12 Aralık 2025 Cuma

Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Japonya Siyaseti ve Türkiye-Japonya İlişkileri kitabı hakkında podcast

 

Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Japonya Siyaseti ve Türkiye-Japonya İlişkileri kitabı hakkında bir podcast yayını yayınlandı. Aşağıda bu kaydı dinleyebilirsiniz.

Prof. Dr. Ozan Örmeci Tvnet Yayınında Türkmenistan'daki Erdoğan-Putin Görüşmesini Yorumladı

 

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 12 Aralık 2025 tarihinde Tvnet kanalında yayınlanan ve Hamza Çiftçi'nin sunduğu "Haber Merkezi" programında Türkmenistan'da gerçekleşen Erdoğan-Putin görüşmesi ışığında Türk-Rus ilişkilerindeki güncel gelişmeleri yorumladı. 

11 Aralık 2025 Perşembe

UPA Yazarlarından Yeni Uluslararası Kitap Bölümü: "Russia's Positioning in Eurasia in the Context of Energy Geopolitics: Gazprom and Strategic Pipelines"

 

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarları Prof. Dr. Ozan Örmeci ile Oğuzhan Manioğlu'nun "Russia's Positioning in Eurasia in the Context of Energy Geopolitics: Gazprom and Strategic Pipelines" adlı Avrasya jeopolitiği ve Gazprom önderliğinde Rusya'nın enerji politikasını inceledikleri çalışma, İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Elnur İsmayıl'in editörlüğünü yaptığı Energy and Power Rivalries Across Eurasia adlı kitapta yayımlandı. Endeksli Amerikan yayınevi IGI Global'ın bastığı eser, 370 sayfalık kapsamlı bir bilimsel eser olarak dikkat çekiyor. Aşağıdaki linklerden bu kitaba ve çalışmaya ulaşabilirsiniz.

Energy and Power Rivalries Across Eurasia 

Kitabı satın almak için;

IGI Global


Çalışmayı okumak için;

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Konferans: "Global Power Shifts in the 21st Century Geopolitics"

 

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 11 Aralık 2025 tarihinde KKTC-Kuzey Kıbrıs'ta Lefke Avrupa Üniversitesi'nde düzenlenen özel bir konferansa konuk oldu ve "Global Power Shifts in the 21st Century Geopolitics" adlı sunumunu gerçekleştirdi. Aşağıda, bu konferanstaki sunuma ve bazı fotoğraflara ulaşabilirsiniz.

Sunum

Fotoğraflar;












10 Aralık 2025 Çarşamba

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Podcast Yayını: KKTC Gözlemleri

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 2 gün süreyle ziyaret ettiği KKTC'deki gözlemlerine dair bir podcast videosu paylaştı.

2025 ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi


Giriş

Dünyanın halen birçok konuda öncü devleti olan Amerika Birleşik Devletleri'nde, Beyaz Saray'da yaşayan ABD Başkanı ve hükümetinin koordinasyonunda hazırlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Washington'ın güncel güvenlik perspektiflerini ortaya koyan çok önemli bir belgedir. Trump yönetimince hazırlanan 2025 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, geçtiğimiz Kasım ayında yayımlanmıştır. Bu yazıda, bu belge özetlenecek ve tartışılacaktır.

Belgenin Özeti

4 bölümden oluşan belgenin ilk bölümü, ikinci Donald Trump dönemi Amerikan stratejisini özetlemektedir. Bu bölümde, önceki stratejilerde hatalar yapıldığı belirtilerek, ABD'nin önümüzdeki on yıllar boyunca dünyanın en güçlü, en zengin, en kudretli ve en başarılı ülkesi olarak kalmasını sağlamak için, ABD'nin dünyayla nasıl etkileşim kuracağı konusunda tutarlı ve odaklanmış bir stratejiye ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır. Amerikan yönetimine göre, stratejinin temel amacı daima temel ulusal çıkarların korunması olmalıdır. Bu anlamda, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından Washington tarafından tutarlı ve kapsamlı bir strateji oluşturulamamış ve daha ziyade ABD'nin küresel sisteme liderlik etmesi temelinde görüşler geliştirilmiştir. Ancak bu, yeni ABD yönetimine göre yanlış bir eğilim olup, diğer devletlerin işlerine Washington ancak kendi çıkarlarını doğrudan ilgilendiriyorsa müdahil olma ve yön verme eğiliminde olmalıdır. Bu anlamda, yeni ABD yönetimi, üzerindeki yükleri azaltmak istemektedir. Zira ABD gibi dev bir ekonominin bile tüm dünyaya yön verecek ölçüde muazzam kaynakları yoktur. Bu nedenle, ABD, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmeli ve yükü diğer müttefiklerle paylaşmalıdır. Belgeye göre, Başkan Trump, bunu fark etmiş ve ABD'yi diğer devletler gibi kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edecek Realist bir çizgiye oturtmak istemektedir.

Belgenin ikinci bölümünde, ABD'nin günümüzde stratejik olarak neleri başarmak istediği açıklanmaktadır. Ulusal Güvenlik Belgesi'ne göre, Başkan Trump yönetimi, her şeyden önce ABD'nin bağımsız ve egemen bir Cumhuriyet olarak varlığını sürdürmesini amaçlamaktadır. Bu anlamda, ABD topraklarını yabancı saldırılar ve espiyonaj faaliyetlerinden korumak, uyuşturucu kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, yıkıcı propaganda vs. gibi tehditlerden korumak Washington için öncelikli bir meseledir. Bu bağlamda yeni yönetim için en temel konulardan birisi, ülke topraklarına yasadışı girişleri önlemek ve yurt dışından ABD içerisine insan hareketliliği konusunda sınırlarda tam kontrol sağlayabilmektir. Buna ek olarak, dış tehditlere karşı daha dayanıklı güçlü bir ulusal altyapı oluşturulması şarttır. ABD Ordusu'nun güçlü ve zinde tutulması, bu doğrultuda yapılacak en önemli adımlardan birisidir. Bu doğrultuda, Altın Kubbe gibi hava savunma sistemleri ve modern nükleer caydırıcılıkla ABD'nin askeri üstünlüğünün korunması çok önemli bir başlıktır. Ek olarak, ABD ekonomisinin dünyanın en canlı ve dinamik ekonomisi olması sağlanmak istenmektedir. Bunun için dünyanın en güçlü sanayi tabanı oluşturulmalıdır. Güçlü, üretken ve yenilikçi bir enerji sektörünün de desteğiyle ABD'nin 21. yüzyılda da en güçlü devlet olmasını sağlamak adına, hasım devletlerin mülkiyet haklarına saldırıları da önlenmelidir. Ek olarak, ABD'nin artan yumuşak gücüyle gelecek için güvenli adımlar atılmalıdır. ABD'nin bu doğrultuda dünyadan beklentisi ise, Batı yarımkürenin istikrarlı kalması ve bu doğrultuda yasadışı göç faaliyetlerinin kontrol altına alınmasıdır. Keza uyuşturucu kartelleri, teröristler ve suç örgütlerine karşı sert bir mücadele verilmelidir.

Belgenin üçüncü bölümünde, bu hedefler doğrultusunda kullanılacak uygun enstrümanlar/politika setleri açıklanmaktadır. ABD, dünyanın en imrenilesi ülkesi konumunu, dünya lideri varlıkları, kaynakları ve avantajlarıyla korumakta ve bu bağlamda şu politika setleri uygulanmaktadır:

• Yönünü düzeltebilen, hâlâ çevik bir siyasi sistem;

• Hem stratejik çıkarlara yatırım yapılacak zenginlik üreten, hem de Amerikan pazarına erişmek isteyen ülkeler üzerinde kaldıraç sağlayan dünyanın en büyük ve en yenilikçi ekonomisi;

• Doların küresel rezerv para birimi statüsü de dahil olmak üzere dünyanın önde gelen finans sistemi ve sermaye piyasaları;

• Ekonomiyi destekleyen, ABD Ordusu'na niteliksel bir üstünlük sağlayan ve küresel Amerikan etkisini güçlendiren dünyanın en gelişmiş, en yenilikçi ve en kârlı teknoloji sektörü;

• Dünyanın en güçlü ve yetenekli ordusu;

• Dünyanın stratejik açıdan en önemli bölgelerindeki antlaşma müttefikleri ve ortaklarıyla geniş bir ittifak ağı;

• Bol doğal kaynaklara sahip, kıskanılacak bir coğrafyada fiziksel olarak baskın rakip güçlerin olmaması, askeri işgal riski taşımayan sınırlar ve diğer büyük güçlerin uçsuz bucaksız okyanuslarla ayrılmış olması;

• Eşsiz Amerikan "yumuşak gücü" ve kültürel etki;

• Amerikan halkının cesareti, iradesi ve vatanseverliği.

Belgenin dördüncü ve son bölümü, bu doğrultuda uygulanacak stratejilerin bileşenlerini işaret etmektedir. "İlkeler" başlıklı ilk bölümde, Başkan Trump'ın dış politikası, "pragmatist" olmadan pragmatik, "realist" olmadan gerçekçi, "idealist" olmadan ilkeli, "şahin" olmadan güçlü ve "güvercin" olmadan ölçülü olarak izah edilerek, siyasi bir ideolojiden çok Amerikan çıkarlarına dayandığı vurgulanmaktadır. Bunun Trump dilindeki formülü ise şudur: "Önce Amerika" (America First). Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, "barışın Başkanı" olarak tanımladığı Donald Trump'ın bir yıldan kısa sürede 8 farklı çatışmayı durdurmayı başardığı vurgulanmakta ve bu bağlamda Kamboçya ile Tayland, Kosova ile Sırbistan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile Ruanda, Pakistan ile Hindistan, İsrail ile İran, Mısır ile Etiyopya, Ermenistan ile Azerbaycan ve Gazze'deki Hamas-İsrail Savaşı şeklinde bu 8 çatışma sıralanmaktadır. Yeni Amerikan yönetimi, dünyanın savaşlar içerisinde yanmasına karşı çıkmakta ve bunun ABD'yi de olumsuz etkileyeceğini öngörmektedir. Bu bağlamda, Başkan Trump, bir cerrah hassasiyetiyle sorunları çözümlemeye ve çözmeye çalışmaktadır. Başkan Trump, Amerikan dış, savunma ve istihbarat politikalarının şu temel ilkeler tarafından yönlendirilmesi gerektiğini düşünmektedir:

• Ulusal Çıkarların Odaklanmış Tanımı: En azından Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, yönetimler, genellikle Amerika'nın "ulusal çıkarları" tanımını genişletmeyi amaçlayan Ulusal Güvenlik Stratejileri yayınlamıştır. Ancak her şeye odaklanmak, hiçbir şeye odaklanmamaktır. Bu nedenle, Amerika'nın temel ulusal güvenlik çıkarları odak noktaları olmalıdır.

• Güç Yoluyla Barış: Güç, en iyi caydırıcıdır. Ülkeler veya diğer aktörler, Amerikan çıkarlarını tehdit etmekten yeterince caydırılırsa bunu yapmayacaklardır.

• Müdahale Etmeme Eğilimi: Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nde, ABD'nin kurucuları, diğer ulusların işlerine müdahale etmeme konusunda açık bir tercih ortaya koymuş ve bunun temelini netleştirmiştir. Tıpkı tüm insanların Tanrı tarafından verilmiş eşit doğal haklara sahip olması gibi, tüm uluslar da "doğanın yasaları ve doğanın Tanrısı" tarafından birbirlerine göre "ayrı ve eşit bir konuma" sahiptir. Bu nedenle, haklı bir müdahalenin ne olduğunu belirlemek için yüksek bir standart belirlemelidir.

• Esnek Gerçekçilik: ABD politikası, diğer uluslarla ilişkilerinde neyin mümkün ve arzu edilebilir olduğu konusunda gerçekçi olacaktır. Dünyanın uluslarıyla iyi ilişkiler ve barışçıl ticari ilişkiler kurulması hedeflenmektedir; ancak onlara geleneklerinden ve tarihlerinden büyük ölçüde farklı demokratik veya diğer sosyal değişimler dayatılmayacaktır. Bu gerçekçi değerlendirmeye göre, hareket etmenin veya yönetim sistemleri ve toplumları ABD'den farklı olan ülkelerle iyi ilişkiler sürdürmenin hiçbir tutarsızlığı veya ikiyüzlülüğü yoktur.

• Ulusların Üstünlüğü: Dünyanın temel siyasi birimi ulus-devlettir ve öyle kalacaktır. Bütün ulusların kendi çıkarlarını ön planda tutması ve egemenliklerini koruması doğal ve adildir. Dünya, uluslar kendi çıkarlarını önceliklendirdiğinde en iyi şekilde işler. Amerika Birleşik Devletleri, kendi çıkarlarını ön planda tutacak ve diğer uluslarla ilişkilerinde onları da kendi çıkarlarını önceliklendirmeye teşvik edecektir.

• Egemenlik ve Saygı: Amerika Birleşik Devletleri, kendi egemenliğini tereddütsüz olarak koruyacaktır. Bu, ulus-ötesi ve uluslararası örgütler tarafından aşınmanın önlenmesini, yabancı güçlerin veya kuruluşların Amerikan söylemlerini sansürleme veya vatandaşlarının ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerinin engellenmesini, Amerikan politikalarını yönlendirmeyi veya ABD'yi yabancı çatışmalara dahil etmeyi amaçlayan lobi ve etki operasyonlarını durdurmayı da kapsar.

Bu doğrultuda öncelikler ise şöyle belirlenmiştir:

• Kitlesel Göç Çağının Sona Erdirilmesi: Bir ülkenin sınırlarına kimi kabul ettiği kaçınılmaz olarak o ülkenin geleceğini belirleyecektir. Kendini egemen sayan her ülkenin geleceğini belirleme hakkı ve görevi vardır. Tarih boyunca egemen uluslar kontrolsüz göçü yasaklamış ve vatandaşlığı nadiren yabancılara vermiş, ayrıca bu yabancıların da zorlu kriterleri karşılamaları gerekmiştir. Batı'nın son on yıllardaki deneyimi bu kalıcı bilgeliği doğrulamaktadır. Dünya genelindeki ülkelerde kitlesel göç, iç kaynakları zorlamış, şiddeti ve diğer suçları arttırmış, sosyal uyumu zayıflatmış, işgücü piyasalarını bozmuş ve ulusal güvenliği baltalamıştır. Bu nedenle, kitlesel göç çağı sona ermelidir. Sınır güvenliği, ulusal güvenliğin temel unsurudur. Bu, ABD'nin egemen bir cumhuriyet olarak hayatta kalması için temeldir.

• Temel Hak ve Özgürlüklerin Korunması: Amerikan hükümetinin amacı, Amerikan vatandaşlarının Tanrı tarafından verilmiş doğal haklarını güvence altına almaktır. Bu amaçla, Amerikan hükümetinin kurumlarına geniş yetkiler verilmiştir. Bu yetkiler, "radikalleşmeyi önleme", "demokrasiyi koruma" veya başka herhangi bir bahane altında asla kötüye kullanılmamalıdır. Bu yetkiler kötüye kullanıldığında, kötüye kullananlar hesap vermelidir. Özellikle, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve ortak hükümeti seçme ve yönlendirme hakkı, asla ihlal edilmemesi gereken temel haklardır. Bu ilkeleri paylaşan veya paylaştığını söyleyen ülkelerle ilgili olarak, ABD, bu ilkelerin harfiyen ve ruhen korunmasını güçlü bir şekilde savunacaktır. Avrupa'da, İngilizce konuşulan ülkelerde ve demokratik dünyanın geri kalanında, özellikle müttefikler arasında, elitler tarafından yönlendirilen demokrasi karşıtı uygulamalara karşı çıkılacaktır.

• Yük Paylaşımı ve Yük Aktarımı: ABD'nin tüm dünya düzenini Atlas gibi desteklediği günler sona ermiştir. Birçok müttefik ve ortak arasında, bölgeleri için birincil sorumluluğu üstlenmesi ve kolektif savunmaya çok daha fazla katkıda bulunması gereken düzinelerce zengin ve gelişmiş ülke bulunmaktadır. Başkan Trump, NATO ülkelerinin GSYİH'lerinin yüzde 5'ini savunmaya harcamasını taahhüt eden Lahey Taahhüdü ile yeni bir küresel standart belirlemiş ve NATO müttefikleri de bunu onaylamıştır. Üye devletler, şimdi bunu yerine getirmek zorundadırlar. Başkan Trump, güvenlik ve tüm diğer konularda sorumluluk paylaşımını talep etmektedir. Bu yaklaşım, yüklerin paylaşılmasını ve tüm bu çabaların daha geniş bir meşruiyetten yararlanmasını sağlamaktadır. Model, teşvikleri uyumlu hale getirmek, benzer düşünen müttefiklerle yükleri paylaşmak ve uzun vadeli istikrarı temel alan reformlarda ısrar etmek için ekonomik araçları kullanan hedefli ortaklıklar olacaktır. Bu stratejik netlik, ABD'nin düşmanca ve yıkıcı etkilere etkili bir şekilde karşı koymasına olanak tanırken, geçmişteki çabaları baltalayan aşırı yayılma ve dağınık odaklanmadan kaçınmasını sağlayacaktır. Ayrıca, ABD, ticari konularda daha elverişli muamele, teknoloji paylaşımı ve savunma tedariki yoluyla, komşuluklarındaki güvenlik için daha fazla sorumluluk üstlenmeye ve ihracat kontrollerini bizimkilerle uyumlu hale getirmeye istekli olan ülkelere yardım etmeye hazır olacaktır.

• Barış Yoluyla Yeniden Uyum: Başkan Trump'ın yönlendirmesiyle, acil temel çıkarlar dışında kalan bölgelerde ve ülkelerde bile barış antlaşmaları aramak, istikrarı arttırmanın, Amerika'nın küresel etkisini güçlendirmenin, ülkeleri ve bölgeleri çıkarlar doğrultusunda yeniden hizalamanın ve yeni pazarlar açmanın etkili bir yoludur.

• Ekonomik Güvenlik: Son olarak, ekonomik güvenlik ulusal güvenliğin temeli olduğundan, Amerikan ekonomisini daha da güçlendirmek için çalışılacaktır. Bu doğrultuda, özellikle şu konulara odaklanılacaktır: Dengeli Ticaret, Kritik Tedarik Zincirlerine ve Malzemelere Erişimin Güvence Altına AlınmasıYeniden EndüstrileşmeSavunma Sanayiinin CanlandırılmasıEnerji Hâkimiyeti, Amerika'nın Finans Sektöründeki Hakimiyetini Koruma ve Geliştirme.

Bu bağlamda, dördüncü bölümün üçüncü ve son kısmında ise kritik bölgeler belirlenmiştir:

A. Batı Yarımküre: Monroe Doktrini'ne Trump Eki

Yıllarca süren ihmalin ardından, ABD, Batı yarımküredeki Amerikan üstünlüğünü yeniden tesis etmek ve bölgedeki kilit coğrafyalara erişimi korumak için Monroe Doktrini'ni yeniden savunacak ve uygulayacaktır. Yarımküre dışı rakiplerin, Batı yarımkürede güç veya diğer tehdit edici yetenekler konuşlandırma veya stratejik olarak hayati öneme sahip varlıklara sahip olma veya bunları kontrol etme yeteneği kabul edilmeyecektir. Monroe Doktrini'ne bu “Trump Eki”, Amerikan güvenlik çıkarlarıyla tutarlı, sağduyulu ve güçlü bir Amerikan gücü ve önceliklerinin yeniden tesis edilmesidir. ABD, Batı Yarımküredeki askeri varlığını yeniden gözden geçirererek 4 konuya odaklanacaktır:

• Küresel askeri varlığın, özellikle bu stratejide belirlenen görevler olmak üzere, yarımküredeki acil tehditleri ele almak ve son on yıllarda veya yıllarda Amerikan ulusal güvenliğine göre önemi azalan bölgelerden uzaklaşmak üzere yeniden düzenlenmesi;

• Deniz yollarını kontrol etmek, yasadışı ve diğer istenmeyen göçü engellemek, insan ve uyuşturucu kaçakçılığını azaltmak ve kriz anında önemli geçiş yollarını kontrol etmek için daha uygun bir Sahil Güvenlik ve Donanma varlığı;

• Sınırı güvence altına almak ve kartelleri yenmek için hedefli konuşlandırmalar, gerektiğinde son birkaç on yıldaki başarısız kolluk kuvvetleri stratejisinin yerini alacak şekilde ölümcül güç kullanımı da dahil strateji;

• Stratejik olarak önemli yerlerde erişimin kurulması veya genişletilmesi.

B. Asya: Ekonomik Geleceği Kazanın, Askeri Çatışmayı Önleyin

Başkan Trump, 30 yılı aşkın süredir devam eden hatalı Amerikan varsayımlarını tek başına tersine çevirmiş ve Çin hakkında, yani Amerikan pazarlarını Çin'e açarak Amerikan işletmelerini Çin'e yatırım yapmaya teşvik ederek ve üretimi Çin'e dış kaynak olarak vererek, Çin'in sözde "kurallara dayalı uluslararası düzene" girmesini kolaylaştıracağı varsayımını değiştirmiştir. Zira diğer türlü politikalarla Çin zenginleşmiş ve güçlenmiş ve zenginliğini ve gücünü önemli ölçüde kendi avantajına kullanmıştır. Amerikan elitleri—her iki siyasi partinin dört ardışık yönetimi boyunca—Çin'in stratejisinin ya gönüllü destekleyicileri ya da inkârı halinde olmuşlardır. Hint-Pasifik bölgesi, günümüzde, satın alma gücü paritesi (PPP) bazında dünyanın GSYİH'sının neredeyse yarısı ve nominal GSYİH bazında üçte birinin kaynağıdır. Bu payın 21. yüzyıl boyunca artacağı kesindir. Bu da, Hint-Pasifik'in halihazırda ve gelecek yüzyılın en önemli ekonomik ve jeopolitik mücadele alanlarından biri olmaya devam edeceği anlamına gelmektedir. Oysa ABD'de başarılı olmak için orada da başarılı bir şekilde rekabet edilmelidir. Başkan Trump, Ekim 2025 seyahatleri sırasında, ticaret, kültür, teknoloji ve savunma alanlarındaki ABD'nin bölgedeki güçlü bağlarını daha da derinleştiren ve özgür ve açık bir Hint-Pasifik'e olan bağlılıklarını yeniden teyit eden önemli anlaşmalar imzalamıştır.

Bunu başarmak için birkaç şey şarttır.

Birincisi, ABD, ekonomisini ve halkını herhangi bir ülke veya kaynaktan gelebilecek zararlardan korumalı ve savunmalıdır. Bu, (diğer şeylerin yanı sıra) şunlara son vermek anlamına gelir:

• Yırtıcı, devlet yönlendirmeli sübvansiyonlar ve endüstriyel stratejiler;

• Adil olmayan ticaret uygulamaları;

• İş kaybı ve sanayisizleşme;

• Büyük ölçekli fikri mülkiyet hırsızlığı ve endüstriyel casusluk;

• ABD'nin kritik kaynaklara erişimini riske atan tedarik zincirlerine yönelik tehditler;

• Amerika'nın opioid salgınını körükleyen fentanil öncüllerinin ihracatı;

• Propaganda, etki operasyonları ve diğer kültürel yıkıcılık biçimleri.

İkinci olarak, ABD, kendi 30 trilyon dolarlık ulusal ekonomisine 35 trilyon dolarlık ek ekonomik güç katan (dünya ekonomisinin yarısından fazlasını oluşturan) müttefik ve ortaklarla birlikte, yırtıcı ekonomik uygulamalara karşı koymak ve dünya ekonomisindeki öncü konumlarını korumak ve müttefik ekonomilerin herhangi bir rakip güce bağımlı hale gelmemesini sağlamak için çalışmalıdır. Yeni Delhi'yi, Avustralya, Japonya ve ABD ile devam eden dörtlü işbirliği (QUAD) de dahil olmak üzere, Hint-Pasifik güvenliğine katkıda bulunmaya teşvik etmek için Hindistan ile ticari (ve diğer) ilişkiler geliştirilmeye devam edilecektir. Dahası, müttefiklerin ve ortakların eylemlerini, herhangi bir rakip ülkenin egemenliğini önleme konusundaki ortak çıkarlarla uyumlu hale getirmek için de çalışılacaktır.

Uzun vadede, Amerikan ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü korumak, büyük ölçekli bir askeri çatışmayı caydırmanın ve önlemenin en kesin yoludur. Olumlu bir konvansiyonel askeri denge, stratejik rekabetin temel bir bileşeni olmaya devam etmektedir. Tayvan'a haklı olarak büyük bir ilgi gösterilmektedir; bunun nedeni kısmen Tayvan'ın yarı iletken üretimindeki hâkimiyetidir, ancak çoğunlukla Tayvan'ın İkinci Ada Zinciri'ne doğrudan erişim sağlaması ve Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya'yı iki ayrı bölgeye ayırmasıdır. Küresel deniz taşımacılığının üçte birinin her yıl Güney Çin Denizi'nden geçtiği göz önüne alındığında, bunun ABD ekonomisi için büyük sonuçları vardır. Bu nedenle, Tayvan üzerindeki bir çatışmayı caydırmak, ideal olarak askeri üstünlüğü koruyarak, öncelikli bir konudur. İlgili bir güvenlik sorunu da herhangi bir rakibin Güney Çin Denizi'ni kontrol etme potansiyelidir. Bu, potansiyel olarak düşman bir gücün dünyanın en hayati ticaret yollarından birine geçiş ücreti sistemi dayatmasına veya daha da kötüsü, istediği zaman kapatıp yeniden açmasına olanak tanıyabilir. Bu iki sonuçtan herhangi biri ABD ekonomisine ve daha geniş ABD çıkarlarına zarar verecektir. Bu yolları açık tutmak, "geçiş ücreti"nden arındırmak ve bir ülke tarafından keyfi olarak kapatılmamasını sağlamak için gerekli caydırıcılıkla birlikte güçlü önlemler geliştirilmelidir. Bu, sadece askeri -özellikle deniz- yeteneklere daha fazla yatırım yapılmasını değil, aynı zamanda bu sorun ele alınmazsa Hindistan'dan Japonya'ya ve ötesine kadar zarar görecek her ulusla güçlü bir iş birliğini de gerektirecektir. Başkan Trump'ın Japonya ve Güney Kore'den artan yük paylaşımı konusundaki ısrarı göz önüne alındığında, bu ülkeleri, düşmanları caydırmak ve Birinci Ada Zinciri'ni korumak için gerekli olan yeni yetenekler de dahil olmak üzere yeteneklere odaklanarak savunma harcamalarını arttırmaya teşvik etmek önemli bir önceliktir. Ayrıca, Tayvan ve Avustralya ile ilişkilerde savunma harcamalarının arttırılması konusundaki kararlı söylem sürdürülürken, Batı Pasifik'teki askeri varlık da güçlendirilecektir.

C. Avrupa'nın Büyüklüğünü Teşvik Etmek

Amerikalı yetkililer, Avrupa sorunlarını yetersiz askeri harcamalar ve ekonomik durgunluk açısından düşünmeye alışmış durumdadır. Bunda bir doğruluk payı vardır; ancak Avrupa'nın gerçek sorunları daha da derindir.  Kıta Avrupası, küresel GSYİH'deki payını kaybetmektedir; 1990'da yüzde 25 olan pay, bugün yüzde 14'e düşmüştür. Bu düşüşün bir kısmı, yaratıcılığı ve çalışkanlığı baltalayan ulusal ve uluslararası düzenlemelerden kaynaklanmaktadır. Ancak bu ekonomik gerileme, medeniyetin yok oluşunun gerçek ve daha çarpıcı olasılığıyla gölgede kalmaktadır. Avrupa'nın karşı karşıya olduğu daha büyük sorunlar arasında, siyasi özgürlüğü ve egemenliği baltalayan Avrupa Birliği (AB) ve diğer uluslararası kuruluşların faaliyetleri, kıtayı dönüştüren ve çatışma yaratan göç politikaları, ifade özgürlüğünün sansürlenmesi ve siyasi muhalefetin bastırılması, düşen doğum oranları ve ulusal kimliklerin ve özgüvenin kaybı yer almaktadır. Mevcut eğilimler devam ederse, kıta 20 yıl veya daha kısa sürede tanınmaz hale gelecektir. Bu bağlamda, bazı Avrupa ülkelerinin güvenilir müttefik olarak kalabilmek için yeterince güçlü ekonomilere ve ordulara sahip olup olmayacağı bile hiç de açık değildir. Bu ülkelerin çoğu şu anda mevcut yollarında ilerlemeye devam etmektedir. ABD, Avrupa'nın Avrupa olarak kalmasını, medeniyetsel özgüvenini yeniden kazanmasını ve düzenleyici boğmaya yönelik başarısız odağını terk etmesini istemektedir. Bu özgüven eksikliği, Avrupa'nın Rusya ile ilişkilerinde en belirgin şekilde görülmektedir. Avrupa müttefikleri, nükleer silahlar hariç neredeyse her ölçüde Rusya'ya karşı önemli bir sert güç avantajına sahip. Rusya'nın Ukrayna'daki savaşı sonucunda Avrupa'nın Rusya ile ilişkileri şu anda oldukça zayıflamış durumdadır. Birçok Avrupalı devlet, ​​Rusya'yı varoluşsal bir tehdit olarak görmektedir. Avrupa'nın Rusya ile ilişkilerini yönetmek, hem Avrasya kara kütlesi genelinde stratejik istikrar koşullarını yeniden tesis etmek, hem de Rusya ile Avrupa devletleri arasındaki çatışma riskini azaltmak için önemli bir ABD diplomatik müdahalesini gerektirecektir. Avrupa ekonomilerini istikrara kavuşturmak, savaşın istenmeyen tırmanışını veya genişlemesini önlemek ve Rusya ile stratejik istikrarı yeniden tesis etmek ve Ukrayna'nın çatışmalar sonrası yeniden inşasını mümkün kılarak varlığını sürdürebilir bir devlet olarak sürdürmesini sağlamak amacıyla, Ukrayna'daki düşmanlıkların hızla sona erdirilmesi için müzakere etmek ABD'nin temel çıkarlarından birisidir.

Avrupa'ya yönelik geniş kapsamlı politika şu öncelikleri içermelidir:

• Avrupa içinde istikrar koşullarını ve Rusya ile stratejik istikrarı yeniden tesis etmek;

• Avrupa'nın kendi ayakları üzerinde durmasını ve herhangi bir düşman gücün egemenliğine girmeden, kendi savunmasının birincil sorumluluğunu üstlenerek, uyumlu egemen uluslardan oluşan bir grup olarak faaliyet göstermesini sağlamak;

• Avrupa ülkeleri içinde Avrupa'nın mevcut gidişatına karşı direniş geliştirmek;

• Avrupa pazarlarını ABD mal ve hizmetlerine açmak ve ABD işçilerine ve işletmelerine adil muamele edilmesini sağlamak;

• Ticari bağlar, silah satışları, siyasi iş birliği ve kültürel ve eğitimsel değişimler yoluyla Orta, Doğu ve Güney Avrupa'nın sağlıklı uluslarını inşa etmek;

• NATO'nun sürekli genişleyen bir ittifak olduğu algısına son vermek ve bu gerçekliği engellemek;

• Avrupa'yı merkantilist aşırı kapasite, teknolojik hırsızlık, siber casusluk ve diğer düşmanca ekonomik uygulamalarla mücadele etmek için harekete geçmeye teşvik etmek.

D. Ortadoğu: Yükleri Değiştirin, Barışı İnşa Edin

En azından yarım yüzyıldır, Amerikan dış politikası Ortadoğu'yu diğer tüm bölgelerden daha öncelikli hale getirdi. Bunun nedenleri açıktır: Ortadoğu, onlarca yıldır dünyanın en önemli enerji tedarikçisiydi, süper güçlerin rekabetinin başlıca alanıydı ve daha geniş bir dünyaya, hatta ABD kıyılarına yayılma tehdidinde bulunan çatışmalarla doluydu. Bugün, bu dinamiklerden en az ikisi artık geçerli değil. Enerji kaynakları büyük ölçüde çeşitlendi ve ABD bir kez daha net enerji ihracatçısı oldu. Süper güç rekabeti yerini büyük güç çekişmelerine bıraktı ve bu çekişmelerde, ABD, Başkan Trump'ın Körfez'deki Arap ortakları ve İsrail ile ittifakları başarılı bir şekilde yeniden canlandırmasıyla daha da güçlenen kıskanılacak konumu koruyor. Çatışma, Ortadoğu'nun en sorunlu dinamiği olmaya devam ediyor; ancak bugün bu sorun, manşetlerin inandırabileceğinden daha az şey ifade ediyor. Bölgenin başlıca istikrarsızlaştırıcı gücü olan İran İslam Cumhuriyeti, 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail'in eylemleri ve Başkan Trump'ın Haziran 2025'teki Gece Yarısı Çekiç Operasyonu ile büyük ölçüde zayıfladı; bu operasyon, İran'ın nükleer programını önemli ölçüde zayıflattı. İsrail-Filistin çatışması hâlâ çetrefilli olsa da, Başkan Trump'ın müzakere ettiği ateşkes ve rehinelerin serbest bırakılması sayesinde daha kalıcı bir barışa doğru ilerleme kaydedildi. Hamas'ın başlıca destekçileri zayıflatıldı veya geri çekildi. Suriye potansiyel bir sorun olmaya devam ediyor, ancak Amerikan, Arap, İsrail ve Türk desteğiyle istikrara kavuşabilir ve bölgede bütünleyici, olumlu bir oyuncu olarak hak ettiği yeri yeniden alabilir. Ancak Ortadoğu'nun hem uzun vadeli planlamada, hem de günlük uygulamada Amerikan dış politikasına hâkim olduğu günler şükürler olsun ki geride kaldı; Ortadoğu artık önemli olmadığı için değil, bir zamanlar olduğu gibi sürekli bir rahatsızlık kaynağı ve yakın bir felaketin potansiyel kaynağı olmadığı için dış politikaya hâkim değil. Daha ziyade, bir ortaklık, dostluk ve yatırım alanı olarak ortaya çıkıyor; bu, memnuniyetle karşılanması ve teşvik edilmesi gereken bir eğilim. Nitekim Başkan Trump'ın Arap dünyasını barış ve normalleşme arayışıyla Şarm el-Şeyh'te birleştirme becerisi, ABD'nin nihayet Amerikan çıkarlarına öncelik vermesini sağlayacaktır.

E. Afrika

Amerika'nın Afrika politikası, çok uzun bir süredir liberal ideolojiyi yaymaya ve yaymaya odaklandı. ABD, çatışmaları hafifletmek, karşılıklı yarar sağlayan ticaret ilişkilerini geliştirmek ve dış yardım paradigmasından, Afrika'nın bol doğal kaynaklarını ve gizli ekonomik potansiyelini kullanabilecek bir yatırım ve büyüme paradigmasına geçiş yapmak için belirli ülkelerle ortaklık kurmaya çalışmalıdır. Katılım fırsatları arasında, devam eden çatışmalara (örneğin, Kongo Demokratik Cumhuriyeti-Ruanda, Sudan) yönelik çözümlerin müzakere edilmesi ve yenilerinin önlenmesi (örneğin, Etiyopya-Eritre-Somali) ve yardım ve yatırıma yaklaşımı değiştirmeye yönelik adımlar (örneğin, Afrika Büyüme ve Fırsat Yasası) yer alabilir. Ayrıca, uzun vadeli herhangi bir Amerikan varlığı veya taahhüdünden kaçınırken, Afrika'nın bazı bölgelerinde yeniden canlanan İslamcı terörist faaliyetlere karşı dikkatli olunmalıdır. ABD, Afrika ile yardım odaklı bir ilişkiden, pazarlarını ABD mal ve hizmetlerine açmaya kararlı, yetenekli ve güvenilir devletlerle ortaklıkları destekleyen ticaret ve yatırım odaklı bir ilişkiye geçmelidir. ABD'nin Afrika'ya yatırım yapabileceği ve iyi bir yatırım getirisi beklentisi olan alanlar arasında enerji sektörü ve kritik mineral geliştirme yer almaktadır. ABD destekli nükleer enerji, sıvılaştırılmış petrol gazı ve sıvılaştırılmış doğal gaz teknolojilerinin geliştirilmesi, ABD işletmeleri için kâr sağlayabilir ve kritik mineraller ve diğer kaynaklar için rekabette Amerikalılara yardımcı olabilir.

Belgenin Analizi

Belge, ABD'nin Donald Trump döneminde gözlemlenen ve Realizm esintili yeni doktrinini somutlaştıran bir metindir. Belgede, çok net olarak dış politikaya artık tamamen ulusal çıkarlar temelinde yaklaşılacağı ve müttefiklerden daha fazla sorumluluk almalarının talep edileceği belirtilmektedir. Bu bağlamda öne çıkan bazı hususlar şunlardır:

  • Belgede tam 21 defa geçen Çin, ABD'nin başlıca stratejik rakibi olarak görülmektedir. Çin konusunda, ekonomik ilişkileri ulusal çıkarlara göre reorganize etmek ve azaltmak ve Güney Çin Denizi'nde olası bir Çin hâkimiyetini QUAD gibi girişimlerle durdurmak hedeflendiği belirtilmiştir.
  • Belgede, Avrupa bağlamında, sağ popülist çizgideki ırkçı-aşırıcı hareketlere destek verileceği ve Avrupa Birliği'nin dost değil, hasım ve anti-demokratik bir yapı olarak görüldüğü belirtilmiştir. Bu bağlamda, Avrupa'nın medeniyetini kaybetmekte olduğu ve bu nedenle daha sert ve milliyetçi politikalara yönelmesi gerektiği ifade edilmektedir.
  • 2025 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde, Rusya da dost kategorisinde değerlendirilmese de, bu ülkeyle ilişkilerde Avrupa ülkelerinin Moskova'yı varoluşsal tehdit olarak algılayan bakış açılarının değiştirilerek sorunun çözülmesi ve Ukrayna Savaşı'na diplomasi yoluyla son verilmesi gibi fikirler öne çıkmaktadır.
  • Raporda, İran, istikrarsızlaştırıcı bir güç olarak hasım sınıfında değerlendirilmektedir.
  • Belge, Monroe Doktrini'nin yeniden canlandırılmasını ve Orta ve Güney Amerika'da ABD kontrolünün sağlanmasını öngörmektedir. 
  • Raporda, savunma harcamalarının arttırılması, Amerikan gücünün maksimize edilmesi ve ABD'yi doğrudan ilgilendirmeyen konulara kaynak ayrılmaması gibi içe kapanmacı eğilimler de fark edilmekte ve önceki dönem müdahaleci ABD dış politikasından farklılaşıldığı anlaşılmaktadır.
  • Rapor, ABD'nin demokrasi ve ideallerden ziyade çıkarlar odaklı hareket edeceğini net şekilde ortaya koymaktadır. 

Sonuç olarak, 2025 ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Trump yönetiminin popülist karakterli halkçı yönünü belirginleştiren, askeri güce dayalı sertlik politikalarını teşvik eden, AB'nin liberal eğilimlerini zararlı gören ve Çin'i ABD makro siyasetinde temel rakip olarak işaret eden önemli bir dokümandır. Monroe Doktrini vurgusu ise, ABD'nin yaklaşan Venezuela askeri hareketliliği politikasına dair önemli bir sinyal olarak değerlendirilebilir. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Kitap Bölümü: "Different Intellectual Reactions to the Rise of China"

 

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci’nin yazdığı "Different Intellectual Reactions to the Rise of China" adlı kitap bölümü, Nobel Akademik Yayıncılık tarafından yayınlanan ve Prof. Dr. Hasret Çomak, Doç. Dr. Burak Şakir Şeker, Dr. Mesut Özel ve Dr. Murat Koray editörlüğünde hazırlanan Asya Jeopolitiği (Asian Geopolitics) adlı kitapta yayımlandı. Kitap hakkındaki bilgilere ve bahsi geçen bölüme aşağıdaki linklerden erişebilirsiniz.

Asya Jeopolitiği (Asian Geopolitics)

Kitap tanıtımı: Asya; tarih boyunca imparatorlukların doğduğu, ticaret yollarının kesiştiği ve fikirlerin kıtalar ötesine yayıldığı bir güç sahnesi olmuştur. Asya Jeopolitiği; bu zengin mirası günümüzün karmaşık uluslararası ilişkiler ağıyla buluşturarak kıtanın stratejik önemini derinlemesine inceleyen, kıtanın uluslararası sistemdeki yükselen rolünü, güç rekabetinin ve stratejik ittifakların evrimi üzerinden ele alan analitik bir derleme eserdir. Büyük güç rekabetinin mekânsal dinamiklerinden bölgesel güvenlik mimarilerine, deniz yollarının hukuki statüsünden enerji ve ticaret koridorlarının güvenliğine, ekonomik entegrasyon süreçlerinden teknolojik inovasyonların jeopolitik yansımalarına kadar uzanan geniş bir konu yelpazesini disiplinler arası bir yaklaşımla ele alarak hem tarihsel hem güncel jeopolitik süreçleri, bütüncül bir çerçevede değerlendirmektedir. Eser, Asya'nın küresel güç dengelerini şekillendirmedeki rolünü anlamak ve geleceğe yönelik stratejik öngörüler geliştirmek isteyen akademisyenler ve araştırmacılar ile hem bölgesel hem küresel aktörlerin stratejik davranış kalıplarını değerlendirmek isteyen karar alıcılar için vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır.

Kitap satış linkleri;

Nobel Akademik Yayıncılık

Kitap Yurdu


Prof. Dr. Ozan Örmeci imzalı bölümü okumak için;

8 Aralık 2025 Pazartesi

Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın 2025 Doha Forumu Konuşması

 

Giriş

2003 yılından beri Katar'ın başkenti Doha'da düzenlenen Doha Forumu (Doha Forum), güncel uluslararası meselelerin üst düzey konuklarca değerlendirildiği önemli bir diplomatik etkinlik olarak sivrilmiştir. Etkinliğin 2025 yılı organizasyonu da önemli devlet adamları ve konuşmacıların yer aldığı seçkin bir platform olarak kıymetlendirilmiştir. Bu etkinlikte Türkiye adına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan yer almıştır. Bu yazıda, Fidan'ın etkinlikte yaptığı konuşma özetlenerek değerlendirilecektir.

Doha Forumu logosu

Hakan Fidan'ın Doha Konuşması

Ünlü İngiliz The Guardian gazetesi editörü Patrick Wintour'un moderatörlüğünü yaptığı oturumda konuşan Hakan Fidan, özellikle Suriye konusuna odaklanmakta ve Türkiye'nin uzun bir sınıra sahip olduğu komşusu Suriye'de yaşananların Türkiye'yi doğrudan etkilediğini belirterek, bu konuyla ilgilenmelerinin doğal olduğunu vurgulamaktadır. Suriye iç savaşının güvenlik riskleri ve mülteci (sığınmacı) krizi nedeniyle Türkiye'ye yoğun etkilerinin olduğunu belirten Türkiye Dışişleri Bakanı, kendileri açısından en önemli meselenin ise zalim Esad rejiminin sivil halka yönelik politikaları nedeniyle Suriye'de yaşanan büyük insanlık trajedisi olduğunu söylemektedir. Beşar Esad'ın Rusya ve İran tarafından da desteklendiğini hatırlatan Fidan, Batı dünyasının Suriye muhalefetine desteğini çektikleri ve desteklerini PKK/SDG'ye kaydırdıkları dönemde kendilerinin Katar ile birlikte bu konuda yalnız kaldıklarını ama buna rağmen ilkesel duruşlarını koruduklarını ifade etmektedir.

Daha sonra en önemli konulardan olan Suriye Kürtlerinin ve PKK'nın Suriye uzantısı SDG'nin durumu hakkında değerlendirme yapmaya başlayan Fidan, kendilerinin SDG'den ne istedikleri konusunda gayet istikrarlı ve açık olduklarının altını çizerek, Ahmed Şara liderliğindeki Suriye merkezi hükümetinin de son bir yıldır bu konuda daha net bir duruş ortaya koyduğunu anımsatmaktadır. Egemen bir devlet olan Suriye'nin merkezi hükümeti ile SDG'nin kendi aralarındaki anlaşmaya karışmayacaklarını belirten Fidan, Ankara açısından önemli ve konuya müdahil olmalarını gerektiren hususun ise SDG içerisindeki geçmişte Türkiye'ye karşı silah doğrultmuş PKK'lılar olduğunu açıklamaktadır. Bu anlamda Türkiye'nin SDG'den Suriyeli olmayan PKK'lıları talep ettiğini ifade eden Türk Bakan, aynı şekilde Suriyeli olmayan Iraklı ve İranlı unsurların da Suriye'den ayrılmaları gerektiğini sözlerine eklemektedir. Sürecin zor olduğunu da kabul eden Fidan, yeni bir ordu oluşturulurken 50-60 binlik eli silahlı kişiyi tasfiye etmenin kolay olmayacağını bildiklerini ama SDG'nin sembolik adımların ötesinde işler yaparak, Suriye merkezi hükümetine ve Türkiye'ye güvenlik garantileri sağlaması gerektiğini vurgulamaktadır. Soru üzerine, Türkiye Cumhuriyeti'ne "Terörsüz Türkiye" sürecinde destek veren PKK lideri Abdullah Öcalan'ın bu süreçte önemli bir rol oynayabileceğini de kaydeden Hakan Fidan, MİT Başkanı olarak görev yaptığı dönemde Öcalan ve PKK liderliği ve barış görüşmeleri yaptıklarını ve bu konuda büyük mesafe kaydettiklerini hatırlatarak, daha sonra ise Suriye'deki gelişmelerden cesaret alan PKK'nın süreçten çekildiğini söylemektedir. Bu süreçte Öcalan'ın çok etkili olamadığını da belirten Fidan, önümüzdeki dönemde ise Öcalan'ın nasıl davranacağını bilmediğini sözlerine eklemektedir.

Soru üzerine, Gazze'deki ABD Başkanı Donald Trump öncülüğünde geliştirilen barış süreci ve Gazze Uluslararası İstikrar Gücü konusuna da değinen Hakan Fidan, bir aşamada Başkan Trump'ın İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'yu arayarak askerlerini geri çekmesini isteyebileceğini, çünkü ABD sürece müdahil olmazsa barış planının İsrail nedeniyle çökebileceğini vurgulamaktadır. ABD'nin kendisinin sponsor olduğu böyle önemli bir barış planına sahip çıkması gerektiğini de kaydeden Fidan, ABD Başkanı'nın sürece müdahil olacağını düşündüğünü de sözlerine eklemektedir. Türkiye'nin Gazze Uluslararası İstikrar Gücü'ne aktif şekilde katılım istediğini ama Başbakan Netanyahu'nun buna karşı çıktığını da söyleyen Türk Bakan, Türkiye'nin bu askeri güce katılımının barış şansını yükselteceğini belirterek, İsrail dışındaki aktörlerin buna destek olduğunu belirtmektedir. Bu konuda gerçekçi davrandıklarını da belirten Dışişleri Bakanı, öncelikli amaçlarının İsrail ile Filistin arasındaki sıcak savaşın durdurulması olduğunu söylemekte ve Gazze Uluslararası İstikrar Gücü'nün de tarafların bir daha birbirlerine saldırmalarını önlemek amacıyla oluşturulduğunu vurgulamaktadır. Başkan Trump imzalı planın kapsamlı olduğunu da izah eden Fidan, ama şimdilik önceliklerinin sınır güvenliğinin sağlanması olduğunu yinelemektedir. Ne Gazze (Filistin), ne de İsrail'in bundan sonra birbirlerini tehdit etmemeleri gerektiğini ısrarla vurgulayan Türk Bakan ve eski istihbarat şefi, polis gücünün ve Filistin Otoritesi'nin oluşturulması ve Hamas'ın silahsızlandırılması konusunu da yapılacaklar arasında saymakta ve sonuç olarak barışa ve iki devletli çözüme ulaşılması gerektiğini kaydetmektedir. Hamas'ın silahsızlandırılmasının süreçteki ilk aşama olmadığını da iddia eden Fidan, işlerinin belli bir sırayla yapılması halinde başarıya ulaşılacağını ve bu bağlamda öncelikle gerçekçi davranarak Gazze İstikrar Gücü'nü oluşturmaları ve sonrasında da Hamas'tan polis gücünü devralmaları gerektiğini sözlerine eklemektedir. Fidan, ABD'nin Rusya-Ukrayna Savaşı ile çok meşgul olduğu için Gazze'deki gelişmelerle yeterince ilgilenemediğini de ima ederek, bu konuda zamanında harekete geçilmezse sürecin amaçlarının başarılamayabileceğini ifade etmektedir. Steve Witkoff ve Marco Rubio gibi Amerikalı yöneticilerle yaptığı görüşmelerde bu konunun Washington nezdinde anlaşıldığını düşündüğünü belirten Türkiye temsilcisi, bu süreçte momentumu kaybetmemek gerektiğini ve ancak ilk süreçte başarılı olunursa ikinci aşamaya geçebileceklerini söylemektedir. 

Wintour'un sorusu üzerine Türkiye'nin Filistin'de garantör olmak istemesi konusuna da açıklık getiren Hakan Fidan, imzalanan belgelerde "garantör" ifadesinin geçmediğini ve Türkiye'nin de diğer imzacı devletler statüsünde olduğunu belirterek, buna karşın garantör olmaktan çekinmediklerini ve bu konuda sorumluluk almaya hazır olduklarını açıklamaktadır. Ateşkese rağmen İsrail'in Gazze'de saldırılara devam etmesinin aslında Türkiye'nin garantörlüğüne duyulan ihtiyacı da ortaya koyduğunu söyleyen Türk Bakan, İsrail'e karşı durabilecek bir güç sahada yer almadan İsrail'in anlaşmacı/uzlaşmacı davranmayacağını vurgulamaktadır. Fidan, bu konuda son olarak İsrail hükümetinin kendi devletine büyük zarar verdiğini ve onların acımasız yaklaşımları nedeniyle Batı dünyasında Filistin Devleti'ne olan desteğin arttığını ifade etmektedir.

Daha sonra Rusya-Ukrayna Savaşı konusunda Türkiye'nin duruşunu izah eden Hakan Fidan, son dönemde ticareti baltalayan Ukrayna kaynaklı bazı saldırıların yapıldığına dikkat çekerek, bu konuda sürecin en başından beri Kiev ve Moskova ile irtibat halinde olduklarını ve krizin çözülmesi adına arabuluculuk yapmaya çalıştıklarını belirtmektedir. Fidan, bu vesileyle serbest ticarete verdikleri desteği de yinelemekte ve krizin daha da yükseltilmesine karşı olduklarını ifade etmektedir.

Değerlendirme

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın 2025 Doha Forumu konuşması oldukça başarılı geçmiş ve Türk Bakan, bu vesileyle görüşlerini kısaca da olsa açıklama fırsatı bulmuştur. Bakan'ın üzerinde durduğu birkaç kritik husus ise şöyle özetlenebilir:

  1. Suriye'de SDG'nin merkezi hükümetle uzlaşarak ve Türkiye'nin uyarılarını dikkate alarak güvenlik konusunda adımlar atması gerekmektedir.
  2. Gazze Uluslararası İstikrar Gücü konusunda İsrail hükümetinin uzlaşmaz tutumu nedeniyle ABD desteği ve müdahalesi gereklidir.
  3. Türkiye, şartlar oluşursa Gazze'de garantör olmak isteyecektir.
  4. Türkiye, Rusya-Ukrayna Savaşı'nda arabulucu olarak barışı sağlama çabalarına katkı sağlamaya devam etmektedir.

Bu hususlar, Türkiye'nin barışçıl ve Batı ile uyumlu dış politika geleneğiyle uyumlu ve makul taleplerdir. Bu nedenle, Türkiye'nin son yıllardaki dış politikasını önceki dönemlerden ayrıştırmak hatalı ve abartılı olacaktır. Cumhuriyet Türkiye'si, aynı önceki dönemler gibi, bazı eksikliklerine rağmen barış ve istikrar yolunda kararlı adımlar atmakta ve dünyada da büyük ölçüde takdir toplamaktadır. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

6 Aralık 2025 Cumartesi

La Visite de Pape Léon XIV en Turquie

 

Introduction

Né Robert Francis Prevost à Chicago, dans l'Illinois, en 1955, le pape Léon XIV est un ecclésiastique catholique américain qui a été élu pape par le conclave au Vatican le 8 mai 2025, à la suite du décès du pape François. Issu d'une famille originaire de pays catholiques européens (France, Italie, Espagne) et s'étant tourné vers la religion dès son plus jeune âge pour mener une vie catholique exemplaire, Léon a d'abord étudié dans un séminaire affilié à l'ordre de Saint-Augustin, puis a étudié les mathématiques et la philosophie à l'université Villanova en Pennsylvanie. Après avoir obtenu son diplôme à la Catholic Theological Union de Chicago, Léon XIV est venu à Rome à l'âge de 27 ans pour étudier le droit canonique à l'université pontificale Saint-Thomas-d'Aquin. Après avoir obtenu son diplôme, il a travaillé pour les Augustins au début de sa carrière, puis a gravi les échelons en occupant pendant de nombreuses années des fonctions religieuses et diplomatiques au Pérou. Leo a été nommé cardinal en 2023 par le précédent pape argentin François, lui ouvrant la voie pour devenir pape. Suite au décès inattendu du pape François le 21 avril, un conclave papal s'est tenu au Vatican les 7 et 8 mai. Leo, dont la position avait été renforcée par la nomination par le pape François au poste de préfet de la Congrégation pour les évêques avant ce processus, a été élu malgré le fait qu'il ne se soit pas présenté comme le candidat favori, devenant ainsi le nouveau président de l'État du Vatican (Saint-Siège) et évêque de Rome (pape). Leo, qui est entré dans l'histoire comme le « premier pape américain », possède également la nationalité péruvienne.

Léon XIV

Léon XIV : un nouveau pape

Après l'élection du pape, tous les regards se sont tournés vers Léon, qui est devenu une figure très attendue en raison de sa position politique, à la suite des déclarations inhabituellement libérales du pape François. Cependant, les recherches sur ce sujet ont souligné que, comme tous les membres du clergé catholique, le nouveau pape est opposé à l'avortement, à l'euthanasie, au mariage homosexuel et à la peine de mort, mais qu'au-delà de cela, il n'a pas de position particulièrement rigide et a même réussi à obtenir le soutien des groupes progressistes et conservateurs au sein du Vatican. Un examen de son compte Twitter (X) révèle que, contrairement au président américain Donald Trump, Leo est sensible à la question du changement climatique et s'oppose en outre aux attitudes sévères envers les immigrants et les migrations.

Le nouveau pape, qui a choisi le nom « Léon » en référence à Léon XIII, initiateur de la « doctrine sociale moderne » de l'Église, a été élu avec le soutien du pape François et a brisé les tabous en devenant le premier pape américain. Léon, qui était censé s'exprimer sur les récents massacres inimaginables à Gaza, a délivré des messages de principe sans critiquer directement les parties impliquées, déclarant qu'« un avenir fondé sur la violence, les migrations forcées et la vengeance ne peut être construit ». À la suite de l'attaque israélienne contre une église catholique à Gaza, le pape a rempli son devoir en défendant les droits des catholiques et en dénonçant cette attaque comme « barbare ». Tout en envoyant un message de « paix » à Israël et au Hezbollah, le pape a néanmoins adopté une position de principe sur l'antisémitisme et s'est distancié des déclarations à ce sujet. Dans ce contexte, Léon semble actuellement un pape progressiste, tout comme François. En effet, le Dr. Canan Tercan, universitaire menant des recherches postdoctorales à l'université Sapienza de Rome sur « le Vatican, les communautés catholiques et leurs interactions avec les partis de droite en Europe », décrit le nouveau pape comme « modéré et moderniste ».

Relations entre la Turquie et le Vatican : bref résumé

Les relations entre la Turquie et le Vatican, qui ont débuté avec la présence d'un représentant permanent de la papauté à Istanbul dès l'époque du sultan ottoman Mehmed le Conquérant, qui a conquis la ville, sont restées largement ambiguës jusqu'en 1962. Cela s'explique par le fait que les deux États représentaient historiquement et traditionnellement des civilisations différentes (l'islam contre le christianisme) et que le Vatican, en raison de son statut particulier, était un État théocratique fondé uniquement sur la représentation d'une seule religion et confession. En effet, malgré le fait que la quasi-totalité de sa population soit musulmane, la République de Turquie, qui est passée à un régime laïc en 1928 (date à laquelle la phrase « la religion officielle est l'islam » a été supprimée de la constitution) et l'a inscrit dans toutes ses constitutions à partir de 1937, n'était pas très enthousiaste au départ à l'idée d'entretenir des relations avec la papauté en raison de la rivalité historique et de la sensibilité de la population musulmane.

« Le pape turc » Roncalli

La personne qui a changé le cours des relations était XXIII. Ioannes, également connu sous le nom de « pape turc », ou Angelo Giuseppe Roncalli de son vrai nom. Le pape italien avait bien appris le turc, en partie grâce à ses nombreuses années de service à Istanbul, et avait toujours été une personne qui aimait les Turcs. Roncalli, qui était un grand fan au point d'assister aux matchs du Beşiktaş et qui avait noué des relations étroites avec les catholiques de Polonezköy, fut élu pape en 1958-1963, ce qui permit une avancée majeure dans les relations entre le Vatican et la Turquie. Rinaldo Marmara, expert en la matière, a déclaré ce qui suit dans son ouvrage Vers des relations entre la Turquie et le Vatican à la lumière des archives secrètes du Vatican : « Il ne fait aucun doute que l'architecte de ces relations était Monsieur Roncalli, qui résidait à Istanbul en tant que nonce apostolique. Roncalli, qui a forgé des liens de fraternité et d'amitié entre deux mondes, a ensuite été élu pape Jean XXIII, et les relations amicales entre la Turquie et le Vatican se sont transformées en relations diplomatiques à part entière. » En effet, pendant le mandat de Roncalli, notre troisième président, Celal Bayar, s'est rendu au Vatican en 1959, et les relations diplomatiques officielles entre les deux États ont été établies le 11 avril 1960. Selon le ministère des Affaires étrangères de la République de Turquie, des ambassades ont été ouvertes dans les deux pays à la suite de cet événement, et notre ambassade au Vatican est devenue opérationnelle en 1962.


Le pape Paul VI en prière à Sainte-Sophie

La première visite officielle d'un pape en Turquie a été effectuée par le pape Paul VI en 1967. Bien que la visite de Paul ait suscité un vif émoi en Turquie et dans le monde chrétien, le fait que le pape se soit agenouillé en prière à Sainte-Sophie, qui était encore un musée à l'époque, n'a pas été bien accueilli par les milieux de droite et a suscité certaines réactions. Derrière la visite du pape Paul VI en Turquie se cachaient des efforts visant à détendre les relations entre les Églises catholique et orthodoxe. En effet, avant cette visite, les décisions d'excommunication mutuelle prises en 1054 à la suite de la scission officielle entre les deux Églises, représentant les chrétiens occidentaux et orientaux, avaient été levées en 1964. Les efforts du patriarche Athénagoras de Constantinople pour renforcer le dialogue interconfessionnel, en invitant le pape en Turquie, ont également porté leurs fruits.

Le pape Jean-Paul II et Ağca

Plus tard, la deuxième visite officielle fut effectuée par le pape polonais Jean-Paul II en 1979. À son arrivée en Turquie, Jean-Paul II, qui considérait Istanbul comme le berceau du christianisme, embrassa le sol dès qu'il descendit de l'avion à l'aéroport. Il entra également dans l'histoire en tant que premier pape à se rendre à Ankara. De plus, le voyage du pape Jean-Paul II en Turquie a été organisé pour coïncider avec la fête de Saint-André, le 30 novembre, considérée comme le jour de la fondation du patriarcat grec orthodoxe de Constantinople. Cependant, avant cette visite, Mehmet Ali Ağca, un activiste nationaliste qui avait menacé de tuer le pape, a effectivement tenté de l'assassiner au Vatican, environ un an et demi après celle-ci, le blessant gravement par balle. Le pape, qui a survécu à l'incident, a ensuite rendu visite à Ağca en prison et a annoncé qu'il lui avait pardonné après lui avoir parlé.

Un pape à Sultanahmet : Benoît XVI

La troisième visite officielle du Vatican en Turquie a été effectuée par Benoît XVI en 2006. Le fait que cette visite ait eu lieu 27 ans plus tard est directement lié à la crise provoquée par l'affaire Ağca. Au cours de sa visite, qui comprenait à la fois Istanbul et Ankara, Benoît XVI a également assisté à la fête de Saint-André le 30 novembre et visité la mosquée Sultanahmet (Mosquée bleue). La visite de Benoît XVI était également très importante car, avant celle-ci, certaines déclarations du pape avaient été interprétées comme « anti-islamiques » et, sous l'influence des réactions à la guerre en Irak, les sentiments anti-chrétiens parmi les fanatiques musulmans en Turquie et au Moyen-Orient avaient commencé à se renforcer. La visite du pape a toutefois apaisé ces réactions et Benoît XVI, expliquant que ses propos avaient été « mal compris », a réussi à adoucir les relations.

Pape François en Turquie (2014)

La quatrième et dernière visite a été effectuée par le pape François du 28 au 30 novembre 2014. François, qui connaissait alors quelques problèmes avec la Turquie, notamment en raison de l'approche du 100e anniversaire des allégations de génocide arménien de 1915, et pendant laquelle l'ambassadeur turc Mehmet Paçacı a même été rappelé à Ankara en raison de la crise. Il a réussi à rétablir les relations bilatérales et à nouer une bonne entente avec le président Recep Tayyip Erdoğan, en partie grâce à la position humanitaire de ce dernier, qui respecte les personnes de toutes confessions. En effet, à la suite de cette visite, notre président s'est également rendu au Vatican le 5 février 2018, et cette visite a également été très fructueuse. Erdoğan, deuxième président turc à se rendre au Vatican après Celal Bayar, a ainsi renforcé le prestige de la Turquie dans le monde occidental en présentant une vision d'homme d'État pacifique et respectueux malgré sa personnalité de musulman pratiquant, décevant ceux qui voulaient voir la Turquie s'engager sur la voie de l'islamisme radical.


La famille Erdoğan et la délégation turque au Vatican

Dans ce contexte, la visite du pape Léon XIV n'était pas un événement diplomatique courant en Turquie, et il est tout à fait naturel que cette visite soit considérée dans l'optique de l'histoire diplomatique et du dialogue interculturel. Comme les précédentes visites officielles du Vatican, celle de Léon XIV a été programmée pour coïncider avec un moment historique et a été organisée pour marquer le 1700e anniversaire du premier concile de Nicée (İznik), où Jésus-Christ a été déclaré « divin ». Au cours de cette visite, prévue du 27 au 30 novembre, le chef de l'État du Vatican et chef spirituel des catholiques chrétiens s'est rendu à Anıtkabir, lieu de repos éternel de Mustafa Kemal Atatürk, et a rencontré le président Erdoğan ainsi que Safi Arpaguş, président des affaires religieuses.

Le pape Léon au mausolée d'Atatürk (Anıtkabir)

Visite du pape Léon : symboles et messages

Lors de sa visite à Anıtkabir (le mausolée d'Atatürk en Ankara), le pape Léon a écrit dans le livre d'or : « Je remercie Dieu de pouvoir visiter la Turquie, et je souhaite à ce pays et à son peuple paix et prospérité. » Il a particulièrement insisté sur les messages concernant la famille, louant les Turcs pour leur dévouement à cette cause. L'importance accordée par le pape à la famille a pris une portée encore plus grande lorsque l'on considère l'attaque israélienne contre l'église de la Sainte Famille à Gaza. Léon, qui a été accueilli par une somptueuse cérémonie diplomatique au complexe présidentiel de la capitale Ankara, s'est efforcé de transmettre des messages de paix après la réunion. Le président Erdoğan a d'ailleurs adressé des messages similaires, contribuant ainsi au dialogue et à l'amitié entre musulmans et chrétiens.

S'exprimant en premier lors de la conférence de presse, le président Recep Tayyip Erdoğan a déclaré : « Nous sommes un pays inspiré par l'aigle seldjoukide à deux têtes, tourné à la fois vers l'Orient et vers l'Occident. Depuis mille ans, des personnes de toutes races, religions, sectes et origines vivent librement sur cette terre, notre patrie, sans crainte ni oppression. Lorsque vous visitez Istanbul, Hatay, Mardin, Diyarbakır et bien d'autres de nos villes, vous voyez des églises et des synagogues côtoyer des mosquées. Depuis notre arrivée au pouvoir en 2002, nous avons achevé la restauration de près de 100 églises et lieux de culte. Les appels à la paix de notre invité sont extrêmement précieux. La paix pour tous, la tranquillité pour tous... » Exprimant sa satisfaction d'accueillir le pape, le président turc a également jugé très positive la première visite étrangère du pape en Turquie. Erdoğan a également déclaré vouloir renforcer davantage les relations entre la Turquie et le Vatican. Erdoğan a également déclaré avoir protégé le patrimoine non musulman (chrétien) en Turquie pendant son mandat, en résumant ses actions à cet égard (restauration d'églises, etc.) et en affirmant qu'aucune discrimination n'était exercée à l'encontre de quiconque en Turquie, en particulier les chrétiens. Le président Erdoğan a également évoqué le projet « Alliance des civilisations », codirigé par l'Espagne et la Turquie, et en a souligné l'importance. Erdoğan a mis en avant les efforts d'aide humanitaire de la Turquie dans diverses crises, en particulier la guerre civile syrienne, et a souligné qu'ils travaillaient activement à mettre fin à tous les conflits, notamment à la guerre en cours entre la Russie et l'Ukraine. Enfin, le président turc a évoqué la tragédie humanitaire majeure qui se déroule à Gaza, saluant les efforts du pape à cet égard et critiquant Israël.

Après le président Erdoğan, le pape Léon XIV est monté sur scène et a exprimé sa satisfaction d'avoir été bien accueilli en Turquie, soulignant que la beauté du pays venait de Dieu. Soulignant l'importance de la Turquie dans la politique mondiale, le nouveau pape a déclaré que la Turquie, qui relie l'Asie à l'Europe et l'Orient à l'Occident, est un pays très important pour l'humanité tout entière. Notant que le pluralisme et le respect des différences sont nécessaires dans un tel pays, Léon a critiqué les mouvements extrémistes et la polarisation dans la politique mondiale, affirmant que les chrétiens ne veulent pas cela et souhaitent le meilleur à la Turquie. Dans son discours, le pape Léon a également mentionné Roncalli, connu comme le « pape turc », et a transmis certaines des opinions du pape Jean XXIII, qui a servi en Turquie et en Grèce dans un passé récent, sur les interactions entre les deux civilisations et les deux États. Dans son discours, le pape a également évoqué les opprimés et déclaré que les gens ne devaient pas rester indifférents à leur souffrance. Le chef spirituel des catholiques, qui utilise souvent la métaphore du « pont » lorsqu'il fait référence à la Turquie, a particulièrement insisté sur les concepts de « justice » et de « miséricorde ». Le pape a également défendu la liberté religieuse des personnes de toutes confessions, soulignant que « nous sommes tous enfants de Dieu ». Le pape, qui a également déclaré que les révolutions technologiques ne devaient pas entraîner d'inégalités entre les personnes et les sociétés, a brièvement abordé l'intelligence artificielle dans son discours. Comparant l'humanité à une « grande famille », Léon XIV a salué l'attitude des Turcs à l'égard de celle-ci. Au contraire, le pape a suggéré des relations plus personnelles et émotionnelles entre les gens et a souligné la nécessité de la tolérance. Le pape a également défendu les libertés des femmes, déclarant qu'il considérait leur participation active à la vie comme nécessaire. Le pape a conclu son discours en souhaitant la stabilité en Turquie et la paix et la prospérité pour le monde entier.

Le logo de la visite du pape en Turquie

Conclusion

En conclusion, la visite du pape Léon XIV en Turquie a été couronnée de succès, et cette cinquième visite officielle du Vatican a été marquée par plusieurs moments historiques. L'accueil chaleureux réservé au pape en Turquie est extrêmement bénéfique pour les relations entre musulmans et chrétiens. Cependant, le Vatican, petit État spirituel, n'est sans aucun doute pas un État qui se trouve au premier plan des calculs politiques froids d'aujourd'hui. En ce sens, la visite est plus efficace, plus précieuse et plus importante d'un point de vue spirituel et symbolique. Le fait que le pape ait évité les mots susceptibles d’être mal interprétés et perçus comme visant un État quelconque témoigne de son attention et de son soin extrêmes à cet égard. En ce sens, le pape américain a cherché à montrer qu'il ne visait aucun État et qu'il n'utilisait pas la papauté comme outil politique. Le discours prudent et magnifique du président Erdoğan lors de la visite a également été une source importante de prestige pour sa carrière politique et pour l'image de la Turquie. Par conséquent, ceux qui ont planifié cette visite réussie méritent sans aucun doute des félicitations.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

5 Aralık 2025 Cuma

Interview with Professor Mark Meirowitz: Turkish-American Relations in the New Term

 

Dr. Mark Meirowitz is a Professor of Humanities at SUNY Maritime College in New York. He is an expert in Turkish Foreign Policy and U.S.-Turkish relations. Dr. Meirowitz has lectured and written extensively on these (and related) subjects. He frequently appears in U.S. and Turkish media to analyse these issues, as well as other issues related to American foreign policy and International Relations. Dr. Meirowitz has been a panellist and moderator at numerous academic conferences and panels, including IEPAS 2021, where he presented a keynote speech on “American Foreign Policy: Turkish-American Relations After Afghanistan”, the Turkey Focus Group of the National Defense University/Institute of National Security Studies, at the annual conferences of the Transatlantic Studies Association and at many other venues. He organised the international conference at SUNY Maritime College to commemorate the 100th anniversary of the Gallipoli/Canakkale Campaign. Previously, he completed the SUNY Levin Fellowship, during which he taught English conversation to Turkish Faculty while in residence at Istanbul Technical University. Dr. Meirowitz teaches a wide variety of courses at SUNY Maritime College, including American Foreign Policy, American History, and Constitutional Law. He is also a lawyer.

4 Aralık 2025 Perşembe

Prof. Dr. Ahmet Sözen Söyleşisi: Kıbrıs'ta Yeni Dönem


Prof. Dr. Ahmet Sözen, Kuzey Kıbrıs'taki (KKTC) Doğu Akdeniz Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Profesörüdür. Kıbrıs Politikaları Merkezi'nin kurucu direktörüdür. Kıbrıs toplumlararası barış müzakereleri üzerine yaptığı doktora tezi saha çalışması sırasında, Uluslararası Rotary Vakfı tarafından dünya çapında düzenlenen bir yarışmada, 1997 Uluslararası Çatışma Çözümü alanında verilen 50 Paul Harris Büyükelçilik Barış Bursu'ndan birine layık görülmüştür. Üniversite çalışmalarının yanı sıra, UNDP tarafından finanse edilen ve ilk olarak Interpeace çatısı altında faaliyet gösteren ve daha sonra ilk toplumlararası düşünce kuruluşu olan SeeD - Sürdürülebilir Barış ve Demokratik Kalkınma Merkezi'ne dönüşen Kıbrıs 2015 programının kurucu Kıbrıslı Türk Eş Direktörü olarak görev yapmıştır. Ek olarak, Sözen, SeeD'nin Araştırma Direktörü olarak da görev yapmıştır. Aynı zamanda politika ve savunuculuk alanlarında da aktiftir. Son 20 yıldır barış aktivisti olarak edindiği deneyimler arasında barış inşası ve demokratikleşme süreçleri, BM öncülüğündeki Kıbrıs'taki resmi barış müzakerelerinde resmi Kıbrıs Türk müzakere ekibinde yer alma, ikinci kanal barış ve demokratikleşme girişimlerinde aktif rol alma, çatışma çözümü, arabuluculuk ve barış inşası eğitimleri ve politika önerileri hazırlama yer almaktadır. Kıbrıs çatışması, barış süreçleri ve Türk dış politikası üzerine çok sayıda yayın yapmış ve çatışma çözümü (iki TED konuşması da dahil olmak üzere), Kıbrıs çatışması ve Türk dış politikası konularında çeşitli ülkelerde onlarca davetli konuşma yapmıştır. Yerel ve Türk medyasının yanı sıra, El Cezire, Euronews ve BBC gibi uluslararası medya kuruluşlarında sık sık yer almakta ve dünya olaylarını yorumlamaktadır.

3 Aralık 2025 Çarşamba

Pope Leo XIV's Visit to Türkiye

 

Introduction

Born Robert Francis Prevost in Chicago, Illinois in 1955, Pope Leo XIV is an American Catholic clergyman who was elected as the new Pope by the conclave in the Vatican on May 8, 2025, following the death of Pope Francis. With family roots in Catholic European countries (France, Italy, Spain) and having turned to religion from a young age to lead a good Catholic life, Leo first studied at a seminary affiliated with the Order of Saint Augustine, then studied mathematics and philosophy at Villanova University in Pennsylvania. After graduating from the Catholic Theological Union in Chicago, Leo XIV came to Rome at the age of 27 to study Canon Law at the Pontifical University of Saint Thomas Aquinas. After graduating, he worked for the Augustinians early in his career, then rose through the ranks by serving in religious and diplomatic roles in Peru for many years. Leo was made a cardinal in 2023 by the previous Argentine Pope Francis, paving the way for him to become pope. Following the unexpected death of Pope Francis on April 21, a papal conclave was held in the Vatican on May 7-8. Leo, whose position had been strengthened by Pope Francis' appointment of him as Prefect of the Congregation for Bishops prior to this process, was elected despite not entering the race as the favorite candidate, becoming the new Vatican (Holy See) State President and Bishop of Rome (Pope). Leo, who went down in history as the “first American Pope”, also holds Peruvian citizenship.

Leo XIV

Leo XIV: A New Pope 

After the election of the Pope, all eyes turned to Leo, who became a highly anticipated figure regarding his political stance following the previous Pope Francis' unusually liberal statements. However, research on this subject has emphasized that, like all Catholic clergy, the new Pope is opposed to abortion, euthanasia, same-sex marriage, and the death penalty, but beyond that, he does not have a particularly rigid stance and has even been able to gain support from both progressive and conservative groups within the Vatican. An examination of his Twitter (X) account reveals that, unlike U.S. (United States) President Donald Trump, Leo is sensitive to the issue of climate change and, moreover, opposes harsh attitudes towards immigrants and migration.

The new Pope, who chose the name “Leo” in reference to Leo XIII, who initiated the Church's “modern social doctrine”, was elected with the support of Pope Francis and broke taboos as the first American Pope. Leo, who was expected to speak out on the recent unimaginable massacres in Gaza, delivered principled messages without directly criticizing the parties involved, stating that “a future based on violence, forced migration, and revenge cannot be built”. Following Israel's attack on a Catholic church in Gaza, the Pope fulfilled his duty by defending Catholic rights and denounced the attack as “barbaric”. While sending a message of “peace” to Israel and Hezbollah, the Pope nevertheless took a principled stance on anti-Semitism and distanced himself from statements in this regard. In this context, Leo currently appears to be a progressive Pope, much like Francis. Indeed, Dr. Canan Tercan, an academic conducting post-doctoral research at Rome's Sapienza University on “the Vatican, Catholic communities, and their interactions with right-wing parties in Europe”, describes the new Pope as “moderate and modernist”.

Türkiye-Vatican Relations: A Brief Summary

Türkiye-Vatican relations, which began with the Papacy maintaining a permanent representative in Istanbul starting from the era of Ottoman Sultan Mehmed the Conqueror, who conquered Istanbul, remained largely ambiguous until 1962. This was due to the fact that the two states historically/traditionally represented different civilizations (Islam vs. Christianity) and that the Vatican, because of its special status, was a theocratic state based solely on the representation of a single religion and denomination. Indeed, despite the fact that almost all of its population is Muslim, the Republic of Türkiye (Turkey), which transitioned to a secular regime in 1928 (the date on which the phrase “the official religion is Islam” was removed from the constitution) and enshrined this in all its constitutions from 1937 onwards, was not very enthusiastic about relations with the Papacy at first due to historical rivalry and the sensitivities of the Muslim population.

"Turkish Pope" Roncalli

The person who changed the course of relations was XXIII. Ioannes, also known as the “Turkish Pope”, or Angelo Giuseppe Roncalli by his real name. The Italian Pope had learned Turkish well, partly due to his many years of service in Istanbul, and had always been a person who loved the Turks. Roncalli, who was such a big fan that he would go to Beşiktaş matches and who established close relations with the Catholics in Polonezköy, was elected Pope in 1958-1963, making it possible for a major breakthrough in Vatican-Türkiye relations. Rinaldo Marmara, an expert on the subject, stated the following in his work Towards Relations between Turkey and the Vatican in Light of the Vatican Secret Archives: "There is no doubt that the architect of these relations was Monsieur Roncalli, who resided in Istanbul as the Papal Nuncio. Roncalli, who forged bonds of brotherhood and friendship between two worlds, was later elected Pope John XXIII, and the friendly relations between Turkey and the Vatican turned into full diplomatic relations." Indeed, during Roncalli's tenure, our third President, Celal Bayar, visited the Vatican in 1959, and official diplomatic relations between the two states were established on April 11, 1960. According to the Ministry of Foreign Affairs of the Republic of Turkey, embassies were opened in both countries following this event, and our Embassy to the Vatican became operational in 1962.

Pope Paul VI praying at Hagia Sophia

The first official papal visit to Türkiye was made by Pope Paul VI in 1967. Although Paul's visit caused a great stir in Türkiye and the Christian world, the Pope's kneeling in prayer at Hagia Sophia, which was still a museum at the time, was not well received by right-wing circles in Türkiye and caused some reactions. Behind the scenes of Pope Paul VI's visit to Türkiye lay efforts to thaw relations between the Catholic and Orthodox churches. Indeed, prior to this visit, the mutual excommunication decisions taken in 1054 following the official split between the two churches representing Western and Eastern Christians were lifted in 1964. The efforts of Patriarch Athenagoras of Constantinople to strengthen inter-church dialogue by inviting the Pope to Türkiye were also effective.

Pope John Paul II and Ağca

Later, the second official visit was made by Polish Pope John Paul II in 1979. Upon arriving in Türkiye, John Paul, who viewed Istanbul as the cradle of Christianity, kissed the ground as soon as he stepped off the plane at the airport. He also made history as the first Pope to visit Ankara. Furthermore, Pope John Paul II's trip to Türkiye was arranged to coincide with the Feast of Saint Andrew on November 30, which is considered the founding day of the Greek Orthodox Patriarchate of Constantinople. However, prior to this visit, Mehmet Ali Ağca, a nationalist activist who had threatened to kill the Pope, did indeed attempt to assassinate him in the Vatican approximately 1.5 years after the visit, shooting and seriously wounding him. The Pope, who survived the incident, later visited Ağca in prison and announced that he had forgiven him after speaking with him.

A Pope in Sultanahmet: Benedict XVI

The third official visit from the Vatican to Türkiye was made by Benedict XVI in 2006. The fact that the visit came 27 years later is directly related to the crisis created by the Ağca case. During his visit, which included both Istanbul and Ankara, Benedict also attended the Feast of St. Andrew on November 30 and visited the Sultanahmet Mosque (Blue Mosque). Benedict's visit was also quite important because prior to this visit, some statements made by the Pope had been interpreted as “anti-Islamic”, and, influenced by reactions to the Iraq War, anti-Christian sentiments among Muslim fanatics in Türkiye and the Middle East had begun to grow stronger. The Pope's visit, however, calmed these reactions, and Benedict, explaining that his words had been “misunderstood”, succeeded in softening relations.

The Erdoğan family and Turkish delegation in the Vatican

The fourth and final visit was made by Pope Francis on November 28-30, 2014. Francis, who was experiencing some problems with Türkiye at that time, particularly due to the approaching 100th anniversary of the 1915 Armenian Genocide allegations, and during which Turkish Ambassador Mehmet Paçacı was even recalled to Ankara for a while due to the crisis. He managed to mend bilateral relations and establish good chemistry with President Recep Tayyip Erdoğan, partly due to the latter's humanitarian stance of respecting people of all faiths. Indeed, following this visit, our President also visited the Vatican on February 5, 2018, and this visit was also very successful. Erdoğan, the second Turkish President to visit the Vatican after Celal Bayar, thus increased Türkiye's prestige in the Western world by presenting a vision of a peaceful and respectful statesman despite his devout Muslim personality, disappointing those who wanted to see Türkiye on a radical Islamist path.

Pope Leo at the Mausoleum of Atatürk (Anıtkabir)

In this context, Pope Leo XIV's visit was not a diplomatic event that occurs frequently in Türkiye, and it is only natural that this visit should be viewed in the context of diplomatic history and intercultural dialogue. Like previous official Vatican visits, Leo's visit was timed to coincide with a historical moment and was organized to mark the 1700th anniversary of the First Council of Nicaea (İznik), where Jesus Christ was declared “divine”. During the visit, planned for November 27-30, the Head of State of the Vatican and spiritual leader of Christian Catholics visited Anıtkabir, the eternal resting place of Mustafa Kemal Atatürk, and met with President Erdoğan and Safi Arpaguş, President of Religious Affairs.

Pope Leo's Visit: Symbols and Messages

During his visit to Anıtkabir, Pope Leo wrote in the guest book, “I thank God for being able to visit Türkiye, and I wish this country and its people peace and prosperity.” He particularly emphasized messages about family, praising the Turks for their devotion to this issue. The Pope's emphasis on family took on even greater meaning when one considers Israel's attack on the Holy Family Church in Gaza. Leo, who was welcomed with a lavish diplomatic ceremony at the Presidential Complex in the capital Ankara, endeavored to deliver messages of peace after the meeting. Indeed, President Erdoğan also delivered similar messages, contributing to Muslim-Christian dialogue and friendship.

Speaking first at the press conference, President Recep Tayyip Erdoğan said: "We are a country inspired by the double-headed Seljuk eagle, facing both East and West. For a thousand years, people of every race, religion, sect, and origin have lived freely on this land, our homeland, without fear or oppression. When you visit Istanbul, Hatay, Mardin, Diyarbakır, and many of our other cities, you will see churches and synagogues side by side with mosques. Since we came to power in 2002, we have completed the restoration of nearly 100 churches and places of worship. Our guest's calls for peace are extremely valuable. Peace for everyone, tranquility for everyone..." Expressing his pleasure at hosting the Pope, the President of Türkiye also viewed the Pope's first foreign visit to Türkiye as very positive. Erdoğan also stated that they wanted to further develop Türkiye-Vatican relations. Erdoğan also stated that they have protected the non-Muslim (Christian) heritage in Türkiye during their time in power, summarizing their actions in this regard (church restorations, etc.) and claiming that no discrimination is made against anyone in Turkey, especially Christians. President Erdoğan also brought up the Alliance of Civilizations project, co-led by Spain and Türkiye, and emphasized its importance. Erdoğan highlighted Türkiye's humanitarian aid efforts in various crises, particularly the Syrian civil war, and noted that they are actively working to end all conflicts, especially the ongoing Russia-Ukraine War. Finally, the Turkish President referred to the great humanitarian tragedy unfolding in Gaza, praising the Pope's efforts in this regard and criticizing Israel.

Following President Erdoğan, Pope Leo XIV took the stage and expressed his satisfaction at being well received in Türkiye, noting that the country's beauty comes from God. Emphasizing Türkiye's importance in world politics, the new Pope said that Türkiye, which connects Asia with Europe and East with West, is a very important country for all of humanity. Noting that pluralism and respect for differences are necessary in such a country, Leo criticized extremist movements and polarization in world politics, saying that Christians do not want this and wish Türkiye well. In his speech, Pope Leo also mentioned Roncalli, known as the “Turkish Pope”, and conveyed some of the views of Pope John XXIII, who served in Türkiye and Greece in the recent past, on the interactions between the two civilizations and states. In his speech, the Pope also spoke of the oppressed and said that people should not be indifferent to their suffering. The spiritual leader of Catholics, who often uses the metaphor of a “bridge” when referring to Türkiye, particularly emphasized the concepts of "justice" and "mercy". The Pope also defended the religious freedoms of people of all faiths, stressing that “we are all children of God”. The Pope, who also said that technological revolutions should not trigger inequalities between people and societies, briefly touched on the subject of artificial intelligence in his speech. Comparing humanity to a “big family”, Leo XIV, praised the Turks' attitude toward family, and criticized individualistic approaches and consumer culture. Instead, the Pope suggested more personal and emotional relationships between people and underscored the need for tolerance. The Pope also defended women's freedoms, stating that he considered their active participation in life to be necessary. The Pope concluded his remarks by wishing stability for Türkiye and peace and prosperity for the world.

Conclusion

In conclusion, Pope Leo XIV's visit to Türkiye has been quite successful, and this fifth official visit from the Vatican has witnessed some historic moments. The Pope's warm reception in Türkiye is extremely beneficial and positive in terms of Muslim-Christian relations. However, the Vatican, a small spiritual state, is undoubtedly not a state that is at the forefront of today's cold political calculations. In this sense, the visit is more effective, valuable, and important from a spiritual and symbolic point of view. The Pope's avoidance of words that could be misunderstood and perceived as targeting any state reflects his utmost attention and care in this regard. In this sense, the American Pope sought to show that he was not targeting any state and that he was not using the Papacy as a political tool. President Erdoğan's careful and beautiful speech during the visit has also been an important source of prestige for his political career and Türkiye's image. Therefore, those who planned this successful visit undoubtedly deserve congratulations.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ