6 Mart 2025 Perşembe

Avrupa Güvenliği ve Ukrayna'nın Geleceği Konusunda Ayrışan Perspektifler: Trump vs. Macron

 

Giriş

Ukrayna'nın geleceği ve Rusya ile üç yıldır devam eden savaşın nasıl sonuçlandırılacağı konusunda ABD Başkanı Donald Trump'ın seçilmesiyle birlikte diplomatik ve siyasi çevrelerde büyük bir ivmelenme yaşanırken, bu konuda mevcut ABD yönetimi ve Avrupa devletleri ile Avrupa Birliği (AB) arasında çok ciddi bir ayrışmanın yaşandığı da fark edilmektedir. Bu da, NATO içerisinde çatlak yaratmak isteyen Rusya ve Çin gibi Batı-dışı devletleri oldukça memnun etmektedir. Bu durum, ABD Başkanı Donald Trump'ın ABD Kongresi'ne hitap ettiği 4 Mart 2025 tarihli "State of the Union" (Birliğin Durumu) konuşması ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un ulusa seslendiği 5 Mart 2025 tarihli televizyon konuşması ile bir kez daha görülmüştür. Bu yazıda, bu iki konuşmadaki yaklaşım farklılıkları ve Ukrayna krizine dair iki Batılı liderin birbirleriyle çelişen bakış açıları değerlendirilecektir.

Donald Trump'ın Birliğin Durumu Konuşması

ABD Başkanı Donald Trump'ın ABD Kongresi'ne hitap ettiği "Birliğin Durumu" konuşması, ABD ve uluslararası kamuoyunda büyük yankı yaratmıştır. Konuşmasında daha ziyade Amerikan iç siyasetine dair birçok farklı konuya değinen ve kısa süre içerisinde yaptıklarını öven Trump, bunun yanında dış politika bağlamında Avrupa güvenliği ve Ukrayna'nın geleceğiyle alakalı olarak da oldukça önemli şeyler söylemiştir.

Konuşmasının 37. dakikasında gümrük tarifeleri konusuna değinen Trump, Avrupa Birliği'nin geçmişte ABD'ye gümrük tarifeleri uyguladığını vurgulamış ve artık kendilerinin de ABD'ye gümrük uygulayan devletlere karşı önlemler alacaklarını söylemiştir. Trump, bu bağlamda AB'nin yanı sıra Çin, Brezilya, Hindistan, Meksika ve Kanada gibi ülkelerin ismini zikretmiştir. Bu şekilde, ABD Başkanı, yeni dönemde ABD ile AB arasındaki ticaret düzeninin serbest ticaretten ziyade korumacı bir mantıkla gerçekleşeceğinin sinyallerini vermiştir. 

Ukrayna konusuna da konuşmasında birçok defa vurgu yapan ABD Başkanı, konuşmasının ilk dakikalarında Ukraynalılar ve Rusların gereksiz yere birbirlerini öldürdüklerini söyleyerek, ABD'de kendisinden önceki Demokrat Joe Biden yönetiminin Ukrayna'ya yüz milyarlarca dolar gönderdiğini ve bu gereksiz savaşı finanse ettiğini vurgulamıştır. Savaşta genç Ukraynalılar ve Rusların öldüklerine değinen Trump, bir Amerikalı olmasına rağmen bu savaşı durdurmaya çalıştığını, oysa Avrupalıların yakın geçmişe kadar Rusya'dan petrol ve gaz alarak Ukrayna'ya yaptıkları askeri yardımın çok daha fazlasını Rusya'ya yaptıklarının altını çizmiştir. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski'den -Oval Ofis'teki yaşadıkları tartışmaya rağmen- kısa süre önce bir mektup aldığını anlatan Donald Trump, Zelenski'nin bu mektupta kendisinin güçlü liderliği altında Rusya ile anlaşmaya yakın olduğunu bildirdiğini ve bu bağlamda Kiev'e egemenlikleri ve bağımsızlıklarını sağlama konusunda mümkün olduğunca yardımcı olacaklarını ilan etmiştir. Ukrayna liderliğinin nadir madenler konusundaki anlaşmayı da kabul ettiğini sözlerine ekleyen Trump, Rusya yönetimi ile de ciddi müzakereler içerisinde olduklarını ve Moskova'nın da anlaşmaya yakın olduğunu söylemiştir. 

Emmanuel Macron'un Ulusa Sesleniş Konuşması

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un konuşması ise Trump'ın konuşmasından farklı olarak sıklıkla Rusya tehdidine vurgu yapılan ve bu bağlamda Ukrayna'nın direnişinin desteklenmesi gerektiğinin altını çizen bir retoriğe sahne olmuştur. Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısıyla 2022'de başlayan Ukrayna Savaşı'nın milyonlarca insanın ölümü ve zorunlu göçüne neden olduğunu belirten Macron'a göre, müttefikleri ABD, bu savaşı Avrupa güvenliğini riske atacak şekilde durdurmaya ve Avrupa ülkelerine yönelik tarifeler uygulayarak ekonomik ilişkileri bozmaya çalışmaktadır. Fransa Cumhurbaşkanı'nın düşüncesinde, üç yılı aşkın süredir devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı, Avrupa güvenliğine doğrudan bir tehdit oluşturmakta ve bu nedenle de Avrupa ülkeleri Rusya'ya karşı kapsamlı yaptırımlar uygulamaktadır. Rus tehdidinin gerçek ve Avrupa sınırlarının dibinde olduğunu belirten Macron, Rusya'nın bu savaşı Kuzey Kore askerleri ve İran güçleri de kullanarak Batı'ya karşı toptan bir mücadeleye dönüştürdüğünü ve Moldova ve Romanya gibi Avrupalı ülkelerin seçim süreçlerine müdahale ederek Avrupa demokrasilerini destabilize ettiğini iddia etmiştir. Rusya'nın Avrupa'daki hastanelerin internet sistemlerine ve sosyal medya üzerinden üretilen yalanlarla Avrupa demokrasilerine de saldırdığını söyleyen Macron, bu şekilde Moskova'nın Avrupa'nın sınırlarını test ettiğini belirtmiştir. 

Bu bağlamda Moskova'ya karşı sert durulması gerektiğini, zira Rusya'nın savaşı sonlandırmak yerine askeri harcamalarını ve üretimlerini daha da arttırarak Avrupa'ya doğrudan tehdit oluşturduğunu söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı, ancak Rusya'nın barışçıl hale getirilmesiyle barışın sağlanabileceğini vurgulamıştır. Rusya'nın yaptıklarını kabul etmenin hatalı olacağını belirten Macron, barış girişimlerini desteklediklerini, ancak Ukrayna'nın topraklarını savunmasının desteklenmesi gerektiğini ve Rusya'nın istediği koşullarda bir barışın kabul edilemeyeceğini vurgulamıştır. Rusya'nın sözlerine asla güvenilemeyeceğini de hatırlatan Macron, Moskova'nın 2014 Minsk Protokolü'ne uymayarak 2022'de Ukrayna'ya savaş açtığını ve gelecekte de barışın garanti altına alınmaması durumunda anlaşmaları ihlal edebileceğini ifade etmiştir. Ukrayna'nın direnişinin Avrupa'yı koruduğunu ve bu konuda Alman, İngiliz ve diğer Avrupalı meslektaşlarıyla aynı görüşte olduklarını söyleyen Macron, bu bağlamda Avrupa Birliği Ordusu fikrini tetikleyebilecek güvenlik risklerini sıklıkla gündeme getirerek konuşmasını tamamlamıştır. Macron, bu bağlamda Avrupa'da askeri harcamaların arttırılmasını ve Avrupa'nın kendi savunma kapasitesini oluşturmasını da birçok defa vurgulamış ve Fransa'nın nükleer gücünü (force de frappe) hatırlatmıştır. 

Sonuç

İki konuşma kıyaslandığında, Batı'nın köklü iki Cumhuriyet rejiminde Ukrayna ve Rusya ile ilişkiler konusunda birbirine taban tabana zıt yaklaşımların oluştuğu görülmektedir. ABD Başkanı Donald Trump, Avrupa güvenliği konusuna ilgisiz ve Rusya'nın gelecekteki olası saldırganlığı konusunda daha kayıtsız gözükürken, Fransa Cumhurbaşkanı bunu varoluşsal bir tehdit olarak öne çıkarmakta ve acilen harekete geçilerek Avrupa'nın güvenliğinin sağlanması gerektiğini düşünmektedir. Macron, Ukrayna konusunda durdurulamayan Rusya'nın Avrupa'yı yakın gelecekte daha da karıştırabileceğini düşünürken, Trump bu konuyu gündemine almamakta ve ABD'nin iç politik ve sınır güvenliği meselelerini öne çıkararak daha izolasyonist bir politika izlediğini göstermektedir. Trump, Ukrayna'yı acil ve Rusya'nın kazanımlarının olacağı bir barışa sürükleyerek ölümleri durdurmak istediğini belirtirken, Macron Ukrayna'nın direnişinin Avrupa'yı güvende tuttuğunu ve Ukrayna'nın desteklenerek Kiev'in istediği koşullarda bir barışın yapılması gerektiğini vurgulamaktadır.

Bu iki Batılı liderin yaklaşımlarını kıyasladığımızda, uluslararası hukuk ve yerleşik Birleşmiş Milletler normları açısından Macron'un haklı olduğu, ancak uluslararası siyasetin güçle yakından alakalı reel politik yapısı nedeniyle Trump'ın yaklaşımının da iyi anlaşılması gerektiği görülmektedir. Rusya'nın Avrupa güvenliğine yönelik tehdidi gerçek dahi olsa, NATO dağılmadığı sürece Moskova'nın böyle bir şey yapmasının delilik olacağı, Rusya'nın Avrupa ülkelerine askeri olarak bir hamle yapması durumunda bile bu ülkelerde ve toplumlarına hoş karşılanmayacağı, Rusya'nın son yıllarda giderek artan şekilde ticaret ve siyaset olarak Avrupa ülkeleri yerine Çin, Hindistan ve İran gibi BRICS ülkeleriyle entegre olduğu ve yüzünü doğuya döndüğü ve bu bağlamda Macron'un endişelerinin haklı ama abartılı olduğu düşünülebilir. Ancak elbette Macron'un ima ettiği şekilde Rusya'yı gelecekte caydıracak bir AB Ordusu'nun kurulması ve işlevsel hale getirilmesi Avrupa güvenliği açısından son derece doğru bir adım olabilir. Zira rasyonel bir otoriter lider olan Vladimir Putin sonrasında Rusya'nın başına kimin geçeceği belli değildir ve Rusya dinamiklerinde Batıcı liberal bir liderin işbaşı yapması kolay gözükmemektedir. Bu nedenle, Avrupa güvenliğine yönelik endişeler haklı olabilir. Yine de, Fransız halkı ve Avrupa halklarına acil ve büyük bir Rus korkusu veya Rusofobi yüklemek bence yanlış olacaktır. Zira Soğuk Savaş sonrası büyük güç kaybeden ve Ukrayna'yı dahi kendi tarafında tutamayan Rusya'nın zengin Avrupalı devletler ve halklarını kontrol altına alması gibi bir ihtimal gerçekte söz konusu değildir. Avrupa hakları demokrasiyi özümsemiş ve kendi Birliklerini oluşturabilmiştir. Rusya, bundan sonra ancak kendi yakın çevresinde önemli bir güç olabilecektir. 

Sonsöz, ABD ile Avrupa devletleri arasında son dönemde yaşanan ayrışma riskli bir gidişat olsa da, ABD'nin kendi Asya-Pasifik öncelikleri ve Avrupa'nın yeniden kendi güvenliğini kendisinin sağlaması gibi hususlar temelinde AB Ordusu'nun oluşturulması bağlamında, bu sürece pozitif yaklaşmak da mümkündür. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

4 Mart 2025 Salı

Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Daktilo1984 Mülakatı: "AB’nin geleceği ne olacak? AB Ordusu’nun oluşturulması kesinlikle mümkündür"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) bölümü başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, popüler akademik site Daktilo1984'e özel bir röportaj vererek AB'nin geleceğine dair fikirlerini paylaştı. Aşağıdaki linkten bu mülakatı okuyabilirsiniz.


3 Mart 2025 Pazartesi

Ukrayna Konusunda Hızlanan Diplomasi

 

Giriş

Geçtiğimiz yıl Kasım ayında yapılan seçimler sonucunda Amerika Birleşik Devletleri'nin (kısaca ABD) 47. Başkanı olarak Ukrayna-Rusya Savaşı konusunda Moskova'ya karşı çok daha ılımlı bir duruşu olan Donald John Trump'ın seçilmesiyle birlikte, üç yılı aşkın süredir devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı'nın ateşkes ve barış anlaşmasıyla sonlandırılması konusunda diplomatik girişimler bir anda hızlandı. Bu, Trump'ın, seçim kampanyası döneminde, "Joe Biden yerine savaşın başladığı süreçte Başkan olsaydı Ukrayna-Rusya Savaşı'nın hiç başlamamış olacağı" ve "yeniden seçilirse savaşı bir günde sona erdireceği" gibi iddialı söylemleri de hesaba katılırsa, hiçbir şekilde sürpriz bir gelişme olmayıp, ABD'nin bilhassa Batılı ülkeler üzerinde çok etkili olan askeri, siyasi-diplomatik, ekonomik ve kültürel üstünlüğü nedeniyle bu sürecin devam etmesi olası gözükmektedir. Bu bağlamda, bu yazıda, geçtiğimiz ay içerisinde hızlanan Ukrayna diplomasisi bağlamında yaşanan baş döndürücü gelişmeleri özetleyeceğim.

Başkan Trump'ın Başlattığı Ukrayna-Rusya Barış Süreci

Seçim kampanyasında verdiği tüm sözleri gayret etmeye çalışan ABD Başkanı Donald J. Trump, Beyaz Saray ve Oval Ofis'te göreve başlamasının ardından çok da vakit kaybeden Ukrayna-Rusya barışı için harekete geçti ve ilk kez 12 Şubat 2025 tarihinde Rusya Federasyonu (kısaca Rusya) Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski ile uzun bir telefon diplomasisi gerçekleştirerek bu konudaki ilk girişimlerini yaptı. Trump, bu girişimlerinin olumlu geçtiğini de sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalarla (birinci açıklama ve ikinci açıklama) duyurdu.

ABD ile Rusya arasında başlayan yakınlaşma süreci ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yakında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'le görüşebileceğini açıklaması, Ukrayna'ya Rusya karşısında askeri, siyasi ve ekonomik olarak çok büyük destekler veren Avrupa Birliği (kısaca AB) üyesi devletleri ve Birleşik Krallık'ı bir ölçüde rahatsız ederken, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron öncülüğünde 17 Şubat 2025 tarihinde Paris'te önemli bir zirve düzenlendi. Birleşik Krallık (İngiltere), Almanya (Olaf Scholz), Polonya (Donald Tusk), İtalya (Giorgia Meloni) ve Danimarka'dan (Mette Frederiksen) liderler ile NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, AB Konseyi Başkanı Antonio Costa ve Avrupa Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in katıldığı toplantıda, savaş sonrası barışın devamlılığı için Zelenski’nin talep ettiği barış gücü konusu ele alındı, ancak bu konuda herhangi bir uzlaşma sağlanamadı. Zirvede Birleşik Krallık Başbakanı Starmer Ukrayna'ya barış gücü kapsamında asker göndermeye hazır olduklarını ifade ederken, İtalya Başbakanı Meloni toplantıya geç geldi ve toplantının Trump karşıtı bir faaliyet olmasını eleştirdi. NATO'nun yeni Genel Sekreteri Mark Rutte askeri harcamaların arttırılması konusunu gündeme getirirken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un da Starmer gibi uzlaşma sağlanması halinde Ukrayna'ya barış gücü konuşlandırılmasını desteklediği vurgulandı.

Trump'ın başlattığı sürecin devamında ABD'li ve Rus üst düzey yetkililer 18 Şubat 2025 tarihinde Suudi Arabistan'da bir araya gelirlerken, Soğuk Savaş döneminin iki süper gücü ve günümüzün de en etkili nükleer güçleri arasında Ukrayna konusundaki müzakereler de resmen başlamış oldu. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ın isteği ve tarafların oluruyla Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan’ın kolaylaştırıcılığında Diriyah şehrindeki Diriyah Sarayı’nda bir araya gelen iki ülke Dışişleri Bakanları (Marco Rubio ve Sergey Lavrov) ve mahiyetlerindeki üst düzey diplomatlar (ABD adına Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Özel Temsilci Steven Witkoff, Rusya adına ise Devlet Başkan Yardımcısı Yuriy Uşakov), yalnızca Ukrayna krizini değil, Rusya'ya yönelik ABD tarafından uygulanan yaptırımları da konuşarak daha kapsamlı bir diplomatik girişime imza attılar. Görüşme sonucunda ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, şu hususlarda uzlaşıldığı vurgulandı:

1. Diplomatik misyonların işleyişini normalleştirmek için gerekli adımları atmak amacıyla ikili ilişkilerdeki rahatsızlıkları ele almak üzere bir istişare mekanizması oluşturmak.

2. Ukrayna’daki çatışmayı kalıcı, sürdürülebilir ve tüm taraflarca kabul edilebilir bir şekilde mümkün olan en kısa sürede sona erdirecek bir yol üzerinde çalışmaya başlamak üzere ilgili üst düzey ekipleri atamak.

3. Ukrayna’daki çatışmanın sona erdirilmesinden doğacak ortak jeopolitik çıkarlar ve tarihi ekonomik ve yatırım fırsatları konularında gelecekteki iş birliği için zemin hazırlamak.

4. Sürecin zamanında ve verimli bir şekilde ilerlemesini sağlamak üzere angaje olmaya devam etmek.

Toplantıya Ukrayna ve AB'yi temsilen hiçbir yetkilinin katılmaması eleştiri konusu yapılırken, Lavrov ve Rubio'nun karşılıklı ılımlı açıklamaları ABD ile Rusya arasındaki yakınlaşmanın gerçek olduğunu ve bu bağlamda Ukrayna'daki ateşkes ve barış girişimlerinin başarı şansının hiç de düşük olmadığını düşündürdü. Buna karşın, Lavrov, Paris Zirvesi'nde gündeme gelen barış gücü önerisini kabul etmeyeceklerini bildirdi. Deneyimli devlet adamının "tarafların bu defa birbirlerini yalnızca dinlemediği ve anladığı" yönündeki açıklamaları da Batı dünyasında büyük ses getirdi.

Paris ve Suudi Arabistan'daki eşzamanlı toplantıların yarattığı ikilik ortamında, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ABD Başkanı Trump'ı 24 Şubat 2025 tarihinde Beyaz Saray'da ziyaret ederken, Macron ile Trump'ın birbirlerine karşı saygılı ama bazı konularda uzlaşmaz tavırları bu ziyarette teyit edilmiş oldu. Bu ziyarette Trump adeta siyasetin güce ve Realizm esaslarına dayalı karanlık yüzünü temsil ederken, Macron da uluslararası hukuk ve İdealizme dayalı evrensel demokratik değerleri gündeme getiren aydınlık yüzünü temsil ediyordu. Ancak iki liderin dostane çabalarına karşın Washington ile Brüksel arasında Ukrayna'da barışın nasıl sağlanacağı ve Moskova ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği konusunda Batı dünyasında yaşanan uyuşmazlık bu ziyarette de görülmüş oldu.

Macron sonrasında Beyaz Saray'ı ziyaret eden ikinci Batılı lider Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer olurken, Sir Starmer, Trump'a, bir istisna olarak İngiltere Kralı III. Charles'ın kendisini ikinci defa resmen Londra'ya çağırdığını bildiren özel davetiyeyi ileterek Ukrayna konusunda yaşanan gerginlik bağlamında Transatlantik ilişkilerdeki gerilimi yumuşatmaya çalıştı. İki lider ekstra gümrük vergileri olmadan serbest ticaretin geliştirilmesi hususunda mutabık kalırlarken, ülkesine dönüşünde, Starmer, Başkan Trump'ın Ukrayna'da kalıcı barış istediğine dair inancını ortaya koydu ve Trump'a destek olduğunu açıkladı.

Ukrayna konusundaki diplomatik girişimler, ABD Başkanı Donald Trump'ın, Başkan Yardımcısı J.D. Vance ile birlikte Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski'yi Beyaz Saray'da kabul ettiği 28 Şubat 2025 tarihli zirveyle devam etti. Ancak taraflar arasında yaşanan sert tartışma nedeniyle büyük bir felakete ve skandala dönüşen bu görüşme, Zelenski ve Ukrayna'yı uluslararası kamuoyu önünde çok zor duruma düşürürken, ABD yönetimine yönelik Avrupa'daki tepkileri de arttırdı. Bu anlamda en çok Rusya'yı memnun eden görüşme, Zelenski'nin takım elbise giymemesi, ülkesinin Rus işgali altındaki topraklarını savunmaya gayret etmesi, ABD iç siyasetine Demokrat Parti lehine müdahil olması, ABD'ye yeterince teşekkür etmemesi ve ABD'ye kendi koşullarını dikte ettirmeye çalışması gibi bir bölümü oldukça garip argümanlar üzerinden Ukrayna Başkanı'na yönelik bir saldırı şovuna dönüşürken, Avrupa ile ABD arasında açılan makası da teyit etmiş oldu.

Ukrayna konusunda diplomatik girişimler 1-2 Mart tarihlerinde Ukrayna lideri Volodimir Zelenski'nin İngiltere (Londra) ziyaretiyle devam etti. Toplam 18 ülkeyi temsilen 19 lider ve üst düzey temsilcisinin (Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer, Ukrayna lideri Zelenski, Almanya Başbakanı Scholz, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Norveç Başbakanı Jonas Gahr Store, AB Konseyi Başkanı Costa, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Çekya Başbakanı Petr Fiala, Hollanda Başbakanı Dick Schoof, Romanya (geçici) Devlet Başkanı Ilie Bolojan, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen, İsveç Başbakanı Ulf Kristersson, Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb, İtalya Başbakanı Meloni, İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, Polonya Başbakanı Tusk ve NATO Genel Sekreteri Rutte) katıldığı ziyaret sırasında Beyaz Saray'da yaşanan skandal tartışmaya rağmen ABD ile ülkesindeki nadir minerallerin çıkarılması konusunda anlaşmaya destek olduklarını açıklayan Zelenski, Avrupa'dan aldığı destekle biraz olsun moral topladı. Zirveden, Ukrayna'da barış konusunda Avrupa'nın oluşturduğu ve Rusya'yı caydırması umulan somut bir plan çıkarken, planın detayları hakkında henüz uluslararası kamuoyuna bilgi verildi. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un Le Figaro'ya yaptığı açıklamalar, hava ve denizde uygulanacak bir aylık ateşkesle barış sürecinin başlatılmasının öngörüldüğünü gösteriyor. Le Monde gazetesinin "İngiltere-Fransa barış planı" olarak adlandırdığı girişim, İngiltere ve Avrupa'nın kahraman olarak gördüğü Zelenski'ye olan desteklerinin de süreceğini gösteriyor.

Sonuç

Sonuç olarak, üç yılı aşkın sürede her iki tarafta da yüz binlerce insanın ölümüne yol açan ve küresel ekonomiyi çok olumsuz şekilde etkileyen Ukrayna-Rusya Savaşı'nın sonlandırılması konusunda, Donald Trump'ın seçilmesi sonrasında, hem ABD, hem de AB tarafında belirgin bir istek artışı olmasına karşın, Batı blokunda bu konuda uygulanacak yöntemler veya izlenecek yol konusunda henüz bir fikir birliği olmadığı anlaşılmaktadır. Avrupa, bu savaşı Ukrayna'nın haklı olduğu bir vatan savunması olarak görmeye devam etmekte, ABD ise kendi ulusal çıkarlarını da düşünerek bu savaşın uzamasının sakıncalı olacağını düşünmektedir. Bu bağlamda, Ukrayna ve Rusya'nın da savaş sürecinde çok yıprandıkları düşünülürse, sahadaki somut gerçeklikler ve uluslararası hukuka dayalı yüksek idealler arasında bir orta yolun bulunması ve savaşın bir an önce sonlandırılarak Ukrayna'nın yeniden kalkındırılmaya başlanması en büyük dileğimizdir. Çünkü Ukrayna halkı, kahramanca direnişi ile barışı hak ettiğini göstermiş ve Batı dünyası tarafından yalnız bırakılmamalıdır. Fakat daha büyük resme baktığımızda, Soğuk Savaş sonrası giderek NATO tarafından sıkıştırılan Rusya'nın jeopolitik uyarılarının da artık daha iyi anlaşılması ve daha yoğun olarak Batı dünyasında duyulması gerekmektedir. Bu nedenle, acil ateşkes ve insani yardımların arttırılması, sonrasında da Rusya'nın küresel ekonomiye dönüşünü sağlayacak açılımlarla birlikte Ukrayna'nın sınırlarının kararlaştırılarak barışın hayata geçirilmesi gayet mümkündür. Barış gücü konusunda Moskova'nın uyarıları olduğu düşünülürse, bu konuda da daha ziyade sembolik bir barış gücü uygulaması ve bunun ötesinde Ukrayna'nın Rusya ile barış içerisinde yaşamasını garanti altına alacak ve daha nötralize edilmiş bir Kiev rejimini hayata geçirecek yeni bir anayasa ve yönetimin oluşturulması faydalı olabilir.

Bu durum, Batı dünyası için kesinlikle bir yenilgi olmayıp, barıştan en çok fayda sağlayacak aslında Avrupa ülkeleri olacaklardır. Zira AB üyeleri, yeniden Rusya ile ticarete başlayarak ekonomik durgunluklarını aşabilecekler ve bir ihtimal Türkiye üzerinde Rus ve Azeri gazına erişerek enerji açıklarını kapatabileceklerdir. Ayrıca, Avrupa, bu süreçte, sürekli jeopolitik genişleme mantığı çerçevesinde kendi içindeki demokratik sorunları çözemeyen ve aşırı sağın kalesi haline gelen olumsuz gidişatını da değerlendirerek, Ukrayna barışı sonrasında iç bütünlük ve tutarlılığını geliştirme ve Avrupa ekonomilerini toparlama konularına daha rahat odaklanabilecektir. Bu noktada tek husus ise ne Ukrayna, ne de Rusya'ya onur kırıcı bir barışın dikte ettirilmemesidir ki, maalesef Beyaz Saray'da Zelenski'ye yapılan muamele abartılı ve Ukrayna halkı adına saygısızca olmuştur. Umuyoruz, İngiltere ve AB, ABD'nin hatalarını kapatarak Ukrayna'yı da sürece eklemleyebilirler. 

Sonsöz, ABD'nin bu konudaki ayrıksı tavrını da aslında Ukrayna'yı barışa ikna etmek noktasında yapılmış bir politika olarak değerlendirmek daha doğru olabilir. Zira ne Trump, ne de ABD yönetimi, Rusya'daki otoriter yönetime özlerinde büyük bir hayranlık beslememekte, ancak reelpolitik gerekçelerle Ukrayna barışının ABD ve Avrupa güvenliğine daha faydalı olacağına inanmaktadırlar. ABD gibi son derece oturmuş ve ciddi bir devletin dış politikasını da bu şekilde yorumlamak bence daha doğru olacaktır. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

2 Mart 2025 Pazar

UPA Röportaj: Yusuf Ertuğral ile 2025 Almanya Federal Seçimleri

 

Yusuf Ertuğral (1978 Pforzheim-Almanya doğumlu), gazetecilik, yeni medya ve uluslararası ilişkiler alanlarında çalışan bir araştırmacı ve analisttir. Anadolu Üniversitesi İşletme bölümünden lisans ve Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden yüksek lisans (tezli) derecelerine sahiptir. Ertuğral, siyasi risk analizi ve uluslararası ilişkiler konularında çalışmalar yapmakta olup, özellikle Almanya iç ve dış politikası üzerine araştırmalar yürütmektedir. Ayrıca, 2016 yılından bu yana EUROPolitika dergisinin Kurucu Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yapmakta olup, gazetecilik ve yeni medya alanlarında hibe projeleri yazmakta, ayrıca siyasi risk analizi, kriz yönetimi ve strateji geliştirme konularında çalışmalar yürütmektedir. Yusuf Ertuğral, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) üyesidir ve her iki kuruluştan da basın kartı sahibidir. Diyalog Gazetesi’nde ve Uluslararası Politika Akademisi'nde uluslararası ilişkiler ve çatışma çözümü konularında köşe yazıları yazmaktadır. Ertuğral'ın Akıllı Güç’ün Pasifik Vizyonu (2014), Popülizmle Dönüşen Avrupa ve Türkiye AB İlişkilerinin Geleceği (2018 - Prof. Dr. Ebru Canan Sokullu ve Ali İzzet Keçeci ile birlikte) ve Almanya Siyasetine Giriş (2023 - Prof. Dr. Ozan Örmeci ile birlikte) kitapları bulunmaktadır.

28 Şubat 2025 Cuma

L'appel historique d'Abdullah Öcalan en faveur de la dissolution de l'organisation terroriste

 

Introduction

Le 27 février 2025, le leader emprisonné du PKK, Abdullah Öcalan, a lancé un appel historique aux membres de son organisation pour la dissolution de l'organisation politique illégale. Öcalan, qui purge sa peine (emprisonnement à vie) dans la prison de l'île d'Imrali depuis sa capture par les forces de sécurité turques en 1999, a préparé une lettre spéciale pour cet appel historique. Cette lettre a été lue hier au public par le maire de Mardin, Ahmet Türk, et le député de Van, Pervin Buldan, tous deux membres du parti DEM pro-kurde, dans les deux langues, turque et kurde. La lettre d'Öcalan contient des messages importants pour l'avenir de la question kurde et doit donc être analysée attentivement.

L'appel historique d'Öcalan : Qu'a-t-il dit ?

Öcalan commence sa lettre historique en disant que le PKK est un produit de la guerre froide, basé sur les principes du « socialisme réel » et renforcé par les politiques répressives adoptées par l'État turc après le coup d'État militaire de 1980 ainsi que par le rejet de la réalité kurde. Cependant, avec l'effondrement de l'URSS et la disparition de l'hégémonie des principes marxistes-léninistes dans les cercles intellectuels/politiques de gauche au début des années 1990, ainsi que la reconnaissance de l'identité kurde par l'État turc, le PKK a perdu son essence existentielle et a adopté une rhétorique répétitive. En ce sens, Öcalan affirme que le PKK doit être dissous puisqu'il a rempli sa mission et a incité l'État turc à accepter et à reconnaître l'identité kurde.

Selon Öcalan, ce qu'il faut faire ensuite, c'est établir un régime véritablement démocratique en Turquie, qui satisferait tout le monde. Selon Öcalan, les origines mêmes du PKK ont été créées par l'État turc dans le passé en raison du rejet de l'existence kurde et de l'insuffisance de canaux politiques démocratiques dans le pays. Toutefois, depuis le milieu des années 1990, les partis politiques pro-kurdes sont légaux et participent aux élections démocratiques comme tous les autres partis politiques (nationalistes, islamistes, sociaux-démocrates, kémalistes, socialistes, conservateurs etc.). En ce sens, Öcalan laisse entendre que la démocratie résoudrait tous les problèmes de la Turquie, y compris la question kurde. En outre, dans l'idée d'Öcalan, les modèles d'État-nation, de fédération, d'autonomie ou les solutions culturalistes ne sont pas de vraies solutions à la question kurde. C'est plutôt la démocratie elle-même qui serait la véritable solution à tous les problèmes.

Abdullah Öcalan souligne que le deuxième siècle de la République de Turquie serait plus fructueux si le système républicain était renforcé par la mise en œuvre de la démocratie. Il ajoute également que la seule façon de revendiquer ses droits est la démocratie et qu'il n'y a pas d'autres options que les méthodes démocratiques. Dans ce sens, Öcalan déclare qu'en répondant à l'appel du leader du MHP, le Dr. Devlet Bahçeli, il appelle au désarmement et à la dissolution du PKK. Enfin, Öcalan exhorte les cadres dirigeants du PKK à organiser un congrès et à déclarer leur décision de dissolution à tout le monde.

Analyse

La lettre du leader du PKK, Abdullah Öcalan, marque un tournant historique dans la résolution du problème du terrorisme du PKK en Turquie. L'appel d'Öcalan vise clairement le désarmement et la dissolution de l'organisation. Puisqu'il est le leader fondateur de l'organisation, son appel est vraiment important et pourrait influencer les membres du PKK.

La lettre d'Öcalan est courte, mais il semble que sa transformation d'un chef terroriste en un détenu en quête de paix soit basée sur un changement intellectuel. Cette transformation intellectuelle s'est matérialisée par le rejet de toute forme de violence et l'adoption de méthodes démocratiques. En outre, Öcalan affirme que l'idéologie marxiste/léniniste/stalinienne et les enseignements du socialisme réel de la guerre froide ont perdu leur attrait et que l'heure est venue de faire de la démocratie l'idéologie ultime. L'ancien dirigeant du PKK estime également que ce sont les politiques erronées de l'État turc dans le passé, telles que le rejet de l'identité kurde et les pressions exercées à l'encontre de tous les groupes de gauche, qui ont conduit à la situation qui a donné naissance au PKK. En ce sens, Öcalan loue les efforts de transformation démocratique de l'État turc depuis le milieu des années 1990 en reconnaissant l'identité kurde et en autorisant les partis politiques pro-kurdes à participer à des élections démocratiques.

L'idée principale d'Öcalan est que le problème kurde sera résolu automatiquement si la Turquie commence à mettre en place un véritable régime démocratique. Pour lancer ce processus, Öcalan pense que la dissolution du PKK pourrait être un bon début. Ensuite, la démocratisation progressive de la Turquie satisferait les électeurs kurdes et ferait de la Turquie un pays plus fort.

Conclusion

Pour conclure, la lettre d'Öcalan est extrêmement importante mais l'effet qu'elle aura sur les membres du PKK sera le facteur décisif. Si la direction du PKK décide de dissoudre l'organisation, cela pourrait aider la Turquie à avoir un régime plus stable, démocratique et pacifique à l'intérieur. Cependant, comme la question kurde ne concerne pas seulement le PKK et les Kurdes de Turquie, pour la paix régionale, l'avenir des Kurdes dans la région doit être décidé et des formulations stables et pacifiques similaires doivent être mises en place dans d'autres pays également. La situation en Irak semble relativement réussie, mais en raison des problèmes en Syrie, après le « printemps turc », un processus de paix similaire est nécessaire en Syrie également en ce qui concerne les groupes PYD/YPG.

Enfin, l'appel d'Öcalan est également important pour le président Recep Tayyip Erdoğan, qui a besoin du soutien des Kurdes au parlement pour pouvoir briguer un troisième mandat présidentiel dans les années à venir. Si cela devait marquer le début d'une nouvelle ère de paix, Erdoğan pourrait augmenter ses chances d'être élu pour la dernière (troisième) fois et devenir un leader inoubliable qui a résolu le problème kurde. Bien que ce ne soit pas une bonne nouvelle pour l'opposition, je pense que la solution du dilemme kurde est plus importante que le changement immédiat de leadership dans le pays puisque la Turquie a perdu plus de 50 000 de ses citoyens et des milliards de dollars à cause de sa lutte contre le PKK depuis le début des années 1980. J'espère que la paix l'emportera cette fois-ci...

En définitive, il s'agit d'une victoire pour les deux parties, car l'État turc a démontré sa capacité à ne pas autoriser de mouvements sécessionnistes dans le pays au cours des quatre dernières décennies et l'opposition armée kurde a été en mesure de faire accepter l'identité kurde à la Turquie et aux nationalistes turcs par de nombreux moyens, tels que la formation de partis politiques pro-kurdes, la création de chaînes de télévision kurdes et l'impression de livres en langue kurde. En ce sens, la victoire appartient au peuple turc, tous Turcs et Kurdes confondus...

Prof. Ozan ÖRMECİ

Imprisoned PKK Leader Abdullah Öcalan's Historic Call for the Dissolution of the Terrorist Organization

 

Introduction

On February 27, 2025, imprisoned PKK leader Abdullah Öcalan made a historic call to his organization's members for the dissolution of the outlawed political organization. Öcalan, who has been serving his sentence (lifetime imprisonment) in the prison of Imrali Island since his capture by Turkish security forces in 1999, prepared a special letter for this historical call. The letter was read yesterday to public by pro-Kurdish DEM Party's top leaders Mardin Mayor Ahmet Türk and Van deputy Pervin Buldan in both Turkish and Kurdish languages. Öcalan's letter carries important messages for the future of the Kurdish Question and thus, should be analyzed carefully.

Öcalan's historic call: What did he say? 

Öcalan begins his historic letter by saying that PKK was a product of the Cold War, based on the principles of "real socialism" and got strengthened thanks to the repressive policies adopted by the Turkish State after the military coup in 1980 as well as the rejection of the Kurdish reality. However, with the collapse of the USSR and the demise of the Marxist-Leninist principles' hegemony in the leftist intellectual/political circles in the early 1990s as well as the Turkish State's recognition of the Kurdish identity, the PKK had lost its existential essence and adopted a repetitive rhetoric. In that sense, Öcalan claims that the PKK has to be dissolved since it served its mission and directed the Turkish State to accept and recognize the Kurdish identity.

According to Öcalan, what is to be done next is to establish a truly democratic regime in Türkiye which would satisfy everyone. In Öcalan's view, the very origins of the PKK were created by the Turkish State in the past due to the rejection of Kurdish existence and the insufficiency of democratic political channels in the country. However, since the mid-1990s, pro-Kurdish political parties have been legal and contest in democratic elections similar to all other (Turkish nationalist, Islamist, social democratic, Kemalist, socialist, conservative etc.) political parties. In that sense, Öcalan implies that democracy would cure all problems of Türkiye including the Kurdish Question. Moreover, in Öcalan's idea, the models of nation-state, federation, autonomy, or culturalist solutions are not real solutions to the Kurdish Question. Rather, democracy itself would be the real solution to all problems.

Abdullah Öcalan underlines that the Republic of Türkiye's second century would be more successful if the republican system were strengthened by the implementation of democracy. He also adds that the only way to claim one's rights is democracy and there are no other options than democratic methods. In that sense, Öcalan states that by responding to MHP leader Dr. Devlet Bahçeli's call, he is calling for the disarmament and dissolution of the PKK. Lastly, Öcalan urges the PKK leadership cadre to convey a congress and declare their decision of dissolution to everyone.

Analysis

PKK leader Abdullah Öcalan's letter is a historic turning point for the solution of the PKK terrorism problem in Türkiye. Öcalan's call clearly aims for the disarmament and dissolution of the organization. Since he is the founding leader of the organization, his call is truly important and could be influential to PKK members.

Öcalan's letter is short but it seems like his transformation from a terrorist leader into a peace-seeking inmate is based on intellectual change. This intellectual transformation has materialized on the grounds of the rejection of all kinds of violence and the adoption of democratic methods instead. Moreover, Öcalan states that the Marxist/Leninist/Stalinist ideology and the real socialism teachings of the Cold War had lost their appeal and now it is the time for democracy as the ultimate ideology. The former PKK leader also believes that it was the Turkish State's wrong policies in the past such as the rejection of the Kurdish identity and pressures made towards all leftist groups, which led to the condition that gave birth to the PKK. In that sense, Öcalan praises the Turkish State's efforts for democratic transformation since the mid-1990s by recognizing the Kurdish identity and allowing pro-Kurdish political parties to contest in democratic elections.

Öcalan's main idea is that the Kurdish Problem will be solved automatically in case Türkiye starts implementing a real democratic regime. To start this process, Öcalan believes that the dissolution of the PKK could be a good beginning. Following this, Türkiye’s gradual democratization would satisfy the Kurdish voters and make Türkiye a stronger country.

Conclusion

To conclude, Öcalan's letter is extremely important but the effect it would have on the PKK members will be the decisive factor here. In case PKK leadership decides to dissolve the organization, that might help Türkiye to have a more stable, democratic, and peaceful regime inside. However, since the Kurdish Question is not only about PKK and Kurds in Türkiye, for regional peace, the future of Kurds in the region should be decided and similar stable and peaceful formulations must be arranged in other countries as well. The situation in Iraq seems fairly successful, but due to problems in Syria, after the "Turkish Spring", a similar peace process is needed in Syria as well concerning PYD/YPG groups. 

Lastly, Öcalan’s call is also important for President Recep Tayyip Erdoğan who needs Kurdish support in the parliament to be able to run for a third term presidency in the coming years. In case this would be the beginning of a new era of peace, Erdoğan might increase his chances of being elected for a final (third) time and become an unforgettable leader who solved the Kurdish problem. Although this is not a bright news for the opposition, I think the solution of the Kurdish dilemma is more important than the immediate leadership change in the country since Türkiye had lost more than 50,000 of its citizens and billions of dollars due to its fight against the PKK since the early 1980s. I hope peace will win this time…

Final word, this is a victory for both sides as the Turkish State has shown its ability not to allow any secessionist movements in the country in the past four decades and the Kurdish armed opposition has been able to procure the acceptance of the Kurdish identity to Türkiye and Turkish nationalists in many ways such as the formation of pro-Kurdish political parties, the creation of Kurdish tv channels, and the printing of Kurdish language books. In that sense, the victory belongs to Turkish people with all Turks and Kurds included... 

Cover Photo: Sondakika.com

Prof. Ozan ÖRMECİ

26 Şubat 2025 Çarşamba

Trumpizm Diye Bir Şey Var Mı?

 

Giriş

Etkili Devlet Başkanları, genelde dönem süreleri ve sonrasında soyadlarına eklenen "izm" ekiyle anılan bir siyasal miras bırakmalarıyla diğer devlet adamlarından ayrışırlar. Bunun illa katı bir siyasal doktrin olması gerekmez; örneğin, Türkiye örneğinde Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün fikirleri ve yönetim pratiklerinden yola çıkarak oluşturulan ve Prof. Metin Heper'in deyimiyle "yumuşak bir ideoloji" olan Kemalizm veya Atatürkçülük, bu konuda dünyadaki en başarılı örneklerden birisidir. Fransa'da Beşinci Cumhuriyetin kurucusu General ve Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle ile anılan Gaullizm (Gaullisme) de bir diğer başarılı örnektir.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) özelinde de durum diğer devletlerden pek farklı değildir. Güncel örnekler vermek gerekirse; Ronald Reagan dönemi Amerikan siyasetini domine eden milliyetçi, muhafazakâr ve neo-liberal siyasalar ve siyasi pratikler için kullanılan "Reaganizm", genç ve karizmatik Bill Clinton'ın iki dönem Başkanlığı sürecindeki icraatları ve liberal müdahalecilik nüvesiyle seçilen "Clinton Doktrini", "oğul Bush" George W.'nun terörle mücadele ve artan güvenlik önlemleriyle bilinen "Bush Doktrini", önceki ABD Başkanı Joe Biden'ın pandemi döneminde hane halkının refahını arttırmak için uyguladığı ekonomik yöntemler için kullanılan "Bidenomics" ve son olarak da mevcut ABD Başkanı Donald Trump'ın alışılmamış yeni siyasal yaklaşımlarını ifade eden "Trumpizm" gibi Siyaset Bilimi kavramlarından söz edilebilir. Bu yazıda, Trumpizm kavramı temelinde Donald Trump'ın ilk Başkanlığı (2017-2021) ve ikinci Başkanlık döneminin ilk haftalarından yola çıkarak siyasal yaklaşımlarını ve düşüncelerini analiz etmeye çalışacağım.

Donald Trump'ın Siyasal Geçmişi ve Trumpizm Kavramının Kökeni 

2016 yılında hiç beklenmedik şekilde Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı olan ve iddialı Demokrat aday Hillary Clinton karşısında yine hiç beklenmedik şekilde Başkan seçilen Donald Trump, zengin ve başarılı bir iş insanı ve Amerikan sosyetesinin ve uluslararası magazin dünyasının çok sevdiği popüler bir isim olmasına karşın, siyasette ve halk genelinde pek de bilinen bir isimdi değildi. Hatta Trump, geçmişte de siyasi hedefleri olmasına karşın, ilk girişimlerinde pek başarılı olamamıştı. Türk-Amerikalı gazeteci Razi Canikligil'in aktardığına göre, aslında yaşam tarzı olarak Demokrat tabana daha yakın olan Trump, bir yakınına söylediği kadarıyla "Demokratlar çok akıllı, ben bunları ikna edip oy alamam" diye düşündüğü için aktif siyaset yaşamında şansını sağ/muhafazakâr partilerde denemek istedi. 1999-2000 döneminde ilk kez Minnesota Valisi Jesse Ventura'nın girişimiyle iki partili Amerikan sisteminde üçüncü parti olmak için yola çıkan ve 1996'da Ross Perot'ın adaylığı ile kayda değer başarı sağlayan Reform Partisi'nden aday olmayı deneyen Trump, daha sonra ise kampanyasını sonlandırarak bu hevesinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Ancak siyasete ilgisini hiç kaybetmeyen ve giderek popülizm yoluyla halkı kutuplaştırarak elit kimliğinden sıyrılıp Amerikan halkı ile bütünleşebileceğini deneyimleyen Donald Trump, 2004-2017 döneminde "The Apprentice" (Çırak) programıyla ABD'de ülke çapında tanınan fenomen bir kişiye dönüşünce, yeniden siyaset için kolları sıvamaya başlamıştır. İddialara göre, Trump'ın Cumhuriyetçi Parti'den adaylığına karar verdiği an ise, Trump'ın pek de sevmediği eski ABD Başkanı Barack Obama'nın bir Beyaz Saray etkinliğinde Trump'a sataşarak şaka yapması olmuştur. Bu şakaya çok içerleyen Trump, Obama sonrasında ABD Başkanı olmayı artık kafasına koymuştur.

2016 yılında Cumhuriyetçi Parti'den Başkan aday adaylığını açıklayan Donald Trump, bu defa ciddi paralar harcayarak önemli danışmanları etrafında toplamış ve hiç beklenmedik bir şekilde önce partinin Başkan adayı, sonra da ABD Başkanı seçilmiştir. Bu yönüyle, siyasete girişiyle tam bir "outsider" olan işadamı ve "celebrity" Trump, siyaseten büyük bir başarıya imza atmış ve siyasi doğruculuktan (politically correct) uzak, "post-truth" (gerçek ötesi) kavramıyla anılan yeni ve popülist bir sağ çizgiyi benimsemiştir. Trump, muhafazakâr kültürel değerler ve kayıt dışı göç gibi temalar üzerinden toplumu kutuplaştırmayı ve kişisel karizmasıyla insanları etkilemeyi başarmış ve mucizevi bir şekilde 2016 ve 2024'te iki defa çok zorlu adaylar (2016'da Hillary Clinton, 2024'te Kamala Harris) karşısında Başkanlık seçimlerini kazanmıştır.

İşte Trump'ın bu beklenmedik başarısı, siyasete getirdiği yeni tarz ve değerler, bir iş insanı kimliğiyle politik meselelere ideolojik ve akademik yaklaşımlardan uzak ve maddi menfaat temelindeki yaklaşımı ve geleneksel medya ve sosyal medyayı siyasetin merkezine yerleştiren yeni anlayışı uluslararası alanda da dikkat çekmiş ve Trumpizm adı verilen kavramın doğuşuna kaynaklık etmiştir. İlk kampanyası döneminde "America First" (Önce Amerika) sloganı altında Amerikan milliyetçileri, Hıristiyan dindar gruplar, küreselleşmeden zararlı çıkan beyaz Amerikalılar, göç sorunundan muzdarip olan kanunlara saygılı ortalama Amerikan vatandaşları, beyaz üstünlüğünü savunan radikal ırkçı gruplar ve daha az vergi-daha iyi yaşam koşulları beklentisiyle Trump'ı destekleyen makul seçmenler sayesinde ciddi bir taban yaratmayı başaran Trump, buna karşın toplam oyda Hillary Clinton'ın yaklaşık 3 milyon oy gerisinde kalmış ve başarısı daha ziyade tesadüfi ve bir seferlik olarak görülme eğiliminde kalmıştır. Ancak 2024'te bu defa çok daha başarılı bir şekilde yeniden seçilmeyi başaran Trump, 2024 seçiminde önceden pek oy alamadığı Latinolar (Hispanikler), Asyalılar, kadınlar ve hatta kısmen Afrikalı Amerikalılardan bile ciddi düzeylerde oy almayı başarmış ve başarısının şans eseri olmadığını kanıtlamıştır. İkinci dönemine bu defa "Make America Great Again" (MAGA) - "Amerika'yı Yeniden Büyük Yapalım" söylemiyle giren Trump, ilk dönemine kıyasla çok daha başarılı olmuş ve seçimi tüm parametrelerde birinci sırada tamamlamayı başarmıştır.

Bu nedenle, Trumpizm, artık gayet ciddiye alınması ve incelenmesi gereken bir toplumsal olgu, yarı-ideoloji ve Siyaset Bilimi kavramı haline gelmiştir. Öyle ki, günümüzde Trumpist veya Trumpian olarak adlandırılan milyonlarca Amerikalı, kendilerini ABD Başkanı Donald Trump'ın siyasal söylem ve eylemleriyle tanımlamakta ve Trump'a adeta kutsiyet derecesinde önem atfetmektedirler. Bu yönüyle, Trumpizm, mesiyanik boyutu da olan yeni bir siyasi fenomen ve bir yarı-ideoloji olarak değerlendirilebilir.

Trumpizm'in Bileşenleri: Söylem ve Eylemlerden Teori Üretmek

Son derece pragmatik bir kişi olan ve spontane açıklama ve eylemlerine siyasal yaşamında çok güvenen Donald Trump gibi bir siyasal fenomenle özdeşleşen Trumpizm akımını teorileştirmek elbette kolay bir iş değildir. Buna karşın, Trump'ın söylem ve eylemlerinden yola çıkarak Trumpizm'in bazı bileşenlerini artık net olarak teşhis edebiliriz.

1-) Sansasyonel İsimlere Yönelim: Trumpizm'in diğer siyasal akım ve yönetim biçimlerinden çok temel bir farkı, Başkan Trump'ın bizatihi kendisinden başlayarak, yönetici olarak seçtiği kişilerin medya kuruluşları ve sosyal medyada sık yer alan, ratingleri yüksek ve sık sık söylemleri, eylemleri ve tavırlarıyla sansasyon hatta zaman zaman da skandal yaratan kişilerden oluşmasıdır. Trump, liyakat yönünden eleştiriler alan çeşitli atamalarıyla da bunu teşvik etmekte ve medya görünürlüğü ve sansasyona büyük önem vererek, medya kuruluşlarının görünürde çok eleştirdiği, ama kendilerine bolca malzeme verdiği için de gizliden gizliye sevdiği bir isim olmaya çalışmaktadır. Bunu somutlaştırmak gerekirse, Amerika'da birçok önemli emekli General ve savunma uzmanı varken, Trump'ın görece düşük rütbeli bir asker ve daha çok Fox News'ün televizyon yorumcusu olarak ünlenen Pete Hegseth'i Savunma Bakanı olarak ataması ilk akla gelen örnektir. Trump'ın Ulusal İstihbarat Direktörü olarak Tulsi Gabbard'ı, Sağlık Bakanı olarak Robert F. Kennedy Jr.'ı, İç Güvenlik Bakanı olarak Kristi Noem'i ve Başkan Yardımcısı olarak J. D. Vance'i seçmesi de bu sansasyon ve rating arayışına dair somut örneklerdir. Zira bu isimler, otobiyografik çalışmaları, radikal çıkışları ve sert siyasal söylemleriyle kutuplaştırıcı, ratingleri yüksek ve akılda kalan isimlerdir. Bu şekilde, Trump, hep gündemde kalmakta ve bu şekilde bilinirlik avantajıyla iç siyasette ve uluslararası politikada önemi ve gücünü korumaktadır.

2-) Göçmen Karşıtlığı: Trumpizm'in belki de en somut ve güçlü bileşeni, kayıt dışı göç ve buna bağlı olarak birçok toplumsal sorunla yüzleşen ABD'de bu konuda sert politikalar önermesi ve bu önerilerin toplumun önemli bir bölümünde kabul görmesidir. Trump, ABD'de yasalara saygılı olarak yaşayan "düzgün" vatandaşlarla kriminel işlerle ilgilenen kayıt dışı göçmenler arasında devam eden bir mücadele retoriği ile seçmenleri sürekli mobilize etmekte ve bu konuda daha insancıl politikalar öneren Demokratların zayıflıklarına vurgu yaparak puan toplamaktadır. Trump'ın kullandığı göçmen karşıtlığı aslında Avrupa sağı ve aşırı sağının Jean-Marie Le Pen'den başlayarak 1980'lerden beri kullandığı eski bir söylem olmasına karşın, bunu en başarılı şekilde icra eden kişi Donald Trump olmuş ve göç konusu seçimlerin kaderini ciddi biçimde etkileyebilmiştir.

3-) Örgütlü Sağ Gruplarla İttifak: Donald Trump ve Trumpizm'in başarısındaki bir diğer kilit unsur, mensuplarının sayısı yüz binler hatta milyonları bulan örgütlü sağ-muhafazakâr gruplarla kurduğu organik bağlardır. Nitekim Protestan-Presbiteryen inancına mensup ama laik bir yaşam tarzı olan Trump, kabinesinde ve çevresinde koyu dindar Hıristiyan grup ve tarikatları temsil eden güçlü kişilere yer vererek, bu şekilde sağ tabanın oylarını garanti altına almaktadır. Buna dair somut bazı örnekler ise; Trump'ın ilk döneminde Başkan Yardımcısı olan Mike Pence ile ABD'nin yeni İsrail Büyükelçisi olarak Trump tarafından atanan Evanjelist ve koyu dindar Mike Huckabee'dir. Trump, açıktan söylemese de, beyaz üstünlüğünü savunan radikal gruplarla da yakın ilişkiler içerisindedir ki, 2017 yılında Charlottesville'de yaşanan büyük olaylarda yer alan ırkçı grupları "iyi insanlar" olarak değerlendirmesi, ABD siyaseti için önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Aslında bu konuda Trump iyi bir sağ popülist gibi davranmakta ve ırkçılığın kendisinden ziyade, Afrikalı Amerikalı veya Hispanik kimliğe dayalı alt siyasetlerin yarattığı tepkiler temelinde gelişen "beyaz öfke" dalgasının üzerine oturarak daha çok oy almaya çalışmaktadır.

4-) Etiketlemelere Karşı Medyatik Önlemler: Donald Trump'ın uyguladığı sağ popülist politikaların yarattığı toplumsal tepkileri göğüsleme konusunda sıklıkla tercih ettiği yöntem ise, bu söylem ve eylemlerden mağdur olan gruplar ve kişilerle aslında arasında bir sorun olmadığını göstermek için uyguladığı taktiklerdir. Örneğin, ilk Başkanlığı döneminde Meksikalıları "tecavüzcü" olarak nitelendirdiği için Meksikalı Amerikalıların tepkilerine neden olan Trump, daha sonra Meksika mutfağının vazgeçilmezi olan "taco" reklamı yaparak Meksikalı Amerikalıların gönüllerini fethetmeyi başarmıştı. Trump ekibinin Başkan Trump'ı deepfake teknolojisi ile hazırlanan görüntüler sonucunda Afrikalı Amerikalı kadın seçmenlerle bir arada gösteren görüntüler hazırlaması da bunun bir diğer örneğidir. Bu şekilde, "Team Trump", Makyavelizm'i de sapına kadar benimsemiş bir ekip görünümü sergilemektedir. Sürekli cihatçılık ve İslami radikallerden yakınan Trump'ın seçim öncesinde Michigan'da Müslüman Amerikalı toplum liderleriyle yakın görüntüler sergilemesi de buna benzer etiketlemelere karşı kalkan oluşturma çabasının bir ürünüdür. Son olarak, savunma sanayisine çok önem verdiği düşünülen Trump'ın Rusya ve Çin'e silahlanmayı azaltmak için bir öneri sunacağını açıklaması da Başkan'ın her türlü eleştiri ve etiketlemeye karşı daima ön alacağını gösteren yeni bir gelişmedir.

5-) Dış Politikada Güce Dayalı Barış Mantığı: Diplomasi alanında teorik ve pratik herhangi bir tecrübesi bulunmayan 47. ABD Başkanı Donald Trump, buna karşın iş yaşamından edindiği güçlü liderlik güdüleri ve The Art of the Deal (Anlaşma Sanatı) kitabında vurguladığı esaslara dayalı olarak dış politikada barış ve uzlaşının uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler düzeninden ziyade, çatışan tarafların sahip oldukları somut askeri, siyasi, ekonomik ve toplumsal güç temelinde olacağını düşünmektedir. Trump'ın bu yaklaşımı iki krizde somut olarak görülebilmektedir. İlk olarak, İsrail ve İsrail veya Yahudi lobisinin ABD'deki büyük gücünü bilen ve onlarla iyi geçinmeye çalışan Trump, Filistin davasının ise günümüzde aslında Arap devletlerinin bile umurlarında olmadığını düşünerek, bu konuda Gazze Planı gibi son derece hakkaniyetsiz ve aşırı bir uygulamayı önermektedir. Trump, bu planını uygulamak konusunda da gayet ciddi olduğunu ileri sürmektedir. Elbette Trump'ı bu kadar cüretkar yapan şey, İsrail ve ABD'nin gücü karşısında Filistinlilerin sahipsizliği ve İslam dünyasının başsız durumda olmasıdır. Keza Rusya-Ukrayna Savaşı konusunda da Ukrayna'nın egemenliği ve toprak bütünlüğünden ziyade Rusya'nın sahadaki gücüne odaklanan Trump, bu konuda bir barışın ancak Rusya'nın toprak kazanımları ve Ukrayna'nın tarafsızlaştırılarak NATO üyesi yapılmaması temelinde yatıştırılarak yapılabileceğini düşünmektedir. Trump, bu konuda da hızlı bir şekilde barış girişimlerine başlamıştır. Bu yönüyle, Trump, Uluslararası İlişkiler ekollerinden Realizm'e çok yatkın ve İdealizm'i hiç önemsemeyen bir çizgidedir. Trump, bu yaklaşımını ilk Başkanlığı döneminde "İlkeli Realizm" olarak kavramsallaştırmaya da çalışmıştır. 

6-) Ekonomide 'Minimal Devlet' ve Korumacılığın Dönüşü: Donald Trump, ekonomi konusunda da kendisine özgü sentezci ve eklektik bir çizgiyi ifade etmektedir. Öyle ki, yeni atadığı Verimlilik Sekreteri Elon Musk aracılığıyla bürokrasiyi azaltma çabasına girişen ve devletin en küçük/asgari düzeyde tutulması temelinde çok iyi bir neo-liberal olan Trump, buna karşın dış ticaret bağlamında 19. yüzyıl merkantilizmini çağrıştıran korumacı tedbirler önermekte ve Amerikan firmalarının ve üreticilerinin çıkarlarını gölgeleyen devletlere ve yabancı şirketlere karşı yüksek gümrük vergileri ve tarifelerle sert bir şekilde mücadele vereceğini göstermektedir. Trump, Ukrayna konusunda ABD yardımları karşılığında bu ülkenin değerli madenlerinin Amerikan firmalarına devredilmesini gündeme getirerek, dış politikada ekonomik çıkar arayışını da gözler önüne sermiştir. Trump'ın bu politikalarına genelde "ticaret savaşları" adı verilmekte ve yeni dönemde ABD liderliğinin özellikle en büyük rakibi olarak gördüğü Çin'i hedef alması beklenmektedir. 

7-) İttifaklar Sistemi Yerine Ulus-Devlet: Dış politika anlayışında Trump'ı ayrıştıran bir diğer önemli husus ise, uluslararası politikada ittifaklar siyasetinden (NATO, Transatlantik bağlar vs.) ziyade ulus-devlet temelinde karşılıklı çıkarlar ve transaksiyonelizme dayalı yöntemleri teşvik etmesidir. Trump, diğer ülke Devlet Başkanları ile kişisel ilişkiler geliştirmeye ve onlarla dostluğu temelinde ABD dış politikasına yön vermeye çalışarak, kurumsaldan ziyade lider odaklı ve ittifaklardan ziyade ulus-devlet temelli bir diplomasi anlayışını yansıtmaktadır. Bu da, kuşkusuz, 19. yüzyıl emperyal devletlerinin çizgisine ve Kralların, Sultanların ve Çarların kendi aralarındaki uzlaşıya dayalı eski tip bir diplomatik düzeni ifade etmektedir.

8-) ABD'nin Küresel Liderliği Yerine Seçici Angajman Politikası: Trump döneminde ABD dış politikasında gözlemlenen bir diğer çok önemli yenilik, USAID faaliyetlerini iyice kısıtlayan ve ABD'yi küresel bir liderden veya hegemondan ziyade bir ulus-devlet gibi yönetmeye çalışan Trump'ın, kendisi ve ülkesi için öncelikli çıkar alanı olarak değerlendirmediği bölgeleri kendi hallerine veya başka ülkelere bırakmaya gayet teşne olması ve "seçici angajman" politikası uyarınca yalnızca çok önem verdiği bölge ve ülke siyasetlerine müdahil olmayı seçmesidir. Bu bağlamda, Trump, ilerleyen aylarda kolaylıkla Ukrayna'ya askeri ve maddi yardımları keserek bu ülkeyi Rusya kontrolüne bırakmayı, benzer şekilde Suriye'deki Kürt grupları Suriye Devleti ve Türkiye'nin kontrolüne bırakarak ABD için öncelikli nüfuz alanı olarak gördüğü İsrail-Filistin (Gazze), Körfez bölgesi, Kanada-Meksika gibi ABD'nin yakın komşuları, Orta Amerika ve Güney Amerika'nın kuzeyi, Çin'in etrafındaki (Japonya, Güney Kore, Filipinler) Amerikan müttefikleri ve Grönland (Danimarka) gibi bölgelere/ülkelere odaklanmayı seçebilir. Trump, Avrupa'yı da (Avrupa Birliği-AB) kendi güvenliğini kendisi sağlayabilen ve ABD'den askeri ve maddi destek istemeyen bir bölge/aktör olarak görmeyi tercih ettiğini tüm önceki açıklamalarıyla ispatlamaktadır.

9-) En Hakiki Makyavelizm (Machiavellism at its best): ABD Başkan Donald Trump'ı betimleyen en önemli Siyaset Bilimi tabirlerinden birisi de Makyavelizm'dir. Floransalı düşünür Niccolo Macciavelli ile özdeşleşen Makyavelizm, genellikle "amaca ulaşmak için her yol mubahtır" şeklinde özetlenen ve etik değerlerden ziyade sonucun siyasette önemli olduğunu vurgulayan bir felsefi yaklaşımdır. Makyavelizm, Uluslararası İlişkiler disiplininde de Realizm (Gerçekçilik) akımının gelişmesinde tarihsel olarak çok etkili olmuştur. Bu bağlamda, Trump'ın gerek iç siyasette uyguladığı taktikler (deepfake, sosyal medya kampanyaları, rakiplerine yönelik saldırıları vs.), gerekse de dış politikada kullandığı söylemler (Çin virüsü vs.), Trump'ın çok iyi bir Makyavelist olduğunu ispatlamaktadır. 

10-) Müzakereler İçin Elini Yüksekten Açmak: Donald Trump'ın yönetim tarzında sivrilen bir diğer husus, Başkan'ın sıklıkla tartışmalı konularda çok abartılı talepler gündeme getirerek, daha sonra bunu müzakere masasında elini kuvvetlendirmek için kullanmasıdır. Bu, Trump'ın ilk döneminde de, ikinci döneminin ilk günlerinde de herkes tarafından fark edilen bir husustur. 

Sonuç

Sonuç olarak, 45. ve mevcut (47.) ABD Başkanı Donald Trump, her yönüyle farklı, kendisine özgü ve renkli bir devlet adamıdır. Ancak Trump'ın bu renkli kişiliği ve medyaya sürekli malzeme veren sansasyonel yapısı, toplumsal kutuplaşmaları tetiklemesi bağlamında oldukça riskli gelişmelere de sebep olabilmektedir. Bu bağlamda, Trumpizm'i oluşturan unsurlar, bu çalışmada; 1. Sansasyonel İsimlere Yönelim, 2. Göçmen Karşıtlığı, 3. Örgütlü Sağ Gruplarla İttifak, 4. Etiketlemelere Karşı Medyatik Önlemler, 5. Dış Politikada Güce Dayalı Barış Mantığı, 6. Ekonomide 'Minimal Devlet' ve Korumacılığın Dönüşü, 7. İttifaklar Sistemi Yerine Ulus-Devlet, 8. ABD'nin Küresel Liderliği Yerine Seçici Angajman Politikası, 9. En Hakiki Makyavelizm ve 10. Müzakereler İçin Elini Yüksekten Açmak şeklinde özetlenmiştir.

Diliyoruz ABD Başkanı Donald Trump'ın ikinci Başkanlığı döneminde Ukrayna, Gazze (Filistin) ve Suriye'deki krizler sona erer ve dünyada sulh ve ekonomik gelişmenin olduğu pozitif bir dönem başlar. Ancak Trump'ın politikalarının ve söylemlerinin yarattığı ABD içi ve dışı toplumsal ve devletsel kutuplaşmalar daha şimdiden oldukça riskli olup, umuyoruz demokratik yönetimlere gelecek aylarda ciddi zarar vermez. Sonsöz, Trump'ın tüm aşırı sağı çağrıştıran söylem ve eylemlerine karşın özünde bir sağ popülist olması da bu konuda yüreklere nispeten su serpen bir unsur olarak düşünülebilir. 

Kapak fotoğrafı: FPIP

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

23 Şubat 2025 Pazar

Almanya'nın Seçimi: Hıristiyan Demokratlar İktidara Dönüyor

 

Giriş

Parlamenter sistemle yönetilen federal ve demokratik bir Cumhuriyet olan Almanya'da, Alman Federal Meclisi-Bundestag'ın 630 üyesi ve yeni hükümeti belirlemek için yapılan seçimler bugün (23 Şubat 2025 Pazar) gerçekleştirildi. CDU lideri Angela Merkel'in siyasete vedasının ardından 2021 federal seçimleri neticesinde kurulan SPD-Yeşiller-FDP "trafik lambası" koalisyon hükümetinin dağılması nedeniyle normalden birkaç ay önce gerçekleştirilen seçim, bu şekilde İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'da yapılan dördüncü erken genel seçim oldu. Önceki erken seçimler ise 1972, 1983 ve 2005 yıllarında yapılmıştı.

Seçim öncesinde Almanya'daki en önemli siyasi gündem konuları ekonomik durgunluk, Rusya-Ukrayna Savaşı, Suriye ve Ukrayna krizlerine bağlı olarak son yıllarda gelişen göç sorunu, Almanya'da seçim öncesinde peşi sıra yaşanan terör olayları, aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin anketlerdeki yükselen performansının yarattığı endişeler ve ABD'li bazı devlet adamlarının (Başkan Donald Trump, Başkan Yardımcısı J.D. Vance ve Verimlilik Bakanı Elon Musk) AfD partisini destekleyen açıklamaları olurken, seçim sonuçları da bu gelişmelerin etkisini kısmen hissettirdiği bir siyasi tabloya neden oldu. Bu yazıda, 2025 Almanya federal seçimlerini değerlendireceğim.

Almanya İçin Yeni Bir Dönem

Toplam 83,3 milyonluk Almanya'da yaklaşık 59,2 milyon seçmenin oy verme hakkının olduğu seçim sürecinde 4.506 değişik aday milletvekili olmak için yarışırken, bu adayların 1.422'si, yani yaklaşık yüzde 32'si kadın adaylardan oluştu. Bu şekilde, Almanya, aşırıcı partilerin artan gücüne rağmen, cinsiyet eşitliğine dayalı demokratik yönetim birikimini koruduğunu gösterdi.

Seçim öncesindeki son anketler, Şansölye Merkel'e kıyasla göç konusunda çok daha sert duruşu olan yeni lideri Friedrich Merz ile birlikte CDU/CSU'nun ilk sırayı alacağını ve çok büyük ihtimalle bir tür koalisyon formülü ile iktidarını kuracağını, Alice Weidel liderliğindeki aşırı sağcı AfD'nin ise büyük bir çıkış yaparak ikinci sıraya yükseleceğini gösteriyordu. Aynı anketler, Başbakan Olaf Scholz ve partisi SPD'nin ise ciddi oy kaybına uğrayarak üçüncü sıraya gerilemesini öngörüyordu. Anketler, Robert Habeck liderliğindeki Yeşiller Partisi'nde de kısmi gerileme yaşanmasını öngörürken, Christian Lindner liderliğindeki liberal FDP-Hür Demokratlar ve aşırı sol Die Linke (Sol Parti) gibi görece küçük partilerin ise yüzde 5 barajının altında kalabileceğini düşündürüyordu. Son olarak, anketlere göre yeni kurulan BSW-Sahra Wagenknecht Birliği de barajı aşarak parlamentoya girecek yeni bir (sol) parti oluyordu.

Sandık çıkış anketlerine göre ilk sonuçlar

Akşam saatlerinde sandıkların kapanması ve sandık çıkış anketlerinin gelmeye başlamasıyla birlikte Almanya'daki seçim heyecanı arttı. DW'nin sandık çıkış anketlerine dayandırdığı henüz kesinleşmeyen sonuçlara göre, seçime katılım oranı yüzde 84'ü aşarken, anketlerin de öngördüğü şekilde, seçimi Friedrich Merz'in lideri olduğu CDU/CSU Hıristiyan Birlik ittifakı yüzde 29 oyla kazanmayı başardı. İkinci sırayı aşırı sağ eğilimli AfD yüzde 19,5 civarında oyla alıp oylarını bir önceki seçime göre ikiye katlarken, Başbakan Scholz'un partisi SPD yüzde 16 oyla ancak üçüncü olabildi. Yüzde 5'lik seçim barajını aşması beklenen diğer partilerden Yeşiller yüzde 13,5 oyla dördüncü ve bu seçimde beklenmedik ciddi bir çıkış yapan Sol Parti de yüzde 8,5 oyla beşinci oldular. Liberal FDP (yüzde 4,9) ve sol çizgideki BSW-Sahra Wagenknecht Birliği (yüzde 4,7) ise yüzde 5'lik seçim barajının hemen altında yüzde 4 küsur oylarla yarışa devam ediyorlar. İki partinin barajı aşması durumunda milletvekili sayılarında ciddi değişiklikler yaşanabilir.

Partilerin beklenen milletvekili sayıları

Koalisyon Formülleri

Seçim sonuçlarının belli olmaya başlamasının ardından gözler hemen koalisyon formüllerine çevrilmeye başladı. CNN'in güncel bir haberinde özetlendiği şekilde, yeni hükümetin oluşması için 5 farklı koalisyon ihtimali bulunuyor. İlk ve en güçlü ihtimal, Merkel döneminin vazgeçilmezi olan CDU/CSU ile SPD arasında kurulan "büyük koalisyon". İkinci ihtimal, CDU/CSU'nun SPD ve Yeşiller Partisi ile birlikte oluşturduğu "Kenya" formülü. FDP'nin barajı geçmesi durumunda CDU/CSU'nun Yeşiller ve FDP ile "Jamaika" koalisyonunu oluşturması ihtimali de var. CDU/CSU'nun SPD ve FDP ile koalisyonu kurduğu "Almanya" koalisyonu ve beşinci seçenek olan SPD'nin Yeşiller ve FDP ile koalisyonu kurduğu "trafik lambası" formülü ise pek de gerçekçi ihtimaller değil. Zira seçimden birinci çıkan CDU/CSU'nun yer almadığı bir hükümetin meşruiyeti düşük kalacaktır. Ayrıca ilk sonuçlara göre FDP'nin barajı aşamaması da ciddi bir ihtimal. 

Koalisyon formülleri

Bu bağlamda, CDU lideri Friedrich Merz'in daha önce AfD ile koalisyona girmeyi düşünmediğini söylediğini de hesaba kattığımızda, seçim sonrasında "büyük koalisyon" veya "Kenya" formüllerinden birinin gerçekleşmesini beklemek yerinde olacaktır. AfD'nin istikrarlı yükselişini durdurmak adına iki büyük veya üç büyük partinin bir araya geleceği bu koalisyon seçenekleri, ülkedeki ekonomik durgunluğa çözüm bulabilirse, Almanya için parlak günler yeniden başlayabilir. Aksi takdirde ise, sistem karşıtı parti hüviyetiyle kriz zamanında hızla yükselen popülist sağcı AfD'nin sonraki seçimi kazanması bile ihtimaller arasına girebilir. Bu nedenle, Alman halkı ve kanaat önderlerinin çok dikkatli olmaları gereken kritik bir süreçten geçtiğimizi belirtmeliyim. Zira AfD her ne kadar 1930'ların Nazi Partisi gibi yayılmacı-savaşçı ve alenen ırkçı-ayrımcı politikalar uygulamayı vaat etmese de, parti ve partinin önde gelen isimlerinin ırkçılığa ve ayrımcılığa kapı aralayan, özellikle göçmenleri ve azınlıkları hedef alan ve AB projesine şüpheyle yaklaşan aşırı sağcı ve popülist yaklaşımları, gelecek adına toplumda yeni nefret tohumlarının ekilmesine ve Almanya ve Avrupa Birliği'nin orta ve uzun vadede çökmesine yol açabilir. Bu nedenle, Almanya'nın seçimi, aslında Avrupa'nın ve Almanya'daki Türklerin de kaderini etkileyecek kritik bir süreç olacak.

Sonuç

Sonuç olarak, 2025 Almanya federal seçimleri büyük bir aksaklık olmadan tamamlanırken, seçim sonuçları ülkenin yaşadığı ekonomik durgunluk ve Rusya-Ukrayna Savaşı'na bağlı olarak gelişen jeopolitik sorunların toplumsal tepkilere neden olduğunu ispatladı. Bu sonuçların ardından, Friedrich Merz'in Başbakanlığında "büyük koalisyon" veya "Kenya koalisyonu" formüllerinden birinin hayata geçirilmesi gerçekçi ihtimaller olarak duruyor. Ancak şurası kesin ki, Türkiye'ye senelerdir küstahça yaklaşan ve Ankara'nın AB üyeliği konusunda sürekli engeller çıkaran Avrupa ülkeleri ve ABD, kendileri giderek demokrasiden uzaklaşan ve aşırı sağcılara teslim olan bir hale gelmiş durumdalar. Öyle ki, şu an Almanya'daki her 5 seçmenden biri, ülkenin Nazi geçmişinin yarattığı sorunlara rağmen aşırı sağ eğilimli bir partiye oy verebiliyor. Bu da, açıkçası, AB'nin ve genel olarak Batı'nın geleceklerinin pek de parlak olmayabileceğini düşündürüyor...

Kapak fotoğrafı: The Economist

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

21 Şubat 2025 Cuma

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Makale: "Political Views of Marco Rubio, the New U.S. Secretary of State"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin yeni makalesi "Political Views of Marco Rubio, the New U.S. Secretary of State", İstanbul Kent Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi'nin 6. cilt 1 nolu sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten makaleyi okuyabilirsiniz.


20 Şubat 2025 Perşembe

Rusya Uzmanı Ümit Nazmi Hazır Söyleşisi: Başkan Trump'ın Ukrayna Barış Girişiminin Rusya'daki Yansımaları

 

Ümit Nazmi Hazır, Ege Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler alanında lisans ve yüksek lisans derecelerini almıştır. Lisans eğitimi sırasında Erasmus programıyla bir yıl Polonya’da WSAP Kamu Yönetimi Üniversitesi’nde eğitim görmüş ve yüksek lisans eğitimi sırasında bir yıl Rus Devlet Beşerî Bilimler Üniversitesi’nde burslu dil eğitimi almıştır. Ayrıca, Ankara’da Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nda (TİKA) staj yapmıştır. Hazır, bunların yanı sıra, Prag’da Uluslararası İlişkiler Enstitüsü ve Varşova’da Doğu Çalışmaları Merkezi adlı düşünce kuruluşlarında ve Rusya Dışişleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi’nde misafir araştırmacı olarak bulunmuş ve Moskova’da Rus Devlet Beşerî Bilimler Üniversitesi Rus-Türk Eğitim ve Araştırma Merkezi’nde misafir öğretim görevlisi olarak ders vermiştir. Kendisi birçok yabancı ve Türk televizyon kanalında değerlendirmede bulunmuş ve Türkçe, İngilizce ve Rusça dillerinde akademik makaleler yazmıştır. Ayrıca, Çeçenistan, Dağıstan, İnguşetya, Ermenistan, Gürcistan gibi Kafkasya’nın çeşitli yerlerinde ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Rusya Federasyonu içerisinde çeşitli bölgelerde saha çalışması gerçekleştirmiştir. Ümit Nazmi Hazır, şu sıralar Moskova’da Higher School of Economics’de (HSE) Siyaset Bilimi ve Bölge Çalışmaları bölümünde doktora yapmaktadır. Kendisi, İngilizce ve Rusça bilmekte, Rusya ve Avrasya üzerine çalışmalarına Uluslararası İlişkiler teorileri, kimlik ve ideoloji bağlamında Moskova’da devam etmektedir.

UPA Strategic Affairs Dergisinin 6. Cilt 1 Nolu Sayısı Yayımlandı

 

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) ekibince hazırlanan ve yayın hayatına 2020 yılında başlayan UPA Strategic Affairs adlı uluslararası hakemli akademik e-derginin Mart 2025 tarihli 6. cilt 1 nolu sayısı yayımlandı. Birçok Türk ve yabancı akademisyenin editör, hakem ve yazar olarak katkı sunduğu ve Yayın Kurulu’nda yer aldığı hakemli dergi, Sosyal Bilimler dünyasına yeni bir uluslararası akademik yayın kazandırabilmek amacıyla hazırlanmaktadır. Prof. Dr. Ozan Örmeci’nin imtiyaz sahibi ve baş editör olduğu derginin diğer baş editörlüklerini Doç. Dr. Deniz Tansi, Doç. Dr. Oğuzhan Göksel, Doç. Dr. Eren Alper Yılmaz, Dr. Sina Kısacık, Dr. Ahmet Ceylan ve Dr. Seda Gözde Tokatlı üstlenirken, derginin Danışma Kurulu’nda şu kıymetli isimler yer almaktadırlar. 235 sayfalık dergiye buradan ulaşabilirsiniz. Dergide yayınlanan makalelerle ilgili detaylara ise bu linkten erişebilirsiniz.

UPA Strategic Affairs Vol. 6 No: 1

DOI: https://zenodo.org/records/14899312

TABLE OF CONTENTS

  • Foreword (Seda Gözde TOKATLI) (1-2) (03 foreword)
  • Table of Contents (3) (04 table of contents)
  • The Role of Women in Promoting Democracy and Human Rights in North Africa: Case Study of Algeria (Naoures GHOZLANI) (4-37) (05 ghozlani)
  • Suriye İç Savaşı Sonrası Türkiye’ye Gelen Suriyelilerin AB-Türkiye Diplomatik İlişkilerine Etkileri (Erol NAGAŞ) (38-101) (06 nagaş)
  • Strategic Leadership in the Age of Artificial Intelligence (Yavuz TÜRKGENCİ & Ufuk AYHAN & Murat TINAS) (102-125) (07 türkgenci)
  • The Impact of Exchange Rate Volatility on Economic Growth (Vida BABAZADEH) (126-148) (08 vida)
  • Donald Trump Hakkında Yapılan Çalışmaların Vosviewer ile Bibliyometrik Analizi: Web of Science Veri Tabanı Örneği (Serdar ÇUKUR) (149-176) (09 çukur)
  • The Role of AI-driven Content, Smart Technologies, and Disinformation in the 2024 U.S. Presidential Elections (Cansu ARISOY GEDİK) (177-202) (10 arısoy-gedik)
  • A Comprehensive Analysis of the European Circular Economy: How Circular European Countries Are? (Dilara SÜLÜN) (203-226) (11 sülün)
  • Kitap İncelemesi: Uluslararası İlişkilerde Güvenlik-Teorik Değerlendirmeler (Seda Gözde TOKATLI) (227-235) (12 tokatlı)

18 Şubat 2025 Salı

ABD ile Rusya'nın Suudi Arabistan'daki Ukrayna Barışı Mesaisi

 

Giriş

Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu dünya düzenini anımsatan bir şekilde, Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) ile Rusya Federasyonu'nun (kısaca Rusya) Dışişleri Bakanları Marco Rubio ile Sergey Lavrov, 18 Şubat 2025 Salı günü Suudi Arabistan kolaylaştırıcılığında Riyad yakınlarındaki Diriyah şehrinde-Diriyah Sarayı'nda bir araya gelerek Ukrayna krizine bir çözüm bulmaya çalıştılar. Henüz yorum yapmak için erken olsa da, iki ülke temsilcilerinin uluslararası basına verdiği mesajlar, görüşmelerin yapıcı ve verimli geçtiğini ve Ukrayna'da barış ve bilhassa da ateşkes sağlanması ihtimalinin uzak olmadığını düşündürüyor. Ancak bir yandan da görüşmelere Ukrayna tarafı ile Avrupa Birliği (AB) temsilcilerinin katılmamış olması, görüşmelerin kapsayıcılığı konusunda soru işaretlerine yol açıyor. Bu yazıda, ABD ile Rusya arasında Suudi Arabistan'da gerçekleştirilen Ukrayna mesaisine göz atacağım.

Ukrayna Krizi: Ne Olmuştu?

Hatırlanacak olursa, Kasım 2013'ün sonlarında, dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç'in ülkeyi Avrupa Birliği'ne entegre edecek anlaşmayı imzalamaması nedeniyle başlayan kitlesel protestolar, zamanla Yevromaydan Olayları adlı büyük bir halk isyanına dönüşmüş ve Devlet Başkanı Yanukoviç baskılar nedeniyle istifa edip ülkeden kaçmak zorunda kalırken, Ukrayna Parlamentosu Rada'da azil de edilmiştir.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in "darbe" olarak nitelendirdiği süreç, Ukrayna'da seçimler yoluyla önce çikolata kralı Petro Poroşenko (2014-2019), sonra da televizyon yıldızı Volodimir Zelenski'nin (2019-) Devlet Başkanı olmasıyla sonuçlanmıştı. Ancak Ukrayna'da gelişen süreçte Rusofobi'nin çok yükselmesi nedeniyle, Ukrayna'nın doğusunda Rus kökenli ve Rusça konuşan nüfusun çok yoğun yaşadığı Donbas bölgesindeki Donetsk ve Luhansk oblastlarında çeşitli olaylar yaşanmış ve Ukrayna'da Rusya'ya yakın gruplara yönelik baskılar ve Ukrayna'nın -Moskova'nın uyarılarına rağmen- NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyeliğine yönelmesi nedeniyle, Rusya Kırım'ı Kiev'den kopararak ilhak etmişti.

Rusya, 2014'ten 2022'ye kadar bekle-gör politikası uygularken, Kiev'in Batı yöneliminin devam etmesi ve NATO ve AB üyeliğinde ısrarcı olması nedeniyle 2022'nin Şubat ayı sonunda başkent Kiev'i de kapsar şekilde Ukrayna'daki rejimi değiştirmek ve Ukrayna'yı "Nazilerden arındırmak" için kapsamlı bir askeri operasyon başlatan Rusya, başlarda oldukça zorlanmasına karşın, sonradan askeri operasyonun odağını halk tarafından Rusya'ya sıcak bakılan doğu bölgelerine kaydırınca, sahada kayda değer başarılar elde etmiş ve şimdilerde Ukrayna topraklarının yaklaşık dörtte birini fiilen kontrol etmeye başlamıştır. Nitekim Moskova'daki liderlik, bu süreçte Çin, İran ve Kuzey Kore gibi BRICS+ ülkelerinden aldığı siyasi, ekonomik ve kısmen de askeri desteklerle, Batı dünyası tarafından uygulanan çok sert yaptırımlara karşın ayakta kalmayı başarmış ve içeride yaşanılan Wagner darbe girişimi (Yevgeni Prigojin vakası) ve Navalny Olayı gibi sorunlu süreçleri de kazasız-belasız atlatabilmiştir.

Bu süreçte Batı desteğiyle Rusya gibi büyük bir güç karşısında çok hesapsız hareket eden Kiev rejimi ise, halkının kahramanca direnişine ve ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerden gelen muazzam mali ve askeri yardımlara ve teknik desteklere karşın, zamanla sahada gerilemiş ve 2023 yaz aylarındaki karşı taarruzun başarısız kalması ve 2024 yılı yaz aylarında Kursk'ta girişilen maceranın da nihayete ermemesi neticesinde Rusya karşısında giderek çaresiz kalmaya ve sahada erimeye başlamıştır.

Bu ortamda, Rusya'daki cari liderliğe Demokrat Joe Biden yönetimi kadar olumsuz bakmayan ve Moskova ile bazı konularda iş birliği yapılmasını savunan Donald Trump ve Cumhuriyetçi MAGA ekibinin ABD'de seçimler sonucunda işbaşına gelmesi ve Trump'ın önceden seçilirse Ukrayna-Rusya Savaşı'nı kısa sürede bitireceğini iddia etmesi, Ukrayna-Rusya ilişkilerinde savaşı sona erdirmek ve yeni barışçıl bir dönemi başlatmak konusunda umutları yeşertmiştir. İşte bu ortamda, Trump'ın iki ülke liderleriyle yaptığı telefon diplomasisini müteakiben, iki devletin Dışişleri Bakanları Suudi Arabistan'da müzakere masasına oturmuşlardır.

Washington ile Moskova'nın Suudi Arabistan Temasları

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman'ın isteği ve tarafların oluruyla Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan'ın kolaylaştırıcılığında Diriyah şehrindeki Diriyah Sarayı'nda bir araya gelen iki ülke Dışişleri Bakanları ve mahiyetlerindeki üst düzey diplomatlar (ABD adına Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Özel Temsilci Steven Witkoff, Rusya adına ise Devlet Başkan Yardımcısı Yuriy Uşakov), Ukrayna krizine çözüm bulmak için müzakere masasına oturarak oldukça uzun süren bir görüşme gerçekleştirdiler.

ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, iki ülke diplomasi şefleri, aşağıdaki hususlarda uzlaşmaya vardılar:

  • Diplomatik misyonların işleyişini normalleştirmek için gerekli adımları atmak amacıyla ikili ilişkilerdeki rahatsızlıkları ele almak üzere bir istişare mekanizması oluşturmak.
  • Ukrayna'daki çatışmayı kalıcı, sürdürülebilir ve tüm taraflarca kabul edilebilir bir şekilde mümkün olan en kısa sürede sona erdirecek bir yol üzerinde çalışmaya başlamak üzere ilgili üst düzey ekipleri atamak.
  • Ukrayna'daki çatışmanın sona erdirilmesinden doğacak ortak jeopolitik çıkarlar ve tarihi ekonomik ve yatırım fırsatları konularında gelecekteki iş birliği için zemin hazırlamak.
  • Sürecin zamanında ve verimli bir şekilde ilerlemesini sağlamak üzere angaje olmaya devam etmek.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, toplantı sonrası yaptığı açıklamada, Suudi Arabistan zirvesi öncesinde Pazartesi günü NATO'nun Avrupalı üyelerinin katıldığı Paris'teki toplantıda gündeme gelen NATO ülkelerinin Ukrayna'ya barış gücü göndermesi önerisini ülkesinin kabul etmeyeceğini açıkladı. Lavrov, görüşmelerin verimli geçtiğini de vurgulayarak, iki tarafın birbirlerini yalnızca dinlemediğini ve bu defa anladığını vurguladı. Hatırlanacak olursa, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un girişimiyle Suudi Arabistan'daki ABD-Rusya zirvesi öncesinde Paris'te bir araya gelen NATO'nun Avrupalı üyeleri, burada Ukrayna krizini görüşmüş ve Paris Zirvesi ardından Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer, ülkesinin Ukrayna'ya ateşkes sonrasında barış gücü için asker gönderebileceğini açıklamıştı. Lavrov, Moskova'nın bu öneriye sıcak bakmadığını da açıkça ilan etmiş oldu.

Tepkiler

Suudi Arabistan'daki tarihi görüşmeyi diğer ülke liderlikleri ve basın mensupları da ilgiyle takip edip bu konuda görüşlerini paylaştılar. Bu konuda CNN adına bir makale kaleme alan Amerikalı gazeteci Stephen Collinson, Başkan Trump'ın Rusya-Ukrayna Savaşı konusunda Ukrayna'yı suçlamasını ve savaş öncesinde Kiev'in Moskova ile anlaşma sağlayabileceği konusundaki iddiasını eleştirerek, bu gelişmenin Moskova açısından bir zafer gibi algılanacağını ve Trump'ın açıklamalarıyla Zelenski'yi zor duruma düşürdüğünü kaydetti. Yine CNN adına yazan Nick Paton Walsh da, Suudi Arabistan'daki temasın Rusya adına kısmi bir zafer anlamına geldiğini vurguladı. BBC'den Jeremy Bowen ise, Başkan Trump'ın politikasının Transatlantik ittifakta çatlaklara neden olduğunu iddia ederek, Ukrayna'da yapılan halk röportajlarına dayalı olarak Ukraynalıların Putin'e güvenmediklerinin altını çizdi.

Türkiye'yi ziyaret eden Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski ise, ABD ile Rusya arasında gerçekleştirilen Suudi Arabistan görüşmesinin kendileri için sürpriz olduğunu ve bunu medyadan öğrendiklerini açıklarken, yeni ABD yönetimiyle olan mesafeli ilişkileri de bu şekilde ifşa etmiş oldu. Türkiye'ye Ukrayna halkına yardımları için teşekkür eden Zelenski, müzakerelerin adil olması ve müzakere masasında Rusya ve ABD ile birlikte Ukrayna ve Avrupa'nın da olması durumunda barış umudu olduğunu söyledi. 

Sonuç

Sonuç olarak, Ukrayna'daki Rusya karşıtı direnişin en büyük destekçisi ve sponsoru olan ABD'nin bu konuda Trump yönetimiyle birlikte farklı bir pozisyon alması, bu konuda Rusya'nın lehine bazı gelişmelerin olmasına uygun bir konjonktür yaratmaktadır ki, Suudi Arabistan'daki görüşme de bunun öncü sinyali olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada her ne kadar ilkesel açıdan Kiev haklı gibi gözükse de, unutulmamalıdır ki, siyasette güç dengeleri çok önemli bir konudur ve bu dengeler gözetilmeden hareket edilirse, başarı şansı düşük kalacaktır. 

Gücün yeniden temel parametre olduğu yeni dünya düzeninde, elbette, büyük ülkeler orta ve küçük ölçek devletlere kıyasla daha avantajlı olacaklardır. Bu da, Rusya gibi ABD'nin de ilerleyen aylarda Grönland'ın Danimarka'dan satın alınması, Gazze'de kontrolü ABD'nin ele geçirmesi ve Latin Amerika'da ABD karşıtı yönetimlerin çeşitli özel operasyonlarla değiştirilmesi gibi hususlarda agresif bazı uygulamalara yönelmesine neden olabilir. Türkiye de, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz'de uluslararası hukuktan ziyade askeri güce dayalı politikasıyla, ABD, Rusya ve İsrail gibi devletlerle aslında taban tabana zıt bir çizgide değildir ve gelişmeler Türkiye'deki güvenlik birimleri ve mevcut hükümetin resmi dış politika duruşuna uygundur. Zira maalesef AB üyelik sürecinden cayan veya caydırılan Türkiye, yeni dönemde uluslararası hukuktan ziyade ulusal çıkarlarına göre hareket edecektir ki, aslında AB üyelik süreci öncesinde de Ankara'nın genel yaklaşımı hep İdealizm'den ziyade Realizm'e daha yakın olmuştur.

Sonsöz, NATO'nun genişlemesi konusunda Rusya'nın hassasiyetlerini görmezden gelen ve sürekli ilerlemeye odaklanan NATO eksenli politika, maalesef günümüzde duvara toslamış gibi durmaktadır. Bunun sebebi de Rusya'nın direnci ve küresel güney ve Batı-dışı devletlerden de Moskova'ya hatırı sayılır destek verilmesidir. Zaten dünya dengeleri açısından da Batı'nın herşeye hâkim olması iyi bir gelişme olmayabilir. Ancak burada kritik husus, oyunun kurallarının iyi belirlenmesi ve tarafların bundan sonra mütecaviz politikalardan uzak durmalarıdır. Bunun yolu da Ukrayna'nın nötralize edilmesi ve Rusya ile NATO arasında tampon bölge olmasından geçmektedir. Günümüzde Çin'in ve BRICS'in ekonomik büyüklüğü ve gücü dikkate alınırsa, bu, reel politikle de uyumlu bir gelişme olacaktır.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ