29 Aralık 2024 Pazar

ABD'nin Yeni Dışişleri Bakanı Olması Beklenen Marco Rubio'nun Siyasi Görüşleri

 

Giriş

2024 Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanlık seçimlerini rahat bir şekilde kazanan ve 47. ABD Başkanı olarak önümüzdeki ay yemin ederek göreve başlayacak olan Donald Trump, Dışişleri Bakanı (Sekreteri) olarak Florida Senatörü Marco Rubio'yu seçmiştir. Geçmişte Trump'a karşı Cumhuriyetçi Parti Başkan adaylığı konusunda rakip olmuş olan Rubio, buna karşın bu yeni dönemde Başkan Trump'ın Savunma Bakanlığı ile birlikte en kritik görev olan Dışişleri Bakanlığına getirerek güvenini gösterdiği isim olmuştur. Rubio, Senato onayını almasının ardından 2025 yılı içerisinde yeni görevine başlayacaktır. Bu bağlamda, Rubio, Amerikan tarihinde en yüksek konuma gelen Hispanik siyasetçi olarak da tarihe geçecektir. Bu yazıda, Marco Rubio'nun hayatı ve özellikle uluslararası siyaset ve Türkiye'yi ilgilendiren kritik konulardaki görüşleri özetlenecektir. (Rubio'nun X/Twitter hesabı buradan takip edilebilir)

Marco Rubio'nun Hayat Hikâyesi

1971 Miami doğumlu olan Marco Antonio Rubio, Küba göçmeni orta sınıf bir Kübalı Amerikalı ailenin dört evladından üçüncü doğan çocuklarıdır. Marco Rubio'nun babası Mario Rubio Reina ve annesi Oriales (Garcia) Rubio, 1956 yılında, yani Küba Devrimi sonucunda Fidel Castro'nun başa geçmesinden önce Küba'dan ayrılarak ABD'ye yerleşmişlerdir. Hatta öyle ki, Marco Rubio doğduğunda henüz anne ve babası ABD vatandaşı bile değillerdi; ikili ancak 1975 yılında ABD vatandaşı olabildiler.

Genç Marco Rubio

Küçük Marco, Hispanik (Latin) nüfusun çoğunlukta olduğu Miami'de ayrıcalıkları olmayan bir çocuk olarak büyüdü. Katolik bir aileden gelen Rubio, buna karşın Mormon Kilisesi'nde vaftiz edildi ve bir süre Mormon inancına mensup oldu. İlerleyen yıllarda ise Katolik inancına geri intisap etmiştir. 1989 yılında Güney Miami Ortaokulu'nu bitiren Rubio, amerikan futbolu bursuyla bir yıl Missouri'de Tarkio Koleji'nde ve sonrasında Santa Fe Koleji'nde eğitim aldıktan sonra, 1993 yılında Florida Üniversitesi'nin Siyaset Bilimi bölümünü bitirdi. 1996 yılında ise Miami Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olarak avukat olarak çalışmaya hak kazandı. Rubio, böylelikle Siyaset Bilimi ve Hukuk eğitimi alarak kendisini aktif siyasal yaşama hazırladı. Rubio, ayrıca, Miami'deyken Miami Dolphins takımı için dansçı kız olarak görev yapan Jeanette Dousdebes ile tanıştı ve çift kısa süre içerisinde evlendiler. Çiftin bu evlilikten 4 çocukları olmuştur.

Marco Rubio ve eşi Jeanette Dousdebes

Dindar bir Hıristiyan olması ve Küba'daki komünist rejime duyduğu karşıtlık nedeniyle daima Cumhuriyetçi Parti'ye yakın olan Marco Rubio, ilk siyasi deneyimlerini Cumhuriyetçi Parti temsilcisi Ileana Ros-Lehtinen'in yanında staj yaparak ve 1996 yılında Cumhuriyetçi Senatör Bob Dole'un Başkanlık kampanyasında görev yaparak kazandı. Rubio, 1999 yılında henüz 28 yaşındayken ilk kez Florida eyaletinin Miami'deki 111. bölgesinden Cumhuriyetçi Parti temsilcisi (milletvekili) seçildi ve 2000-2008 döneminde 4 dönem Meclis'te görev yaptı. Rubio, 2006-2008 döneminde Temsilciler Meclisi'nin Başkanlığını (Speaker) yaparak, genç yaşında büyük bir deneyim yaşadı ve ülke genelinde ismini duyurmayı da başardı.

2010 yaşında Mel Martinez'in emekliye ayrılması sonrasında, Rubio, ilk kez Florida eyaletinden Cumhuriyetçi Parti adına Senatörlük yarışına girdi ve seçilmeyi başardı. Rubio'nun seçilmesi, gençliği, çalışkanlığı, Kübalı Amerikalılara ve genel olarak Latin Amerikalılara hitap edebilmesi ve Amerika'nın genel siyasi normlarına uygun üslubu sayesinde oldu. Rubio, Senatör seçildikten sonra adeta bir Miami ve Florida efsanesi haline gelerek günümüze kadar tüm Senato seçimlerinde yeniden seçilmeyi başardı. Bu dönemde 2010'lu yılların başında Cumhuriyetçi Parti içerisinde oluşan Çay Partisi (Tea Party) hareketinin de lider isimlerinden biri olarak sivrildi. Kısa sürede partinin genç yıldızı haline gelen Rubio, 2015 yılında partisi adına 2016 ABD Başkanlık seçimlerinde adaylığını koydu. Ancak Mart 2016'da kendi eyaleti Florida'nın ön seçimini kaybetti ve şansının kalmadığını düşünerek Başkanlık yarışından çekildi. Bu seçimlerin sonunda, siyasete dışarıdan yeni giren Amerikalı ünlü iş insanı Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti adına ABD Başkanı seçilmiştir. Başkanlık ön seçim sürecinde, Trump, tüm rakiplerine olduğu gibi Rubio'ya da sataşır ve bir lakap takarken, Rubio'nun bu süreçte Trump'ın dilinen dolanan lakabı -muhtemelen genç yaşı nedeniyle- "Küçük Marco" olmuştur.

Donald Trump ve Marco Rubio 

Trump'ın ilk Başkanlığı döneminde Latin nüfusu ve ülkeleri üzerindeki etkisi nedeniyle adeta Trump'ın "Sanal Latin Amerika Bakanı" olarak bakılan Rubio, özellikle yükselen güç Çin'e yönelik sert eleştirileri ve Çin Komünist Partisi'ne eleştirel yaklaşımı nedeniyle Amerikan sağ siyasetinde önemli bir isim haline gelmeyi başardı. Nitekim Rubio, Çin konusunda sert politikaları destekleyen ve Tayvan'a koşulsuz destek veren bir isim olarak bilinmektedir. Rubio, Çin'e yönelik hasmane yaklaşımında kuşkusuz Küba'daki komünist rejimden zarar gören aile üyelerinin de etkisiyle oldukça duygusal ve katıdır ki, bu da hiç şüphesiz eleştiriye açık bir durumdur. 2024 ABD Başkanlık seçimleri öncesinde ismi Trump'ın Başkan Yardımcısı olarak geçen Rubio, Başkan Trump'a açık desteğini açıklamış ve bu sayede seçim sonrasında Dışişleri Bakanı olarak seçilmeyi başarmıştır. Şimdilerde, Rubio, ABD'nin bu en kritik koltuğuna hazırlanmaktadır. Rubio'nun ayrıca An American Son (2012) ve American Dreams: Restoring Economic Opportunity for Everyone (2015) adlı iki önemli kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplardan özellikle otobiyografik özellik taşıyan An American Son (2012) oldukça ses getirmiştir.

Rubio'nun otobiyografik eseri An American Son (2012)

Rubio'nun Bazı Kritik Konulardaki Siyasi Görüşleri

1-) Çin karşıtlığı: Marco Rubio'yu diğer siyasetçilerden ayrıştıran en önemli özelliği, anti-komünist duruşunun Soğuk Savaş yıllarını çağrıştırırcasına çok katı olmasıdır. Bu bağlamda, Rubio, Küba'daki Castro rejimine duyduğu kişisel öfkenin de etkisiyle, Çin'deki ÇKP denetimindeki rejimi de aynı kapsamda değerlendirmekte ve Çin'e karşı olan her girişimi desteklemektedir. Dindar bir insan da olması sebebiyle Çin'deki rejimi dini özgürlükler bağlamında olumsuz değerlendiren Rubio, Çin'i ABD'nin küresel liderliği için en büyük rakip olarak değerlendirmekte ve bu bağlamda Çin'i zayıflatmak adına Tayvan, Güney Çin Denizi ve Doğu Türkistan'da (Sincan) Uygur Türklerinin durumu gibi konuları sıklıkla gündeme getirmektedir.

2-) Şahin ve müdahaleci: Marco Rubio, dış politikada Donald Trump'ın genelde uluslararası basında izolasyonist olarak değerlendirilen çizgisinden ziyade, Bush ailesiyle hatırlanan müdahaleci ve şahin dış politikaya daha yatkın bir isimdir. 11 Eylül terör saldırıları sonrasında 2001 Afganistan Operasyonu ve 2003 Irak Savaşı'na destek veren Rubio, ayrıca daha yakın geçmişte Libya'da Muammer Kaddafi'nin devrilmesine ve Suudi Arabistan'ın Yemen müdahalesine de destek açıklamıştır. Rubio, Suriye'de Beşar Esad rejimine de karşı durmuş ve geçiş sürecine destek olduğunu açıklamıştır.

3-) Amerikan istisnacılığına destek: Marco Rubio, birçok Amerikalı sağcı siyasetçi gibi Amerikan istisnacılığına (American exceptionalism) inanmakta ve ABD'nin bu bağlamda dünya siyasetine yön veren en güçlü ve özel devlet olması gerektiğini düşünmektedir. 

4-) İsrail destekçisi: Marco Rubio, tüm önemli Amerikalı siyasetçiler gibi İsrail'in varlığı ve güvenliği konusunda aşırı duyarlı bir siyasetçidir. İsrail'in Ortadoğu'daki yegane demokrasi ve Batılı devlet olduğunu düşünen Rubio, bu nedenle İsrail'in tüm politikalarına uluslararası hukuka uygun olsun veya olmasın destek vermektedir.

Marco Rubio, İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu ile

5-) Latin Amerika'da pembe dalga karşıtı: Komünizm karşıtlığı nedeniyle Latin Amerika'da sol rejimleri düşman olarak değerlendirme eğiliminde olan Rubio, Brezilya gibi demokratik ülkeleri doğrudan hedef almak istemezken, özellikle Venezuela gibi demokrasinin tartışmalı olduğu ülkelerdeki liderleri (Maduro) çok sert eleştirmektedir. Bu bağlamda, Rubio, göreve başlamasının ardından bu tarz ülkelerde rejim değişikliği politikası için de yeşil ışık yakabilecek bir isimdir. Ancak bu konuda son söz kuşkusuz Başkan Trump ve ulusal güvenlik ekibinin olacaktır.

6-) Türkiye'de 2016 darbe girişimi sonrasında gelişen sürece karşıt: Türkiye hakkında pek açıklaması olmayan Rubio, buna karşın 2016 darbe girişimi sonrasında Türkiye'de muhaliflere yönelik politikalara ve rejimin yaşadığı dönüşüme karşıt bir pozisyon almıştır. Öyle ki, Rubio, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a olağanüstü hâlin kaldırılması ve yargı bağımsızlığının sağlanması önerisi içeren bir açık mektubu dahi imzalamıştır. Rubio, ilerleyen dönemde de Türkiye'nin Suriye'de terörle ilişkili Kürt gruplarına yönelik başarıyla icra ettiği askeri operasyonlara sıcak yaklaşmamış ve Kürtlerden ziyade radikal İslamcı gruplara daha karşıt durmuştur. İyi bir Hıristiyan olan Rubio, Ermeni Soykırımı yasa tasarısına da destek vermiştir. Rubio, ayrıca, Türkiye'nin Rusya'dan aldığı S-400 hava savunma sistemi nedeniyle Türk yönetimini eleştirmiş ve CAATSA yaptırımlarını desteklemiştir. Aynı Rubio, Ukrayna konusunda ise Türkiye'nin Kiev rejimine Rusya'ya karşı sağladığı silah desteğini takdir etmiş ve övmüştür. Bu bağlamda, siyasi geçmişine bakıldığında, Rubio'nun Türkiye'ye Suriye'de Kürtlerin durumu, ülke içerisindeki demokratik uygulamalar, demokratik olmayan rejimlerle ilişkiler (özellikle Venezuela ve Çin gibi komünizan ülkeler) ve Ermeni meselesi gibi birçok konuda muhalefet yapabileceği öngörülebilir. Ek olarak, Rubio'nun Fethullah Gülen grubu ve Türk asıllı Amerikalı basketbolcu Enes Kanter'e destek verdiği de bilinmektedir

7-) Bireysel olarak Ukrayna destekçisi olsa da, Trump'ın planına karşı çıkmaz: Marco Rubio, Rusya'nın Ukrayna toprak bütünlüğüne ve uluslararası hukuka karşıt olarak başlattığı askeri operasyona açıktan karşıt durmasına ve bu konuda geçmişte sert bazı açıklamalar yapmasına karşın, Başkan Trump ve Amerikan devletine duyduğu bağlılık nedeniyle, muhtemelen yeni dönemde Trump'ın politikalarına uygun olarak Ukrayna ile Rusya arasında müzakere, ateşkes ve barış sürecini destekleyecek, hatta bu sürece bizzat katkı sağlayacaktır

Sonuç

Sonuç olarak, ABD'de yakında Dışişleri Bakanı olarak göreve başlaması beklenen Marco Rubio, ABD standartlarında iyi bir sağ muhafazakâr siyasetçi olup, gençliği, enerjisi, Hispanik desteği ve karizmatikliğiyle ciddi bir potansiyele sahiptir. Ancak maalesef Rubio'nun genel siyasi duruşu Türkiye'ye sıcak değildir. Fakat önemli bir siyasetçi olan Rubio, bilhassa önceliğini ABD karşıtı aşırı sol rejimlerle uğraşmaya ayıracağı için, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmayı muhakkak deneyecektir. Bu bağlamda en önemli konu ise kuşkusuz İsrail'le Türkiye'nin ilişkilerinin krizli devam etmemesi ve iki ülke arasında Kürt politikası bağlamında uyum sağlanması olacaktır. Bunların olmaması durumunda ise, sert bir siyasetçi olan Rubio ve Trump'ın oldukça köşeli ve sivri açıklama ve duruşlarına hazır olmak gerekir. Ancak umuyoruz ki yeni dönemde iki devlet daha iyi geçinecek ve sorumlu davranarak sorunları çözmeye ve ortak politikalar geliştirmeye çalışacaklardır. 

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

27 Aralık 2024 Cuma

UPA Podcast: Prof. Dr. Ozan Örmeci ile 2024 Yılı Gündemi

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, 27 Aralık 2024 tarihinde YouTube kanalından 2024 yılı gündemini değerlendiren bir video paylaştı.

26 Aralık 2024 Perşembe

Dr. Barış Adıbelli Mülakatı: Asya-Pasifik'te Güncel Gelişmeler


Dr. Barış Adıbelli, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türk Dış Politikası, Uluslararası Güvenlik, Avrasya ve Asya Pasifik bölgesi çalışma alanlarıdır. Başlıca kitapları; Türk-Çin İlişkileri, Pax Sinica: Çin’in Dünya Düzeni, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Avrasya Jeopolitiğinde Renkli Devrimler, Tayvan Sorunu, Avrasya Jeopolitiğinde Renkli Devrimler ve İran Jeopolitiği’dir. Ayrıca Global Savunma Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı ve yazarıdır. Halen CGNT Türk’te köşe yazarlığı yapmaktadır.

25 Aralık 2024 Çarşamba

Moldova'da AB-Rusya Çekişmesi ve Gerilimi Artıyor

 

Avrupa ile Rusya arasında kritik bir bölgede kurulu küçük bir devlet olan Moldova, şu sıralar Avrupa Birliği (AB) ile Rusya Federasyonu (Rusya) arasında Rusya'nın Kırım ilhakı ve Ukrayna Savaşı ile başlayan sert mücadele döneminde jeopolitik açıdan önem kazanıyor. Ancak aynı zamanda, artan bu öneme paralel olarak, Moldova üzerinde iki güçlü tarafın güç mücadelesi de giderek keskinleşiyor.

Hatırlanacağı üzere, Moldova'da 20 Ekim ve 3 Kasım 2024 tarihlerinde iki turlu olarak düzenlenen Başkanlık seçimlerini, AB yanlısı Eylem ve Dayanışma Partisi (PAS) destekli bağımsız aday Maia Sandu kazanmıştı. Sandu, Rusya yanlısı Moldova Cumhuriyeti Sosyalist Partisi (PSRM) adayı Alexandr Stoianoglo'yu ikinci turda yüzde 55,35 oyla geçmeyi başarmış ve Cumhurbaşkanı seçilmişti. Seçimin ilk turuyla eş zamanlı olarak düzenlenen AB üyeliği referandumunda da, Moldova halkı, beklentilerin altında kalsa da, yüzde 50,46 düzeyinde bir destekle AB'ye tam üyeliğe destek kararı almıştı. Seçimler, Rusya'nın sürece müdahale ettiği gerekçesiyle çeşitli polemik ve tartışmalara da neden olmuş ama bu iddialar Kremlin tarafından reddedilmişti. Referandumda Moldova'nın özellikle başkent Kişinev gibi büyük şehirlerinde AB'ye destek yüksek seviyelerde olurken, Gagavuzya ve Transdinyester gibi Rusya'nın siyasi, ekonomik ve kültürel etkisinin yüksek olduğu bölgelerde ise AB üyeliğine karşıtlık yüksek düzeye ulaşmıştı.

Moldova haritası

Bu bağlamda, Moldova'nın bölünmüş siyasi yapısı, bu ülkeyi AB-Rusya denkleminde oldukça riskli bir duruma sokmuş gibi gözükmektedir. Öyle ki, birçok gözlemci, Rusya'nın Ukrayna Savaşı sonrasında Moldova'yı da kendi etki alanına askeri bir müdahale ile alabileceğini düşünürken, ülkenin Rusya'ya sempati duyan bölgelerindeki güç mücadelesi de derinleşmektedir. İşte bu ortamda, Moldova Cumhurbaşkanı Sandu, Twitter (X) hesabından yayınladığı Türkçe ve Moldovaca (Rumence) olarak yayınladığı mesajında, Moldova Cumhuriyeti'ne bağlı Gagavuz Özerk Yeri veya Gagavuzya'nın kuruluşunun 30. yılını kutlamış ve UNESCO tarafından tehlikede olduğu belirtilen Gagavuz Türkçesi'nin kullanımının yaygınlaştırılmasının önemini belirterek, bir anlamda Rusça ve Rusya'nın bölgedeki kültürel etkisine karşı bir tür set oluşturma amacını ortaya koymuştur.

Rusya'nın sevildiği bir diğer bölge olan ayrılıkçı Transdinyester'de ise Rusya'nın askeri birlikleri bile bulunmaktadır ki, bu da durumun ilerleyen dönemde sorunun derinleşmesi halinde askerileşmesi riskini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, Moskova, Moldova'nın AB ve NATO'ya üyeliğini Ukrayna örneğinde olduğu gibi şiddetle reddederken, bilhassa NATO'ya üyeliğin Rusya'nın çıkarları açısından çok riskli olacağı düşünülmektedir. Moldova'nın halen süreci devam eden AB üyeliği konusuna da hiç sıcak bakmayan Moskova için, yine de, AB, henüz askeri bir niteliği olmaması sebebiyle, NATO'ya kıyasla daha az riskli ve adeta "kötünün iyisi" bir tercih olarak görülebilir.

Her ne gelişme olursa olsun, Moldova, Rusya ile Batı arasındaki mücadelenin önemli eksenlerinden biri haline gelmiş durumdadır. Bu nedenle, bundan sonra bu  ülke siyasetini iyi gözlemlemek gerekmektedir.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ


22 Aralık 2024 Pazar

Prof. Dr. Ozan Örmeci'ye Yılın Bilim İnsanı Ödülü

 

Almanya merkezli Multi Global dergisi, Türk dış politikası alanında yaptığı uluslararası çalışmalar nedeniyle 2024 yılı "Yılın Bilim İnsanı" ödülünü İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölüm Başkanı ve Uluslararası Siyaset Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci'ye layık gördü. Ödülü 19 Aralık 2024 tarihinde İstanbul Kent Üniversitesi'nde düzenlenen törende Beşiktaş Çınar Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertan Yılmaz, Multi Global dergisi imtiyaz sahibi Murat Topçu adına Örmeci'ye takdim etti. Ödül töreninde konuşan Prof. Dr. Örmeci, bu ödülün kendisi için büyük bir motivasyon kaynağı olduğunu belirterek, bilimsel çalışmalarına aynı azimle devam edeceğini vurguladı. Törende, bu yılın şiir ödülünü kazanan edebiyat dünyasının ünlü ismi Orhan Kemal’in Adanalı yeğeni olan Serap Okcu'ya da ödülü takdim edildi. Aşağıda, ödül törenine ilişkin haberleri ve törenden görüntülü kayıtları bulabilirsiniz. 

20 Aralık 2024 Cuma

Nouveau livre édité : Türkiye-Britain Relations: Two Hundred Years of an Intertwined Conflict and Cooperation

 

Le professeur Ozan Örmeci, président du département de sciences politiques et d'administration publique (anglais) de l'université Kent d'Istanbul et fondateur de l'Académie politique internationale (UPA), le professeur Oğuzhan Göksel, membre du personnel de l'université Marmara et expert de l'UPA, et le professeur Gürol Baba, membre du personnel de l'université des sciences sociales d'Ankara, ont édité un nouveau volume sur les relations turco-britanniques (Royaume-Uni). Publié par le célèbre éditeur international Lexington Books, le livre est intitulé Türkiye-Britain Relations: Two Hundred Years of an Intertwined Conflict and Cooperation (Les relations entre la Turquie et la Grande-Bretagne : Deux cents ans de conflit et de coopération entremêlés). Herbert Reginbogin de l'Université catholique d'Amérique, les chapitres Introduction et Conclusion ont été rédigés par les éditeurs de l'ouvrage.

Gürol Baba

Le livre, qui comprend 316 pages, analyse tous les aspects des relations turco-britanniques. Il est divisé en trois parties et comprend 14 chapitres. Dans la première partie, le contexte historique des relations turco-britanniques est étudié dans cinq chapitres originaux rédigés par Nurcan Özkaplan Yurdakul, F. Begüm Yıldızeli, William Hale, Warren Dockter et Gürol Baba. La deuxième partie du livre est consacrée aux relations turco-britanniques contemporaines. Elle contient quatre chapitres originaux écrits par Ahmet Ceylan, Ozan Örmeci, Eren Alper Yılmaz, Matthew Weiss, Gökhan Ak et Oğuzhan Göksel. La troisième partie de l'ouvrage analyse les domaines et les questions clés des relations entre la Turquie et le Royaume-Uni. Dans cette partie, cinq chapitres différents sont rédigés par M. Cem Oğultürk, Özker Kocadal, Sina Kısacık, Cenk Özgen, Elnur İsmayıl, Hüseyin Bağcı, et Polat Üründül. Le livre contient également un index et des informations détaillées sur les éditeurs et les contributeurs dans les dernières pages.

Oğuzhan Göksel

Vous trouverez ci-dessous plus de détails sur le livre ainsi que des liens pour l'acheter.

Table des matières

Introduction (Gürol Baba, Oğuzhan Göksel et Ozan Örmeci)

Conclusion (Gürol Baba, Oğuzhan Göksel et Ozan Örmeci)

Index

A propos des éditeurs et des contributeurs

Flyer

Ozan Örmeci

Liens pour acheter le livre:



Yeni Kitap: Türkiye-Britain Relations: Two Hundred Years of an Intertwined Conflict and Cooperation

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölüm Başkanı ve Uluslararası Siyaset Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci, Marmara Üniversitesi öğretim üyesi ve UPA uzmanı Doç. Dr. Oğuzhan Göksel ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBÜ) öğretim üyesi Prof. Dr. Gürol Baba, Türk-İngiliz (Birleşik Krallık) ilişkileri üzerine yeni bir kitabın editörlüğünü yaptılar. Ünlü uluslararası yayıncı Lexington Books tarafından yayınlanan kitap, Türkiye-Britain Relations: Two Hundred Years of an Intertwined Conflict and Cooperation (Türkiye-İngiltere İlişkileri: İç İçe Geçmiş Çatışma ve İşbirliğinin İki Yüzyılı) başlığını taşıyor. Kitabın arka kapak yazısı Amerika Katolik Üniversitesi'nden Profesör Herbert Reginbogin tarafından kaleme alınırken, Giriş ve Sonuç bölümleri eserin editörleri tarafından yazıldı.

Gürol Baba

Toplam 316 sayfadan oluşan kitap, Türk-İngiliz ilişkilerini tüm yönleriyle analiz etmektedir. Kitap, 3 bölüme ayrılmış ve 14 makaleden oluşmaktadır. İlk bölümde Türk-İngiliz ilişkilerinin tarihsel arka planı Nurcan Özkaplan Yurdakul, F. Begüm Yıldızeli, William Hale, Warren Dockter ve Gürol Baba tarafından kaleme alınan beş özgün bölümle incelenmiştir. Kitabın ikinci bölümü çağdaş Türk-İngiliz ilişkilerine ayrılmıştır. Bu bölüm, Ahmet Ceylan, Ozan Örmeci, Eren Alper Yılmaz, Matthew Weiss, Gökhan Ak ve Oğuzhan Göksel tarafından yazılmış dört özgün bölüm içermektedir. Kitabın üçüncü bölümü ise, Türkiye ile Birleşik Krallık arasındaki ilişkilerde kritik alanları ve konuları analiz etmektedir. Bu bölümde M. Cem Oğultürk, Özker Kocadal, Sina Kısacık, Cenk Özgen, Elnur İsmayıl, Hüseyin Bağcı ve Polat Üründül tarafından beş farklı bölüm yer almaktadır. Kitapta ayrıca bir Dizin bölümü ve son sayfalarda editörler ve katkıda bulunanlar hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.

Oğuzhan Göksel

Kitap hakkında daha fazla bilgi ve kitabı satın alabileceğiniz bağlantıları aşağıda bulabilirsiniz.

İçindekiler

Giriş (Gürol Baba, Oğuzhan Göksel ve Ozan Örmeci)

Sonuç (Gürol Baba, Oğuzhan Göksel ve Ozan Örmeci)

Dizin

Editörler ve Katkıda Bulunanlar Hakkında

Flyer

Ozan Örmeci

Kitabı satın almak için bağlantılar:



New Edited Book: Türkiye-Britain Relations: Two Hundred Years of an Intertwined Conflict and Cooperation

 

Istanbul Kent University’s Political Science and Public Administration (English) department chair and International Political Academy (UPA) founder Prof. Ozan Örmeci, Marmara University staff and UPA expert Assoc. Prof. Oğuzhan Göksel, and Social Sciences University of Ankara staff Prof. Gürol Baba edited a new volume on Turkish-British (United Kingdom) relations. The book is published by famous international publisher Lexington Books and is entitled Türkiye-Britain Relations: Two Hundred Years of an Intertwined Conflict and Cooperation. While the book's back cover comment is written by Prof. Herbert Reginbogin from the Catholic University of America, the Introduction and Conclusion chapters are written by the editors of the work.

Gürol Baba

The book, which consists of 316 pages, analyzes all aspects of Turkish-British relations. The book is divided into 3 parts and comprises 14 chapters. In the first part, the historical background of Turkish-British relations is studied with five original chapters written by Nurcan Özkaplan Yurdakul, F. Begüm Yıldızeli, William Hale, Warren Dockter, and Gürol Baba. The second part of the book is devoted to contemporary Turkish-British relations. It contains four original chapters written by Ahmet Ceylan, Ozan Örmeci, Eren Alper Yılmaz, Matthew Weiss, Gökhan Ak, and Oğuzhan Göksel. The book's third part analyzes key areas and issues in relations between the Türkiye and the United Kingdom. In this part, five different chapters are written by M. Cem Oğultürk, Özker Kocadal, Sina Kısacık, Cenk Özgen, Elnur İsmayıl, Hüseyin Bağcı, and Polat Üründül. The book also contains an index section and detailed information about the editors and contributors on the last pages.

Oğuzhan Göksel

You can find more details about the book as well as links to purchase the book below.

Table of Contents

Introduction

Conclusion

Index

About the Authors

Flyer

Ozan Örmeci

Links for purchasing the book:



16 Aralık 2024 Pazartesi

Avrupa Birliği'nin Eksen Ülkelerinde Önemli Gelişmeler

 

Giriş

Avrupa Birliği'nin (kısaca AB) kurucu ülkelerinden Fransa ve Almanya'da bu geçtiğimiz günlerde çok önemli gelişmeler yaşandı. Bu yazıda, AB'nin eksen ülkeleri olan Fransa ve Almanya'daki gelişmelerle birlikte, Romanya'da ciddi bir siyasi ve hukuki krize dönüşen Başkanlık seçimlerini kısaca Türkiye'deki okurlarımız ve takipçilerimiz için özetleyeceğim.

Fransa'da Yeni Başbakan: François Bayrou

Fransa'da, bu yıl içerisinde Haziran ayında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde partisinin yaşadığı oy kaybını gerekçe göstererek Fransız halkının iradesine başvurmak erken seçim kararı alan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, aşırı demokratik hassasiyetinin sonucunda ülkeyi daha büyük bir krize sokmayı başarmıştı. Öyle ki, seçimler sonucunda Fransız halkının adeta üçe bölündüğü ortaya çıkmış ve aşırı sol Yeni Halkçı Cephe (NFP) 188 milletvekili ile Ulusal Meclis'teki en büyük grubu oluştururken, aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi (RN) 142 milletvekilliği kazanarak beklentilerin altında kalmış ve ancak üçüncü sırada yer alabilmiş, Cumhurbaşkanı Macron'un merkezci bloku ise 161 sandalye ile ikinci sırayı almıştı. Bu ortamda, bugüne kadar kendi liberal siyasal çizgisini Fransız siyasetinde güçlendirmek için geleneksel merkez sol ve merkez sağ siyasal aktörleri zayıflatma yönünde politika güden Macron, Başbakan'ı büyük ısrarlara rağmen aşırı soldan atamaya yanaşmamış ve teknokrat ve çok deneyimli bir isim olan Michel Barnier'yi göreve getirmişti. Ancak mecliste küçük bir grubu olan merkez sağ Cumhuriyetçiler Partisi'nden (LR) seçilen Barnier, büyük deneyimine karşın, bütçe konusunda aşırı sağ ve aşırı sol unsurlar arasında uzlaşı sağlamayı başaramadı ve kısa bir sürede güvensizlik oyu verilerek hükümeti düşürüldü.

François Bayrou

Barnier sonrasında yeni Başbakan'ı belirlemek için hızlı hareket eden Macron, 1951 doğumlu ve kendisine sadık bir merkezci olan François Bayrou'yu Başbakan atayarak kendi çizgisinde ısrarcı olduğunu gösterdi ve aşırı sol veya aşırı sağdan bir Başbakan atamaya yanaşmadı. Çok deneyimli bir siyasetçi olan Bayrou, daha önce Édouard Balladur ve Alain Juppé Başbakanlığında 1993-1997 döneminde Milli Eğitim Bakanlığı, Édouard Philippe Başbakanlığında 2017 yılı içerisinde kısa süreyle Adalet Bakanlığı, 2014'ten beri Pau Valiliği ve defalarca Pyrénées-Atlantiques bölgesinden milletvekilliği yapmış Fransız halkının bildiği ama çok da yakından tanımadığı bir isim. İyi bir AB savunucusu ve demokrat bir kişi olan Bayrou, otoriter rejimlere karşı sert eleştirileriyle tanınıyor. Bayrou, Macron'a da 2017'den beri en büyük desteği veren kişilerin başında geliyor. Bayrou'nun ilk işi, parlamentoda uzlaşıyı sağlayarak sosyal güvenlik konusundaki görüş ayrılıklarını gidermek ve bütçeyi meclisten geçirmek olacaktır. Bayrou, eğer Fransız siyasal eliti ekonomik kriz sinyalleri ve ciddi bütçe açığı varken durumu daha da kronikleştirmek istemiyorsa, biraz çabayla merkezci güçlerin yanı sıra diğer partilerle de uzlaşı sağlayarak krizi aşabilir. Şimdilik aşırı sol Boyun Eğmeyen Fransa'dan (LFI) olumlu yanıt alamayan Bayrou, buna karşın aşırı sağ RN'den pozitif sinyaller alıyor. Fransız anayasası gereği önümüzdeki yaz aylarına kadar yeni bir parlamento seçimi yapılamayacağı için, ülkeyi büyük bir siyasi krize sürüklememek için Bayrou'nun bu uzlaşıyı sağlaması şart. Ancak her şekilde, Fransa'nın kendisine özgü yarı-Başkanlık siyasal sistemi ve sürekli protestolara dayalı siyasi kültürü, Cumhurbaşkanlarını hangi görüşten olursa olsun kısa sürede tüketen ve nefret objesi haline getiren yapısıyla, ideal bir model olmaktan uzak gözüküyor.

Almanya Seçime Gidiyor

Fransa ile birlikte AB'nin bir diğer eksen ülkesi olan Almanya'da da siyasi kriz derinleşiyor. Nitekim 2021 federal seçimleri sonrasında sosyal demokrat SPD ve Olaf Scholz liderliğinde Yeşiller Partisi ve liberal FDP (Hür Demokratlar) ile kurulan "trafik lambası koalisyonu", koalisyon partileri arasındaki ideolojik farklılıklar ve bütçe konusunda yaşanan anlaşmazlık nedeniyle 2024 yılı Kasım ayı itibariyle dağıldı ve Aralık ayı içerisinde de güvensizlik oyu verilerek düşürüldü.

Friedrich Merz ve Olaf Scholz

Alman Parlamentosu Bundestag'ın 21. dönemi için Almanya'da federal seçimler 23 Şubat 2025 tarihinde yapılacak. Yapılan güncel bazı anketler, bu defa seçimde ilk sırayı yüzde 28-31 düzeyinde bir oyla merkez sağ Hıristiyan Demokratların (CDU/CSU) alacağını gösteriyor. Merkez sol SPD'nin yüzde 20 civarında oyla 2. olması ve aşırı sağ AfD'nin (Almanya İçin Alternatif Partisi) yüzde 17-18 düzeyinde oyla üçüncü olması bekleniyor. Anketler, Yeşiller Partisi'ni yüzde 13-15, FDP'yi ise yüzde 4-5 düzeyinde gösteriyor. Bu durumda, Friedrich Merz liderliğinde Angela Merkel sonrasında yeniden toparlanmaya çalışan CDU'nun yeni hükümeti kurmasını beklemek doğru olabilir. CDU için ideal koalisyon partneri ise, Ukrayna krizi ve ekonomik durgunluk nedeniyle, sanki yine Olaf Scholz ve SPD gibi duruyor. Merkel dönemlerinde kurulan "Büyük Koalisyon" (CDU + SPD) koalisyonlarının başarısı da düşünüldüğünde, Almanya'da Mart ayından itibaren Merz Başbakanlığında ve Olaf Scholz'un iyi performans gösterdiği Maliye Bakanlığı'na döneceği bir koalisyon ihtimali kesinlikle gerçekçi bir senaryo. AfD'nin dahil olacağı bir koalisyon ise kuşkusuz Almanya adına ciddi bir prestij kaybı olabilir.

Romanya'da İptal Edilen Başkanlık Seçimleri

Avrupa'daki önemli gelişmeler bağlamında son olarak Romanya'daki gelişmelere değinmek gerekir. Hatırlanacak olursa, 24 Kasım 2024 tarihinde düzenlenen Romanya Devlet Başkanlığı seçimleri ilk turunda seçime bağımsız aday olarak giren aşırı sağ eğilimli Călin Georgescu'nun ilk sırayı almasının yarattığı şok dalgası, Anayasa Mahkemesi'nin Rusya'nın seçime müdahalesi ve TikTok'un seçim sürecini etkilediği gerekçesiyle 6 Aralık'ta seçimi iptal kararı vermesi nedeniyle ülkedeki belirsizlikleri daha da güçlendirmişti. Bu bağlamda, önümüzdeki yıl içerisinde Romanya'da bir kez daha Başkanlık seçimlerinin yapılması beklenirken, 1 Aralık'taki parlamento seçimleri ise krizsiz atlatıldı. Seçim sonrasında merkez sol Sosyal Demokrat Parti (PSD), merkez sağ Ulusal Liberal Parti (PNL), liberal çizgideki Romanya’yı Kurtar Birliği (USR) partisi ve ülkedeki Macar azınlığı kurduğu Romanya'daki Macarların Demokratik İttifakı (UDMR) arasında bir koalisyon hükümeti kurulması konusunda anlaşıldı. Başbakan ise ilerleyen günlerde koalisyon ortakları arasındaki görüşmeler sonucunda belli olacak.

Sonuç

Sonuç olarak, zor bir rejim olan demokrasiyi uygulamaya çalışan AB ülkeleri, yaşadıkları zorluklara karşın kendi rejimlerini muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Türkiye de, yoğun ekonomik ve kültürel ilişkileri ve siyasal dengeler bağlamında AB ve Avrupa ülkeleri ile yakın ilişkilerini korumalıdır. Zira Türkiye'yi Doğu ülkeleri için de değerli yapan, AB'ye yakınlığı ve Avrupa ülkeleri ile özel ilişkileridir. 

Kapak fotoğrafı: https://www.fpri.org/article/2019/03/one-voice-but-whose-voice-should-france-cede-its-un-security-council-seat-to-the-eu/deutschland-und-frankreich-gemeinsam-in-die-zukunft/

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

14 Aralık 2024 Cumartesi

Çin Yükselişi Hakkında İki Farklı Perspektif: Mahbubani vs. Mearsheimer

 

Yıllardır yazılarımda 21. yüzyıla damga vuracak en önemli büyük güç rekabetlerinden birisi olarak öne çıkardığım Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) ilişkileri, son yıllarda uluslararası akademik çevrelerde ve çeşitli yüksek siyaset platformlarında da gözde bir tartışma ve araştırma konusu haline gelmiş durumdadır. Bu noktada temelde iki farklı ve birbirleriyle çelişen perspektif veya vizyon ön plana çıkmaktadır; nitekim Realizm (Gerçekçilik) ekolünün temsilcisi Amerikalı akademisyen John Mearsheimer, Çin'in zaman içerisinde artan ekonomik gücüne paralel olarak dış politikada da daha mütecaviz bir anlayış benimseyeceğini iddia ederken, uluslararası hukuk ve artan ekonomik bağların devletleri farklı şekilde davranmaya yönlendireceği gibi daha İdealist ilkeleri savunan Singapurlu ünlü devlet adamı ve akademisyen Kishore Mahbubani ise, Çin yükselişinin önlenemez ve uluslararası sistem ve hatta ABD adına faydalı olduğunu iddia etmesiyle bilinmektedir. Bu popüler ikili, geçtiğimiz gün Avustralya'da düzenlenen bir akademik etkinlikte bir araya getirilerek, bu konudaki güncel görüşlerini ifade etmiş ve şu soruya kendi perspektiflerinden cevap vermişlerdir: "Çin, barışçıl yükselişini sürdürebilir mi?"...

Tartışmadaki ilk konuşmacı olan Mahbubani, Çin'in barışçıl yükselişini sürdüreceği görüşüne dayanak olarak temelde şu argümanları öne sürmektedir:

  • Çin'in yükselişi yalnızca Çin'le alakalı değil, 200 yıldır devam eden Batı hâkimiyeti döneminin sonu ve Asya'nın yükselişiyle birlikte yaşanan bir gelişmedir Bu durum, Çin ve Hindistan'ın devasa nüfuslarının da etkisiyle daima dünyanın en büyük iki ekonomisi oldukları 1800'lerin başına kadar yaşanmış olan tarihin doğal akışına dönüştür.
  • Çin, 1800'lere kadar dünyanın başat ekonomik gücüyken, Avrupalı devletler (Portekiz, İspanya, Hollanda, Britanya, Fransa vs.) veya ABD gibi dünyada jeopolitik bir hâkimiyet arayışı içerisine girmemiş ve hiçbir diğer toplumu zorla kendi kontrolü altına almaya çalışmamıştır. Bu, Çin'e özgü toplumsal, siyasal ve kültürel özelliklerle alakalıdır.
  • Bu bağlamda, Mahbubani, ABD ve uluslararası topluma Çin'i provoke edecek sert ve hasmane politikalardan ziyade Pekin'le birlikte çalışmayı önermektedir.
  • Mahbubani, Çin'in yükselişinin bu devletin dünya siyasetinde herşeye yön veren hâkim devlet olacağı anlamına da gelmeyeceğini, ama Çin'in kısa süre içerisinde ABD'yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağını söylemektedir. Mahbubani, ABD'nin Ortadoğu'da giriştiği gereksiz savaşları yakından gözlemleyen Çin'in asla böyle bir hataya düşmeyeceğini ve ABD'nin yerine geçmeye çalışmayacağını da sözlerine eklemektedir.

Daha sonra söz alan Amerikalı prestijli akademisyen ve Uluslararası İlişkiler disiplininde "Ofansif Realizm" yaklaşımının savunucusu John Mearsheimer ise, özetle şu hipotezler üzerinde durmaktadır:

  • Çin, ekonomik yükselişini zaman içerisinde kesin olarak askeri güce dönüştürmek ve tüm büyük devletler gibi kendi bölgesini (Asya-Pasifik) domine etmeye çalışacaktır. Bu bağlamda, Mearsheimer'a göre, siyasetin doğası gereği Pekin de zaman içerisinde bir bölgesel hegemon olmaya çalışacaktır. Bu, Çin'in hasmane eğilimlerinden değil, bir yüksek otoritesi henüz bulunmayan uluslararası sistemin içsel yapısından kaynaklanmaktadır.
  • ABD, hâkim güç olarak kendisine rakip başka güçlerin oluşmasına izin vermek istemeyecek ve bu nedenle kendiliğinden Çin ile bir güç rekabetine girişecektir. Bu durum zaten son birkaç yıldır başlamış ve gelişmektedir.
  • Bu tarz bir rekabetin sonu büyük ihtimalle iki devlet arasında yaşanacak bir çatışma olacaktır. Bu, yine iki devletin kötü yönetimi veya olumsuz ideolojilerinden değil, uluslararası siyasetin doğasından kaynaklanmaktadır.
  • Mearsheimer, henüz başlangıç sürecinde olan ABD-Çin rekabetinde orta ve uzun vadede avantajlı tarafın Washington olduğunu da iddia etmekte ve ABD'nin geçmişte emperyal Almanya, emperyal Japonya, Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği gibi 4 büyük gücü dağıtmayı başardığını hatırlatmaktadır. Mearsheimer, ekonomik ve demografik olarak da ABD'nin Çin'den daha iyi durumda olduğunu sözlerine eklemektedir.

Sonuç olarak, 21. yüzyıla damga vuracak bu büyük güç rekabetini derinlemesine araştırmak ve güç rekabetini çatışmasız düzeyde tutabilmek, tüm devletler ve araştırmacıların ortak sorumluluğu olmalıdır. Çünkü bu tarz büyük çatışmaların tüm dünyaya ve insanlığa verdiği zararlar ortadadır ve bunların bir daha yaşanmasına engel olmak için iki dev ülke ve ekonomiyi yöneten liderlerin akılcı ve sorumlu davranmaları gerekmektedir.

Bu konuda iki çalışmamız için;

  1. Örmeci, Ozan & Kısacık, Sina & Helvacıköylü, Gamze (2023), “21. Yüzyıla Damgasını Vuracak Büyük Güç Rekabeti: ABD-Çin İlişkileri”, in Küresel Aktörler ve Büyük Güç Rekabeti (eds. by Hasret Çomak & Burak Şakir Şeker & Huriye Yıldırım Çınar), Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, pp. 425-471.
  2. Örmeci, Ozan & Kısacık, Sina & Helvacıköylü, Gamze (2024), “U.S.-China Competition: A Power Transition”, China Quarterly of International Strategic Studies, Vol. 9, no: 1, pp. 1-25.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

12 Aralık 2024 Perşembe

Suriye'de İç Savaşın Sonu Mu?

 

Komşumuz Suriye'de 13 yılı aşkın süredir devam eden iç savaş, Türkiye'nin de terör örgütü olarak tanıdığı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) öncülüğündeki Suriyeli muhaliflerin başkent Şam'ı da ele geçirmesiyle yaklaşık bir hafta-on günlük bir süreçte ne olup bittiği anlaşılamadan sona erdi. Öyle ki, yıllardır muhaliflere karşı ayakta kalmak için direnen ve daha bir ay önce İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Olağanüstü Zirvesi'ne katılan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, ailesiyle birlikte sığınma hakkı elde ettiği Moskova'ya kaçarak ülkeyi muhaliflerin kontrolüne terk etti. Türkiye'nin görüşme ve uzlaşma çağrılarını ısrarla dinlemeyen Esad, bu şekilde ülkesine -en azından şimdilik- onur kırıcı bir şekilde veda etmek zorunda kaldı.

Muhammed Colani

Suriye iç savaşının hızlı bir şekilde sona ermesi Türkiye ve dünyadaki gazeteci ve uzmanlar için adeta şok etkisi yaratırken, HTŞ lideri Muhammed Colani veya Ebu Muhammed el-Cevlani, bu süreçte muhaliflere önderlik eden karizmatik lider olarak öne çıktı. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, IŞİD terörü nedeniyle Suriye'deki rejimi değiştirme politikasına 2016 sonrasında ara vermiş olsa da, bu süreçte genelde muhalifleri destekleyen ılımlı açıklamalarıyla dikkat çekti. Erdoğan, Esad'ın uzlaşmaz kişiliğine vurgu yaparak ve kendileriyle görüşülmesi halinde bu yaşananların yaşanmayabileceğini ima ederek, Türkiye'nin Suriye üzerindeki gücünü vurgulamak istedi. Türkiye'de genel olarak kamuoyunda da bu süreçte ihtiyatlı bir iyimserlik hâkim olurken, özellikle 12 Aralık 2024 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın'ın HTŞ lideri Colani ile birlikte Şam'ı gezmesi ve sonrasında Emevi Camii'nde namaz kılması ulusal kamuoyunda büyük yankı yarattı. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye'nin Suriye'de desteklediği grup HTŞ değil, Suriye Milli Ordusu (eski adıyla Özgür Suriye Ordusu-ÖSO) adlı daha ılımlı muhalif grup.

MİT Başkanı İbrahim Kalın, iç savaş sürecinde sembolik anlam kazanan Emevi Camii'ne giderek Türkiye'nin geçiş sürecine dair kararlılığını ortaya koydu

Suriye'de yaşananlara Rusya ve İran'dan sert tepkiler gelirken, özellikle etkili Rus düşünür Aleksandr Dugin'in Ankara'ya yönelik tehditkâr açıklamaları kamuoyunda büyük tepkilere neden oldu. Bu şekilde 2016'daki başarısız darbe girişimi sürecinde Türkiye'deki sivil hükümete verdiği destekle ülkemizde takdir toplayan Dugin ve Rusya, bu süreçte ciddi bir imaj ve prestij kaybına uğradılar. Suriye'deki gelişmelere ABD, İsrail ve Batılı devletlerden de -radikal İslam çekincelerine rağmen- genelde beklenmedik ölçüde olumlu tepkiler verildi. ABD, Suriye'nin toprak bütünlüğüne vurgu yaparak geçiş sürecine desteğini açıkladı. Ancak Washington, azınlık haklarına saygı, insani yardımın kolaylaştırılması, terör faaliyetlerinin önlenmesi ve kimyasal ile biyolojik silah stoklarının yok edilmesi gibi bazı ön şartlar da açıkladı. İsrail ise, Suriye'de rejimin devrilmesini fırsat bilerek askeri birliklerini bu ülkeye soktu ve Golan Tepeleri'nin de ötesine geçerek, İsrail'in güvenliği için geniş bir tampon bölge oluşturmaya başladı. İsrailli yetkililer bunun geçici bir önlem olduğunu ifade etseler de, toprak kazanımına büyük önem veren jeopolitik bir devlet olan İsrail için Suriye'nin parçalanması halinde yeni toprak kazanımları elde etme düşüncesinin ilerleyen aylarda çok cazip bir alternatif haline gelebileceğini her zaman akılda tutmak gerekir. Benzer bir durum aslında Türkiye için de söz konusu olup, Suriye'nin kuzeyinde halen 30 kilometre içeriye girecek şekilde ülkenin kuzey batısı ve kuzeyinde iki ayrı geniş cepte askeri varlığı bulunan Türkiye, ülkenin kuzey doğusundaki yaygın PYD/YPG terör unsurlarının yarattığı jeopolitik riskler karşısında bölgedeki askeri varlığını güçlendirmek ve ilerleyen aylarda Kürt bölgesine doğru daha da yayılmak isteyebilir. Zira Türkiye için adeta "teröristan" olarak değerlendirilen ABD destekli PKK uzantısı grupların (çatı örgütü ismiyle Suriye Demokratik Güçleri-SDG) kontrolündeki Kürt bölgesinin özerkliği veya bağımsızlığına kamuoyunda ve devlet üst kademelerinde halen hiç de sıcak yaklaşılmıyor.

Suriye'de mevcut harita 

Yeşil: Muhalifler

Açık Mavi: TSK varlığı

Sarı: Kürt bölgesi

Suriye iç savaşının 13 yılı aşkın sürecinden Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler adına bence bazı dersler çıkarmak da mümkün. Bunları şöyle sıralayabilirim:

1. Halkının ve ordusunun karnını doyuramayan bir rejim ayakta kalamaz: Suriye'de sayıca azınlıkta kalmasına karşn önemli bir inanç temeline (Nusayriler) yaslanan ordu, istihbarat ve bürokrasiye rağmen, Devlet Başkanı Beşar Esad'ı savunan devlet güçlerinin geçtiğimiz birkaç gün içerisinde adeta kağıttan kaplan gibi dağılması, Suriye'deki ekonomik zorlukların geldiği olumsuz aşamayı gösteriyor. Bu da bize, ideolojik yumuşaklığı/katılığı veya meşruiyeti-gücü ne olursa olsun, bir rejim için ilk ve en önemli unsurun halkını ve devlet güçlerini besleyebilme kapasitesi olduğunu gösteriyor. Nitekim aylardır maaşlarını alamayan Suriyeli askerlerin HTŞ ilerlerken savaşmaktan kaçınmaları, iç savaş nedeniyle ülkenin içerisine düştüğü ekonomik çıkmazı gösteriyor.

2. İstikrarlı bir yönetim ancak halkın eğilimlerine uygun olarak şekillenebilir: Suriye iç savaşı sürecinden çıkarabilecek ikinci önemli ders, güçlü ve meşru bir rejimin halkın etnik-dini-toplumsal-kültürel kimlik ve eğilimlerine uygun olarak şekillenmesi gerekliliği oldu. Nitekim nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni Müslümanlardan oluşmasına rağmen bu kimliği bir türlü ülkenin Baas Partisi ve Esad ailesiyle sembolize edilen ana akım ideolojisine entegre edemeyen Suriye rejimi, bu nedenle dışarıdan yapılan olumsuz etkilerin de sonucunda ülkeyi önce kanlı bir iç savaşa, sonra da radikal güçlerin kontrolü ele aldıkları bir devrim sürecine sürükledi. Suriye'de rejimin ayakta kalamayacağını öngören Ankara, bu şekilde gecikmeli de olsa bunu herkese ispatlamış oldu.

3. Türkiye bölgede oyun kurucu aktördür: 2011'den bu yana yaşanan Arap Baharı sürecinde demokrasi ve halk egemenliğini savunmasına karşın Batı'nın çifte standartları ve Doğu blokundaki ülkelerin de demokrasi karşıtlıkları nedeniyle sürekli acımasız şekilde eleştirilen Türkiye, bu şekilde yakın çevresinde kendisinin onay vermediği bir rejimin ayakta kalamayacağını tüm dünyaya göstermiş oldu. Bu anlamda, Suriye'de kurulacak yeni yönetimin -Irak'taki merkezi hükümete benzer şekilde- Ankara ile iyi geçinmesinin gerekliliği ilerleyen dönemde daha da iyi anlaşılacaktır. Türkiye, bu süreçte yıllardır Türkiye'de kalarak Türkleşen 4 milyon civarındaki Suriyeli sığınmacının ülkelerine dönerek siyaseten güç kazanmalarına yardımcı olabilirse, Suriye'de yeni dönemde oyun kurucu temel aktör haline gelebilir. 

4. Rusya ve İran'ın zayıflaması Esad'ın sonunu getirdi: Suriye'de Esad rejiminin beklenmedik derecede kolay biçimde dağılması, rejimin yerli unsurlardan ziyade Rusya ve İran gibi yabancı devletlerin desteğiyle ayakta kalabildiğini de ispatlamış oldu. Öyle ki, İsrail'in Lübnan ve Suriye'deki İran milislerine (Hizbullah vs.) saldırılarıyla son dönemde büyük kan kaybeden İran ve Ukrayna'da devam eden kanlı savaş nedeniyle başı çok meşgul olan ve tüm NATO ülkeleri ile kazanma şansı olmayan büyük bir savaşa girme riski olan Rusya'nın Suriye'ye destek verememesi sonucunda, Esad rejimi kolay bir şekilde yıkıldı.

5. Kürt Devleti projesi gerçek olabilir: Türkiye için bu sürecin en olumsuz tarafı ise, PKK uzantısı PYD-YPG güçlerinin SDG çatısı altında örgütlenmeleri ve yıllardır ABD'den aldıkları eğitim ve muazzam silah desteği sonucunda ciddi güç kazanmaları neticesinde Suriye'deki Kürt varlığının ilerleyen dönemde özerklik ve bağımsızlık talepleriyle Ankara'nın başını ağrıtacak olması. Zira Ankara için Batı'nın ve uluslararası kamuoyunun baskısı nedeniyle kanlı ve kapsamlı bir müdahale seçeneği bence gerçekçi bir ihtimal olarak durmuyor. Üstelik IŞİD'e karşı savaşarak ciddi prestij kazanan Suriye Kürtleri, modernist ideolojileri sayesinde, Batı kamuoyunda romantize edilerek ciddi destek bulabiliyor. Buna bir de kronikleşen ekonomik sorunlarıyla uğraşan Ankara'nın durumu eklendiğinde, Türkiye'nin yıllar sürebilecek büyük bir kara savaşına hazırlandığına dair elimizde ciddi bir bulgu olmadığı söylenebilir. Ancak Türkiye'nin diplomatik ve ekonomik baskılar ve sahada yapacağı nokta operasyonlarıyla PKK uzantılı bir Kürt Devleti'ne karşı çıkmaya devam edeceği kesin. Türkiye için ideal senaryo ise toprak bütünlüğünü koruyan ve ekonomik olarak Türkiye'ye bağımlı duruma gelen bir Suriye'nin yeni dönemde inşa edilmesi olacaktır.

6. Suriye bölünebilir: Suriye için şimdilik her bölgesel aktör ve büyük devletin yetkilileri "toprak bütünlüğü" ifadesini kullansalar da, çeşitli sebeplerle bence Suriye'nin toprak bütünlüğü artık ciddi tehdit altındadır. Şöyle ki, ABD ve Batı kamuoyuna genelde yön vermeyi başaran İsrail'in toprak kazanımı düşüncesine kolaylıkla yönelebilecek olması, Suriyeli Kürtlerin neredeyse tamamen bağımsızlık fikrini savunmaları ve Türkiye için de bir Kürt Devleti fikrinin iç kamuoyunda ancak Suriye'de ilk Cumhuriyet dönemini anımsatan (Hatay'ın anavatana katılması) bazı toprak kazanımları olması halinde kabul görebileceği gibi hipotezleri göz önünde bulundurursak, Suriye'nin bölünme ihtimalinin artık daha güçlü bir senaryo olduğu bile iddia edilebilir.

7. Rusya'nın tavrı önemli: Bu süreçte ciddi prestij kaybına uğramasına karşın, Rusya'nın da Suriye'deki askeri kazanımlarından vazgeçmek istemeyeceği ve Suriye'deki olası yeni bir rejimi yıkma kapasitesinin olduğunu her daim akılda tutmak gerekir. Hatta Esad rejiminin devrilmesi sürecinde Rusya-ABD-İsrail-Türkiye-muhalifler ekseninde bir zımni uzlaşı olabileceği düşüncesi de bana çok da mantıksız gözükmüyor. Zira Ukrayna Savaşı veya Wagner Grubu için dünyanın dört bir yanından asker toplayabilen Moskova'nın Esad rejimine bu son dönemde neredeyse hiç destek vermemesi kafalarda soru işaretlerine yol açıyor. Bu anlamda Rusya'nın ya Ukrayna'da NATO ile savaşa evirilme riski olan ölümüne mücadele nedeniyle çok kötü şekilde sıkışmış olduğu, ya da artık kendisine bir yük haline gelen Esad rejiminden kurtularak yeni döneme hazırlık yaptığı düşünülebilir. Bence bu ihtimallerin bileşkesinde bir durumda olan Moskova, yeni dönemde ABD Başkanı Donald Trump ile Ukrayna Sorunu'nu çözmeye ve Suriye'de de askeri kazanımlarını koruyan bir ateşkes fikrine sıcak yaklaşabilir.

8. İşler sertleşince İsrail her şekilde kazanıyor: Ortadoğu siyasetine dair son dönemde gördüğümüz bir diğer gerçek ise, iç savaş, terör ve çatışma durumlarında daima bu yönde hazırlık yapan ve ABD'nin kayıtsız-şartsız desteklediği İsrail'in daima daha kazançlı çıktığı gerçeğidir. Nitekim 7 Ekim tarihli büyük Hamas saldırısından sonra yaşananlara baktığımızda, Hizbullah ve İran'ın bölgede çok geriletildiği, İsrail karşıtı Suriye rejiminin yıkıldığı, Hamas'ın lider kadrosunun tamamen yok edildiği, Gazze'nin kontrol altına alındığı ve uluslararası kamuoyunda yaşanan imaj kaybına ve Uluslararası Adalet Divanı'nda devam eden yargı sürecine rağmen İsrail'in bu süreçten kazançlı çıktığı söylenebilir.

9. Devrim yapıp iyi işleyen bir devlet kurabilirseniz terörist sayılmazsınız: Suriye'de tüm dünyada terör örgütü kabul edilen İslamcı grupların yönetimi alarak devrim yapmaları, terörist-devrimci tartışmasını da bir kez daha gündeme taşıdı. Öyle ki, iç savaş sürecinde eski rejim tarafından terörist olarak adlandırılan grupların devrim yaparak kontrolü sağlamaları ve ülkelerinde diğer devletler tarafından tanınan ve ayakta kalabilen bir rejim kurmaları halinde kolaylıkla teröristlikten devlet adamlığına terfi edebilecekleri anlaşılmış oldu.

Sonuç olarak, 2011 yılı başından beri devam eden Suriye iç savaşı, siyasi tarih ve diplomasi kitaplarına geçecek büyük bir vaka olarak incelenmeye/araştırılmaya devam edecektir. Süreç henüz tamamlanmamış olup, dileğimiz bu süreçte Türkiye ve insanlığın kazanmasıdır.

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ