7 Mayıs 2019 Salı

Dr. Beata Piskorska ila Mülakat



Dr. Beata Piskorska, Lublin’deki II. Jean Paul Katolik Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dersleri vermektedir. Avrupa Birliği uzmanı olan Piskorski, özellikle AB’nin Doğu Komşuluk Politikası (ENP) üzerine araştırmalar yapmaktadır. Polonyalı akademisyen, geçtiğimiz hafta Erasmus+ akademik hareketlilik programı kapsamında İstanbul Gedik Üniversitesi’nde derslere katılmış ve bir seminer düzenlemiştir.

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Beata Piskorska, İstanbul Gedik Üniversitesi’nde geçtiğimiz hafta katıldığınız dersler ve seminer için sizi tebrik ediyorum. Bilgi düzeyiniz ve sıcakkanlılığınızdan hepimiz etkilendik. Seminer sunumunuzda, Avrupa Birliği’nin Doğu Komşuluk Politikası’na dair yaptığınız araştırmanın sonuçlarını sundunuz. Sunumunuzda, ayrıca, AB’nin “yumuşak güç” politikalarının Rusya Federasyonu’nun agresif politikaları ve dünya genelinde sert güce geri dönülmesi nedeniyle sonuçsuz kaldığını ve son yıllarda AB’nin doğu komşularında bir demokratik gerileme yaşandığını anlattınız. Bu konuyu okurlarımız için daha detaylı olarak açıklar mısınız?

Dr. Beata Piskorska: Dr. Ozan Örmeci, öncelikle, üniversitenize geldiğim ve burada akademisyenler ve öğrencilerinizle çok değerli akademik tartışmalar yaptığım için şükran duyduğumu ifade etmek isterim. AB üzerine araştırmalar yapan Polonyalı bir akademisyen olarak, benim için çok önemli bir deneyim oldu. Çok iyi organize edilen AB dış politikası konulu seminer için de minnettarım. Seminer, AB bağlamında güncel politikaların ve kurumun güvenlik ve savunma politikalarının tartışılması anlamında çok faydalı oldu.

Sunumumda da ifade ettiğim üzere, AB, “yumuşak güç” unsurlarını dış politikasının temel enstrümanı olarak Doğu ve Güney komşularına -Doğu Komşuluk Politikası (ENP) ve Doğu Ortaklığı (EaP) kapsamında- uygulamaktadır. Bu iki girişimle, AB, etkin bir aktör olarak bölgedeki düşünce kalıplarını değiştirmeyi ve demokratikleştirmeyi amaçlamaktadır. İyi işleyen sert güç unsurlarının olmaması sebebiyle, AB, bölge ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkilerini -tam üyelik perspektifi vaat etmeden- güce dayalı olmayan yöntemlerle geliştirmeye çalışmaktadır. Bu yumuşak güç unsurları şöyle sıralanabilir: ortaklık anlaşmaları, derin ve kapsamlı serbest ticaret alanları (DCFTA’lar), finansal destek, kamu diplomasisi (burslar, öğrenci değişimi, eğitimler), hükümetlere, sivil toplum ve demokrasiye verilen destekler ve sivil görevler. Bu imkânlar, bundan yararlanan ülkeleri içeride reform süreçleri konusunda motive etmektedir.

Ancak sunumumda karamsar bir şekilde belirttiğim üzere, son 10 yılda AB’nin Doğu Ortaklığı politikası başarılı olamamış ve yumuşak güç unsurları efektif bir şekilde çalışmayarak, bölgede demokratik ve ekonomik gelişimi sağlayamamıştır. AB’nin Doğu Komşuluk Politikası’nın başarılı olamamasının bazı önemli sebepleri bulunmaktadır: AB’nin yakın komşularındaki siyasi durum ve bölgede sert güç unsurlarını kullanmakta tereddüt etmeyen ve AB’nin yumuşak güç unsurlarıyla elde ettiği etkiyi sınırlandırmaya çalışan Rusya’nın giderek artan emperyal rekabet yaklaşımı en önemli nedenlerdir. Ancak 2013 yılında Ukrayna-Rusya savaşının başlaması ve 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi, AB’nin yumuşak güç politikası açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönemden beri, AB, Rusya ve onun “yakın çevre”sinde uyguladığı sert güç politikası ile jeopolitik bir çarpışma içerisindedir. Buna karşın, güvenlik boyutu olan bölgesel sorunlardan Ukrayna-Rusya gerginliği, Dağlık Karabağ Sorunu, Güney Osetya ve Transdinyester gibi konular AB’nin Doğu Komşuluk Politikası gündeminde yer almamaktadır. Bu nedenle, Doğu komşularından gelen güvenlik risklerine karşı AB’nin geliştirdiği yumuşak güç stratejisi doğru/başarılı bir karşılık değildir. Dolayısıyla, AB’nin sorun çözme süreçlerine daha fazla dâhil olmadan bölgede amaçlarını/çıkarlarını gerçekleştirmesi mümkün değildir.

AB’nin Doğu komşularındaki demokratik trendler konusuna dönersek, Sovyet-sonrası dönemde bu coğrafyada demokratik siyasi ve ekonomik dönüşümlerin çok yavaş gerçekleştiğini gözlemleyebiliyoruz. Seminerde verdiğim istatistiklere bakacak olursak; son 10 yılda Doğu Komşuluk Politikası’na dâhil olan ülkelerin neredeyse hepsinde bir düşüş gözlemlenmektedir. Bu durum, bilhassa Azerbaycan ve Ermenistan örneklerinde daha net görülmektedir. Ukrayna’da da demokrasi kalitesi anlamında kısmi bir düşüş yaşanmıştır. 2008-2018 Yolsuzluk Algısı Endeksi’ne göre, Azerbaycan, Beyaz Rusya (Belarus) ve Moldova en kötü durumda olan ülkelerdir. 2018 yılı “Freedom in the World” verilerine göre, Sovyet-sonrası coğrafyada son 10 yılda kayda değer bir ilerleme sağlanamamıştır. En iyi durumdaki ülke olan Ukrayna’da bir geriye gidiş yaşanmış ve “özgür ülke” kategorisinden “kısmen özgür” ülke kategorisine düşülmüştür. Kalan 5 ülkede ise durum aynıdır: Moldova, Gürcistan ve Ermenistan’da “kısmen özgür” statüsü devam etmekte, Azerbaycan ve Beyaz Rusya da “otokratik rejim” kapsamında değerlendirilmektedirler. Bu, AB’nin bu bölgedeki politikalarının demokratikleşme sonucuna yol açmadığını göstermektedir. Bence bunun temel sebebi; AB üyeliği perspektifinin olmamasının, bu ülkelerin siyasetçilerinin reform konusundaki motivasyonlarını azaltmasıdır.

Dr. Beata Piskorska İstanbul Gedik Üniversitesi’ndeki bir dersi sırasında

Dr. Ozan Örmeci: Uluslararası basın-yayın organlarında son dönemde bazı AB üyesi ülkelerin, bilhassa da Macaristan ve Polonya’nın demokratik gelişimleri konusunda eleştirel haberler yayınlanıyor. Siz bu ülkelerin demokratik durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Beata Piskorska: Aslında, birçok AB ülkesinde son dönemde demokrasi ve hukukun üstünlüğü baskı altında. Bunu uluslararası kurumların rapor ve istatistiklerinde görmek de mümkün. Örneğin, Freedom House’un “Freedom in the World 2018” istatistiklerine göre, demokratik gelişim son 12 yıldır düşüyor. Hatta 28 AB üyesi ülkeden 3 tanesi (Macaristan, Bulgaristan ve Romanya) “kısmen özgür” kategorisinde değerlendiriliyorlar. Halen “özgür ülke” kategorisindeki Polonya’da da, ne yazık ki, uzmanlar, son yıllarda basın ve mahkemelerin politize edildiğine dikkat çekiyorlar. Alarm verici bir gelişme, Polonya ve Macaristan’da son dönemde yapılan anayasa değişiklikleriyle mahkemelerin bağımsızlığının ve basın özgürlüklerinin azaltılmasıdır. Her iki ülkenin lideri de, Macaristan’da Fidesz Partisi lideri Viktor Orban ve Polonya’da PiS (Hukuk ve Adalet Partisi) lideri Jaroslaw Kaczyński, seçimleri kazandıktan sonra liberal demokrasi standartlarından farklı bazı yaklaşımlar içerecek şekilde yeni anayasa yazım sürecini başlatmışlardır. Anti-demokratik siyasal ajandalarının temelinde ise, tüm iç muhalefeti nötralize etmek (etkisizleştirmek) ve bunu Anayasa Mahkemesi’nden başlayarak hukuk sistemini değiştirerek yapmak düşüncesi vardır. Ancak bu çabalar uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekmiş ve Doğu Avrupa’da yaşanan demokratik dönüşümün değişip değişmediği sorgulanmaya başlamıştır. Hatta Polonya özelinde, hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle, Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği Antlaşması’nın 7. maddesini işletmek durumunda kalmıştır. 20 yıl önce demokratik gelişimin model ülkesi durumundaki Polonya için, bu, çok üzücü bir durumdur.

Dr. Beata Piskorska ve İstanbul Gedik Üniversitesi öğretim üyeleri

Dr. Ozan Örmeci: Sağ/aşırı sağ popülizm son dönemde Avrupa’da çok etkili olmaya başladı. Hatta birkaç gün önce İspanya’da yapılan genel seçimlerde, ilk kez bir aşırı-sağ parti olarak değerlendirilen Vox Partisi parlamentoya girmeyi başardı. Sizce Avrupa’daki sağ/aşırı sağ popülizmin yükselişinin sebepleri nelerdir?

Dr. Beata Piskorska: Bu soruya basit bir cevap vermek mümkün değil. Güncel akademik çalışmalar, sağ popülizmin Avrupa’da çok yaygın görüldüğünü ortaya koyuyor. Bu tipteki siyasal partiler, Avrupa’nın farklı ülkelerinde siyasi tarih, siyasi sistem ve siyasal kültüre dayalı sebeplerle farklı olarak şekillenebiliyorlar; ancak bazı benzerlikleri de var. 11 Avrupa ülkesinde popülistler iktidardalar. Son seçimlerde, Avrupalıların dörtte birinden fazlası popülistlere oy verdiler. Bence bu durumun temel sebepleri; göçmen karşıtı, İslamofobik ve antisemitik duyguların son dönemde aşırı milliyetçi görüşlerle yükselmesi ve bunların kemer sıkma politikalarını ve Brüksel merkezli AB siyasal elitinin küstah/kibirli tavırlarını çok iyi kullanarak, halktan destek bulmaya başlamalarıdır. Popülistler; ulusal (milli) kimliğin üstünlüğünü ve AB projesinin daha fazla derinleşmesini engellemeyi amaçlıyorlar. Alarm verici şekilde, AB karşıtı sağ popülist ve aşırı milliyetçi partiler, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde mobilize oluyorlar. Hatta anketler, halk desteği ve güçlerinin arttığını gösteriyor.

Seminer sonrasında Dr. Armağan Gözkaman ve Dr. Beata Piskorska 

Dr. Ozan Örmeci: Birkaç gün önce, bir hafta kadar süreyle Türkiye’de bulundunuz. Türkiye ve Türk halkıyla ilgili gözlemleriniz nelerdir? Türkiye’nin AB üyeliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dr. Beata Piskorska: Üçüncü defa Türkiye’ye geldim ve söylemeliyim ki her defasında keyifle ülkenizde bulundum. Türkiye’de kaldığım süre boyunca, günlük hayatlarını sürdüren sıradan insanların yaşamlarını gözlemleme fırsatı buldum ve İstanbul’un özellikle Anadolu yakasının ne kadar geliştiğini fark ettim. Üniversitedeki eğitim seviyesinden, öğrencilerin Avrupa politikasına ilgilerinden ve akademisyenlerin sıcak yaklaşımlarından fazlasıyla etkilendim.

Türkiye’nin AB üyeliği konusuna gelirsek, Türkiye, uzun süredir var olan ortaklık anlaşmalarıyla halen AB tam üyeliğine aday bir ülkedir. Türkiye, AB üyeliği için resmen 1987’de başvuruda bulunmuştur. Ancak Türkiye’nin siyasal tarihi ve jeopolitik konumu nedeniyle, AB, bu başvuruyu kabul etmeden önce uzun süre çekinceler yaşamıştır. Buna karşın, 2005 Ekim’inde nihayet tam üyelik müzakereleri başlamıştır. Ancak daha bu ilk ve coşkulu dönemde bile, bazı Avrupalı liderler, Türkiye’nin AB üyeliğinin zor olduğunu ifade etmişlerdir. Bu liderlere son örnek Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron olmuştur. Macron, Türkiye’nin bu haliyle AB üyeliği konusunda ilerleme sağlanmasının mümkün olmadığını belirtmiş ve -Türkiye ile ilişkileri koparmamak adına- farklı tür bir ortaklık önermiştir. Ancak Türk halkı halen tam üyelik istediği için, bu öneri onları memnun etmemektedir. Bu sorunlara karşın, AB, halen Türkiye için siyasi reformlar ve temel haklar konusunda referans noktası olmayı sürdürmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim tarzı ve özgürlükleri kısıtlaması da bu noktada etkili olmaktadır. Ancak Polonya örneğinde de olduğu gibi, Avrupa değerlerine bağlılık, AB üyeliği için tartışılmaz bir şarttır.

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Beata Piskorska, bize zaman ayırdığınız için size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 07.05.2019

Hiç yorum yok: