06.1989, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.latimes.com/archives/la-xpm-1989-06-11-mn-3249-story.html.

[14] Stephen Kinzer (1991), “Genscher at Eye of Policy Debate”, The New York Times, 22.03.1991, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/1991/03/22/world/genscher-at-eye-of-policy-debate.html.

[15] A.g.e.

[16] Josef Joffe (1998), “Review: The Secret of Genscher's Staying Power: Memoirs of a ‘Slippery Man’”, Foreign Affairs, Cilt 77, Sayı: 1, Ocak-Şubat 1998, s. 149.

[17] A.g.e., s. 150.

[18] DW (2004), “Fischer: Turkey Should Be Full EU Member”, 13.12.2004, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/en/fischer-turkey-should-be-full-eu-member/a-1427139.

[19] Ferhat Pirinççi (2005), “Alman Dış Politikasında Süreklilik ve Değişimin Alman Bölünmüşlüğü”, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt XXIV, Sayı: 2, s. 15.

[20] Kemal İnat (2009), “Birleşme Sonrasında Almanya‟nın Dış Politikası: ‘Normalleşme’nin Son Adımları”, Bilgi, Sayı: 18, s. 1.

[21] Almanya’nın Türkiye’deki Dış Temsilcilikleri, “Almanya‘nın dış politikasının ana hatları”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tuerkei.diplo.de/tr-tr/themen/politik/-/1794390.

[22] Almanya’nın Türkiye’deki Dış Temsilcilikleri, “İnsan Hakları – İlkeler”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tuerkei.diplo.de/tr-tr/themen/politik/-/1794376.

[23] Deutschland.de, “Madde 1: İnsan Onuru”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.deutschland.de/tr/topic/politika/federal-almanya-anayasasi-1-maddesi-insan-onuru.

[24] Almanya’nın Türkiye’deki Dış Temsilcilikleri, “İnsan Hakları – İlkeler”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tuerkei.diplo.de/tr-tr/themen/politik/-/1794376.

[25] Euronews (2023), “Polonya'nın rekor savaş tazminatı talebine Almanya'dan 'konu kapandı' cevabı”, 03.01.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2023/01/03/polonyanin-rekor-savas-tazminati-talebine-almanyadan-konu-kapandi-cevabi.

[26] NTV (2021), “Almanya, Namibya'daki soykırımı tanıdı: 30 yılda 1,1 milyar euro ödeyecek”, 28.05.2021, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.ntv.com.tr/dunya/almanya-namibyadaki-soykirimi-tanidi-30-yilda-1-1-milyar-euro-odeyecek,484WPnc9sUyUvEfyOSM8mw.

[27] A.g.e.

[28] Almanya’nın Türkiye’deki Dış Temsilcilikleri, “Almanya‘nın dış politikasının ana hatları”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tuerkei.diplo.de/tr-tr/themen/politik/-/1794390.

[29] Pew Research Center (2019), “Most believe EU membership has generally benefited their country”, 09.10.2019, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.pewresearch.org/global/2019/10/14/the-european-union/pg_10-15-19-europe-values-04-011/.

[30] Mehmet Öcal (2019), “Ramstein Üssü: Almanya'daki tartışılan 'Küçük Amerika'”, Anadolu Ajansı, 13.05.2019, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/ramstein-ussu-almanyadaki-tartisilan-kucuk-amerika/1476994.

[31] Muhterem Dilbirliği (2020), “ABD’nin Almanya’dan asker çekmesi ne anlama geliyor?”, Anadolu Ajansı, 11.08.2020, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abd-nin-almanya-dan-asker-cekmesi-ne-anlama-geliyor/1938152.

[32] Ozan Örmeci (2023), “Almanya Ekonomisi”, Uluslararası Politika Akademisi, 01.08.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2023/08/01/almanya-ekonomisi/.

[33] Cem Dalaman (2021), “ABD'nin Merkel'i Dinlemesiyle İlgili Yeni Bilgiler Ortaya Çıktı”, VOA Türkçe, 31.05.2021, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.voaturkce.com/a/abd-nin-merkel-i-dinlemesiyle-ilgili-yeni-bilgiler-ortaya-cikti/5910657.html.

[34] Pew Research Center (2022), “Record share of Germans say relations with the U.S. are good as Americans continue to support strong ties”, 13.10.2022, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.pewresearch.org/global/2022/10/17/us-german-relationship-remains-strong/pg_2022-10-17_u-s-germany_0-01/.

[35] Statista.com (2013), “Germans Welcome Their Favorite U.S. President to Berlin”, 18.06.2013, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.statista.com/chart/1193/germans-welcome-their-favourite-us-president-to-berlin/.

[36] BBC Türkçe (2018), “Gazeteci Deniz Yücel tahliye edildi”, 16.02.2018, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-43084331.

[37] Mehmet Doğan (2022), “Almanya’nın Dış Politikası: Yeni Güç, Yeni Sorumluluk!”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, 24.11.2022, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.sde.org.tr/mehmet-dogan/genel/almanyanin-dis-politikasi-yeni-guc-yeni-sorumluluk-kose-yazisi-28151.

[38] Ozan Örmeci (2022), “Almanya’da Koalisyon Hükümetinin Birinci Yılı ve Başbakan Olaf Scholz’un Çin Ziyareti”, Uluslararası Politika Akademisi, 22.12.2022, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2022/12/22/almanyada-koalisyon-hukumetinin-birinci-yili-ve-basbakan-olaf-scholzun-cin-ziyareti/.

[39] Wan Hengyi (2022), “Scholz’s reiteration against decoupling with China offers friendly signal: experts”, Global Times, 09.12.2022, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.globaltimes.cn/page/202212/1282176.shtml.

[40] DW (2023), “Germany's Scholz arrives in India to 'deepen' ties”, 25.02.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/en/germanys-scholz-arrives-in-india-to-deepen-ties/a-64817778.

[41] Ozan Örmeci (2023), “Almanya Ekonomisi”, Uluslararası Politika Akademisi, 01.08.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2023/08/01/almanya-ekonomisi/.

[42] Almanya’nın Türkiye’deki Dış Temsilcilikleri, “Almanya‘nın dış politikasının ana hatları”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tuerkei.diplo.de/tr-tr/themen/politik/-/1794390.

[43] A.g.e.

[44] Yeşil Gazete (2022), “Almanya’nın ‘İklim Kulübü’ planı hayata geçiyor”, 13.12.2022, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://yesilgazete.org/almanyanin-iklim-kulubu-plani-hayata-geciyor/.

[45] A.g.e.

[46] Şalom (2008), “Prof. Ehrlich ile İsrail-Almanya ilişkileri üzerine…”, 09.01.2008, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.salom.com.tr/arsiv/haber/62650/prof-ehrlich-ile-israil-almanya-iliskileri-uzerine.

[47] Michael Wolffsohn (2018), “Almanya - İsrail ilişkileri özel mi?”, DW Türkçe, 18.04.2018, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/yorum-almanya-i%CC%87srail-ili%C5%9Fkileri-ger%C3%A7ekten-de-%C3%B6zel-mi/a-43431254.

[48] A.g.e.

[49] Pew Research Center (2009), “Ideological Gaps Over Israel on Both Sides of Atlantic”, 29.01.2009, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.pewresearch.org/global/2009/01/29/ideology-and-views-toward-the-middle-east-conflict/.

[51] Almanya’nın Türkiye’deki Dış Temsilcilikleri, “Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock”, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tuerkei.diplo.de/tr-tr/annalena-baerbock-lebenslauf/2500610.

[52] Federal Foreign Office (2022), Shaping Feminist Foreign Policy - Federal Foreign Office Guidelines, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.shapingfeministforeignpolicy.org/papers/Guidelines_Feminist_Foreign_Policy.pdf.

[53] Cem Dalaman (2023), “Almanya’nın Dış Politikası "Feminist" Olacak”, VOA Türkçe, 28.02.2023, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.voaturkce.com/a/almanyanin-dis-politikasi-feminist-olacak-baerbock/6981993.html.

[54] Euronews (2022), “Almanya, savunma harcamaları için 100 milyar euroluk 'özel fon' kuruyor”, 27.02.2022, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2022/02/27/almanya-savunma-harcamalar-icin-100-milyar-euroluk-ozel-fon-kuruyor.

[55] Christoph Hasselbach (2023), “Germany's foreign policy: A tricky balancing act”, DW, 05.07.2023, Erişim Tarihi: 02.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/en/germanys-foreign-policy-a-tricky-balance-of-values-and-interests/a-65527598.

[56] Euronews (2023), “Almanya Ukrayna'ya 2,7 milyar euro değerinde silah ve mühimmat gönderecek”, 13.05.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2023/05/13/almanya-ukraynaya-27-milyar-euro-degerinde-silah-ve-muhimmat-gonderecek#:~:text=Haberde%20Ukrayna'ya%20verilecek%202,milyar%20euroluk%20silah%20deste%C4%9Finde%20bulunmu%C5%9Ftu..

[57] Bild (2023), “Wir führen Krieg gegen Russland”, 26.01.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.bild.de/politik/ausland/politik-ausland/jetzt-erklaert-baerbock-ihren-hammer-satz-wir-kaempfen-krieg-gegen-russland-82689320.bild.html.

[58] DW (2023), “Germany says it is not a warring party in Ukraine”, 27.01.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/en/germany-says-it-is-not-a-warring-party-in-ukraine/a-64541484.

[59] DW (2023), “Germany's Baerbock says China can help end Ukraine war”, 05.09.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/en/germanys-baerbock-says-china-can-help-end-ukraine-war/a-65566298.

[60] France24 (2022), “German, Turkish diplomats spar in Istanbul”, 29.07.2022, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.france24.com/en/live-news/20220729-german-turkish-diplomats-spar-in-istanbul.

[61] DW Türkçe (2022), “Baerbock'un Türkiye gezisi neden tartışma yarattı?”, 31.07.2022, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/baerbockun-t%C3%BCrkiye-gezisi-neden-tart%C4%B1%C5%9Fma-yaratt%C4%B1/a-62662255.

[62] Federal Foreign Office (2023), “Visiting the Gulf: Foreign Minister Baerbock travels to Saudi Arabia and Qatar”, 15.05.2023, Erişim Tarihi: 03.08.2023, Erişim Adresi: https://www.auswaertiges-amt.de/en/aussenpolitik/laenderinformationen/saudiarabien-node/saudi-arabia-qatar-baerbock/2596646

1 Ağustos 2023 Salı

Three Different System of National Economy Models: American Market-Oriented Capitalism, Japanese Developmental Capitalism, and German Social Market Capitalism according to Robert Gilpin


Introduction

Robert Gilpin (1930-2018) was a famous American political scientist known for his extensive publications in international political economy. Gilpin was a Professor of Politics and International Affairs at the Woodrow Wilson School of Public and International Affairs at Princeton University where he held the Eisenhower professorship. Gilpin's 2001 work Global Political Economy: Understanding the International Economic Order was an influential work in terms of categorizing different systems (models) of successful national economies. In this work, Gilpin tried to analyze and compare American, Japanese, and German economic models, three different but successful examples of capitalist system. In this piece, I will try to summarize Gilpin's thoughts on threse three models of capitalism.

Robert Gilpin

According to Robert Gilpin, while national systems of political economy differ from one another in many important respects, differences in the following areas are worthy of particular attention: (1) the primary purposes of the economic activity of the nation, (2) the role of the state in the economy, and (3) the structure of the corporate sector and private business practices. Although every modern economy must promote the welfare of its citizens, different societies vary in the emphasis given to particular objectives; those objectives, which range from promoting consumer welfare to pursuit of national power, strongly influence and are influenced by such other features of a national economy as the role of the state in the economy and the structure of that economy. As for the role of the state in the economy, market economies include the generally laissez-faire, noninterventionist stance of the United States as well as the Japanese state’s central role in the overall management of the economy.

Global Political Economy: Understanding the International Economic Order

1. The American System of Market-Oriented CapitalismThe American system of political economy is founded on the premise that the primary purpose of economic activity is to benefit consumers while maximizing wealth creation; the distribution of that wealth is of secondary importance. Despite numerous exceptions, the American economy does approach the neoclassical model of a competitive market economy in which individuals are assumed to maximize their own private interests (utility), and business corporations are expected to maximize profits. The American model, like the neoclassical model, rests on the assumption that markets are competitive and that, where they are not competitive, competition should be promoted through antitrust and other policies. Almost any economic activity is permitted unless explicitly forbidden, and the economy is assumed to be open to the outside world unless specifically closed. Emphasis on consumerism and wealth creation results in a powerful proconsumption bias and insensitivity, at least when compared with the Japanese and German models, to the social welfare impact of economic activities. Although Americans pride themselves on their pragmatism, the American economy is based upon the abstract theory of economic science to a greater degree than is any other economy. At the same time, however, the American economy is appropriately characterized as a system of managerial capitalism. As Adolf Berle and Gardner Means pointed out in their classic study of American corporations, the economy was profoundly transformed by the late 19th century emergence of huge corporations and the accompanying shift from a proprietary capitalism to one dominated by large, oligopolistic corporations. Management was separated from ownership, and the corporate elite virtually became a law unto itself. Subsequently, with the New Deal of the 1930s, the power balance shifted noticeably away from big business when a strong regulatory bureaucracy was established and organized labor was empowered; in effect, the neoclassical laissez-faire ideal was diluted by the notion that the federal government had a responsibility to promote economic equity and social welfare. The economic ideal of a self-regulating economy was further undermined by passage of the Full Employment Act of 1946 and the subsequent acceptance of the Keynesian idea that the federal government has a responsibility to maintain full employment through use of macroeconomic (fiscal and monetary) policies. 

2. The Japanese System of Developmental Capitalism: G. C. Allen, the distinguished British authority on Japanese economic history, tells a story that provides an important insight into Japanese economic psychology. At the end of World War II, American occupation officials advised the Japanese that they should follow the theory of comparative advantage and hence concentrate on labor-intensive products in rebuilding their economy. Japan’s economic and political elite, however, had quite different ideas and would have nothing to do with what they considered an American effort to relegate Japan to the low end of the economic and technological spectrum. Instead, the Japanese Ministry of International Trade and Industry (MITI) and other agencies of the Japanese economic high command set their sights on making vanquished Japan into the economic and technological equal, and perhaps even the superior, of the West. At the opening of the 21st century, this objective has remained the driving force of Japanese society. In the Japanese scheme of things, the economy is subordinate to the social and political objectives of society. As the distinguished Japanese economist Ryutaro Komiya has written, ever since the Meiji Restoration (1868), Japan’s overriding goals have been “making the economy self-sufficient” and “catching up with the West”. In the pre–World War II years, this ambition meant building a strong army and becoming an industrial power. Since its disastrous defeat in World War II, however, Japan has abandoned militarism and has focused on becoming a powerful industrial and technological nation, while also promoting internal social harmony among the Japanese people. There has been a concerted effort by the Japanese state to guide the evolution and functioning of their economy in order to pursue these sociopolitical objectives. These political goals have resulted in a national economic policy for Japan best characterized as neomercantilism; it involves state assistance, regulation, and protection of specific industrial sectors in order to increase their international competitiveness and attain the “commanding heights” of the global economy. Despite the imperative of competition, the Japanese frequently subordinate pursuit of economic efficiency to social equity and domestic harmony. Many aspects of the Japanese economy that puzzle foreigners are a consequence of a powerful commitment to domestic harmony; and “over-regulation” of the Japanese economy is motivated in part by a desire to protect the weak and defenseless. For example, the large redundant staffs in Japanese retail stores developed from an effort to employ many individuals who would otherwise be unemployed and discontented. This situation is also a major reason for the low level of productivity in nonmanufacturing sectors, and it accounts in part for Japan’s resistance to foreign direct investment by more efficient foreign firms. The Japanese system of lifetime employment has also been utilized as a means to promote social peace; Japanese firms, unlike their American rivals, are very reluctant to “downsize” and lay off thousands of employees. At the opening of the 21st century, however, Japan’s economic problems are causing this situation to change. Nevertheless, the commitments to political independence and social harmony are major factors in the Japanese state’s determination to maintain firm control over the economy. Ever since the 1868 Meiji Restoration, the Japanese state has assumed the central role in the economy. Following Japan’s defeat in World War II, the ruling tripartite alliance of government bureaucracies, the governing Liberal Democratic Party (LDP), and big business began to pursue vigorously the goal of catching up with the West. To this end, the elite pursued rapid industrialization through a strategy employing trade protection, export-led growth, and other policies. The Japanese people have supported this extensive interventionist role of the state and believe that the state has a legitimate and important economic function in promoting economic growth and international competitiveness. The government bureaucracy and the private sector, with the former frequently taking the lead, have consistently worked together for the collective good of Japanese society.

3. The German System of Social Market CapitalismThe German economy has some characteristics similar to the American and some to the Japanese systems of political economy, but it is quite different from both in other ways. On the one hand, Germany, like Japan, emphasizes exports and national savings and investment more than consumption. However, Germany permits the market to function with considerable freedom; indeed, most states in Western Europe are significantly less interventionist than Japan. Furthermore, except for the medium-sized business sector (Mittelstand), the nongovernmental sector of the German economy is highly oligopolistic and is dominated by alliances between major corporations and large private banks. The German system of political economy attempts to balance social concerns and market efficiency. The German state and the private sector provide a highly developed system of social welfare.  The German national system of political economy is representative of the “corporatist” or “welfare state capitalism” of continental Europe, in which capital, organized labor, and government cooperate in management of the economy. This corporatist version of capitalism is characterized by greater representation of labor and the larger society in the governance of corporate affairs than in Anglo-Saxon shareholder capitalism. Ever since Chancellor Otto von Bismarck took the first important steps toward the modern welfare state in the late 19th century, the German state has assumed a major role in providing public welfare for every citizen. This national commitment to advance the overall welfare of the German people has rested on the extraordinary efficiency of German industry. In the modern era, pairing industrial efficiency with public welfare has been made manifest in the concept of the “social market”. Germany emphasizes the values of domestic harmony and community. Worker benefits include a greatly reduced workweek, unemployment insurance, health care, and lengthy vacations. By one reckoning, the cost of benefits is equal to about 80 percent of a worker’s take-home pay. The nation’s high rate of productivity growth has enabled the German nation to provide these generous social welfare benefits, but these especially generous welfare programs have imposed a large burden on German business. The most important contribution of the German state to the economic success of their economy has been indirect. During the postwar era, the German federal government and the governments of the individual Lander (states) have created a stable and favorable environment for private enterprise. Their laws and regulations have successfully encouraged a high savings rate, rapid capital accumulation, and economic growth. Germany has a highly developed system of codified law that reduces uncertainty and creates a stable business climate; the American common law tradition guides U.S. business, and the Japanese bureaucracy relies on administrative guidance. At the core of the German system of political economy is their central bank, or Bundesbank. The Bundesbank’s crucial role in the postwar German economy has been compared to that of the German General Staff in an earlier German domination of the continent. Movement toward the European Economic and Monetary Union has further increased the powerful impact of the Bundesbank. Although the Bundesbank lacks the formal independence of the American Federal Reserve, its actual independence and pervasive influence over the German economy have rested on the belief of the German public that the Bundesbank is the “defender of the mark” (euro) and the staunch opponent of dreaded inflation. Indeed, the Bundesbank did create the stable macroeconomic environment and low interest rates that have provided vital support to the postwar competitive success of German industry. The role of the German state in the microeconomic aspects of the economy has been modest. The Germans, for example, have not had an activist industrial policy although, like other advanced industrial countries, the government has spent heavily on research and development. The German government, however, has not intervened significantly in the economy to shape its structure except in the support it has given through subsidies and protection to such dying industries as coal and shipbuilding and the state-owned businesses such as Lufthansa and the Bundespost (mail and telecommunications). The German system of corporate governance and industrial structure has noteworthy parallels to the Japanese system. As in Japan, powerful national organizations such as the Bundesverband der Deutschen Industrie and the Deutscher Industrie-und Handelstag represent the interests of business in national affairs, and labor is also well organized at the national level. IG. Metall, an organization that represents the auto and metal workers as well as other industries, can speak for German labor in a way that the American Federation of Labor/Congress of Industrial Organizations cannot for American workers. Japanese organized labor, on the other hand, is fragmented into company unions and has almost no influence on either company or national affairs. The system of codetermination at the level of the firm has made German labor a partner, albeit a junior partner, in corporate governance. German industrial organization has certain noteworthy features. One element is the prominent role played in the economy by medium-sized, privately owned firms, called the Mittelstand. Despite the international prominence given to Germany’s large corporations, such as Siemens or Daimler-Benz, the Mittelstand constitute an important reason for German economic success.

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

Almanya Ekonomisi

 

Giriş

Almanya, güncel (2021) Dünya Bankası verilerine göre dünyanın dördüncü en büyük ekonomisine sahiptir. 4 trilyonu aşan Almanya ekonomisi, ABD, Çin ve Japonya’dan sonra gelmektedir.[1] İlerleyen yıllarda devasa nüfusuyla Hindistan’ın Almanya’yı geçmesine kesin gözüyle bakılsa da, kendi boyutlarındaki (orta büyüklükte devletler) devletlerle (Birleşik Krallık/İngiltere, Fransa vs.) kıyaslandığında, Almanya, iktisadi açıdan oldukça başarılı bir örnektir. Nitekim Dünya Bankası’nın 2021 yılı verilerine göre, Almanya, kişi başına düşen gayrisafi milli hasıla oranında da yaklaşık 48.500 dolarla üst sıralarda yer almaktadır.[2] Almanya, aynı zamanda Avrupa’nın en büyük ve gelişmiş ekonomisidir.

Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin de lokomotif ülkesi olan Almanya’nın savaş sonrası iktisadi gelişimini ve günümüzdeki iktisadi yapısını anlamakta fayda vardır. Ancak önce, Almanya’nın klasik dönem ekonomisine dair yapılan bazı saptamaları vurgulamak yararlı olabilir. Daha sonra da, Almanya ekonomisini sektörel olarak ve dış ticaret boyutuyla değerlendirmek yerinde olacaktır.

Nazizm’in İktisadi Dayanağı: Güçlü Yerleşik Sınıflar, Hızlı Modernleşme ve Alman Militarizmi

Nazi döneminde yaşanan aşırılıkların nasıl olabildiğine dair araştırmalar yapan birçok önemli sosyal bilimci, 1930’larda Naziler ve Adolf Hitler’in güçlenmesine neden olan faktörleri değerlendirdiklerinde, özellikle Nazizm tarzı aşırı sağ akımların fazla güçlenemedikleri Birleşik Krallık ve Fransa örnekleriyle Almanya’yı kıyaslayarak, bazı temel saptamalarda bulunmuşlardır.

Örneğin, Marksizm’i de kullanarak sistemik ve yapısalcı analizler geliştiren Amerikalı akademisyen, araştırmacı ve siyaset sosyolojisi uzmanı Barrington Moore, Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri (Social Origins of Dictatorship and Democracy) adlı ünlü eserinde, Nazizm ve benzeri akımların yükseldiği İtalya ve Japonya gibi ülkelerde, Birleşik Krallık/İngiltere ve Fransa’dan farklı olarak, güçlü bir toprak aristokrasisinin (Almanya’da junkerler) varlığından ve demokrasiye sahip çıkabilecek burjuvazinin eksikliğinden söz eder. Tarımın ticarileşmesi ve devrimci Marksist çizgideki işçi/sendikal hareketlere karşı burjuvazi ile toprak aristokrasisinin iş birliğine yönelmemesi de demokrasileri diktatörlüklerden ayıran önemli faktörlerdendir. Bu anlamda, Karl Marks’ın da ülkesi olan Almanya’da, komünist hareketlerin aşırı gücü karşısında güçlü yerleşik sınıflar (toprak sahipleri) ile burjuvazinin iş birliği yapması ve sendikal hareketlerin belini kırmak adına faşizan yönetime destek vermeleri, belki de Nazizm ve İkinci Dünya Savaşı’na giden felaket yolunu açan en önemli faktör olmuştur.

Bir diğer önemli konu ise hızlı modernleşme/sanayileşmedir. Sanayileşme, köyden kente göç, kentleşme ve laikleşme gibi çok farklı deneyimleri barındıran ve toplumsal çelişkileri hızla artıran bir süreç olan modernleşme, yaşanan toplumsal sorunlar ortamında otoriter hatta totaliter yönetimlere desteği istikrar sağlayıcılık bağlamında artırabilir. Almanya özelinde, ekonominin askeri-sınai yapı üzerine kurulması ve “Alman militarizmi” veya “militarist modernleşme[3] adı verilen Prusya ekolü düşüncenin güvenlik bürokrasisinde ağır basması da Nazizm’in ortaya çıkması ve Hitler’in güçlenmesinde etkili olmuştur.

Alman Ordoliberalizmi

Almanya ekonomisinin geçmişine dair bir diğer önemli akım ise Ordoliberalizm’dir. Friedrich List ve planlamacı/korumacıların Almanya iktisadi düşüncesindeki geleneksel güçlerine karşın, ismini 1948 yılında Freiburg Okulu (Freiburger Schule) temsilcileri Alman ekonomistler Walter Eucken (1891-1950), Hans Großmann-Doerth (1894-1944) ve Franz Böhm’ün (1895-1977) birlikte çıkarmaya başladıkları ORDO (Jahrbuch für die Ordnung von Wirtschaft und Gesellschaft) dergisinden Ordoliberalizm, Almanya’da büyük savaş sonrasında uygulanacak ve başarılı olacak ekonomi modelinin entelektüel temellerini oluşturmuştur.

ORDO dergisi

Günümüzde de halen yayın hayatına devam eden dergi, Walter Eucken, Hans Großmann-Doerth ve Franz Böhm’ün dışında, F. Meyer, K. Paul Hansel, Wilhelm Röpke, Alexander Rüstow, Leonard Milksch ve diğer bazı Alman iktisatçıların katkıları sayesinde Ordoliberalizm adı verilen yeni bir ideolojik akımın doğmasına yol açmıştır. Almanca olarak yayın hayatına başlayan, ancak ilerleyen yıllarda İngilizce makalelerin de yayınladığı dergide, iktisat analizlerinin yanı sıra hukuk, siyaset bilimi, sosyoloji ve felsefe alanlarında da makaleler yayınlanmıştırORDO dergisi vasıtasıyla daha çok 1950’lerde popüler olan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Alman silkinişine ideolojik kaynaklık eden Ordoliberalizmin temel tezleri, aslına bakılırsa 1930’lu yıllarda henüz Nazi Almanyası dönemi yaşanırken Walter Eucken, Franz Böhm, Hans Grossmann-Doerth ve Leonhard Miksch gibi Alman akademisyenlerce oluşturulmuştur.

Ordoliberalizmin en temel farklılıklarından birisi; serbest piyasanın rekabetçi ortamının sağladığı çeşitli avantajlar kabul edilmekle birlikte, devletin düzenleyici rolü olmadan serbest piyasanın sosyolojik, ekonomik ve ahlaki bakımlardan kendi kendine işler olmadığına dikkat çekilmesidir. Ordoliberaller, piyasa ekonomisine fonksiyonel işlerlik kazandırmak için devletin düzenleyici kararlar almasını ve uygulamasını gerekli görmektedirler. Bu nedenle, Ordoliberaller, klasik liberal ve neoliberallerin tercih ettiği “serbest piyasa ekonomisi” kavramı yerine, şimdilerde Çin Halk Cumhuriyeti’nin de kullandığı “sosyal piyasa ekonomisi” kavramını kullanmayı yeğlemektedirler. Onlara göre, sosyal piyasa ekonomisinde, klasik liberalizmin sınırlı devlet düşüncesinin yerini sınırlı ve fonksiyonel devlet düşüncesi almıştır. Bu nedenle, neoliberalizmin minimize etmeye çalıştığı devlet yerine, Ordoliberaller, serbest piyasa ekonomisi ve rekabet koşullarını geliştirecek müdahaleci bir devleti savunurlar.[4] Bu doğrultuda, Ordoliberalizmin çağdaş bir yorumunu -fikri altyapısını İngiliz sosyolog Anthony Giddens’ın oluşturduğu- “third way” (üçüncü yol) politikasıyla eski İngiliz Başbakanı Tony Blair’in hayata geçirdiğini iddia edenler olmuştur. Günümüzde daha çok Keynesçilikten liberalizme doğru hareket eden sol partiler tarafından savunulan tezleri olsa da, aslına bakılırsa İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alman Hıristiyan Demokratları da (örneğin CDU Ekonomi Bakanı ve eski Başbakan Ludwig Erhard) Ordoliberalizme yakın durmuşlardır.[5] Jan-Werner Müller’e göre ise, Ordoliberallerin tarihsel misyonları, neoliberallerin 1920’lerdeki hatalarından ders alarak, serbest piyasa ekonomisine yeni bir yaşam alanı açmalarıdır.[6]

Ordoliberaller, serbest piyasa ekonomisine eleştiriler yöneltirken, devletin ekonomideki görev ve fonksiyonlarını bir ekonomik düzen politikası içerisinde belirlemeye çalışmaktadırlar. Buna göre, devlet; özel mülkiyet ve mülkiyetin kullanım kurallarını, para sistemini oluşturan kuralları, mali sistemi oluşturan kuralları, tekellerin kontrolü ve rekabete işlerlik kazandıracak kuralları ve benzeri diğer kuralları saptar. Böylece, ekonomik düzen politikası, piyasa ekonomisine fonksiyonel bir işlerlik kazandırır ve merkezi planlamaya ihtiyaç kalmaz. Ordoliberallere göre, serbest piyasa ekonomisinin kendi haline ve doğal akışına bırakılması, sağlıklı bir rekabet düzeninin oluşması için yeterli bir garanti değildir. Tam tersine, serbest piyasa düzeni içerisinde büyük sermayenin yarattığı haksız rekabet koşulları (market imperfection) oluşabilir.[7] Bu nedenle, devletin düzenleyici rolü, serbest piyasa ekonomisinin işlemesi açısından faydalıdır. Bu noktada, ekonomistler, Ordoliberalizmin Keynesçilik’ten farkını merak edebilirler. Ancak yakından incelendiğinde, Keynesçilerle Ordoliberallerin farkı; Keynes taraftarlarının devlet müdahaleciliğini üretim ve tüketim bağlamında da ele almaları, oysa Ordoliberallerin yalnızca hukuk (tekelleşme karşıtı yasalar vs.) ve vergi politikaları yoluyla piyasanın düzenlenerek serbest piyasaya daha uygun koşulların yaratılmasını tercih etmeleridir.[8] Bu nedenle, Ordoliberalizmin en önemli dayanak noktalarından birisi de, günümüzde daha çok sosyal demokrat partilerin savunduğu artan oranlı vergilendirmedir (progressive taxation).

Robert Gilpin’e Göre İkinci Dünya Savaşı Sonrası Almanya’nın Ekonomik Modeli: Sosyal Piyasa Kapitalizmi

Amerikalı ünlü siyaset bilimci Robert Gilpin, Global Political Economy: Understanding the International Economic Order adlı ünlü eserinde, Amerikan, Japon ve Alman ekonomik sistemlerini detaylı olarak inceler.[9] Gilpin’e göre, Almanya’nın ekonomik modeli için kullanılması gereken doğru tabir “sosyal piyasa kapitalizmi”dir (social market capitalism). Yazara göre, bazı yönlerden ABD ve Japon ekonomisine benzeyen Alman ekonomik modeli, bazı yönlerden ise oldukça farklıdır. Japonya’nın ekonomik modeli ile Almanya’nın önemli bir benzerliği, her iki ülkenin ekonomik sisteminde de ihracat, birikim yapma ve yatırımın tüketimden önde tutulmasıdır. Ancak Alman ekonomik modelinin Japonya’dan farkı, devlet müdahalesinin -diğer Avrupa ekonomilerine benzer şekilde- az ve piyasanın özgürlüğünün fazla olmasıdır. Bunun yanında, Almanya’da “Mittelstand” adı verilen “orta sınıf” şirketler dışında, Almanya’da iş dünyası büyük ölçüde oligopol karakteristiği gösterir. Bu anlamda, Alman iş dünyasında büyük şirketlerin ve bankaların ortaklıkları ve iştirakleri söz konusudur.

Gilpin’e göre, Alman ekonomik modelindeki bir diğer önemli husus, toplumsal ihtiyaçlar ile piyasa verimliliği arasında iyi bir dengenin gözetilmesidir. Almanya’da devlet ve özel şirketler, çalışanlarına “sosyal refah devleti” anlayışı doğrultusunda iyi haklar sunmaktadır. Sosyal piyasa kapitalizmi ve refah devleti olarak tanımlanabilecek bu modelde, hükümet ile işçi temsilcileri (sendikaları) ortak karar almakta ve kararlar dengeli çıkmaktadır. Anglo-Sakson piyasacılığına göre işçilere daha fazla hak tanıyan bu sistem, bu sayede halkın gözünde sistemin meşruiyetini ve başarısını artırdığı için, devlete ve hükümete duyulan güveni de yükseltmektedir. Almanya’da modern refah devletinin oluşturulması konusunda ilk adımları 19. yüzyılda -ünlü ve etkili- Şansölye Otto von Bismarck atmıştır. Bu zamandan beri, Almanya’da, devlet, vatandaşının refahı için hizmet sunmayı kendisine temel bir ilke olarak edinmiştir. Bu bağlamda, günümüzde de, Almanya’da ekonomik model “uyum” ve “denge” gibi kavramlar etrafında oluşturulmaktadır. Nitekim Almanya’da işçilerin görece uzun tatilleri, işsizlik ödenekleri, sosyal güvenceleri, sağlık hizmetleri garantisi ve kısaltılmış haftalık çalışma saatleri söz konusudur.

Almanya ekonomik modelinde ayırt edici bir diğer husus ise, gerek federal, gerek eyalet düzeyinde savaş sonrasında başa geçen hükümetlerin ekonomik büyüme ve birikimi teşvik eden politikaları tercih etmeleri olmuştur. Bu, Almanya’da bankacılık sisteminin gelişmesinde de pozitif rol oynamıştır. Ek olarak, Almanya’da hukuk sisteminin modern, belirsizliğe yer vermeyen ve iş yapmayı kolaylaştıran yapıda olması da ticaret ve genel olarak ekonomiyi olumlu yönde etkilemiştir. Alman ekonomik modelinin merkezinde ise Alman Merkez Bankası-Bundesbank (Deutsche Bundesbank/DBB)[10] yer almıştır. Alman Merkez Bankası, savaş döneminde Alman Genelkurmayı ne ise, savaş sonrası Almanya’da işte o derece etkin bir rol üstlenmiştir. Avrupa parasal birliğine gidiş süreci de Alman Merkez Bankası’nın etkisini Avrupa çapında artırmıştır. ABD’deki FED kadar bağımsız olmasa da kararlarında büyük ölçüde özerk olan Frankfurt merkezli olarak 1957’de kurulan Alman Merkez Bankası, AB parasal birliği sürecinde birçok görevini Avrupa Merkez Bankası’na devrettiyse de, varlığını halen güçlü bir şekilde sürdürmektedir. Avrupa Merkez Bankası kurulmadan önce Alman markı basma ve yüksek enflasyonla mücadele gibi görevler üstlenen Alman Merkez Bankası, genel olarak bu politikalarında başarılı olmuş ve Almanya’nın ekonomik toparlanmasını başarıyla icra etmiştir. Bu dönemde Alman Merkez Bankası’nın başarılı olduğu temel konular ise, makroekonomik dengeleri stabil tutması ve düşük faiz oranlarıyla ekonominin rekabetçiliğini artırmasıdır.

Bunların yanı sıra, Almanya’da ekonomik modelin başarısında devlet ve şirketlerin araştırma-geliştirme (arge) çalışmalarına büyük bütçeler ayırmasının da etkisinden söz edilebilir. Son olarak, Almanya’da büyük şirketlerin ekonomideki rolleri baskın olsa da, ekonominin belkemiği niteliğinde Mittelstand adı verilen orta ölçek şirketlerin de başarısından söz etmek yerinde olacaktır.

Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında gösterdiği başarı, aslında Japonya’nın başarısı da hesaba katıldığında, Amerika Birleşik Devletleri’nin (kısaca ABD) bir başarısı olarak da değerlendirilebilir. Zira demokrasi ve piyasa ekonomisine dayalı liberal modeliyle, ABD, savaş sonrasında kurduğu/kurdurduğu yeni devletlerin başarılı olmasını sağlamış ve bu ülkelere kapalı ekonomi yerine, dışa açık serbest piyasa modelini getirmiştir. Hatta ABD, savaşın hemen sonrasında bu ülkelere Marshall Planı doğrultusunda ekonomik yardımlar da yapmıştır.

1971-2022 döneminde Almanya’nın ekonomik büyüme grafiği[11]

Bu bilgiler ışığında, Dünya Bankası verilerine göre Almanya’nın 1971-2022 dönemindeki ekonomik büyüme oranlarına bakıldığında; Almanya ekonomisinin 52 yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 2,2 düzeyindedir. Bu, çok yüksek gözükmemekle birlikte, özellikle kriz dönemleri çıkarıldığında (2009 küresel ekonomik krizi ve 2020 COVID-19 pandemisi), istikrarlı bir ekonomiye işaret etmektedir.

Almanya Ekonomisi: Sektörler

Bu bölümde, Almanya ekonomisinin ana gövdesini oluşturan bazı sektörlerden söz etmek faydalı olacaktır. Statista.com’un verilerine göre, 2022 yılı itibariyle Almanya ekonomisinin ağırlığını yüzde 69,3 oranıyla hizmet sektörü (services) oluşturmaktadır. Bunu yüzde 23,5 ağırlıkla üretim endüstrisi (production industry) (inşaat dışında), yüzde 6 oranla inşaat sektörü (construction) ve yüzde 1,2’lik payla tarım, ormancılık ve balıkçılık (agriculture, forestry and fishery) izlemektedir. Bu anlamda, Almanya ekonomisinin ağırlığını büyük ölçüde hizmet sektörü ve kısmen de sanayi üretimi oluşturmaktadır. Sanayi üretimi oranı hizmet sektörünün yanında oldukça düşük gibi gözükse de, unutulmamalıdır ki, bu oran Fransa için yüzde 16,8, ABD için de yüzde 18,4’tür.[12] Bu anlamda, Alman sanayisi halen oldukça etkili ve güçlüdür.

Almanya ekonomisindeki sektörlerin payları (2022)[13]

Alman sanayisindeki önemli sektörlere baktığımızda ise; otomotiv, makine mühendisliği, kimya ve elektrik sektörlerinin ön plana çıktığı görülmektedir.[14] Bu sektörlerde dünya çapında başarı kazanmış ve iyi itibara sahip olan bazı Alman firmaları ise şunlardır: Volkswagen, Daimler, BMW (otomotiv endüstrisi), 118.000 çalışanıyla dünyanın en büyük şirketi durumundaki BASF (kimya endüstrisi) ve Siemens (elektrik endüstrisi).

Bir Alman otomotiv devi: Volkswagen

Almanya’da endüstrinin dış ticaret odaklı olması da dikkat çekicidir. Öyle ki, bu sektörde yapılan üretim neredeyse yarısı (yüzde 48,4) ihracatta kullanılmakta ve ancak diğer yarısı iç pazarda tüketilmektedir.[15] Almanya’da üretim endüstrisinde çalışan insan sayısı ise 7,5 milyonun üzerindedir ki bu sayı, birçok Avrupa ülkesinin toplam nüfusundan fazladır.

Almanya’nın En Önemli Dış Ticaret Ortakları

Almanya Federal İstatistik Ofisi (Destatis) verilerine göre, 2022 yılı itibariyle 1,57 trilyon avro (Euro) ihracatı olan Almanya, 1,49 trilyon avro da ithalat yapmıştır.[16] Almanya’nın ihracat, ithalat ve toplamda en fazla ticari ilişkileri olan ülkeler ise şunlardır:[17]

Bu tabloyu yorumlamak gerekirse, şu temel saptamalar yapılabilir:

  • Almanya, en büyük dış ticaret ortağı olan Çin Halk Cumhuriyeti (Çin), Norveç, Rusya Federasyonu (Rusya), İrlanda ve Hollanda gibi ülkelerle olan ticari ilişkilerinde çok fazla dış ticaret açığı vermektedir.
  • Buna karşılık, Almanya, ABD, Fransa, Birleşik Krallık, Avusturya, İsviçre, İtalya, Polonya, İspanya, İsveç ve Danimarka gibi ülkelerle dış ticaretinde ise ciddi oranda dış ticaret fazlası sağlamaktadır.
  • Almanya’nın dış ticareti büyük ölçüde Batılı ülkeler (ABD, AB üyeleri ve İsviçre) yönümlüdür. Batı dışı ülkelerden ise Çin’le ticari ilişkiler çok yoğun, Rusya ve Japonya ile olan ticari ilişkiler de yüksek düzeydedir.
  • Rusya’ya yönelik yaptırımlara karşın Almanya’nın Rusya ile ticareti halen oldukça yüksek seviyelerdedir.
  • Türkiye için oldukça önemli olan Almanya ile ticaret, Almanya için o kadar da önemli değildir. Nitekim son iki yıla kadar daima Türkiye’nin en büyük dış ticaret ortağı olan, şimdilerde de Rusya ve Çin’den sonra 3. sırada gelen Almanya’nın dış ticaret tablosunda, Türkiye, ancak 15. sırada kendisine yer bulabilmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, genelde sosyal bilimciler tarafından “ekonomik dev, siyasi cüce” olarak değerlendirilen Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu refah devletine dayalı sosyal demokrat düzenle, dünyada halen başarılı bir ekonomik model oluşturmaktadır. Bu modelin dayandığı temel dayanak noktaları ise; dış ticareti teşvik ve dışa açılma, insanlar açısından çok tüketim yerine birikime yönelme ve askeri angajmanlar yerine barışçıl bir dış politika olarak özetlenebilir. Ancak son yıllarda dünyada bazı ülkelerin barışçıl politikalar yerine çatışmacı politikalara yönelmesi neticesinde, Almanya ekonomisi de diğer tüm barışçıl güçler gibi olumsuz etkilenmektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] The World Bank, “GDP (current US$)”, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD.

[2] The World Bank, “GDP per capita (current US$)”, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD.

[3] Murat Belge (2014), Militarist Modernleşme: Almanya, Japonya ve Türkiye, İstanbul: İletişim Yayınları.

[4] Simon Wren-Lewis (2014), “Ordoliberalism, Neoliberalism And Economics”, Social Europe Journal, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://www.socialeurope.eu/ordoliberalism-neoliberalism-economics.

[5] Ulrike Guerot & Sebastian Dullien (2012), “The Long Shadow of Ordoliberalism”, European Council on Foreign Relations, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://ecfr.eu/article/commentary_the_long_shadow_of_ordoliberalism/.

[6] Jan-Werner Müller (2012), “What do Germans think about when they think about Europe?”, London Review of Books, Cilt 34, Sayı: 3, 9 Şubat 2012, ss. 18-19, Erişim Tarihi: 14.10.2014, Erişim Adresi: http://www.lrb.co.uk/v34/n03/jan-werner-muller/what-do-germans-think-about-when-they-think-about-europe.

[7] Simon Wren-Lewis (2014), “Ordoliberalism, Neoliberalism And Economics”, Social Europe Journal, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://www.socialeurope.eu/ordoliberalism-neoliberalism-economics.

[8] Ulrike Guerot & Sebastian Dullien (2012), “The Long Shadow of Ordoliberalism”, European Council on Foreign Relations, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://ecfr.eu/article/commentary_the_long_shadow_of_ordoliberalism/.

[9] Robert Gilpin (2001), The Political Economy of International Relations, Princeton University Press.

[10] Web sitesi için; https://www.bundesbank.de/en.

[11] The World Bank, “GDP growth (annual %) – Germany”, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?locations=DE.

[12] Deutschland.de (2023), “Germany as an industrialised country – the main facts”, 24.07.2023, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://www.deutschland.de/en/topic/business/germanys-industry-the-most-important-facts-and-figures.

[13] Statista.com, “Germany: Share of economic sectors in gross domestic product (GDP) in 2022”, Erişim Tarihi: 01.08.2023, https://www.statista.com/statistics/295519/germany-share-of-economic-sectors-in-gross-domestic-product/.

[14] Deutschland.de (2023), “Germany as an industrialised country – the main facts”, 24.07.2023, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://www.deutschland.de/en/topic/business/germanys-industry-the-most-important-facts-and-figures.

[15] A.g.e.

[16] Destatis.de, “Economy: Foreign Trade”, Erişim Tarihi: 01.08.2023, Erişim Adresi: https://www.destatis.de/EN/Themes/Economy/Foreign-Trade/_node.html#sprg241706.

[17] Destatis.de, “Ranking of Germany's trading partners in Foreign Trade”, Erişim Tarihi: 01.08.2022, Erişim Adresi: https://www.destatis.de/EN/Themes/Economy/Foreign-Trade/Tables/order-rank-germany-trading-partners.pdf?__blob=publicationFile.