28 Haziran 2018 Perşembe

Tanıl Bora’dan ‘Türk Sağının Üç Hali’


Türkiye’de son yıllarda siyasal/entelektüel hayata yaptığı özgün katkılarla dikkat çeken Tanıl Bora[1], 2010 yılında Birikim Yayınları tarafından yayımlanan Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık adlı kitabında[2], Türkiye’de siyasette her zaman ağırlığını hissettiren Türk Sağı’nı mercek altına almış ve bu konuda ilginç gözlem ve saptamalarda bulunmuştur. Geniş bir kaynakça kullanılarak yazılan 154 sayfalık eser, “Sunuş”, “İnşa Döneminde Türk Milli Kimliği”, “Muhafazakârlığın Çatallanan Yolları ve Türk Muhafazakârlığında Bazı Yol İzleri” ve “Din ve Milliyetçilik: Lügat ve Gramer – İslamcılıktaki Milliyetçilik, Milliyetçilikteki İslamcılık” başlıklı 4 farklı bölümden oluşmaktadır. Bu yazıda, son dönemde AK Parti-MHP-BBP seçim ittifakının başarısı sayesinde yeniden gündeme İslamcılık-milliyetçilik benzerlikleri ve çelişkileri tartışmasına yol göstermesi bağlamında, bu kitaptan önemli bazı bölümler özetlenecektir. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, mutlaka kitabın tamamının okunması gereklidir.

Tanıl Bora

“Sunuş” başlıklı birinci bölümde, yazar Tanıl Bora, milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık’ın tüm dünyada ve Türkiye’de akademik çevrelerce üç ayrı ideoloji olarak öğretildiğini, ancak kendisinin bu klasik yaklaşımı reddederek, özellikle Türkiye özelinde bu üç ideolojiyi iç içe geçmiş ve birbirleriyle uyumlu bir bütün olarak ele almayı uygun gördüğünü söylemektedir. Bu bağlamda “Yeni Sağ” kavramına işaret eden Bora, bu üç olguyu katı siyasal pozisyonlardan ziyade, katı-sıvı-gaz benzeri maddenin üç hali olarak değerlendirmektedir. Bora’ya göre; bir ideolojiden ziyade bir zihniyet örgüsü olan milliyetçilik (Türk milliyetçiliği) Türk Sağı’nın grameri/dilbilgisi (katı hali), İslamcılık Türk Sağı’nın imge, değer ve ritüel kaynağı olan lügatçesi (sıvı hali) ve muhafazakârlık da bir ruh hali, duruş/duyuş biçimi ve üslup olarak Türk Sağı’nın “hava”sıdır (gaz hali).

Türk Sağının Üç Hali

“İnşa Döneminde Türk Milli Kimliği” başlıklı ikinci bölümde, Tanıl Bora, Türk milli kimliğinin oluşum sürecini mercek altına almaktadır. Bu bağlamda milli kimliklerin oluşumunda ulus-devletlerin kuruluş süreçlerinin etkili olduğuna dikkat çeken Bora, bu süreçte “Biz Kimiz” ve “Nasıl Olmalıyız” gibi sorulara yanıt arandığına işaret ederek, kurgusal boyutu da yoğun olan bu evrede millet öncesi dönemden milletleşme sürecine taşınan malzemenin etkili olduğuna vurgu yapmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne tekabül eden 19. yüzyılın son çeyreğinde Türk milliyetçiliğinin yükselmeye başladığını hatırlatan Bora, bu süreci Avrupa hanedanlıklarının ulus-devlete dönüşme çabalarına benzetmektedir. Ayrıca bu süreçte Eric Hobsbawm’ın milliyetçilik açısından “paradoksal bir çimento” olarak değerlendirdiği dini kimliğin de etkin olduğunu yazan Tanıl Bora, bu süreci Fransız Devrimi’nin Osmanlı (Türkiye) üzerindeki geç kalmış etkisi olarak değerlendirmektedir. Yazara göre, Osmanlı özelinde etkili olan bir faktör ise, Hilafet makamının sahibi olan ama hızla çöküşe doğru ilerleyen bir devletin yeni oluşan ana akım milliyetçilik cereyanında, doğal olarak, “restorasyon” saikinin güçlü olmasıdır. Nitekim imparatorluk düşüncesi ve Hilafet kurumunu reddeden ve Batı’yı kendisine örnek model olarak seçen Kemalist milliyetçilikte bile, “düvel-i muazzama”ya meydan okuma önemli bir temadır. Geçmişte büyük olan ama sonradan gerileyen bir İmparatorluk içerisinde milliyetçilik oluşturmanın yarattığı ve özellikle Batı ile ilişkilerin nasıl kurgulanacağı konusundaki belirsizlikler, Osmanlı-Türk aydınlarının Sonderweg arayışına yönelmelerine, yani kendilerine özgü bir yol izlemelerine sebebiyet vermiştir. Ancak Sonderweg arayışında da etkilenmeler söz konusudur; emperyalizme yatkın Alman milliyetçiliği ve anti-emperyalist çizgideki Arap ve Hint milliyetçilikleri bu noktada etkili olmuştur. Somutlaştırmak gerekirse; bir yanda Rusya kökenli Tatar-Türk aydınlarının öncülük ettiği bir tür völkisch, yani etnik temelli burjuva milliyetçiliği anlayışına yaslanan bir anti-emperyalist milliyetçilik (Arap ve Hint milliyetçilikleri gibi), diğer yanda da yine büyük ölçüde Rusya kökenli Türk aydınlardan kaynaklanan ve restorasyon düşüncesi içeren PanTürkizm esaslı emperyal milliyetçilik (Alman milliyetçiliği gibi). Ayrıca Fransız usulü küçük burjuva yaklaşımları içeren seküler milliyetçi çizgideki liberal aydınlar ve Mehmet Akif Ersoy gibi İslam ışığında bir milliyetçilik ve modernleşme isteyen İslamcı aydınların çelişkileri… İşte Türk milliyetçiliğinin doğuşunda bu gibi faktörler etkili olmuştur. Kemalizm’le beraber ilk yaklaşım çok daha ön plana geçtiyse de, bu ikili durum aslında her daim devam etmiştir. Modernleşme-Batılılaşma konusunda yaşanan bocalamalar da tüm Batılı olmayan milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliğini de zorlamıştır. Etnosentrik medeniyetçi yaklaşımda, temelde, Türklük, medeni insanlık ailesinin üyesi olmakla eş görülmüş ve evrenselci bir yöntem benimsenmiştir. Hatta bazı yaklaşımlarda medeniyetin beşiği sayılan Antik Yunan kültürünü oluşturan önemli yazarlar ve tarihsel kişilikler bile Türk kökenli kabul edilmiş ve Batılılığın hasını Türklüğün şahsında gören bir tür megalomani inşa edilmeye çalışılmıştır. Ksenofobi yani yabancı düşmanlığı açısından incelendiğinde ise, yazara göre, yüzeydeki evrenselci ve dünyaya açık duruşa rağmen, derinliklere inildiğinde dünyaya karşı meraksız bir entelijensiya yaratan evrenselci bir içe kapanış görülmektedir. Dolayısıyla, Türk milliyetçiliği ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde etkili olan etnosentrizm, yabancı korkusunu içerisinde yoğunlukla barındırır. Bu yıllarda "yabancı" yerine Osmanlıca’dan gelen “ecnebi” sözünün yaygın şekilde kullanılması da bu durumu kolaylaştırmıştır; zira ecnebi, aynı zamanda “garip, tuhaf kişi” anlamında da kullanılmaktadır. Vatandaşlık bağlamında değerlendirildiğinde ise, Batılı liberal demokratik rejimlerde bile sadece hukuki-siyasi bir konu olmakla yetinilmeyen vatandaşlık hususunda, Türkiye’de de etnik-kültürel bazı unsurların öne çıkarıldığı kolaylıkla söylenebilir. Ancak bazı devletlerdeki ırk temelli yaklaşımdan ziyade, Türkiye’de kültürel boyut daha önde olmuştur. Nitekim Türkiye örneğinde bakılırsa, etnik Türklükten ziyade, vatanseverlik, Türkçe dilini bilmek, Türk kültürünü yüceltmek, gelenek-göreneklere saygılı olmak ve yasalara saygı gibi konular öne çıkarılmıştır. Ancak buna rağmen, etnik Türk olmayan Kürtler, gayrimüslimler (Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Levantenler), Soğuk Savaş koşullarının da etkisiyle komünistler ve genel olarak solcular, her zaman zımnileştirilen ve şüphe toplayan gruplar olmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısında tüm dünyada biyolojik ırkçılık hızla yayıldığı için, Türkiye’de kültürel ırkçılık unsurları genel olarak görece ılımlı ve hümanist çizgide kabul edilmiştir. Ancak bu durum, kültürel açıdan ırkçı bazı unsurların Türk milliyetçiliği ve Cumhuriyet rejiminde olduğu gerçeğini değiştirmez. Örneğin Afet İnan, Türklerin en sağlam ve başka hiçbir millete olmayan yüksek ahlaka sahip bir toplum olduğunu yazmıştır. Bunun yanında, biyolojik yaklaşımlar ve PanTürkist eğilimler de her dönem Türkiye’de etkisini korumuştur. Bu noktada bir diğer tartışma konusu da asimilasyon-ırkçılık ikilemidir. Türkiye’nin uzun yıllar Kürt milli kimliğini reddetmesine yol açan asimilasyoncu politikaları, son yıllarda birçok liberal düşünür tarafından “ırkçı” eleştirilerine yol açmaktadır. Bu bölümde, ayrıca “Öteki-imgesi: Mazi”, “Doğu-Batı ikiliği ve romantizm açığı”, “Milli seciye” ve “Özgüven sendromu” gibi konular işlenmiştir.

“Muhafazakârlığın Çatallanan Yolları ve Türk Muhafazakârlığında Bazı Yol İzleri” üçüncü bölümde, yazar, modern bir duyuş/düşünüş olarak tanımladığı muhafazakârlığı Türkiye özelinde anlamaya çalışmaktadır. Muhafazakârlık, özü itibariyle, kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların ve bu yapılara yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkidir. Fakat bu tepki, yeni olan herşeye karşıtlık yahut salt bir reaksiyonerlikle açıklanmamalıdır. Zira muhafazakâr düşünce, eski ve yerleşik olanın ve bununla beraber geleneksel ve kutsal olanın sürekliliğini modern dönemde sağlamaya çalışan bir irade ve yetenektir. Karl Mannheim’ın veciz ifadesiyle, “Muhafazakârlık, rasyonelleşmiş gelenekçiliktir”. Aydınlanma rasyonalizminin dünyayı akıl ve kuramla değiştirip yeniden biçimlendirme küstahlığına (Fransız Devrimi aşırılıklarından somut olarak anlaşılabilen) karşı bir tepki olarak gelişen muhafazakârlık, bu nedenle salt reaksiyonerlik ve modernite karşıtlığı olarak değerlendirilemez. Muhafazakârlığın özünü Aydınlanma radikalizminin yıkıcılığına olan tepki ve tarihsel pratiklerin (din, kültür, gelenek ve görenekler) doğruluğuna duyulan güven oluşturur. Dinin muhafazakâr düşüncedeki yeri ise kritiktir; muhafazakârlık, vazgeçilmez hazinelerinden biri olan dini modern bir müdahaleye tabi tutar ve onu dünyevi saiklerle yeniden yorumlar. Dindarlıktan çok, dinin ritüellerine ve toplumsal etkilerine önem verir. Muhafazakâr düşüncede, din, otoritenin tesisi anlamında da faydalı/işlevsel görülür ve desteklenir. Bu bağlamda devlet de çok önemli bir kavram olup, Krallık/Sultanlık benzeri monarşik rejimler muhafazakâr düşüncenin ana kaynağıdır. Ancak zamanla muhafazakârlık demokratik ve Cumhuriyet tipi rejimler içerisinde de yeniden yorumlanır/uygulanır olmuştur. Keza muhafazakâr düşüncede bir diğer çok önemli ve işlevsel olgu da tarihtir. Carl Schmitt’in ünlü sözüyle, “Tarih, devrime uğrayanı restore eden Tanrı’dır”. Tarih, dini ve milliyetçi muhafazakârlığın mukaddeslerinin deposu ve iletkenidir. “Muhafazakârlığın tarihsel durakları” başlıklı alt bölümde, Bora, muhafazakâr düşünceyi oluşturan önemli kişi ve olaylara da kısaca değinmekte ve daha sonra Türk Muhafazakârlığını belli başlı figürler üzerinden incelemeye başlamaktadır. Bu bağlamda, Tanıl Bora, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Peyami Safa ve Remzi Oğuz Arık gibi etkili ve önemli muhafazakâr düşünürleri yazdıklarından yola çıkarak analiz etmektedir. Baltacıoğlu’nda modernist muhafazakârlığın izleri net olarak görülürken, dine karşı gelenek öne çıkarılır ve bir “Türk üslubu” geliştirilmeye çalışılır. Tanrıöver’de Türk milliyetçiliği daha baskındır ve belagate dayalı romantik yaklaşım daha öndedir. Safa’da ise, romantik yaklaşım daha da belirgindir ve dinsel olmayan bir mistisizm havası baskındır. Arık ise, Anadolucu milliyetçiliğin temsilcisi olarak, özcülüğü, köycülüğü ve kozmopolitlik karşıtlığını savunur. İslamcılık-muhafazakârlık tartışması konusunda ise, yazar Tanıl Bora, öncelikle Türk modernleşmesi ve Cumhuriyet düşüncesinin bu iki eğilimi eşdeğer kabul ettiğini, ama gerçekte bu iki eğilim içerisinde birbirine tezat birçok akım/düşünür bulunduğuna dikkat belirtmektedir. Örneğin, Türk İslamcılığı özelinde restorasyon düşüncesinin hayli zayıf oluşu, İslamcılık-muhafazakârlık farklılığına dair ilk önemli ve somut kanıttır. Hilafetçilik bile, Türkiye’de, zorunlu ve bütünlüklü bir restorasyon talebi ve hareketiyle özdeşleşmemiştir. Ancak Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki radikal modernleşme hareketleriyle beraber, zaman içerisinde İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik çizgilerinde bir yakınlaşma olmuştur. Örneğin, CHP içerisinde yer alan Başbakan Şemsettin Günaltay, Türkçü ve İslamcı sayılabilecek görüşlere sahip önemli bir kişi olmuştur. Klasik muhafazakârlık açısından ise, Yahya Kemal Beyatlı ismi öne çıkmaktadır. Tanıl Bora, eserinde Yahya Kemal hakkında detaylı çözümlemelere yer vermiştir. Nurettin Topçu ve Ali Fuad Başgil, yazarın dikkatle incelediği diğer iki önemli Türk yazardır.

“Din ve Milliyetçilik: Lügat ve Gramer – İslamcılıktaki Milliyetçilik, Milliyetçilikteki İslamcılık” adlı dördüncü ve son bölümde ise, Bora, İslamcılık-milliyetçilik ilişkisini mercek altına almaktadır. Günümüzde de, AK Parti-MHP-BBP seçim ittifakı bağlamında en dikkat çekici olan konu budur. Sosyalist jargondaki “gerici faşist” tamlamasında bir bütün olarak kabul edilen İslamcılar ve milliyetçiler, oysa birbirleriyle ilişkili ancak farklı iki siyasal geleneği temsil ederler. Osmanlı’dan beri, Anadolu’da, millet inşası ve milliyetçiliğe sezgisel yönelimin dini ihya ile birleşmesi ve karışması çok yaygın görülen bir durumdur. Yusuf Akçura’nın ünlü Üç Tarz-ı Siyaset’in de bile, farklı iki akım olarak ele alınan bu ideolojilerin ilintili oldukları, “…her müslimin en küçük yaşında ezberlediği ‘din ve millet birdir’ kaidesine uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği mana ile bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna kani oldular.” tespitiyle belirtilmiştir. Tanıl Bora’ya göre, Şerif Mardin’in “İslami rabıtanın bir proto-milliyetçilik biçimi olarak doğası”ndan bahsederken kastı da bu süreçtir. İttihat ve Terakki ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde bu durum net olarak görülür. Nitekim Türkçülerin önemli bir bölümü önceden İslamcıdır. Ziya Gökalp’i değerlendiren Hilmi Ziya Ülken, Türkçülüğün kurucularından olan Gökalp’in entelektüel mesaisini "bir İslam modernistinin çabası" olarak tanımlar. 1940’ların ortalarından itibaren ise, Soğuk Savaş ortamında giderek artarak, milliyetçi-muhafazakârlık sentezi ortaya çıkmaya başlamıştır. Devlet, dine daha sistemli ve fazla yatırım yapmaya ve din de milli ahlakın resmi bir vecibesi olarak kurumlaşmaya/kurumsallaşmaya başlamıştır. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı devasa bir kuruma dönüşmüştür. Bu durum, Kemalist tarih yazımında devletin sağa ve DP zihniyetine teslim olması gibi yorumlansa da, Tanıl Bora’ya göre, aslında Cumhuriyet’in bir sosyal ethos yaratma zafiyetini kapatma girişimidir. “Dinsiz bir millet yaşayamaz” ve “halka manevi bir gıda lazım” gibi saiklerle yapılan bu girişim, milli homojenliği arttırmak için dinin faydalı görülmesinden de kaynaklanmıştır. Bu bağlamda, Cumhuriyet rejimine karşıtlık da -bilhassa o yıllarda- Türkiye’de çok sınırlı ölçüde tesirli olabilmiştir. Hatta bunun izleri, 1940’ların ikinci yarısında Şemsettin Günaltay ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi siyasetçilerin girişimlerinde de bulunabilir. Milliyetçi-muhafazakâr söylem, merkez sağ ve milliyetçi sağı da kapsar. Önceleri katı laik ve Türkçü çizgide olan milliyetçilik, daha sonraları milliyetçi muhafazakârlık ve İslamcılıkla kaynaşmıştır. Kitapta bu ve benzeri birçok önemli tespit yapılmıştır.

Sonuç olarak, bu yazıda çok sınırlı şekilde ana hatlarına değinilen Tanıl Bora’nın Türk Sağının Üç Hali eseri, Türk Sağı’nı anlamak açısından yol gösterici bir kitap olarak değerlendirilebilir.


Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok: