Türkiye’de
son yıllarda siyasal/entelektüel hayata
yaptığı özgün katkılarla dikkat çeken Tanıl Bora[1],
2010 yılında Birikim Yayınları tarafından yayımlanan Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık adlı
kitabında[2], Türkiye’de
siyasette her zaman ağırlığını hissettiren Türk Sağı’nı mercek altına almış ve
bu konuda ilginç gözlem ve saptamalarda bulunmuştur. Geniş bir kaynakça
kullanılarak yazılan 154 sayfalık eser, “Sunuş”, “İnşa Döneminde Türk Milli
Kimliği”, “Muhafazakârlığın Çatallanan Yolları ve Türk Muhafazakârlığında Bazı
Yol İzleri” ve “Din ve Milliyetçilik: Lügat ve Gramer – İslamcılıktaki Milliyetçilik,
Milliyetçilikteki İslamcılık” başlıklı 4 farklı bölümden oluşmaktadır. Bu
yazıda, son dönemde AK Parti-MHP-BBP seçim ittifakının başarısı sayesinde
yeniden gündeme İslamcılık-milliyetçilik benzerlikleri ve çelişkileri
tartışmasına yol göstermesi bağlamında, bu kitaptan önemli bazı bölümler
özetlenecektir. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, mutlaka kitabın
tamamının okunması gereklidir.
Tanıl Bora
“Sunuş”
başlıklı birinci bölümde, yazar Tanıl Bora, milliyetçilik, muhafazakârlık ve
İslamcılık’ın tüm dünyada ve Türkiye’de akademik çevrelerce üç ayrı ideoloji
olarak öğretildiğini, ancak kendisinin bu klasik yaklaşımı reddederek,
özellikle Türkiye özelinde bu üç ideolojiyi iç içe geçmiş ve birbirleriyle uyumlu
bir bütün olarak ele almayı uygun gördüğünü söylemektedir. Bu bağlamda “Yeni
Sağ” kavramına işaret eden Bora, bu üç olguyu katı siyasal pozisyonlardan
ziyade, katı-sıvı-gaz benzeri maddenin üç hali olarak değerlendirmektedir. Bora’ya
göre; bir ideolojiden ziyade bir zihniyet örgüsü olan milliyetçilik (Türk
milliyetçiliği) Türk Sağı’nın grameri/dilbilgisi (katı hali), İslamcılık Türk
Sağı’nın imge, değer ve ritüel kaynağı olan lügatçesi (sıvı hali) ve
muhafazakârlık da bir ruh hali, duruş/duyuş biçimi ve üslup olarak Türk Sağı’nın
“hava”sıdır (gaz hali).
Türk Sağının Üç Hali
“İnşa
Döneminde Türk Milli Kimliği” başlıklı ikinci bölümde, Tanıl Bora, Türk milli
kimliğinin oluşum sürecini mercek altına almaktadır. Bu bağlamda milli
kimliklerin oluşumunda ulus-devletlerin kuruluş süreçlerinin etkili olduğuna
dikkat çeken Bora, bu süreçte “Biz Kimiz” ve “Nasıl Olmalıyız” gibi sorulara
yanıt arandığına işaret ederek, kurgusal boyutu da yoğun olan bu evrede millet
öncesi dönemden milletleşme sürecine taşınan malzemenin etkili olduğuna vurgu
yapmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne tekabül eden 19. yüzyılın son
çeyreğinde Türk milliyetçiliğinin yükselmeye başladığını hatırlatan Bora, bu
süreci Avrupa hanedanlıklarının ulus-devlete dönüşme çabalarına benzetmektedir.
Ayrıca bu süreçte Eric Hobsbawm’ın milliyetçilik açısından “paradoksal bir çimento”
olarak değerlendirdiği dini kimliğin de etkin olduğunu yazan Tanıl Bora, bu
süreci Fransız Devrimi’nin Osmanlı (Türkiye) üzerindeki geç kalmış etkisi
olarak değerlendirmektedir. Yazara göre, Osmanlı özelinde etkili olan bir faktör
ise, Hilafet makamının sahibi olan ama hızla çöküşe doğru ilerleyen bir
devletin yeni oluşan ana akım milliyetçilik cereyanında, doğal olarak, “restorasyon”
saikinin güçlü olmasıdır. Nitekim imparatorluk düşüncesi ve Hilafet kurumunu
reddeden ve Batı’yı kendisine örnek model olarak seçen Kemalist milliyetçilikte
bile, “düvel-i muazzama”ya meydan okuma önemli bir temadır. Geçmişte büyük olan
ama sonradan gerileyen bir İmparatorluk içerisinde milliyetçilik oluşturmanın
yarattığı ve özellikle Batı ile ilişkilerin nasıl kurgulanacağı konusundaki
belirsizlikler, Osmanlı-Türk aydınlarının Sonderweg
arayışına yönelmelerine, yani kendilerine özgü bir yol izlemelerine
sebebiyet vermiştir. Ancak Sonderweg arayışında
da etkilenmeler söz konusudur; emperyalizme yatkın Alman milliyetçiliği ve
anti-emperyalist çizgideki Arap ve Hint milliyetçilikleri bu noktada etkili
olmuştur. Somutlaştırmak gerekirse; bir yanda Rusya kökenli Tatar-Türk
aydınlarının öncülük ettiği bir tür völkisch, yani etnik temelli burjuva
milliyetçiliği anlayışına yaslanan bir anti-emperyalist milliyetçilik (Arap ve
Hint milliyetçilikleri gibi), diğer yanda da yine büyük ölçüde Rusya kökenli
Türk aydınlardan kaynaklanan ve restorasyon düşüncesi içeren PanTürkizm esaslı
emperyal milliyetçilik (Alman milliyetçiliği gibi). Ayrıca Fransız usulü küçük
burjuva yaklaşımları içeren seküler milliyetçi çizgideki liberal aydınlar ve
Mehmet Akif Ersoy gibi İslam ışığında bir milliyetçilik ve modernleşme isteyen
İslamcı aydınların çelişkileri… İşte Türk milliyetçiliğinin doğuşunda bu gibi
faktörler etkili olmuştur. Kemalizm’le beraber ilk yaklaşım çok daha ön plana
geçtiyse de, bu ikili durum aslında her daim devam etmiştir.
Modernleşme-Batılılaşma konusunda yaşanan bocalamalar da tüm Batılı olmayan
milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliğini de zorlamıştır. Etnosentrik
medeniyetçi yaklaşımda, temelde, Türklük, medeni insanlık ailesinin üyesi olmakla
eş görülmüş ve evrenselci bir yöntem benimsenmiştir. Hatta bazı yaklaşımlarda
medeniyetin beşiği sayılan Antik Yunan kültürünü oluşturan önemli yazarlar ve
tarihsel kişilikler bile Türk kökenli kabul edilmiş ve Batılılığın hasını
Türklüğün şahsında gören bir tür megalomani inşa edilmeye çalışılmıştır. Ksenofobi
yani yabancı düşmanlığı açısından incelendiğinde ise, yazara göre, yüzeydeki evrenselci
ve dünyaya açık duruşa rağmen, derinliklere inildiğinde dünyaya karşı meraksız
bir entelijensiya yaratan evrenselci bir içe kapanış görülmektedir. Dolayısıyla,
Türk milliyetçiliği ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde etkili olan
etnosentrizm, yabancı korkusunu içerisinde yoğunlukla barındırır. Bu yıllarda "yabancı" yerine Osmanlıca’dan gelen “ecnebi” sözünün yaygın şekilde kullanılması da bu durumu kolaylaştırmıştır; zira ecnebi, aynı zamanda “garip, tuhaf kişi” anlamında da kullanılmaktadır. Vatandaşlık bağlamında değerlendirildiğinde ise, Batılı
liberal demokratik rejimlerde bile sadece hukuki-siyasi bir konu olmakla
yetinilmeyen vatandaşlık hususunda, Türkiye’de de etnik-kültürel bazı
unsurların öne çıkarıldığı kolaylıkla söylenebilir. Ancak bazı devletlerdeki
ırk temelli yaklaşımdan ziyade, Türkiye’de kültürel boyut daha önde olmuştur.
Nitekim Türkiye örneğinde bakılırsa, etnik Türklükten ziyade, vatanseverlik,
Türkçe dilini bilmek, Türk kültürünü yüceltmek, gelenek-göreneklere saygılı
olmak ve yasalara saygı gibi konular öne çıkarılmıştır. Ancak buna rağmen,
etnik Türk olmayan Kürtler, gayrimüslimler (Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler,
Yahudiler, Rumlar, Levantenler), Soğuk Savaş koşullarının da etkisiyle komünistler
ve genel olarak solcular, her zaman zımnileştirilen ve şüphe toplayan gruplar
olmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısında tüm dünyada biyolojik ırkçılık hızla
yayıldığı için, Türkiye’de kültürel ırkçılık unsurları genel olarak görece
ılımlı ve hümanist çizgide kabul edilmiştir. Ancak bu durum, kültürel açıdan ırkçı bazı unsurların Türk milliyetçiliği ve Cumhuriyet rejiminde olduğu gerçeğini
değiştirmez. Örneğin Afet İnan, Türklerin en sağlam ve başka hiçbir millete
olmayan yüksek ahlaka sahip bir toplum olduğunu yazmıştır. Bunun yanında,
biyolojik yaklaşımlar ve PanTürkist eğilimler de her dönem Türkiye’de etkisini
korumuştur. Bu noktada bir diğer tartışma konusu da asimilasyon-ırkçılık
ikilemidir. Türkiye’nin uzun yıllar Kürt milli kimliğini reddetmesine yol açan
asimilasyoncu politikaları, son yıllarda birçok liberal düşünür tarafından “ırkçı”
eleştirilerine yol açmaktadır. Bu bölümde, ayrıca “Öteki-imgesi: Mazi”, “Doğu-Batı
ikiliği ve romantizm açığı”, “Milli seciye” ve “Özgüven sendromu” gibi konular
işlenmiştir.
“Muhafazakârlığın
Çatallanan Yolları ve Türk Muhafazakârlığında Bazı Yol İzleri” üçüncü bölümde,
yazar, modern bir duyuş/düşünüş olarak tanımladığı muhafazakârlığı Türkiye
özelinde anlamaya çalışmaktadır. Muhafazakârlık, özü itibariyle, kapitalist
modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel
yapıların ve bu yapılara yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına
gösterilen tepkidir. Fakat bu tepki, yeni olan herşeye karşıtlık yahut salt bir
reaksiyonerlikle açıklanmamalıdır. Zira muhafazakâr düşünce, eski ve yerleşik
olanın ve bununla beraber geleneksel ve kutsal olanın sürekliliğini modern
dönemde sağlamaya çalışan bir irade ve yetenektir. Karl Mannheim’ın veciz
ifadesiyle, “Muhafazakârlık, rasyonelleşmiş gelenekçiliktir”. Aydınlanma
rasyonalizminin dünyayı akıl ve kuramla değiştirip yeniden biçimlendirme
küstahlığına (Fransız Devrimi aşırılıklarından somut olarak anlaşılabilen) karşı
bir tepki olarak gelişen muhafazakârlık, bu nedenle salt reaksiyonerlik ve
modernite karşıtlığı olarak değerlendirilemez. Muhafazakârlığın özünü
Aydınlanma radikalizminin yıkıcılığına olan tepki ve tarihsel pratiklerin (din,
kültür, gelenek ve görenekler) doğruluğuna duyulan güven oluşturur. Dinin
muhafazakâr düşüncedeki yeri ise kritiktir; muhafazakârlık, vazgeçilmez
hazinelerinden biri olan dini modern bir müdahaleye tabi tutar ve onu dünyevi
saiklerle yeniden yorumlar. Dindarlıktan çok, dinin ritüellerine ve toplumsal
etkilerine önem verir. Muhafazakâr düşüncede, din, otoritenin tesisi anlamında
da faydalı/işlevsel görülür ve desteklenir. Bu bağlamda devlet de çok önemli
bir kavram olup, Krallık/Sultanlık benzeri monarşik rejimler muhafazakâr
düşüncenin ana kaynağıdır. Ancak zamanla muhafazakârlık demokratik ve
Cumhuriyet tipi rejimler içerisinde de yeniden yorumlanır/uygulanır olmuştur.
Keza muhafazakâr düşüncede bir diğer çok önemli ve işlevsel olgu da tarihtir.
Carl Schmitt’in ünlü sözüyle, “Tarih, devrime uğrayanı restore eden Tanrı’dır”.
Tarih, dini ve milliyetçi muhafazakârlığın mukaddeslerinin deposu ve
iletkenidir. “Muhafazakârlığın tarihsel durakları” başlıklı alt bölümde, Bora,
muhafazakâr düşünceyi oluşturan önemli kişi ve olaylara da kısaca değinmekte ve
daha sonra Türk Muhafazakârlığını belli başlı figürler üzerinden incelemeye
başlamaktadır. Bu bağlamda, Tanıl Bora, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Hamdullah
Suphi Tanrıöver, Peyami Safa ve Remzi Oğuz Arık gibi etkili ve önemli
muhafazakâr düşünürleri yazdıklarından yola çıkarak analiz etmektedir. Baltacıoğlu’nda
modernist muhafazakârlığın izleri net olarak görülürken, dine karşı gelenek öne
çıkarılır ve bir “Türk üslubu” geliştirilmeye çalışılır. Tanrıöver’de Türk
milliyetçiliği daha baskındır ve belagate dayalı romantik yaklaşım daha
öndedir. Safa’da ise, romantik yaklaşım daha da belirgindir ve dinsel olmayan
bir mistisizm havası baskındır. Arık ise, Anadolucu milliyetçiliğin temsilcisi
olarak, özcülüğü, köycülüğü ve kozmopolitlik karşıtlığını savunur. İslamcılık-muhafazakârlık
tartışması konusunda ise, yazar Tanıl Bora, öncelikle Türk modernleşmesi ve
Cumhuriyet düşüncesinin bu iki eğilimi eşdeğer kabul ettiğini, ama gerçekte bu
iki eğilim içerisinde birbirine tezat birçok akım/düşünür bulunduğuna dikkat belirtmektedir.
Örneğin, Türk İslamcılığı özelinde restorasyon düşüncesinin hayli zayıf oluşu,
İslamcılık-muhafazakârlık farklılığına dair ilk önemli ve somut kanıttır.
Hilafetçilik bile, Türkiye’de, zorunlu ve bütünlüklü bir restorasyon talebi ve
hareketiyle özdeşleşmemiştir. Ancak Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki radikal
modernleşme hareketleriyle beraber, zaman içerisinde İslamcılık, muhafazakârlık
ve milliyetçilik çizgilerinde bir yakınlaşma olmuştur. Örneğin, CHP içerisinde
yer alan Başbakan Şemsettin Günaltay, Türkçü ve İslamcı sayılabilecek görüşlere
sahip önemli bir kişi olmuştur. Klasik muhafazakârlık açısından ise, Yahya
Kemal Beyatlı ismi öne çıkmaktadır. Tanıl Bora, eserinde Yahya Kemal hakkında
detaylı çözümlemelere yer vermiştir. Nurettin Topçu ve Ali Fuad Başgil, yazarın
dikkatle incelediği diğer iki önemli Türk yazardır.
“Din ve
Milliyetçilik: Lügat ve Gramer – İslamcılıktaki Milliyetçilik,
Milliyetçilikteki İslamcılık” adlı dördüncü ve son bölümde ise, Bora, İslamcılık-milliyetçilik
ilişkisini mercek altına almaktadır. Günümüzde de, AK Parti-MHP-BBP seçim ittifakı
bağlamında en dikkat çekici olan konu budur. Sosyalist jargondaki “gerici
faşist” tamlamasında bir bütün olarak kabul edilen İslamcılar ve milliyetçiler,
oysa birbirleriyle ilişkili ancak farklı iki siyasal geleneği temsil ederler. Osmanlı’dan beri, Anadolu’da, millet inşası ve milliyetçiliğe sezgisel
yönelimin dini ihya ile birleşmesi ve karışması çok yaygın görülen bir
durumdur. Yusuf Akçura’nın ünlü Üç
Tarz-ı Siyaset’in de bile, farklı iki akım olarak ele alınan bu
ideolojilerin ilintili oldukları, “…her müslimin en küçük yaşında ezberlediği ‘din
ve millet birdir’ kaidesine uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet
kelimesine verdiği mana ile bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna
kani oldular.” tespitiyle belirtilmiştir. Tanıl Bora’ya göre, Şerif Mardin’in “İslami
rabıtanın bir proto-milliyetçilik biçimi olarak doğası”ndan bahsederken kastı
da bu süreçtir. İttihat ve Terakki ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde
bu durum net olarak görülür. Nitekim Türkçülerin önemli bir bölümü önceden
İslamcıdır. Ziya Gökalp’i değerlendiren Hilmi Ziya Ülken, Türkçülüğün
kurucularından olan Gökalp’in entelektüel mesaisini "bir İslam modernistinin
çabası" olarak tanımlar. 1940’ların ortalarından itibaren ise, Soğuk Savaş
ortamında giderek artarak, milliyetçi-muhafazakârlık sentezi ortaya çıkmaya
başlamıştır. Devlet, dine daha sistemli ve fazla yatırım yapmaya ve din de
milli ahlakın resmi bir vecibesi olarak kurumlaşmaya/kurumsallaşmaya
başlamıştır. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı devasa bir kuruma dönüşmüştür. Bu durum, Kemalist tarih yazımında devletin sağa ve DP zihniyetine
teslim olması gibi yorumlansa da, Tanıl Bora’ya göre, aslında Cumhuriyet’in bir
sosyal ethos yaratma zafiyetini kapatma
girişimidir. “Dinsiz bir millet yaşayamaz” ve “halka manevi bir gıda lazım” gibi saiklerle yapılan bu girişim, milli homojenliği arttırmak için dinin faydalı görülmesinden de kaynaklanmıştır. Bu bağlamda, Cumhuriyet rejimine
karşıtlık da -bilhassa o yıllarda- Türkiye’de çok sınırlı ölçüde tesirli
olabilmiştir. Hatta bunun izleri, 1940’ların ikinci yarısında Şemsettin
Günaltay ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi siyasetçilerin girişimlerinde de
bulunabilir. Milliyetçi-muhafazakâr söylem, merkez sağ ve milliyetçi sağı da
kapsar. Önceleri katı laik ve Türkçü çizgide olan milliyetçilik, daha sonraları
milliyetçi muhafazakârlık ve İslamcılıkla kaynaşmıştır. Kitapta bu ve benzeri
birçok önemli tespit yapılmıştır.
Sonuç olarak,
bu yazıda çok sınırlı şekilde ana hatlarına değinilen Tanıl Bora’nın Türk Sağının Üç Hali eseri, Türk Sağı’nı
anlamak açısından yol gösterici bir kitap olarak değerlendirilebilir.
Dr. Ozan
ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Tan%C4%B1l_Bora ve http://www.iletisim.com.tr/kisi/tanil-bora/4848#.WSLVJ9SLTwc.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder