17 Aralık 2025 Çarşamba

Doğu Akdeniz'de Türkiye Karşıtı Blok Oluşuyor

Türkiye'nin son yıllarda haklı gerekçelerle de olsa İsrail ve ABD ile yaşadığı siyasi ve diplomatik sorunlar, bölgede bu iki devletin etkisiyle Türkiye karşıtı bir blokun oluşması için uygun zemin sağlıyor. Öyle ki, Filistin Sorunu ve Gazze trajedisi konusundaki insani duyarlılığını ileri bir aşamaya götürerek İsrail ile diplomatik ilişkilerini en düşük seviyeye indiren ve doğrudan ticareti tamamen kesen Ankara, bu şekilde Doğu Akdeniz'deki güç dengeleri bağlamında ABD üzerindeki etkisi (Yahudi/İsrail lobisi) nedeniyle en kritik devlet olan İsrail'i Rum-Yunan ikilisine yanaştırmayı başardı. Tarihsel olarak Rum-Yunan ikilisiyle olumsuz ilişkileri olan İsrail'i bu noktaya itmeyi başarmanın ise Ankara'nın dış politikasına negatif yansımaları her geçen gün daha da iyi anlaşılıyor. 

Önceki gün uluslararası basın-yayın kuruluşlarında yer alan şu iki haber, Doğu Akdeniz'de yaklaşan fırtınanın habercisi olabilir. İlk olarak, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun açıkladığı Mısır'la imzalanan ve İsrail'in Leviathan gaz havzasındaki doğalgazını Chevron ortaklığında Mısır'a satmasına olanak sağlayacak 35 milyar dolarlık anlaşma, Kahire'nin Doğu Akdeniz'de hiç de Türkiye yanlısı bir pozisyon almayabileceğine dair önemli bir veri. Bu bağlamda, Türkiye-Mısır ilişkileri düzeltilemezse, Mısır'ın İsrail-Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi cephesine eklemlenmesi ciddi bir ihtimal haline gelebilir. Her ne kadar son dönemde Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah el Sisi ile tansiyon düşürülerek ilişkiler düzeltilmeye başlansa da, Kahire için ABD-İsrail-Yunanistan-Kıbrıs dörtlüsüne katılmak daha cazip bir seçenek haline gelebilir. İsrail'in Ürdün'den sonra Mısır'a da gaz ihraç edecek olması ise, bu ülkenin enerji sektöründe de hızla geliştiğini gösteriyor.

İkinci olarak, son yıllarda sık sık bir araya gelen İsrail Başbakanı Netanyahu, Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ve Güney Kıbrıs Devlet Başkanı Nikos Hristodulidis'in talimatıyla, üç ülke uzmanlarının olası bir Türkiye askeri müdahalesine karşı müşterek bir hızlı müdahale gücü üzerinde çalışmaya başlamaları, Kudüs-Atina-Lefkoşa hattında savaş da dahil her türlü ihtimalin değerlendirilerek ciddiyetle planlama yapıldığına dair endişe verici bir haber. 2.500 kişi olarak planlanan bu askeri güç (1.000 asker Yunanistan'dan, 1.000 asker İsrail'den ve 500 asker Kıbrıs'tan), Türkiye'nin bölgede askeri gücüyle sürdürdüğü iddiasına karşı dengeleyici bir hamle olma iddiasından henüz uzak olsa da, hem Yunanistan'ın NATO üyesi olması, hem de İsrail'in her koşulda ABD tarafından desteklenmesi nedeniyle Türkiye için ciddi bir risk oluşturduğunu söylemek mümkün.

Peki, bu gelişmelerin sebebi ne olabilir? Realist bir bakış açısıyla duygulardan uzak değerlendirme yapıldığında, Ankara'nın İsrail'le ilişkilerini bozmasının maalesef her defasında kendisine olumsuz geri dönüşleri olduğunu söylemek mümkün. Zira ABD üzerindeki etkisi sayesinde bölgede her istediğini yapabilen İsrail, Türkiye'den doğan bölgesel müttefik boşluğunu Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi ikilisiyle doldurmuşa benziyor. Buna ABD'nin de destek vereceği öngörülürse, Ankara'nın ilerleyen aylarda Kıbrıs'ın kuzeyinde gelişecek yeni bir çözüm süreci karşısında direnmesi kolay olmayacaktır. Nitekim artık birçoğu Rum ve AB pasaportu sahibi Kıbrıslı Türkler de hukuki garantilerin güçlü ve gelişmiş düzeyde olduğu AB üyeliğine sıcak bakmaktadırlar. Türkiye ise, içerideki jeopolitik açıdan fayda sağlamayan kısır siyasi çekişmeler ve tartışmalarla zaman kaybetmekte ve giderek bölgede izole olmaktadır. Nitekim bölgedeki devletlerden Lübnan da bu üçlüye yakın durmaktadır. Türkiye yanlısı tek devlet Libya gibi gözükürken, Suriye de Ahmed Şara yönetiminde Ankara'ya daha yakın hareket etme potansiyeline sahiptir. Ancak hem Şara'nın ülkesine henüz hâkim olmaması, hem de İsrail ve ABD etkisine açık olması sebebiyle, bu konuda bile kesin konuşmak zordur. Avrupa ülkeleri de genelde Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ve Fransa'nın siyasi liderliği nedeniyle diğer bloka yakın dursalar da, İtalya gibi daha Ankara yanlısı hareket etmeye namzet bazı Avrupalı devletler de mevcuttur.

Sonuçta, gidişat, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz'in jeopolitik mücadele merkezi haline geleceği yeni bir döneme işaret etmektedir. Bize göre, Ankara, bundan sonra Kıbrıs Türklerinin tam desteğini sağlamak, kendisine karşıt oluşan bloktaki ülkelerle ilişkilerini zaman içerisinde düzeltmek ve Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Sorunu konusunda herkesin destek verebileceği bir stratejik plan hazırlamak zorundadır. Aksi takdirde, İsrail-Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi planı ABD desteğiyle uygulanacak ve Türkiye bu süreçte kendisini bir anda tamamen Batı blokunun karşısında İran-Hamas-Hizbullah çizgisinde bir devlet olarak bulabilecektir. Bu ise, kuşkusuz, Türkiye'nin Batı piyasaları ve diplomatik kanallarından iyice dışlanmasıyla sonuçlanabilir. Umuyoruz Ankara'daki jeopolitik hesaplamalar doğru, akılcı ve savaş dışındaki seçeneklere de kanalize olan bir temelde gelişecektir.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

Pinochet'den Kast'a Şili Siyaseti

 

Giriş

Şili siyasal tarihi, Latin Amerika’da demokrasi, askerî müdahaleler ve neoliberal dönüşüm tartışmalarının en çarpıcı örneklerinden birini sunmaktadır. Nitekim 1973 yılında General Augusto Pinochet öncülüğünde sosyalist lider Salvador Allende'ye karşı gerçekleştirilen askerî darbe, yalnızca Şili’nin anayasal düzenini kesintiye uğratmakla kalmamış, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Soğuk Savaş dönemindeki Latin Amerika politikalarının somut bir tezahürü olarak tarihsel literatürde yerini almıştır.

Jose Antonio Kast

Günümüzde Şili’de gerçekleştirilen seçimler, bu otoriter geçmişle hesaplaşma, ekonomik modelin yeniden değerlendirilmesi ve uluslararası ilişkilerde yeni yönelimlerin belirlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Nitekim geçtiğimiz Pazar günü yapılan seçimleri, Pinochet dönemini özlemle yad eden aşırı sağcı Cumhuriyetçi Parti adayı Jose Antonio Kast, Şili İçin Birlik ittifakının sosyalist adayı Jeannette Jara karşısında tam 16 puan farkla kazanmayı başarmıştır. Bu makalede, Pinochet döneminin tarihsel ve siyasal mirası, güncel Şili seçimleri bağlamında ele alınmakta ve söz konusu seçimlerin ABD açısından taşıdığı ideolojik, ekonomik ve jeopolitik sonuçlar akademik çerçevede incelemektedir.

1. Allende Dönemi ve Askerî Darbeye Giden Süreç

1970 yılında sosyalist dünya görüşüne sahip ve Sovyetler Birliği yanlısı Salvador Allende’nin seçimle iktidara gelmesi, Latin Amerika’da demokratik yollarla iktidara gelen ilk Marksist lider örneklerinden biri olarak uluslararası sistemde dikkat çekmiştir. Allende hükümetinin bakır madenlerinin kamulaştırılması, bankacılık sisteminin devletleştirilmesi ve kapsamlı sosyal politikaları, ABD’nin ekonomik ve stratejik çıkarlarıyla doğrudan çatışmıştır. Soğuk Savaş bağlamında ABD, Şili’de sosyalist bir yönetimin varlığını “bulaşma etkisi” (contagion effect) açısından tehdit olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle, etkili Dışişleri Sekreteri ve Ulusal Güvenlik danışmanı Henry Kissinger'ın da etkisiyle, Washington, Allende hükümetini devirmek için harekete geçmiştir. Bu süreçte ABD’nin Şili iç siyasetine dolaylı ve doğrudan müdahaleleri, istihbarat faaliyetleri ve ekonomik baskı araçları aracılığıyla yoğunlaşmıştır. 11 Eylül 1973’te gerçekleşen askerî darbe sonucunda Allende yaşamını yitirmiş, demokratik rejim askıya alınmış ve Pinochet liderliğinde askerî cunta yönetimi tesis edilmiştir.

Allende'yi ölüme götüren 1973 Şili faşist darbesinden bir kare

2. Pinochet Rejimi: Otoriterlik ve Neoliberal Dönüşüm

1973-1990 yılları arasında süren Augusto Pinochet rejimi, klasik bir askerî diktatörlük örneği olarak ağır insan hakları ihlalleriyle anılmaktadır. On binlerce kişinin gözaltına alındığı, işkence gördüğü, sürgüne gönderildiği veya zorla kaybedildiği bu dönem, Şili toplumunda derin ve kalıcı travmalar yaratmıştır. Bununla birlikte, Pinochet dönemi, ekonomik açıdan radikal bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir. ABD’de eğitim almış ve “Chicago Çocukları” (Chicago Boys) olarak adlandırılan yeni nesil liberal iktisatçıların etkisiyle uygulanan neoliberal politikalar; özelleştirme, serbest ticaret, sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi ve devletin ekonomik alandan çekilmesi üzerine inşa edilmiştir. Bu model, makroekonomik istikrar ve büyüme sağladığı iddiasıyla savunulsa da, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri derinleştirmiş ve sosyal devlet mekanizmalarını zayıflatmıştır.

General Augusto Pinochet

3. Demokratikleşme Süreci ve Pinochet Mirası

1988 yılında gerçekleştirilen plebisitte Pinochet’nin iktidarının devamına yönelik önerinin reddedilmesi, Şili’nin kontrollü bir demokratikleşme sürecine girmesini sağlamıştır. 1990 sonrası dönemde yapılan seçimler, sivil siyasetin yeniden inşasını mümkün kılmıştır. Ancak Pinochet döneminde hazırlanan anayasa, orduya tanınan ayrıcalıklar ve neoliberal ekonomik çerçeve uzun yıllar boyunca korunmuş, bu durum “sınırlı demokrasi” tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, 2021 Şili seçimleri, yalnızca hükümet değişimlerini değil, anayasal reform, sosyal eşitlik ve tarihsel adalet taleplerini de içeren yapısal bir dönüşüm arayışını temsil etmiştir. Özellikle sol ve ilerici hareketler, Pinochet mirasının kurumsal düzeyde tasfiyesini siyasal gündemin merkezine taşımıştır.

4. Gabriel Boric Dönemi (2021-2025)

2021 yılında gerçekleştirilen Şili Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda göreve gelen Gabriel Boric, Pinochet diktatörlüğünden sonra doğmuş ilk Cumhurbaşkanı olması bakımından Şili siyasal tarihi açısından simgesel bir kırılmayı temsil etmektedir. Öğrenci hareketleri içinden gelen genç bir lider olan Boric, siyasal meşruiyetini toplumsal eşitsizliklerle mücadele, insan hakları, çevre duyarlılığı ve anayasal reform vaatleri üzerine inşa etmiştir. Boric’in iktidara gelişi, Pinochet döneminde şekillenen neoliberal modelin ve anayasal düzenin demokratik yollarla sorgulanmasının kurumsal düzeye taşındığını göstermiştir. Boric yönetimi, devletin sosyal politikalar alanındaki rolünü güçlendirmeyi, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri azaltmayı ve yerli halkların (özellikle Mapuchelerin) siyasal haklarını tanımayı hedeflemiştir. Bu yönüyle, Boric, Şili siyasetinde yalnızca kuşak değişimini değil, aynı zamanda ideolojik bir yönelim dönüşümünü de temsil etmiştir.

Gabriel Boric

Bu çerçevede, Şili'de Gabriel Boric'in zaferiyle sonuçlanan 2021 seçimlerinin ABD açısından anlamı aşağıdaki başlıklar altında daha net biçimde değerlendirilebilir:

İdeolojik Boyut

  • Gabriel Boric’in Cumhurbaşkanlığı, Latin Amerika’da solun yeni kuşağını temsil eden, demokratik meşruiyeti ve insan hakları söylemini önceleyen bir siyasal çizgi olarak öne çıkmıştır. Bu durum, ABD açısından klasik Soğuk Savaş dönemi reflekslerinden farklı bir meydan okumayı ifade etmiştir; zira Boric, açıkça anti-demokratik ya da devrimci bir söylem yerine, liberal demokratik normlarla uyumlu bir sol program sunmaktadır.
  • Şili’de sol eğilimli siyasal aktörlerin seçim başarıları, Latin Amerika’da 2000’li yıllardan itibaren gözlemlenen “pembe dalga” ve onun güncel uzantılarıyla ilişkilendirilmektedir. Bu durum, ABD açısından bölgedeki ideolojik hegemonyanın zayıflaması ve alternatif kalkınma modellerinin meşruiyet kazanması anlamına gelmektedir.

Ekonomik Boyut

  • ABD, Şili ile serbest ticaret anlaşması bulunan ve ülkedeki madencilik, finans ve enerji sektörlerinde önemli yatırımlara sahip bir aktördür. Seçimlerle birlikte gündeme gelen kamusal düzenleme, vergi reformu ve sosyal harcamaların arttırılması gibi politikalar, ABD sermayesinin çıkarlarını doğrudan etkileyebilmektedir.
  • Bununla birlikte, Şili’nin kurumsal istikrarı, ABD için bölgedeki en öngörülebilir ortaklardan biri olma özelliğini korumaktadır.

İnsan Hakları ve Normatif Söylem

  • Pinochet dönemine verilen ABD desteği, günümüzde Amerikan dış politikasının normatif tutarlılığı açısından eleştirilere konu olmaktadır. Şili’de insan hakları, toplumsal hafıza ve anayasal adalet vurgusunun seçim süreçlerinde öne çıkması, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik demokrasi ve insan hakları söylemini yeniden çerçeveleme ihtiyacını gündeme getirmektedir.

Pinochet Döneminin Güncel Siyasal Tartışmalara Etkisi

  • Şili siyasal yaşamında Pinochet dönemi, bir yandan ekonomik başarı söylemleri üzerinden savunulurken; diğer yandan otoriterlik, eşitsizlik ve toplumsal travma üzerinden sert biçimde eleştirilmektedir. Bu ikili miras, seçim kampanyalarında ideolojik kutuplaşmayı derinleştirmekte ve Şili’yi ABD açısından Latin Amerika’daki siyasal eğilimleri okumak için kritik bir örnek hâline getirmektedir.

5. ABD Açısından Derinleştirilmiş Analiz: Tarihsel Süreklilik, Boric Dönemi ve Yapısal Etkiler

Allende-Pinochet-Boric Sürekliliği

Şili’nin modern siyasal tarihi, ABD açısından üç temel dönem üzerinden okunabilir: Allende’nin demokratik sosyalizmi, Pinochet’nin otoriter neoliberalizmi ve Boric’in demokratik-sosyal dönüşüm arayışı. Allende dönemi, ABD için ideolojik bir tehdit olarak algılanmış ve doğrudan müdahaleci politikalarla karşılanmıştır. Pinochet dönemi, ABD’nin güvenlik ve ekonomi temelli çıkarlarıyla uyumlu, ancak normatif açıdan sorunlu bir ortaklık modelini temsil etmiştir. Gabriel Boric’in iktidara gelişi ise, bu iki uç arasında yeni bir siyasal formu ifade etmiştir: demokratik meşruiyet zemininde yükselen, ancak neoliberal statükoyu sorgulayan bir sol yönetim. Bu süreklilik, ABD’nin Latin Amerika politikalarında zaman içinde değişen araçlara rağmen temel hedeflerin (istikrar, serbest piyasa erişimi ve jeopolitik nüfuz) büyük ölçüde korunduğunu göstermektedir.

Boric Yönetimi ve ABD: Yumuşak Meydan Okuma

Gabriel Boric yönetimi, ABD açısından klasik bir “düşman” ya da açık bir stratejik rakip olarak değil; daha çok normatif ve yapısal bir meydan okuma olarak değerlendirilmiştir. Boric’in insan hakları, çevre politikaları, sosyal devlet ve anayasal reform vurgusu, ABD’nin Latin Amerika’daki neoliberal kalkınma anlatısını dolaylı biçimde sorgulamaktadır. Bu durum, uluslararası ilişkiler literatüründe “yumuşak meydan okuma” (soft challenge) kavramıyla açıklanabilir. Boric yönetimi, ABD karşıtı sert söylemlerden kaçınmakla birlikte, Washington Uzlaşısı’nın temel varsayımlarını aşındıran bir siyasal pratik ortaya koymuştur. Bu da, ABD’nin bölgedeki ideolojik liderliğini sembolik düzeyde zayıflatmaktadır.

Ekonomik Yapı ve Bağımlılık Tartışmaları

Şili ekonomisi, Pinochet döneminden itibaren küresel piyasalara yüksek derecede entegre olmuş; özellikle bakır madenciliği, finans ve enerji sektörlerinde ABD sermayesi önemli bir aktör hâline gelmiştir. Boric yönetiminin vergi reformları, çevresel düzenlemeler ve kamusal harcamaları arttırma yönündeki politikaları, bağımlılık teorisi çerçevesinde merkez-çevre ilişkilerinin yeniden müzakere edilmesi anlamına gelmiştir. ABD açısından bu süreç, doğrudan ekonomik kayıptan ziyade uzun vadeli yapısal bir risk olarak değerlendirilmiştir. Zira Şili’de neoliberal modelin demokratik yollarla revize edilmesi, benzer taleplerin bölgedeki diğer ABD müttefiklerinde de meşruiyet kazanmasına yol açabilir.

Anayasa Süreci ve Kurumsal Dönüşümün ABD’ye Etkileri

Boric döneminde gündeme gelen anayasal reform süreci, Pinochet rejiminin en kalıcı miraslarından biri olan anayasal çerçevenin sorgulanmasını temsil etmiştir. Her ne kadar anayasa referandumu beklenen sonucu vermemiş olsa da, sürecin kendisi Şili toplumunda neoliberal düzenin kurumsal temellerine yönelik güçlü bir eleştiri üretmiştir. ABD açısından anayasa tartışmaları, kısa vadede istikrarsızlık riski olarak algılansa da, uzun vadede demokratik kurumsallaşmanın derinleşmesi hâlinde öngörülebilir ve meşru bir ortaklık zemini yaratma potansiyeli taşımıştır. Bu ikili algı, ABD’nin Şili politikasındaki temkinli yaklaşımı açıklamaktadır.

Normatif Güç, İnsan Hakları ve Tarihsel Hesaplaşma

Pinochet dönemine verilen ABD desteği, günümüzde Amerikan dış politikasının normatif tutarlılığına yönelik eleştirilerin merkezinde yer almaktadır. Boric yönetiminin tarihsel hafıza, insan hakları ve mağdurların tanınması konularına verdiği önem, ABD’nin geçmiş politikalarının yeniden gündeme gelmesine neden olmaktadır. Bu bağlamda, Şili, ABD için yalnızca bir dış politika dosyası değil; aynı zamanda geçmiş müdahalelerin uzun vadeli sonuçlarını gözlemleyebileceği bir “ahlaki laboratuvar” işlevi görmektedir.

6. 2025 Seçimlerinde Trump Etkisiyle Cast'ın Zaferi

Şili'de ikinci turu 15 Aralık 2025 Pazar günü düzenlenen Başkanlık seçimlerini, yüzde 58,2 oya ulaşan Cumhuriyetçi Parti'nin aşırı sağcı adayı 59 yaşındaki avukat Jose Antonio Kast kazanmıştır. Kast'ın rakibi olan Şili İçin Birlik adayı ve iktidar partisinin desteklediği solcu Jeannette Jara ise oyların ancak yüzde 41,8'ini alabilmiştir. Şili'de Pinochet dönemine sempati besleyen aşırı sağcı bir adayın rekor düzeyde oyla seçilmesi, kuşkusuz ABD'de iktidarda olan Donald Trump yönetiminin etkisinden bağımsız düşünmek doğru olmayacaktır. Zira Arjantin'de Javier Milei'yi yeniden seçtirmeyi başaran Trump yönetimi, Şili'de de taşları Kast'ın seçilmesi için döşemiştir.

Şili seçim sonuçları

Mart 2026'da görevine başlayacak olan Kast, aşırı muhafazakâr ve sağcı bir liderdir. 2021 seçimlerinde de aday olan Kast, Gabriel Boric'e geçilmiş ve 5 sene boyunca bu seçimlere hazırlanmıştır. Koyu Katolik ve inançlı bir lider olan Kast, Şili'de Pinochet dönemine mirasına sahip çıkmakta ve 1973 darbesini açıkça savunmaktadır. Kast, ötenazi, kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve göç konusunda da gayet katı ahlaki bir duruşa sahiptir ve bu nedenle genelde "aşırı sağ" kategorisinde değerlendirilmektedir. Buna karşın, Kast, kendisini "demokrat" olarak nitelendirmekte ve meclisin onaylaması durumunda eşcinsel evliliklere karşı çıkmayacağını bildirmektedir. Kast'ın aile köklerinin Nazilere dayanması da bir diğer önemli tartışma konusudur.

Kast ve Milei

Seçim kampanyası döneminde suçla sert mücadele, ABD ile yakın ilişkiler, resmi koruma altında olmayan göçmenleri geri göndermek ve ekonomiyi canlandırma sözleri veren Kast, seçilmesinin ardından başkent Santiago'da yaptığı konuşmada seçilmesinin "otoriterlik" anlamında geldiği görüşüne karşı çıkmıştır. Seçimler, Şili'yi deArjantin, Bolivya, Kosta Rika, Ekvador, El Salvador ve Panama'nın ardından Latin Amerika'da soldan sağa doğru kesin bir dönüş yapan son ülke konumuna getirirken, önümüzdeki yıl Peru, Kolombiya ve Brezilya'da yapılacak seçimlerde de Trump (ABD) etkisiyle sağın daha da güçlenmesinden endişe edilmektedir

Genel Değerlendirme ve Sonuç

2025 Şili seçimleri ve aşırı sağ eğilimli muhafazakâr aday Jose Antonio Kast'ın Cumhurbaşkanlığı, Pinochet döneminde inşa edilen siyasal ve ekonomik düzenin demokratik yollarla yeniden müzakere edildiği tarihsel bir momentumu temsil etmektedir. ABD açısından ise, bu süreç, Washington'ın kıta üzerindeki etkisini yeniden tesis ettiğinin ve Monroe Doktrini'ni yeniden uygulamaya soktuğunun somut bir kanıtıdır. 2025 ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde de vurgulanan bu husus, önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerle birlikte Latin Amerika üzerinde kesin bir Amerikan hâkimiyetine dahi dönüşebilir. Bu nedenle, Çin gibi etkili diğer uluslararası aktörlerin bölgede yeniden etkinlik kazanması şarttır. Son söz ise, Şili, hem geçmişin gölgeleriyle hesaplaşan bir ülke, hem de ABD’nin bölgesel hegemonya anlayışının sınandığı kritik bir vaka olarak akademik analizler için merkezi konumu ve önemini korumaktadır.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ & Oğuzhan MANİOĞLU

16 Aralık 2025 Salı

Moldova AB Üyeliği Yolunda

 

Giriş

Doğu Avrupa’da Balkanlar’a yakın şekilde Romanya ile Ukrayna arasında konuşlu, küçük (33.846 km²’lik yüzölçümü ve 2,5 milyon nüfus[1]), halen düşük gelirli (2024 yılı itibariyle kişi başına düşen yıllık gayrisafi milli hasıla düzeyi 7.617 dolar düzeyinde[2]) ve denize kapalı bir devlet olan Moldova, son dönemde yaptığı açılımlar ve izlediği doğru politikalar neticesinde Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda kararlı şekilde ilerlemektedir.

Moldova haritası

Moldova’da Siyasi Çekişme: Ağır Basan Avrupa, Direnen Rusya

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği ve komünist blokun nüfuz alanında kalan Moldova, siyasi bağımsızlığını ancak 1991 yılında tesis edebilmiş; bu tarihten sonra da ekonomik sorunlar ve Rusya ile Batı arasında sıkışmışlığı nedeniyle çeşitli siyasi sorunlar ve krizler yaşamıştır. Başlarda Rusya’nın siyasi etkisini korumayı başardığı Moldova’da, zamanla Avrupalı devletlerin ekonomik gücü ile birlikte siyasal çekim kuvveti arttıkça, Moldova’nın Batı yönelimi artmıştır.

Moldova’da Rus etkisinin halen yüksek olduğu iki bölge: Gagavuzya ve Transdinyester

Bu bağlamda, Moldova, son yıllarda, Rusya ile AB yanlısı güçler arasında yaşanan rekabet sonucunda Cumhurbaşkanlarının sırayla iki kamp arasında el değiştirdiği bölünmüş (bölünük)[3] bir ülke olarak dikkat çekmiştir. Zaten ülkenin bir bölümünde tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden ve bir anlamda Avrupa'daki son komünist devlet olan özerk Transdinyester Moldova Cumhuriyeti de -Rusya desteği sayesinde- Moldova toprakları üzerinde kendi başına hareket edebilen bir yapıdadır. Moldova, Transdinyester'i kendisi bağlı özerk bir cumhuriyet kapsamında değerlendirirken, Rus askeri güçlerinin koruduğu ve neredeyse tamamı Rusya vatandaşlığı alan Transdinyester halkı ise, Prinistrovya Cumhuriyeti adıyla kendilerini bağımsız bir devlet olarak değerlendirmekte, ancak Güney Osetya ve Abhazya dışında hiçbir devlet tarafından tanınmamaktadırlar. Moldova'nın idari yapısı gereği, ülkede Transdinyester dışında Türk kökenli Ortodoks bir halk olan Gagavuzların (Gökoğuzların) yaşadığı Gagavuzya (Gagauzya) da özerk cumhuriyet statüsündedir.

Trandinyester ve Gagavuzya gibi Rusya'nın halen siyasi olarak çok etkili olduğu bölgelerdeki durum sayesinde, Moldova, dış politikasında Rusya yörüngesinden çıkmaya halen tam olarak cesaret edemeyen bir ülke halindedir. Buna karşın, artan ekonomik ilişkiler ve Rusya'nın dış politikasındaki gelişmelerin halkta tepki yaratması nedeniyle, Moldova, 2022 yılında AB tam üyeliğine başvurmuş ve aynı yıl içerisinde Brüksel tarafından tam üyeliğe aday bir ülke olarak ilan edilmiştir. 2023 yılında ise, AB tarafından Moldova ile tam üyelik müzakerelerine başlanmasına karar verilmiştir.[4] Bu şekilde, ülke, giderek Rusya'nın hâkimiyetinden çıkarak AB'ye yönelim halindedir. Ülkenin 2014’ten beri Schengen bölgesinde AB’nin vizesiz geçiş hakkından istifade etmesi de, ülke halkının Avrupa yöneliminde etkili olmaktadır.

Moldova Cumhurbaşkanı Maia Sandu

Hatırlanacak olursa, Moldova'da 20 Ekim ve 3 Kasım 2024 tarihlerinde iki turlu olarak düzenlenen Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) seçimlerini, AB yanlısı Eylem ve Dayanışma Partisi (PAS) destekli bağımsız kadın aday Maia Sandu kazanmıştı. Sandu, Rusya yanlısı Moldova Cumhuriyeti Sosyalist Partisi (PSRM) adayı Alexandr Stoianoglo'yu ikinci turda yüzde 55,35 oyla geçmeyi başarmış ve Cumhurbaşkanı seçilmişti.[5] Seçimin ilk turuyla eşzamanlı olarak düzenlenen AB üyeliği referandumunda da, Moldova halkı, beklentilerin altında kalsa da, yüzde 50,46 düzeyinde bir destekle AB'ye tam üyeliğe destek kararı almıştı. Seçimler, Rusya'nın sürece müdahale ettiği gerekçesiyle çeşitli polemik ve tartışmalara da neden olmuş ama bu iddialar Kremlin tarafından reddedilmişti. Referandumda Moldova'nın özellikle başkent Kişinev gibi büyük şehirlerinde AB'ye destek yüksek seviyelerde olurken, Gagavuzya ve Transdinyester gibi Rusya'nın siyasi, ekonomik ve kültürel etkisinin yüksek olduğu bölgelerde ise AB üyeliğine karşıtlık yüksek düzeye ulaşmıştı. Bu yıl içerisinde düzenlenen parlamento seçimlerini de, Cumhurbaşkanı Sandu’nun desteklediği AB yanlısı Eylem ve Dayanışma Partisi (PAS) yüzde 50 civarında oyla kazanmış ve Rusya destekli Vatansever Blok oyları yüzde 25 düzeyinde kalmıştır.[6] Bu bağlamda, Rusya’nın kısmi gücüne karşın, Moldova’nın AB rotasında ilerlemesi kesinlik kazanmıştır.

Maia Sandu’nun Kıbrıs Ziyareti

Geçtiğimiz gün Güney Kıbrıs Rum Kesimi/Yönetimi’ni ziyaret eden Moldova Cumhurbaşkanı Maia Sandu, Rum lider Nikos Hristodulidis’le görüşmesinin ardından, Kıbrıs’ı ikiye ayıran Yeşil Hat bölgesini gezerken, “ülkenizin ikiye bölünmesinin ne demek olduğunu bilirim” diyerek[7], Kıbrıs’ta federal çözümü ve adanın kuzeyinde de AB hukukunun geçerli olmasını savunmuştur. Sandu, bu sözleriyle kuşkusuz ülkesindeki Transdinyester Sorunu’nu da yeniden gündeme getirmiştir.

Maia Sandu ile Nikos Hristodulidis

1 Ocak 2026 tarihinden itibaren AB Konseyi dönem başkanlığı üstlenecek resmi adıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı Nikos Hristodulidis de, kendilerinin Moldova’nın AB üyeliği sürecine tam destek olduklarını açıklamış ve dönem başkanlığı döneminde bu konuyu önceleyeceklerini ilan etmiştir.[8] Hristodulidis, ayrıca, kendilerinin de Moldova’nın toprak bütünlüğüne destek olduklarını bildirmiştir.[9]

AB uzmanları, Moldova’nın 2028’de tam üye olabileceği yönünde iyimser bazı tahminlerde bulunmaktadırlar.[10] Moldova hükümeti de, 2025-2029 dönemi için AB üyeliğini hedefleyen programını açıklamıştır.[11] Rusya etkisinden çıkarak AB’ye üye olması bağlamında, Moldova ve Gürcistan’ın Avrupa yönelimlerini Kıbrıs Cumhuriyeti’ne benzeten yorumlar/analizler de bulunmaktadır.[12] Bunun yanı sıra, anayasasında “tarafsızlık” ilkesi olan Moldova’nın NATO üyeliği öngörülebilir bir gelecekte beklenmemektedir. Fakat Moldova’nın farklı düzeylerde NATO ile iş birlikleri de mevcuttur.[13] Kişinev de bu konuda istekli değildir ve daha ziyade AB üyeliği hedefine odaklanmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Gürcistan, Karadağ, Kuzey Makedonya, Sırbistan, Türkiye ve Ukrayna ile birlikte AB’ye tam üye adayı olan Moldova, bu konuda Karadağ ile birlikte en avantajlı devlet durumundadır. Rusya’nın Ukrayna Savaşı nedeniyle gücünün azaldığı bir dönemde, Moldova, Brüksel desteğiyle hızlı bir şekilde AB üyeliğini gerçekleştirebilir. Bu, Moskova için ideal bir senaryo değilse de, NATO üyeliği gibi jeopolitik ciddi bir risk olarak da kabul edilemez. Yalnızca Transdinyester ve Gagavuzya gibi Rusya’nın etkili olduğu bölgelerde nasıl bir süreç yapılacağı planlanmalıdır ki aynı şey Kıbrıs’ta olası bir federal çözüm durumunda KKTC için de yapılmalıdır. Sonsöz, AB üyeliği, kuşkusuz, Moldova için çok büyük bir kazanım olacak ve kısa sürede ülke ekonomisini geliştirecektir. Bu nedenle, Kişinev rejimi, bizce doğru yoldadır...

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

DİPNOTLAR

[1] https://www.ab.gov.tr/53279.html.

[2] https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD?locations=MD.

[3] Samuel Huntington’ın ifadesiyle birden çok medeniyete mensubiyeti olması sebebiyle kültürel kamplaşma ve çeşitli zorluklar yaşayan “torn country”. Bakınız; https://politikaakademisi.org/2025/08/28/moldova-sandik-basina-gidiyor/.

[4] https://www.ab.gov.tr/53279.html.

[5] https://politikaakademisi.org/2024/12/26/moldovada-ab-rusya-cekismesi-artiyor/.

[6] https://www.dw.com/tr/moldovada-ab-yanl%C4%B1s%C4%B1-iktidar-partisinden-se%C3%A7im-zaferi/a-74170241.

[7] https://cyprus-mail.com/2025/12/12/moldovan-president-sandu-arrives-for-historic-visit-to-cyprus.

[8] https://www.reuters.com/world/cyprus-prioritise-moldovas-eu-accession-it-takes-blocs-presidency-2025-12-12/.

[9] https://ww2.kibrispostasi.com/c37-DUNYA/n585269-nikos-hristodulidis-moldova-cumhurbaskani-sanduyu-agirladi-moldovanin-toprak-butunlugune-destek.

[10] https://euneighbourseast.eu/news/latest-news/moldovas-accession-path-closing-accession-negotiations-by-early-2028-is-ambitious-but-achievable-goal/.

[11] https://old.gov.md/en/advanced-page-type/2025-2029-national-programme-accession-republic-moldova-eu.

[12] https://newunionpost.eu/2025/09/23/cyprus-eu-ukraine-moldova-georgia/.

[13] https://www.nato.int/en/what-we-do/partnerships-and-cooperation/relations-with-the-republic-of-moldova.

15 Aralık 2025 Pazartesi

Kıbrıs'ın Diplomatik Hareketliliği Artıyor

 

Türkiye'de Güney Kıbrıs Rum Kesimi/Yönetimi adıyla bilinen Kıbrıs Cumhuriyeti, 2023 yılından beri ülkenin 8. Devlet Başkanı Nikos Hristodulidis (Nikos Christodoulides) tarafından yönetilmektedir. Merkez sağ DISY partisi geleneğinden gelen Hristodulidis, 1 Ocak 2026 itibariyle Avrupa Birliği (AB) Konseyi dönem başkanlığını üstlenecek olan ülkesinde dış politikada çok aktif ve yetkin bir lider görünümündedir. Öyle ki, önceki Başkan olan Nikos Anastasiades'e yakınlığı nedeniyle "3. Anastasiades dönemi" diye başlayan Hristodulidis döneminde, Güney Lefkoşa, birçok farklı devletle Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon kaynaklarının paylaşılması hususunda kritik bir işlev gören deniz yetki alanı anlaşmalarını imzalamış ve ilk kez 2019'da kurulan Türkiye karşıtı Doğu Akdeniz Gaz Forumu - Eastmed'in gelişimini sağlamıştır. Hristodulidis, ikili anlaşmalar yoluyla da ülkesinin konumunu güçlendirmekte ve Türkiye'yi Kıbrıs'ta bir çözüme zorlamaya çalışmaktadır. Bu yazıda, Hristodulidis'in yakın tarihli ve güncel bazı temasları değerlendirilecektir.

Daha önce Lübnan'la 2007 yılında önemli bir deniz yetki alanı anlaşması imzalamayı başaran Güney Lefkoşa, Türkiye'nin tepkilerinin de etkisiyle Lübnan Parlamentosu'na bunu 15 yıl kadar kabul ettiremese de, 26 Kasım 2025 tarihi itibariyle imzaların karşılıklı olarak atılmasıyla anlaşma sağlanmış ve Lübnan da Kıbrıs Cumhuriyeti'nin pozisyonuna destek veren bir çizgiyi benimsemiştir. Daha önce İsrail (2010) ve Mısır (2003) hükümetleriyle de deniz yetki alanları anlaşması imzalamış olan Kıbrıs, 2019 yılında Türkiye'nin Libya ile imzaladığı anlaşma ile daha zor bir konuma düşse de, aynı yıl Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nu (EastMed) oluşturarak Kıbrıs'ta bağımsız ve egemen bir devlet olarak yoluna devam etme hususunda önemli bir koz elde etmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti ile birlikte Mısır, Fransa, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün ve Filistin tarafından kurulan uluslararası bir kuruluş olan EastMed, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) de gözlemci üye yaparak ciddi dış destek sağlamış durumdadır. Türkiye ise, Kıbrıs Sorunu halledilmeden böyle girişimlere başlanmasına tepki göstermekte ve öncelikle Kıbrıs'ta filli (de facto) olarak bölünmüş durumda olan iki halkın federal çözüm veya iki ayrı devletle çözüm şeklinde bir sonuca ulaşmasının ardından bölgedeki doğal kaynakların ticaretinin başlamasını savunmakta ve Türkiye'nin kuruluştan dışlanmasına şiddetle tepki göstermektedir.

Rum lider Hristodulidis, ABD ile ilişkiler konusunda da oldukça başarılı olmuş ve Joe Biden döneminde ABD ile bir stratejik ortaklık anlaşması imzalayarak olası bir Türkiye müdahalesi karşısında ülkesini güvenceye almaya çalışmıştır. Bu anlaşmanın yanı sıra, ABD'nin Güney Kıbrıs'a yönelik yıllardır süren silah ambargosu da kaldırılmıştır. Hatta Güney Lefkoşa-Washington hattında ısınan sular nedeniyle, son aylarda Kıbrıs'ın NATO üyeliği dahi gündeme gelmeye başlamıştır. Rum lider, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la da Macaristan’ın Budapeşte şehrinde düzenlenen 2024 Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi'nde gayrı resmi olarak bir araya gelmiş ve Türkiye ile Kıbrıs Sorunu'nun çözümü ve karşılıklı olarak resmi diplomatik ilişkilerin tesisi konusunda sıcak mesajlar vermeye gayret etmiştir. Nitekim yıl sonuna doğru Kıbrıs'ın kuzeyinde düzenlenen 2025 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerini federal çözüm yanlısı CTP'li sosyal demokrat lider Dr. Tufan Erhürman kazanınca, Hristodulidis, Erhürman'la derhal federal çözüm görüşmelerine başlamış ve Kıbrıslı Türklere dostluk mesajları vermiştir. Hristodulidis'in bir diğer stratejik hamlesi ise, bölgenin en etkili askeri ve istihbari güçlerinden olan İsrail'den Barak MX hava savunma sistemi tedarik etmesi ve bu şekilde ABD ve İsrail üzerinde ülkesinin etki gücünü arttırması olmuştur.

Güney Kıbrıs'ın son dönemdeki etkin diplomasisi ve KKTC ile Türkiye'nin son yıllarda savunduğu "iki devletlilik" teziyle bir sonuç alınamaması neticesinde, son aylarda birçok Batılı ve Ortadoğulu lider açık şekilde Kıbrıs'ta federal çözüme destek veren açıklamalar yapmaya başlamışlardır. 2025 yılı başlarında, Avrupa Birliği'nin Orta Asya'ya yönelik açılımı ve ekonomik yatırım paketi sonucunda üç Türk devleti, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan'ın Güney Kıbrıs'a Büyükelçilik açarak Kıbrıs'ta federal çözüme destek vermelerinin ardından, son dönemde Batılı ve Arap liderlerden de peşi sıra "federal çözüm" mesajları gelmektedir. Öyle ki, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan Al Suud'un 2020 tarihli Kıbrıs ziyareti sonrasında Krallığın Güney Lefkoşa Büyükelçisi Fawaz bin Abdulrahman Alshubaili'nin geçtiğimiz gün verdiği "adada federal çözüm" mesajı ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkanı Şeyh Mohammed bin Zayed Al Nahyan'ın Güney Kıbrıs’a resmi ziyaretinde enerji iş birliği temasını öne çıkarması, Körfez Arap ülkelerinin bu konudaki duruşunun Türklerden ziyade Rumlara yakın olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bu bölgedeki en Türkiye yanlısı devlet olan Katar bile KKTC'yi tanımaya yanaşmamakta ve uluslararası hukuktan yana tavır almaktadır.

Kıbrıslı Rum liderin diplomatik hareketliliği, bugün (15 Aralık) gerçekleştirilen Paris ziyaretiyle bir kez daha görülmüştür. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşen Hristodulidis, bu görüşmede iki ülke arasında "stratejik ortaklık" anlaşması imzalamış ve Kıbrıs Sorunu'nun Birleşmiş Milletler parametrelerine göre çözümü konusunda Paris'in desteğini almayı başarmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ise, anlaşma sayesinde ikili ilişkileri çevre, kültür, eğitim, inovasyon, ekonomi ve savunma alanlarında bir üst seviyeye taşıyacaklarını ve bu adımların AB'nin "stratejik özerklik" anlayışı üzerine kurulu olduğunu vurgulamıştır. Bu ziyaretin hemen öncesinde AB üyeliği yolunda emin adımlarla ilerleyen Moldova'nın Cumhurbaşkanı Maia Sandu ile de görüşen Hristodulidis, bu ziyaretten de federal çözüm yönünde destek mesajı almayı başarmıştır.

Bu hareketlilik ve diplomatik ziyaretlerden çıkan mesajlar elbette başlı başına bir kanıt değildir. Ancak ilerleyen günlerde Kıbrıs'ta federal çözüm konusunda hareketlilik yaşanabileceğine dair yine de önemli sinyaller olarak değerlendirilmelidir. Bu, kuşkusuz, her iki tarafta da çözüm yanlısı liderler olması nedeniyle artık bir hayal olmaktan çıkmıştır. Ancak 2004 Annan Planı ve 2017 Crans-Montana hüsranları da hatırlanacak olursa, Kıbrıs'ta çözüm için kesin konuşmanın zor olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Türkiye'nin konumunda ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "iki devletlilik" vurgularını azaltması dikkat çekmektedir. Bu da, müzakere ve çözüm sürecine Ankara'nın engel olmayabileceğini göstermektedir. 

Dileğimiz Kıbrıs'ta iki bölgeli, iki toplumlu, halkların güven ve barış içerisinde birlikte yaşayabilecekleri, Türkiye ile dost komşuluk ilişkileri sürdürecek ve Türkiye'nin AB içerisindeki en büyük dostu olacak bir federal Kıbrıs'ın yeniden kurulması ve bu defa önceki hataları tekrarlamayarak, Ortadoğu barışı için önemli bir kavşağın aşılmasıdır. Bu bağlamda ABD'nin de tavrı oldukça merak edilmekte olup, Başkan Trump'ın ekibinin bu konuda da hazırlıklar yaptığı kaydedilmektedir. Ankara da, bu süreçte paniklememeli, barış ve çözüm çabalarına destek vermeli ve sorunun kendisinden kaynaklanmadığını bir kez daha göstermelidir.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

Avustralya'da Antisemitik Terör: Cihatçı Teröristler Dehşet Saçtı

 

Giriş

İsrail'in Gazze'de uyguladığı aşırı güç kullanımı ve sivil ölümlerini gerekçe göstererek dünyada birçok ülkede bilinçli şekilde yükseltilen antisemitizm (Yahudi karşıtlığı), ne kadar tehlikeli bir akım olabileceğini bu defa dünyadaki tek Yahudi Devleti olan İsrail'den binlerce kilometre uzakta olan Okyanusya ülkesi Avustralya'da gösterdi. Öyle ki, Avustralya'nın New South Wales (NSW) eyaletine bağlı Sidney şehrindeki Bondi Plajı adlı popüler turistik mekânda İslamcı bir baba ve oğlu tarafından düzenlenen cihatçı silahlı saldırıda, tam 15 sivil Yahudi asıllı Avustralya vatandaşı hayatını kaybetti ve daha onlarcası da yaralandı. Olay, Avustralya ve dünya gündemine bomba gibi düşerken, cihatçı teröristleri durdurmaya çalışan Müslüman bir Avustralyalı'nın yaptıkları da ülke ve dünya basınında sıklıkla işlendi. Olay, 1996 Port Arthur Katliamı sonrasında Avustralya tarihinin en kanlı terör saldırısı olarak da tarihe geçti. Bu yazıda, bu olay ve sonrasında yazılanlar özetlenecektir.

Saldırganların görüntüleri

Bondi Plajı'nda Dehşet

İngiliz The Guardian gazetesinin haberine göre, 14 Aralık 2025 Pazar günü, Avustralyalı Yahudi cemaati dini bayramları olan Hanuka'yı kutlarken, İsrail'in Gazze'de Filistinli Müslüman sivil halka uyguladığı vahşete tepki göstermek için böyle bir eyleme giriştiği düşünülen bir İslamcı baba ve oğul (50 yaşındaki baba Sajid Akram ve 24 yaşındaki oğlu Naveen Akram), ellerinde kolaylıkla edinebildikleri otomatik tüfeklerle Bondi Plajı'nda Yahudilerin kutlama yaptıkları bölgeyi hedef alarak ateş açmaya başladılar. Saldırı sonucunda birçok insan vurularak ölür veya ciddi şekilde yaralanırken, polis ve sivil vatandaşların müdahalesi neticesinde baba öldürüldü, oğul terörist ise ağır yaralı olarak hastanede tedavi altına alındı. Olay esnasında aşağıda videosunu izleyebileceğiniz bir Müslüman Avustralya vatandaşı olan Ahmed el Ahmed adlı manav ise, eğitimi olmamasına karşın kendi çabasıyla saldırganlardan birini yere düşürüp silahını alarak, saldırının daha çok vatandaşın ölümüyle sonuçlanmasına engel olmayı başardı. Ülkesi Avustralya'da "kahraman" ilan edilen İdlib'den Sidney'e göç etmiş Suriye asıllı bir kişi olan Ahmed el Ahmed, bu şekilde ülkesinde kahraman olarak gündeme gelmeyi ve halktan 1 milyon dolardan fazla bağış toplamayı başardı.

Olay sonrasında tüm gözlerin çevrildiği Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, "şok edici ve üzücü" olarak değerlendirdiği saldırının ardından olayla ilgili büyük bir hücre ağı tespit edilemediğini ama olayın ekstremist (aşırıcı) ideolojiyle yakından alakalı olduğunu açıkladı. Avustralya'daki Yahudi cemaatine desteklerini açıklayan Albanese, soruşturmanın sürdüğünü ve gerekli önlemlerin alınacağını belirtti. New South Wales Başbakanı Chris Minns ise, antisemitik şiddette son 2 yıldaki artışa dikkat çekerek, bu konuda kapsamlı bir araştırma yaptıklarını açıkladı. Buna karşın, olaydan Avustralya hükümetini sorumlu tutan İsrail, Gazze olayları nedeniyle İsrail karşıtı eylemlere izin ve cesaret veren Avustralya hükümetinin saldırılarda sorumluluğu olduğunu iddia etti. İsrail adına açıklama yapan Cumhurbaşkanı Izak (Isaac) Herzog, Sidney şehrinde düzenlenen saldırıyı "korkunç" olarak nitelendirirken, "Avustralya hükümetine, ülkede yaşayan Yahudilere zarar gelmesini önlemek için, ülkede yayılan suç niteliğindeki antisemitizmi kökünden ortadan kaldırmak için kararlı bir şekilde harekete geçmesi gerektiğini defalarca uyardık." ifadesini kullandı. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar da, Avustralya başta olmak üzere birçok ülkede Filistin'e destek amacıyla düzenlenen küresel intifada eylemlerinin antisemitizme uygun ortam yaratmasını eleştirerek, Canberra'ya aklını başına toplama uyarısında bulundu. İsrail basını ise, olaylarda İran parmağı olabileceğini kaydederek Tahran'daki molla rejimini işaret ettiler.

Cihatçı terör, Hanuka Bayramı'nda Yahudi inananları hedef aldı

Avustralyalı Müslüman topluluklar olayın hemen ardından saldırıyı açık şekilde kınarlarken, son yıllarda Avustralya'da Yahudi karşıtı saldırıların sıklaşması dikkatleri çekiyor. Öyle ki, Sidney'de 11 yıl önce Lindt Cafe’de yaşanan ve 18 kişinin rehin alındığı saldırının ardından İsrail'in Gazze'de Hamas'la savaşa girmesini müteakiben pek çok terör saldırısı ya son anda önlendi, ya da ufak kayıplarla atlatılmayı başardı. Buna karşın, Avustralya hükümeti, ülkelerinde sayıları gittikçe artan radikal Müslüman gruplar hakkında herhangi bir çaba içerisine girmedi. Bu nedenle, bu olayın o kadar da beklenmedik olduğu söylenemez. Maalesef ki, İsrail eleştirilerini Yahudi nefretiyle karıştırmaya başlayan başka ülkelerde de gelecek aylarda böyle saldırıların yaşanma riski bulunmaktadır. Saldırının Yahudilerin kutsal bir bayramı sırasında yapılması ise, saldırganların dini özgürlük konusunda da ne kadar hoşgörüsüz olduklarını da gösteriyor. 

Radikalizme mesafeli bir Müslüman yoğun devlet olan Türkiye Cumhuriyeti ise, olayı duyar duymaz resmi bir kınama mesajı yayınlayarak, T.C. Dışişleri Bakanlığı kanalıyla olaydan duyulan derin üzüntüyü tüm dünyaya ilan etti. İktidar partisi AKP'nin Sözcüsü Ömer Çelik de, NSosyal hesabından olay hakkında bir açıklama yayınlayarak Avustralya ile dayanışma mesajları verdi. Bu şekilde, Ankara, cihatçı terörle arasına mesafe koymaya çalıştığını ortaya koydu. 

Sonuç

Sonuç olarak, radikalizmin diğer radikalizmleri beslediği sarmalının bir kez daha teyit edildiği bu elim olayda birçok Yahudi sivil hayatını kaybederken, İsrail hükümetinin politikalarıyla tüm Yahudileri bir tutmanın büyük bir hata olacağı ve bu tarz saldırıları normalleştirebileceği görüşü bir kez daha anlaşılmış oldu. Müslüman devletlere kıyasla çok daha iyi bir demokrasi olan İsrail'de neredeyse her gün hükümet karşıtı protestolar düzenlenirken ve Gazze'de ateşkes sağlanmışken, Yahudi nefretini körüklemeye devam etmek, hiçbir devlet ve topluma fayda sağlayamayacak ve büyük trajedilere neden olabilecektir. Bunun yerine, yapılması gereken, Birleşmiş Milletler parametrelerine uygun şekilde Filistin'de iki devletli çözümün yollarını döşemek ve Yahudi karşıtı açıklamalar yapan grupları dikkatle gözlemlemektir. Avustralyalı dostlarımıza geçmiş olsun...

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

12 Aralık 2025 Cuma

Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Japonya Siyaseti ve Türkiye-Japonya İlişkileri kitabı hakkında podcast

 

Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Japonya Siyaseti ve Türkiye-Japonya İlişkileri kitabı hakkında bir podcast yayını yayınlandı. Aşağıda bu kaydı dinleyebilirsiniz.

Prof. Dr. Ozan Örmeci Tvnet Yayınında Türkmenistan'daki Erdoğan-Putin Görüşmesini Yorumladı

 

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 12 Aralık 2025 tarihinde Tvnet kanalında yayınlanan ve Hamza Çiftçi'nin sunduğu "Haber Merkezi" programında Türkmenistan'da gerçekleşen Erdoğan-Putin görüşmesi ışığında Türk-Rus ilişkilerindeki güncel gelişmeleri yorumladı. 

11 Aralık 2025 Perşembe

UPA Yazarlarından Yeni Uluslararası Kitap Bölümü: "Russia's Positioning in Eurasia in the Context of Energy Geopolitics: Gazprom and Strategic Pipelines"

 

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarları Prof. Dr. Ozan Örmeci ile Oğuzhan Manioğlu'nun "Russia's Positioning in Eurasia in the Context of Energy Geopolitics: Gazprom and Strategic Pipelines" adlı Avrasya jeopolitiği ve Gazprom önderliğinde Rusya'nın enerji politikasını inceledikleri çalışma, İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Elnur İsmayıl'in editörlüğünü yaptığı Energy and Power Rivalries Across Eurasia adlı kitapta yayımlandı. Endeksli Amerikan yayınevi IGI Global'ın bastığı eser, 370 sayfalık kapsamlı bir bilimsel eser olarak dikkat çekiyor. Aşağıdaki linklerden bu kitaba ve çalışmaya ulaşabilirsiniz.

Energy and Power Rivalries Across Eurasia 

Kitabı satın almak için;

IGI Global


Çalışmayı okumak için;

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Konferans: "Global Power Shifts in the 21st Century Geopolitics"

 

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 11 Aralık 2025 tarihinde KKTC-Kuzey Kıbrıs'ta Lefke Avrupa Üniversitesi'nde düzenlenen özel bir konferansa konuk oldu ve "Global Power Shifts in the 21st Century Geopolitics" adlı sunumunu gerçekleştirdi. Aşağıda, bu konferanstaki sunuma ve bazı fotoğraflara ulaşabilirsiniz.

Sunum

Fotoğraflar;












10 Aralık 2025 Çarşamba

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Podcast Yayını: KKTC Gözlemleri

Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 2 gün süreyle ziyaret ettiği KKTC'deki gözlemlerine dair bir podcast videosu paylaştı.

2025 ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi


Giriş

Dünyanın halen birçok konuda öncü devleti olan Amerika Birleşik Devletleri'nde, Beyaz Saray'da yaşayan ABD Başkanı ve hükümetinin koordinasyonunda hazırlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Washington'ın güncel güvenlik perspektiflerini ortaya koyan çok önemli bir belgedir. Trump yönetimince hazırlanan 2025 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, geçtiğimiz Kasım ayında yayımlanmıştır. Bu yazıda, bu belge özetlenecek ve tartışılacaktır.

Belgenin Özeti

4 bölümden oluşan belgenin ilk bölümü, ikinci Donald Trump dönemi Amerikan stratejisini özetlemektedir. Bu bölümde, önceki stratejilerde hatalar yapıldığı belirtilerek, ABD'nin önümüzdeki on yıllar boyunca dünyanın en güçlü, en zengin, en kudretli ve en başarılı ülkesi olarak kalmasını sağlamak için, ABD'nin dünyayla nasıl etkileşim kuracağı konusunda tutarlı ve odaklanmış bir stratejiye ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır. Amerikan yönetimine göre, stratejinin temel amacı daima temel ulusal çıkarların korunması olmalıdır. Bu anlamda, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından Washington tarafından tutarlı ve kapsamlı bir strateji oluşturulamamış ve daha ziyade ABD'nin küresel sisteme liderlik etmesi temelinde görüşler geliştirilmiştir. Ancak bu, yeni ABD yönetimine göre yanlış bir eğilim olup, diğer devletlerin işlerine Washington ancak kendi çıkarlarını doğrudan ilgilendiriyorsa müdahil olma ve yön verme eğiliminde olmalıdır. Bu anlamda, yeni ABD yönetimi, üzerindeki yükleri azaltmak istemektedir. Zira ABD gibi dev bir ekonominin bile tüm dünyaya yön verecek ölçüde muazzam kaynakları yoktur. Bu nedenle, ABD, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmeli ve yükü diğer müttefiklerle paylaşmalıdır. Belgeye göre, Başkan Trump, bunu fark etmiş ve ABD'yi diğer devletler gibi kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edecek Realist bir çizgiye oturtmak istemektedir.

Belgenin ikinci bölümünde, ABD'nin günümüzde stratejik olarak neleri başarmak istediği açıklanmaktadır. Ulusal Güvenlik Belgesi'ne göre, Başkan Trump yönetimi, her şeyden önce ABD'nin bağımsız ve egemen bir Cumhuriyet olarak varlığını sürdürmesini amaçlamaktadır. Bu anlamda, ABD topraklarını yabancı saldırılar ve espiyonaj faaliyetlerinden korumak, uyuşturucu kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, yıkıcı propaganda vs. gibi tehditlerden korumak Washington için öncelikli bir meseledir. Bu bağlamda yeni yönetim için en temel konulardan birisi, ülke topraklarına yasadışı girişleri önlemek ve yurt dışından ABD içerisine insan hareketliliği konusunda sınırlarda tam kontrol sağlayabilmektir. Buna ek olarak, dış tehditlere karşı daha dayanıklı güçlü bir ulusal altyapı oluşturulması şarttır. ABD Ordusu'nun güçlü ve zinde tutulması, bu doğrultuda yapılacak en önemli adımlardan birisidir. Bu doğrultuda, Altın Kubbe gibi hava savunma sistemleri ve modern nükleer caydırıcılıkla ABD'nin askeri üstünlüğünün korunması çok önemli bir başlıktır. Ek olarak, ABD ekonomisinin dünyanın en canlı ve dinamik ekonomisi olması sağlanmak istenmektedir. Bunun için dünyanın en güçlü sanayi tabanı oluşturulmalıdır. Güçlü, üretken ve yenilikçi bir enerji sektörünün de desteğiyle ABD'nin 21. yüzyılda da en güçlü devlet olmasını sağlamak adına, hasım devletlerin mülkiyet haklarına saldırıları da önlenmelidir. Ek olarak, ABD'nin artan yumuşak gücüyle gelecek için güvenli adımlar atılmalıdır. ABD'nin bu doğrultuda dünyadan beklentisi ise, Batı yarımkürenin istikrarlı kalması ve bu doğrultuda yasadışı göç faaliyetlerinin kontrol altına alınmasıdır. Keza uyuşturucu kartelleri, teröristler ve suç örgütlerine karşı sert bir mücadele verilmelidir.

Belgenin üçüncü bölümünde, bu hedefler doğrultusunda kullanılacak uygun enstrümanlar/politika setleri açıklanmaktadır. ABD, dünyanın en imrenilesi ülkesi konumunu, dünya lideri varlıkları, kaynakları ve avantajlarıyla korumakta ve bu bağlamda şu politika setleri uygulanmaktadır:

• Yönünü düzeltebilen, hâlâ çevik bir siyasi sistem;

• Hem stratejik çıkarlara yatırım yapılacak zenginlik üreten, hem de Amerikan pazarına erişmek isteyen ülkeler üzerinde kaldıraç sağlayan dünyanın en büyük ve en yenilikçi ekonomisi;

• Doların küresel rezerv para birimi statüsü de dahil olmak üzere dünyanın önde gelen finans sistemi ve sermaye piyasaları;

• Ekonomiyi destekleyen, ABD Ordusu'na niteliksel bir üstünlük sağlayan ve küresel Amerikan etkisini güçlendiren dünyanın en gelişmiş, en yenilikçi ve en kârlı teknoloji sektörü;

• Dünyanın en güçlü ve yetenekli ordusu;

• Dünyanın stratejik açıdan en önemli bölgelerindeki antlaşma müttefikleri ve ortaklarıyla geniş bir ittifak ağı;

• Bol doğal kaynaklara sahip, kıskanılacak bir coğrafyada fiziksel olarak baskın rakip güçlerin olmaması, askeri işgal riski taşımayan sınırlar ve diğer büyük güçlerin uçsuz bucaksız okyanuslarla ayrılmış olması;

• Eşsiz Amerikan "yumuşak gücü" ve kültürel etki;

• Amerikan halkının cesareti, iradesi ve vatanseverliği.

Belgenin dördüncü ve son bölümü, bu doğrultuda uygulanacak stratejilerin bileşenlerini işaret etmektedir. "İlkeler" başlıklı ilk bölümde, Başkan Trump'ın dış politikası, "pragmatist" olmadan pragmatik, "realist" olmadan gerçekçi, "idealist" olmadan ilkeli, "şahin" olmadan güçlü ve "güvercin" olmadan ölçülü olarak izah edilerek, siyasi bir ideolojiden çok Amerikan çıkarlarına dayandığı vurgulanmaktadır. Bunun Trump dilindeki formülü ise şudur: "Önce Amerika" (America First). Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, "barışın Başkanı" olarak tanımladığı Donald Trump'ın bir yıldan kısa sürede 8 farklı çatışmayı durdurmayı başardığı vurgulanmakta ve bu bağlamda Kamboçya ile Tayland, Kosova ile Sırbistan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile Ruanda, Pakistan ile Hindistan, İsrail ile İran, Mısır ile Etiyopya, Ermenistan ile Azerbaycan ve Gazze'deki Hamas-İsrail Savaşı şeklinde bu 8 çatışma sıralanmaktadır. Yeni Amerikan yönetimi, dünyanın savaşlar içerisinde yanmasına karşı çıkmakta ve bunun ABD'yi de olumsuz etkileyeceğini öngörmektedir. Bu bağlamda, Başkan Trump, bir cerrah hassasiyetiyle sorunları çözümlemeye ve çözmeye çalışmaktadır. Başkan Trump, Amerikan dış, savunma ve istihbarat politikalarının şu temel ilkeler tarafından yönlendirilmesi gerektiğini düşünmektedir:

• Ulusal Çıkarların Odaklanmış Tanımı: En azından Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, yönetimler, genellikle Amerika'nın "ulusal çıkarları" tanımını genişletmeyi amaçlayan Ulusal Güvenlik Stratejileri yayınlamıştır. Ancak her şeye odaklanmak, hiçbir şeye odaklanmamaktır. Bu nedenle, Amerika'nın temel ulusal güvenlik çıkarları odak noktaları olmalıdır.

• Güç Yoluyla Barış: Güç, en iyi caydırıcıdır. Ülkeler veya diğer aktörler, Amerikan çıkarlarını tehdit etmekten yeterince caydırılırsa bunu yapmayacaklardır.

• Müdahale Etmeme Eğilimi: Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nde, ABD'nin kurucuları, diğer ulusların işlerine müdahale etmeme konusunda açık bir tercih ortaya koymuş ve bunun temelini netleştirmiştir. Tıpkı tüm insanların Tanrı tarafından verilmiş eşit doğal haklara sahip olması gibi, tüm uluslar da "doğanın yasaları ve doğanın Tanrısı" tarafından birbirlerine göre "ayrı ve eşit bir konuma" sahiptir. Bu nedenle, haklı bir müdahalenin ne olduğunu belirlemek için yüksek bir standart belirlemelidir.

• Esnek Gerçekçilik: ABD politikası, diğer uluslarla ilişkilerinde neyin mümkün ve arzu edilebilir olduğu konusunda gerçekçi olacaktır. Dünyanın uluslarıyla iyi ilişkiler ve barışçıl ticari ilişkiler kurulması hedeflenmektedir; ancak onlara geleneklerinden ve tarihlerinden büyük ölçüde farklı demokratik veya diğer sosyal değişimler dayatılmayacaktır. Bu gerçekçi değerlendirmeye göre, hareket etmenin veya yönetim sistemleri ve toplumları ABD'den farklı olan ülkelerle iyi ilişkiler sürdürmenin hiçbir tutarsızlığı veya ikiyüzlülüğü yoktur.

• Ulusların Üstünlüğü: Dünyanın temel siyasi birimi ulus-devlettir ve öyle kalacaktır. Bütün ulusların kendi çıkarlarını ön planda tutması ve egemenliklerini koruması doğal ve adildir. Dünya, uluslar kendi çıkarlarını önceliklendirdiğinde en iyi şekilde işler. Amerika Birleşik Devletleri, kendi çıkarlarını ön planda tutacak ve diğer uluslarla ilişkilerinde onları da kendi çıkarlarını önceliklendirmeye teşvik edecektir.

• Egemenlik ve Saygı: Amerika Birleşik Devletleri, kendi egemenliğini tereddütsüz olarak koruyacaktır. Bu, ulus-ötesi ve uluslararası örgütler tarafından aşınmanın önlenmesini, yabancı güçlerin veya kuruluşların Amerikan söylemlerini sansürleme veya vatandaşlarının ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerinin engellenmesini, Amerikan politikalarını yönlendirmeyi veya ABD'yi yabancı çatışmalara dahil etmeyi amaçlayan lobi ve etki operasyonlarını durdurmayı da kapsar.

Bu doğrultuda öncelikler ise şöyle belirlenmiştir:

• Kitlesel Göç Çağının Sona Erdirilmesi: Bir ülkenin sınırlarına kimi kabul ettiği kaçınılmaz olarak o ülkenin geleceğini belirleyecektir. Kendini egemen sayan her ülkenin geleceğini belirleme hakkı ve görevi vardır. Tarih boyunca egemen uluslar kontrolsüz göçü yasaklamış ve vatandaşlığı nadiren yabancılara vermiş, ayrıca bu yabancıların da zorlu kriterleri karşılamaları gerekmiştir. Batı'nın son on yıllardaki deneyimi bu kalıcı bilgeliği doğrulamaktadır. Dünya genelindeki ülkelerde kitlesel göç, iç kaynakları zorlamış, şiddeti ve diğer suçları arttırmış, sosyal uyumu zayıflatmış, işgücü piyasalarını bozmuş ve ulusal güvenliği baltalamıştır. Bu nedenle, kitlesel göç çağı sona ermelidir. Sınır güvenliği, ulusal güvenliğin temel unsurudur. Bu, ABD'nin egemen bir cumhuriyet olarak hayatta kalması için temeldir.

• Temel Hak ve Özgürlüklerin Korunması: Amerikan hükümetinin amacı, Amerikan vatandaşlarının Tanrı tarafından verilmiş doğal haklarını güvence altına almaktır. Bu amaçla, Amerikan hükümetinin kurumlarına geniş yetkiler verilmiştir. Bu yetkiler, "radikalleşmeyi önleme", "demokrasiyi koruma" veya başka herhangi bir bahane altında asla kötüye kullanılmamalıdır. Bu yetkiler kötüye kullanıldığında, kötüye kullananlar hesap vermelidir. Özellikle, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve ortak hükümeti seçme ve yönlendirme hakkı, asla ihlal edilmemesi gereken temel haklardır. Bu ilkeleri paylaşan veya paylaştığını söyleyen ülkelerle ilgili olarak, ABD, bu ilkelerin harfiyen ve ruhen korunmasını güçlü bir şekilde savunacaktır. Avrupa'da, İngilizce konuşulan ülkelerde ve demokratik dünyanın geri kalanında, özellikle müttefikler arasında, elitler tarafından yönlendirilen demokrasi karşıtı uygulamalara karşı çıkılacaktır.

• Yük Paylaşımı ve Yük Aktarımı: ABD'nin tüm dünya düzenini Atlas gibi desteklediği günler sona ermiştir. Birçok müttefik ve ortak arasında, bölgeleri için birincil sorumluluğu üstlenmesi ve kolektif savunmaya çok daha fazla katkıda bulunması gereken düzinelerce zengin ve gelişmiş ülke bulunmaktadır. Başkan Trump, NATO ülkelerinin GSYİH'lerinin yüzde 5'ini savunmaya harcamasını taahhüt eden Lahey Taahhüdü ile yeni bir küresel standart belirlemiş ve NATO müttefikleri de bunu onaylamıştır. Üye devletler, şimdi bunu yerine getirmek zorundadırlar. Başkan Trump, güvenlik ve tüm diğer konularda sorumluluk paylaşımını talep etmektedir. Bu yaklaşım, yüklerin paylaşılmasını ve tüm bu çabaların daha geniş bir meşruiyetten yararlanmasını sağlamaktadır. Model, teşvikleri uyumlu hale getirmek, benzer düşünen müttefiklerle yükleri paylaşmak ve uzun vadeli istikrarı temel alan reformlarda ısrar etmek için ekonomik araçları kullanan hedefli ortaklıklar olacaktır. Bu stratejik netlik, ABD'nin düşmanca ve yıkıcı etkilere etkili bir şekilde karşı koymasına olanak tanırken, geçmişteki çabaları baltalayan aşırı yayılma ve dağınık odaklanmadan kaçınmasını sağlayacaktır. Ayrıca, ABD, ticari konularda daha elverişli muamele, teknoloji paylaşımı ve savunma tedariki yoluyla, komşuluklarındaki güvenlik için daha fazla sorumluluk üstlenmeye ve ihracat kontrollerini bizimkilerle uyumlu hale getirmeye istekli olan ülkelere yardım etmeye hazır olacaktır.

• Barış Yoluyla Yeniden Uyum: Başkan Trump'ın yönlendirmesiyle, acil temel çıkarlar dışında kalan bölgelerde ve ülkelerde bile barış antlaşmaları aramak, istikrarı arttırmanın, Amerika'nın küresel etkisini güçlendirmenin, ülkeleri ve bölgeleri çıkarlar doğrultusunda yeniden hizalamanın ve yeni pazarlar açmanın etkili bir yoludur.

• Ekonomik Güvenlik: Son olarak, ekonomik güvenlik ulusal güvenliğin temeli olduğundan, Amerikan ekonomisini daha da güçlendirmek için çalışılacaktır. Bu doğrultuda, özellikle şu konulara odaklanılacaktır: Dengeli Ticaret, Kritik Tedarik Zincirlerine ve Malzemelere Erişimin Güvence Altına AlınmasıYeniden EndüstrileşmeSavunma Sanayiinin CanlandırılmasıEnerji Hâkimiyeti, Amerika'nın Finans Sektöründeki Hakimiyetini Koruma ve Geliştirme.

Bu bağlamda, dördüncü bölümün üçüncü ve son kısmında ise kritik bölgeler belirlenmiştir:

A. Batı Yarımküre: Monroe Doktrini'ne Trump Eki

Yıllarca süren ihmalin ardından, ABD, Batı yarımküredeki Amerikan üstünlüğünü yeniden tesis etmek ve bölgedeki kilit coğrafyalara erişimi korumak için Monroe Doktrini'ni yeniden savunacak ve uygulayacaktır. Yarımküre dışı rakiplerin, Batı yarımkürede güç veya diğer tehdit edici yetenekler konuşlandırma veya stratejik olarak hayati öneme sahip varlıklara sahip olma veya bunları kontrol etme yeteneği kabul edilmeyecektir. Monroe Doktrini'ne bu “Trump Eki”, Amerikan güvenlik çıkarlarıyla tutarlı, sağduyulu ve güçlü bir Amerikan gücü ve önceliklerinin yeniden tesis edilmesidir. ABD, Batı Yarımküredeki askeri varlığını yeniden gözden geçirererek 4 konuya odaklanacaktır:

• Küresel askeri varlığın, özellikle bu stratejide belirlenen görevler olmak üzere, yarımküredeki acil tehditleri ele almak ve son on yıllarda veya yıllarda Amerikan ulusal güvenliğine göre önemi azalan bölgelerden uzaklaşmak üzere yeniden düzenlenmesi;

• Deniz yollarını kontrol etmek, yasadışı ve diğer istenmeyen göçü engellemek, insan ve uyuşturucu kaçakçılığını azaltmak ve kriz anında önemli geçiş yollarını kontrol etmek için daha uygun bir Sahil Güvenlik ve Donanma varlığı;

• Sınırı güvence altına almak ve kartelleri yenmek için hedefli konuşlandırmalar, gerektiğinde son birkaç on yıldaki başarısız kolluk kuvvetleri stratejisinin yerini alacak şekilde ölümcül güç kullanımı da dahil strateji;

• Stratejik olarak önemli yerlerde erişimin kurulması veya genişletilmesi.

B. Asya: Ekonomik Geleceği Kazanın, Askeri Çatışmayı Önleyin

Başkan Trump, 30 yılı aşkın süredir devam eden hatalı Amerikan varsayımlarını tek başına tersine çevirmiş ve Çin hakkında, yani Amerikan pazarlarını Çin'e açarak Amerikan işletmelerini Çin'e yatırım yapmaya teşvik ederek ve üretimi Çin'e dış kaynak olarak vererek, Çin'in sözde "kurallara dayalı uluslararası düzene" girmesini kolaylaştıracağı varsayımını değiştirmiştir. Zira diğer türlü politikalarla Çin zenginleşmiş ve güçlenmiş ve zenginliğini ve gücünü önemli ölçüde kendi avantajına kullanmıştır. Amerikan elitleri—her iki siyasi partinin dört ardışık yönetimi boyunca—Çin'in stratejisinin ya gönüllü destekleyicileri ya da inkârı halinde olmuşlardır. Hint-Pasifik bölgesi, günümüzde, satın alma gücü paritesi (PPP) bazında dünyanın GSYİH'sının neredeyse yarısı ve nominal GSYİH bazında üçte birinin kaynağıdır. Bu payın 21. yüzyıl boyunca artacağı kesindir. Bu da, Hint-Pasifik'in halihazırda ve gelecek yüzyılın en önemli ekonomik ve jeopolitik mücadele alanlarından biri olmaya devam edeceği anlamına gelmektedir. Oysa ABD'de başarılı olmak için orada da başarılı bir şekilde rekabet edilmelidir. Başkan Trump, Ekim 2025 seyahatleri sırasında, ticaret, kültür, teknoloji ve savunma alanlarındaki ABD'nin bölgedeki güçlü bağlarını daha da derinleştiren ve özgür ve açık bir Hint-Pasifik'e olan bağlılıklarını yeniden teyit eden önemli anlaşmalar imzalamıştır.

Bunu başarmak için birkaç şey şarttır.

Birincisi, ABD, ekonomisini ve halkını herhangi bir ülke veya kaynaktan gelebilecek zararlardan korumalı ve savunmalıdır. Bu, (diğer şeylerin yanı sıra) şunlara son vermek anlamına gelir:

• Yırtıcı, devlet yönlendirmeli sübvansiyonlar ve endüstriyel stratejiler;

• Adil olmayan ticaret uygulamaları;

• İş kaybı ve sanayisizleşme;

• Büyük ölçekli fikri mülkiyet hırsızlığı ve endüstriyel casusluk;

• ABD'nin kritik kaynaklara erişimini riske atan tedarik zincirlerine yönelik tehditler;

• Amerika'nın opioid salgınını körükleyen fentanil öncüllerinin ihracatı;

• Propaganda, etki operasyonları ve diğer kültürel yıkıcılık biçimleri.

İkinci olarak, ABD, kendi 30 trilyon dolarlık ulusal ekonomisine 35 trilyon dolarlık ek ekonomik güç katan (dünya ekonomisinin yarısından fazlasını oluşturan) müttefik ve ortaklarla birlikte, yırtıcı ekonomik uygulamalara karşı koymak ve dünya ekonomisindeki öncü konumlarını korumak ve müttefik ekonomilerin herhangi bir rakip güce bağımlı hale gelmemesini sağlamak için çalışmalıdır. Yeni Delhi'yi, Avustralya, Japonya ve ABD ile devam eden dörtlü işbirliği (QUAD) de dahil olmak üzere, Hint-Pasifik güvenliğine katkıda bulunmaya teşvik etmek için Hindistan ile ticari (ve diğer) ilişkiler geliştirilmeye devam edilecektir. Dahası, müttefiklerin ve ortakların eylemlerini, herhangi bir rakip ülkenin egemenliğini önleme konusundaki ortak çıkarlarla uyumlu hale getirmek için de çalışılacaktır.

Uzun vadede, Amerikan ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü korumak, büyük ölçekli bir askeri çatışmayı caydırmanın ve önlemenin en kesin yoludur. Olumlu bir konvansiyonel askeri denge, stratejik rekabetin temel bir bileşeni olmaya devam etmektedir. Tayvan'a haklı olarak büyük bir ilgi gösterilmektedir; bunun nedeni kısmen Tayvan'ın yarı iletken üretimindeki hâkimiyetidir, ancak çoğunlukla Tayvan'ın İkinci Ada Zinciri'ne doğrudan erişim sağlaması ve Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya'yı iki ayrı bölgeye ayırmasıdır. Küresel deniz taşımacılığının üçte birinin her yıl Güney Çin Denizi'nden geçtiği göz önüne alındığında, bunun ABD ekonomisi için büyük sonuçları vardır. Bu nedenle, Tayvan üzerindeki bir çatışmayı caydırmak, ideal olarak askeri üstünlüğü koruyarak, öncelikli bir konudur. İlgili bir güvenlik sorunu da herhangi bir rakibin Güney Çin Denizi'ni kontrol etme potansiyelidir. Bu, potansiyel olarak düşman bir gücün dünyanın en hayati ticaret yollarından birine geçiş ücreti sistemi dayatmasına veya daha da kötüsü, istediği zaman kapatıp yeniden açmasına olanak tanıyabilir. Bu iki sonuçtan herhangi biri ABD ekonomisine ve daha geniş ABD çıkarlarına zarar verecektir. Bu yolları açık tutmak, "geçiş ücreti"nden arındırmak ve bir ülke tarafından keyfi olarak kapatılmamasını sağlamak için gerekli caydırıcılıkla birlikte güçlü önlemler geliştirilmelidir. Bu, sadece askeri -özellikle deniz- yeteneklere daha fazla yatırım yapılmasını değil, aynı zamanda bu sorun ele alınmazsa Hindistan'dan Japonya'ya ve ötesine kadar zarar görecek her ulusla güçlü bir iş birliğini de gerektirecektir. Başkan Trump'ın Japonya ve Güney Kore'den artan yük paylaşımı konusundaki ısrarı göz önüne alındığında, bu ülkeleri, düşmanları caydırmak ve Birinci Ada Zinciri'ni korumak için gerekli olan yeni yetenekler de dahil olmak üzere yeteneklere odaklanarak savunma harcamalarını arttırmaya teşvik etmek önemli bir önceliktir. Ayrıca, Tayvan ve Avustralya ile ilişkilerde savunma harcamalarının arttırılması konusundaki kararlı söylem sürdürülürken, Batı Pasifik'teki askeri varlık da güçlendirilecektir.

C. Avrupa'nın Büyüklüğünü Teşvik Etmek

Amerikalı yetkililer, Avrupa sorunlarını yetersiz askeri harcamalar ve ekonomik durgunluk açısından düşünmeye alışmış durumdadır. Bunda bir doğruluk payı vardır; ancak Avrupa'nın gerçek sorunları daha da derindir.  Kıta Avrupası, küresel GSYİH'deki payını kaybetmektedir; 1990'da yüzde 25 olan pay, bugün yüzde 14'e düşmüştür. Bu düşüşün bir kısmı, yaratıcılığı ve çalışkanlığı baltalayan ulusal ve uluslararası düzenlemelerden kaynaklanmaktadır. Ancak bu ekonomik gerileme, medeniyetin yok oluşunun gerçek ve daha çarpıcı olasılığıyla gölgede kalmaktadır. Avrupa'nın karşı karşıya olduğu daha büyük sorunlar arasında, siyasi özgürlüğü ve egemenliği baltalayan Avrupa Birliği (AB) ve diğer uluslararası kuruluşların faaliyetleri, kıtayı dönüştüren ve çatışma yaratan göç politikaları, ifade özgürlüğünün sansürlenmesi ve siyasi muhalefetin bastırılması, düşen doğum oranları ve ulusal kimliklerin ve özgüvenin kaybı yer almaktadır. Mevcut eğilimler devam ederse, kıta 20 yıl veya daha kısa sürede tanınmaz hale gelecektir. Bu bağlamda, bazı Avrupa ülkelerinin güvenilir müttefik olarak kalabilmek için yeterince güçlü ekonomilere ve ordulara sahip olup olmayacağı bile hiç de açık değildir. Bu ülkelerin çoğu şu anda mevcut yollarında ilerlemeye devam etmektedir. ABD, Avrupa'nın Avrupa olarak kalmasını, medeniyetsel özgüvenini yeniden kazanmasını ve düzenleyici boğmaya yönelik başarısız odağını terk etmesini istemektedir. Bu özgüven eksikliği, Avrupa'nın Rusya ile ilişkilerinde en belirgin şekilde görülmektedir. Avrupa müttefikleri, nükleer silahlar hariç neredeyse her ölçüde Rusya'ya karşı önemli bir sert güç avantajına sahip. Rusya'nın Ukrayna'daki savaşı sonucunda Avrupa'nın Rusya ile ilişkileri şu anda oldukça zayıflamış durumdadır. Birçok Avrupalı devlet, ​​Rusya'yı varoluşsal bir tehdit olarak görmektedir. Avrupa'nın Rusya ile ilişkilerini yönetmek, hem Avrasya kara kütlesi genelinde stratejik istikrar koşullarını yeniden tesis etmek, hem de Rusya ile Avrupa devletleri arasındaki çatışma riskini azaltmak için önemli bir ABD diplomatik müdahalesini gerektirecektir. Avrupa ekonomilerini istikrara kavuşturmak, savaşın istenmeyen tırmanışını veya genişlemesini önlemek ve Rusya ile stratejik istikrarı yeniden tesis etmek ve Ukrayna'nın çatışmalar sonrası yeniden inşasını mümkün kılarak varlığını sürdürebilir bir devlet olarak sürdürmesini sağlamak amacıyla, Ukrayna'daki düşmanlıkların hızla sona erdirilmesi için müzakere etmek ABD'nin temel çıkarlarından birisidir.

Avrupa'ya yönelik geniş kapsamlı politika şu öncelikleri içermelidir:

• Avrupa içinde istikrar koşullarını ve Rusya ile stratejik istikrarı yeniden tesis etmek;

• Avrupa'nın kendi ayakları üzerinde durmasını ve herhangi bir düşman gücün egemenliğine girmeden, kendi savunmasının birincil sorumluluğunu üstlenerek, uyumlu egemen uluslardan oluşan bir grup olarak faaliyet göstermesini sağlamak;

• Avrupa ülkeleri içinde Avrupa'nın mevcut gidişatına karşı direniş geliştirmek;

• Avrupa pazarlarını ABD mal ve hizmetlerine açmak ve ABD işçilerine ve işletmelerine adil muamele edilmesini sağlamak;

• Ticari bağlar, silah satışları, siyasi iş birliği ve kültürel ve eğitimsel değişimler yoluyla Orta, Doğu ve Güney Avrupa'nın sağlıklı uluslarını inşa etmek;

• NATO'nun sürekli genişleyen bir ittifak olduğu algısına son vermek ve bu gerçekliği engellemek;

• Avrupa'yı merkantilist aşırı kapasite, teknolojik hırsızlık, siber casusluk ve diğer düşmanca ekonomik uygulamalarla mücadele etmek için harekete geçmeye teşvik etmek.

D. Ortadoğu: Yükleri Değiştirin, Barışı İnşa Edin

En azından yarım yüzyıldır, Amerikan dış politikası Ortadoğu'yu diğer tüm bölgelerden daha öncelikli hale getirdi. Bunun nedenleri açıktır: Ortadoğu, onlarca yıldır dünyanın en önemli enerji tedarikçisiydi, süper güçlerin rekabetinin başlıca alanıydı ve daha geniş bir dünyaya, hatta ABD kıyılarına yayılma tehdidinde bulunan çatışmalarla doluydu. Bugün, bu dinamiklerden en az ikisi artık geçerli değil. Enerji kaynakları büyük ölçüde çeşitlendi ve ABD bir kez daha net enerji ihracatçısı oldu. Süper güç rekabeti yerini büyük güç çekişmelerine bıraktı ve bu çekişmelerde, ABD, Başkan Trump'ın Körfez'deki Arap ortakları ve İsrail ile ittifakları başarılı bir şekilde yeniden canlandırmasıyla daha da güçlenen kıskanılacak konumu koruyor. Çatışma, Ortadoğu'nun en sorunlu dinamiği olmaya devam ediyor; ancak bugün bu sorun, manşetlerin inandırabileceğinden daha az şey ifade ediyor. Bölgenin başlıca istikrarsızlaştırıcı gücü olan İran İslam Cumhuriyeti, 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail'in eylemleri ve Başkan Trump'ın Haziran 2025'teki Gece Yarısı Çekiç Operasyonu ile büyük ölçüde zayıfladı; bu operasyon, İran'ın nükleer programını önemli ölçüde zayıflattı. İsrail-Filistin çatışması hâlâ çetrefilli olsa da, Başkan Trump'ın müzakere ettiği ateşkes ve rehinelerin serbest bırakılması sayesinde daha kalıcı bir barışa doğru ilerleme kaydedildi. Hamas'ın başlıca destekçileri zayıflatıldı veya geri çekildi. Suriye potansiyel bir sorun olmaya devam ediyor, ancak Amerikan, Arap, İsrail ve Türk desteğiyle istikrara kavuşabilir ve bölgede bütünleyici, olumlu bir oyuncu olarak hak ettiği yeri yeniden alabilir. Ancak Ortadoğu'nun hem uzun vadeli planlamada, hem de günlük uygulamada Amerikan dış politikasına hâkim olduğu günler şükürler olsun ki geride kaldı; Ortadoğu artık önemli olmadığı için değil, bir zamanlar olduğu gibi sürekli bir rahatsızlık kaynağı ve yakın bir felaketin potansiyel kaynağı olmadığı için dış politikaya hâkim değil. Daha ziyade, bir ortaklık, dostluk ve yatırım alanı olarak ortaya çıkıyor; bu, memnuniyetle karşılanması ve teşvik edilmesi gereken bir eğilim. Nitekim Başkan Trump'ın Arap dünyasını barış ve normalleşme arayışıyla Şarm el-Şeyh'te birleştirme becerisi, ABD'nin nihayet Amerikan çıkarlarına öncelik vermesini sağlayacaktır.

E. Afrika

Amerika'nın Afrika politikası, çok uzun bir süredir liberal ideolojiyi yaymaya ve yaymaya odaklandı. ABD, çatışmaları hafifletmek, karşılıklı yarar sağlayan ticaret ilişkilerini geliştirmek ve dış yardım paradigmasından, Afrika'nın bol doğal kaynaklarını ve gizli ekonomik potansiyelini kullanabilecek bir yatırım ve büyüme paradigmasına geçiş yapmak için belirli ülkelerle ortaklık kurmaya çalışmalıdır. Katılım fırsatları arasında, devam eden çatışmalara (örneğin, Kongo Demokratik Cumhuriyeti-Ruanda, Sudan) yönelik çözümlerin müzakere edilmesi ve yenilerinin önlenmesi (örneğin, Etiyopya-Eritre-Somali) ve yardım ve yatırıma yaklaşımı değiştirmeye yönelik adımlar (örneğin, Afrika Büyüme ve Fırsat Yasası) yer alabilir. Ayrıca, uzun vadeli herhangi bir Amerikan varlığı veya taahhüdünden kaçınırken, Afrika'nın bazı bölgelerinde yeniden canlanan İslamcı terörist faaliyetlere karşı dikkatli olunmalıdır. ABD, Afrika ile yardım odaklı bir ilişkiden, pazarlarını ABD mal ve hizmetlerine açmaya kararlı, yetenekli ve güvenilir devletlerle ortaklıkları destekleyen ticaret ve yatırım odaklı bir ilişkiye geçmelidir. ABD'nin Afrika'ya yatırım yapabileceği ve iyi bir yatırım getirisi beklentisi olan alanlar arasında enerji sektörü ve kritik mineral geliştirme yer almaktadır. ABD destekli nükleer enerji, sıvılaştırılmış petrol gazı ve sıvılaştırılmış doğal gaz teknolojilerinin geliştirilmesi, ABD işletmeleri için kâr sağlayabilir ve kritik mineraller ve diğer kaynaklar için rekabette Amerikalılara yardımcı olabilir.

Belgenin Analizi

Belge, ABD'nin Donald Trump döneminde gözlemlenen ve Realizm esintili yeni doktrinini somutlaştıran bir metindir. Belgede, çok net olarak dış politikaya artık tamamen ulusal çıkarlar temelinde yaklaşılacağı ve müttefiklerden daha fazla sorumluluk almalarının talep edileceği belirtilmektedir. Bu bağlamda öne çıkan bazı hususlar şunlardır:

  • Belgede tam 21 defa geçen Çin, ABD'nin başlıca stratejik rakibi olarak görülmektedir. Çin konusunda, ekonomik ilişkileri ulusal çıkarlara göre reorganize etmek ve azaltmak ve Güney Çin Denizi'nde olası bir Çin hâkimiyetini QUAD gibi girişimlerle durdurmak hedeflendiği belirtilmiştir.
  • Belgede, Avrupa bağlamında, sağ popülist çizgideki ırkçı-aşırıcı hareketlere destek verileceği ve Avrupa Birliği'nin dost değil, hasım ve anti-demokratik bir yapı olarak görüldüğü belirtilmiştir. Bu bağlamda, Avrupa'nın medeniyetini kaybetmekte olduğu ve bu nedenle daha sert ve milliyetçi politikalara yönelmesi gerektiği ifade edilmektedir.
  • 2025 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde, Rusya da dost kategorisinde değerlendirilmese de, bu ülkeyle ilişkilerde Avrupa ülkelerinin Moskova'yı varoluşsal tehdit olarak algılayan bakış açılarının değiştirilerek sorunun çözülmesi ve Ukrayna Savaşı'na diplomasi yoluyla son verilmesi gibi fikirler öne çıkmaktadır.
  • Raporda, İran, istikrarsızlaştırıcı bir güç olarak hasım sınıfında değerlendirilmektedir.
  • Belge, Monroe Doktrini'nin yeniden canlandırılmasını ve Orta ve Güney Amerika'da ABD kontrolünün sağlanmasını öngörmektedir. 
  • Raporda, savunma harcamalarının arttırılması, Amerikan gücünün maksimize edilmesi ve ABD'yi doğrudan ilgilendirmeyen konulara kaynak ayrılmaması gibi içe kapanmacı eğilimler de fark edilmekte ve önceki dönem müdahaleci ABD dış politikasından farklılaşıldığı anlaşılmaktadır.
  • Rapor, ABD'nin demokrasi ve ideallerden ziyade çıkarlar odaklı hareket edeceğini net şekilde ortaya koymaktadır. 

Sonuç olarak, 2025 ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Trump yönetiminin popülist karakterli halkçı yönünü belirginleştiren, askeri güce dayalı sertlik politikalarını teşvik eden, AB'nin liberal eğilimlerini zararlı gören ve Çin'i ABD makro siyasetinde temel rakip olarak işaret eden önemli bir dokümandır. Monroe Doktrini vurgusu ise, ABD'nin yaklaşan Venezuela askeri hareketliliği politikasına dair önemli bir sinyal olarak değerlendirilebilir. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ