Dr. Beata Piskorska,
Lublin’deki II. Jean Paul Katolik Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler
dersleri vermektedir. Avrupa Birliği uzmanı olan Piskorski, özellikle AB’nin
Doğu Komşuluk Politikası (ENP) üzerine araştırmalar yapmaktadır. Polonyalı
akademisyen, geçtiğimiz hafta Erasmus+ akademik hareketlilik programı
kapsamında İstanbul Gedik Üniversitesi’nde derslere katılmış ve bir seminer
düzenlemiştir.
Dr.
Ozan Örmeci: Dr. Beata Piskorska, İstanbul Gedik
Üniversitesi’nde geçtiğimiz hafta katıldığınız dersler ve seminer için sizi
tebrik ediyorum. Bilgi düzeyiniz ve sıcakkanlılığınızdan hepimiz etkilendik.
Seminer sunumunuzda, Avrupa Birliği’nin Doğu Komşuluk Politikası’na dair
yaptığınız araştırmanın sonuçlarını sundunuz. Sunumunuzda, ayrıca, AB’nin
“yumuşak güç” politikalarının Rusya Federasyonu’nun agresif politikaları ve
dünya genelinde sert güce geri dönülmesi nedeniyle sonuçsuz kaldığını ve son
yıllarda AB’nin doğu komşularında bir demokratik gerileme yaşandığını anlattınız.
Bu konuyu okurlarımız için daha detaylı olarak açıklar mısınız?
Dr.
Beata Piskorska: Dr. Ozan Örmeci, öncelikle,
üniversitenize geldiğim ve burada akademisyenler ve öğrencilerinizle çok
değerli akademik tartışmalar yaptığım için şükran duyduğumu ifade etmek
isterim. AB üzerine araştırmalar yapan Polonyalı bir akademisyen olarak, benim
için çok önemli bir deneyim oldu. Çok iyi organize edilen AB dış politikası
konulu seminer için de minnettarım. Seminer, AB bağlamında güncel politikaların
ve kurumun güvenlik ve savunma politikalarının tartışılması anlamında çok
faydalı oldu.
Sunumumda da ifade
ettiğim üzere, AB, “yumuşak güç” unsurlarını dış politikasının temel enstrümanı
olarak Doğu ve Güney komşularına -Doğu Komşuluk Politikası (ENP) ve Doğu
Ortaklığı (EaP) kapsamında- uygulamaktadır. Bu iki girişimle, AB, etkin bir
aktör olarak bölgedeki düşünce kalıplarını değiştirmeyi ve demokratikleştirmeyi
amaçlamaktadır. İyi işleyen sert güç unsurlarının olmaması sebebiyle, AB, bölge
ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkilerini -tam üyelik perspektifi vaat
etmeden- güce dayalı olmayan yöntemlerle geliştirmeye çalışmaktadır. Bu yumuşak
güç unsurları şöyle sıralanabilir: ortaklık anlaşmaları, derin ve kapsamlı
serbest ticaret alanları (DCFTA’lar), finansal destek, kamu diplomasisi
(burslar, öğrenci değişimi, eğitimler), hükümetlere, sivil toplum ve
demokrasiye verilen destekler ve sivil görevler. Bu imkânlar, bundan yararlanan
ülkeleri içeride reform süreçleri konusunda motive etmektedir.
Ancak sunumumda
karamsar bir şekilde belirttiğim üzere, son 10 yılda AB’nin Doğu Ortaklığı
politikası başarılı olamamış ve yumuşak güç unsurları efektif bir şekilde
çalışmayarak, bölgede demokratik ve ekonomik gelişimi sağlayamamıştır. AB’nin
Doğu Komşuluk Politikası’nın başarılı olamamasının bazı önemli sebepleri
bulunmaktadır: AB’nin yakın komşularındaki siyasi durum ve bölgede sert güç
unsurlarını kullanmakta tereddüt etmeyen ve AB’nin yumuşak güç unsurlarıyla
elde ettiği etkiyi sınırlandırmaya çalışan Rusya’nın giderek artan emperyal
rekabet yaklaşımı en önemli nedenlerdir. Ancak 2013 yılında Ukrayna-Rusya savaşının
başlaması ve 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi, AB’nin yumuşak güç
politikası açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönemden beri, AB, Rusya ve
onun “yakın çevre”sinde uyguladığı sert güç politikası ile jeopolitik bir
çarpışma içerisindedir. Buna karşın, güvenlik boyutu olan bölgesel sorunlardan
Ukrayna-Rusya gerginliği, Dağlık Karabağ Sorunu, Güney Osetya ve Transdinyester
gibi konular AB’nin Doğu Komşuluk Politikası gündeminde yer almamaktadır. Bu
nedenle, Doğu komşularından gelen güvenlik risklerine karşı AB’nin geliştirdiği
yumuşak güç stratejisi doğru/başarılı bir karşılık değildir. Dolayısıyla, AB’nin
sorun çözme süreçlerine daha fazla dâhil olmadan bölgede amaçlarını/çıkarlarını
gerçekleştirmesi mümkün değildir.
AB’nin Doğu komşularındaki
demokratik trendler konusuna dönersek, Sovyet-sonrası dönemde bu coğrafyada
demokratik siyasi ve ekonomik dönüşümlerin çok yavaş gerçekleştiğini
gözlemleyebiliyoruz. Seminerde verdiğim istatistiklere bakacak olursak; son 10
yılda Doğu Komşuluk Politikası’na dâhil olan ülkelerin neredeyse hepsinde bir
düşüş gözlemlenmektedir. Bu durum, bilhassa Azerbaycan ve Ermenistan
örneklerinde daha net görülmektedir. Ukrayna’da da demokrasi kalitesi anlamında
kısmi bir düşüş yaşanmıştır. 2008-2018 Yolsuzluk Algısı Endeksi’ne göre, Azerbaycan,
Beyaz Rusya (Belarus) ve Moldova en kötü durumda olan ülkelerdir. 2018 yılı
“Freedom in the World” verilerine göre, Sovyet-sonrası coğrafyada son 10 yılda
kayda değer bir ilerleme sağlanamamıştır. En iyi durumdaki ülke olan Ukrayna’da
bir geriye gidiş yaşanmış ve “özgür ülke” kategorisinden “kısmen özgür” ülke
kategorisine düşülmüştür. Kalan 5 ülkede ise durum aynıdır: Moldova, Gürcistan
ve Ermenistan’da “kısmen özgür” statüsü devam etmekte, Azerbaycan ve Beyaz
Rusya da “otokratik rejim” kapsamında değerlendirilmektedirler. Bu, AB’nin bu
bölgedeki politikalarının demokratikleşme sonucuna yol açmadığını
göstermektedir. Bence bunun temel sebebi; AB üyeliği perspektifinin
olmamasının, bu ülkelerin siyasetçilerinin reform konusundaki motivasyonlarını
azaltmasıdır.
Dr.
Beata Piskorska İstanbul Gedik Üniversitesi’ndeki bir dersi sırasında
Dr.
Ozan Örmeci: Uluslararası basın-yayın organlarında
son dönemde bazı AB üyesi ülkelerin, bilhassa da Macaristan ve Polonya’nın
demokratik gelişimleri konusunda eleştirel haberler yayınlanıyor. Siz bu
ülkelerin demokratik durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dr.
Beata Piskorska: Aslında, birçok AB ülkesinde son dönemde
demokrasi ve hukukun üstünlüğü baskı altında. Bunu uluslararası kurumların
rapor ve istatistiklerinde görmek de mümkün. Örneğin, Freedom House’un “Freedom
in the World 2018” istatistiklerine göre, demokratik gelişim son 12 yıldır
düşüyor. Hatta 28 AB üyesi ülkeden 3 tanesi (Macaristan, Bulgaristan ve
Romanya) “kısmen özgür” kategorisinde değerlendiriliyorlar. Halen “özgür ülke”
kategorisindeki Polonya’da da, ne yazık ki, uzmanlar, son yıllarda basın ve
mahkemelerin politize edildiğine dikkat çekiyorlar. Alarm verici bir gelişme,
Polonya ve Macaristan’da son dönemde yapılan anayasa değişiklikleriyle
mahkemelerin bağımsızlığının ve basın özgürlüklerinin azaltılmasıdır. Her iki
ülkenin lideri de, Macaristan’da Fidesz Partisi lideri Viktor Orban ve
Polonya’da PiS (Hukuk ve Adalet Partisi) lideri Jaroslaw Kaczyński, seçimleri
kazandıktan sonra liberal demokrasi standartlarından farklı bazı yaklaşımlar
içerecek şekilde yeni anayasa yazım sürecini başlatmışlardır. Anti-demokratik
siyasal ajandalarının temelinde ise, tüm iç muhalefeti nötralize etmek
(etkisizleştirmek) ve bunu Anayasa Mahkemesi’nden başlayarak hukuk sistemini
değiştirerek yapmak düşüncesi vardır. Ancak bu çabalar uluslararası kamuoyunun
da dikkatini çekmiş ve Doğu Avrupa’da yaşanan demokratik dönüşümün değişip
değişmediği sorgulanmaya başlamıştır. Hatta Polonya özelinde, hukukun üstünlüğü
ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle, Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği
Antlaşması’nın 7. maddesini işletmek durumunda kalmıştır. 20 yıl önce
demokratik gelişimin model ülkesi durumundaki Polonya için, bu, çok üzücü bir
durumdur.
Dr.
Beata Piskorska ve İstanbul Gedik Üniversitesi öğretim üyeleri
Dr.
Ozan Örmeci: Sağ/aşırı sağ popülizm son dönemde
Avrupa’da çok etkili olmaya başladı. Hatta birkaç gün önce İspanya’da yapılan genel
seçimlerde, ilk kez bir aşırı-sağ parti olarak değerlendirilen Vox Partisi
parlamentoya girmeyi başardı. Sizce Avrupa’daki sağ/aşırı sağ popülizmin
yükselişinin sebepleri nelerdir?
Dr.
Beata Piskorska: Bu soruya basit bir cevap vermek mümkün
değil. Güncel akademik çalışmalar, sağ popülizmin Avrupa’da çok yaygın
görüldüğünü ortaya koyuyor. Bu tipteki siyasal partiler, Avrupa’nın farklı
ülkelerinde siyasi tarih, siyasi sistem ve siyasal kültüre dayalı sebeplerle farklı
olarak şekillenebiliyorlar; ancak bazı benzerlikleri de var. 11 Avrupa
ülkesinde popülistler iktidardalar. Son seçimlerde, Avrupalıların dörtte
birinden fazlası popülistlere oy verdiler. Bence bu durumun temel sebepleri;
göçmen karşıtı, İslamofobik ve antisemitik duyguların son dönemde aşırı
milliyetçi görüşlerle yükselmesi ve bunların kemer sıkma politikalarını ve
Brüksel merkezli AB siyasal elitinin küstah/kibirli tavırlarını çok iyi
kullanarak, halktan destek bulmaya başlamalarıdır. Popülistler; ulusal (milli)
kimliğin üstünlüğünü ve AB projesinin daha fazla derinleşmesini engellemeyi
amaçlıyorlar. Alarm verici şekilde, AB karşıtı sağ popülist ve aşırı milliyetçi
partiler, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde mobilize oluyorlar. Hatta anketler,
halk desteği ve güçlerinin arttığını gösteriyor.
Seminer sonrasında Dr. Armağan Gözkaman ve Dr. Beata Piskorska
Dr.
Ozan Örmeci: Birkaç gün önce, bir hafta kadar süreyle
Türkiye’de bulundunuz. Türkiye ve Türk halkıyla ilgili gözlemleriniz nelerdir?
Türkiye’nin AB üyeliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dr.
Beata Piskorska: Üçüncü defa Türkiye’ye geldim ve söylemeliyim
ki her defasında keyifle ülkenizde bulundum. Türkiye’de kaldığım süre boyunca,
günlük hayatlarını sürdüren sıradan insanların yaşamlarını gözlemleme fırsatı
buldum ve İstanbul’un özellikle Anadolu yakasının ne kadar geliştiğini fark
ettim. Üniversitedeki eğitim seviyesinden, öğrencilerin Avrupa politikasına
ilgilerinden ve akademisyenlerin sıcak yaklaşımlarından fazlasıyla etkilendim.
Türkiye’nin AB üyeliği
konusuna gelirsek, Türkiye, uzun süredir var olan ortaklık anlaşmalarıyla halen
AB tam üyeliğine aday bir ülkedir. Türkiye, AB üyeliği için resmen 1987’de
başvuruda bulunmuştur. Ancak Türkiye’nin siyasal tarihi ve jeopolitik konumu
nedeniyle, AB, bu başvuruyu kabul etmeden önce uzun süre çekinceler yaşamıştır.
Buna karşın, 2005 Ekim’inde nihayet tam üyelik müzakereleri başlamıştır. Ancak
daha bu ilk ve coşkulu dönemde bile, bazı Avrupalı liderler, Türkiye’nin AB
üyeliğinin zor olduğunu ifade etmişlerdir. Bu liderlere son örnek Fransa
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron olmuştur. Macron, Türkiye’nin bu haliyle AB
üyeliği konusunda ilerleme sağlanmasının mümkün olmadığını belirtmiş ve
-Türkiye ile ilişkileri koparmamak adına- farklı tür bir ortaklık önermiştir.
Ancak Türk halkı halen tam üyelik istediği için, bu öneri onları memnun etmemektedir.
Bu sorunlara karşın, AB, halen Türkiye için siyasi reformlar ve temel haklar
konusunda referans noktası olmayı sürdürmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
yönetim tarzı ve özgürlükleri kısıtlaması da bu noktada etkili olmaktadır. Ancak
Polonya örneğinde de olduğu gibi, Avrupa değerlerine bağlılık, AB üyeliği için
tartışılmaz bir şarttır.
Dr.
Ozan Örmeci: Dr. Beata Piskorska, bize zaman
ayırdığınız için size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Röportaj:
Doç.
Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih:
07.05.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder