19 Ekim 2011 Çarşamba

Öfkelenin!


2011 yılı kuşkusuz dünya siyasal tarihine, başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyası olmak üzere halkların otoriter sistemlere karşı ayaklandığı ve giderek zorlaşan sosyoekonomik yaşam koşullarına seslerini yükselttiği bir yıl olarak geçecek. Önce Tunus, sonra Mısır, daha sonrasında Libya’da gelişen otoriter rejimlere karşı başlayan halk hareketleri, kısa sürede siyasal literatürde “Arap Spring (Arap Baharı)” olarak adlandırılmaya başlandı. Ancak isyan dalgası Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile sınırlı kalmadı. Ekonomik kriz sonrası başta Yunanistan olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde gelişen halk hareketleri, Eylül ayından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan “Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et)” protestoları ile büyük bir ivme kazandı ve geçtiğimiz hafta Avrupa’nın birçok başkentinde milyonlarca insanın katıldığı “Öfkeliler” mitingleri yapıldı. Guy Fawkes maskeli binlerce insanın, ailelerin, öğretmenlerin, doktorların, hemşirelerin, akademisyenlerin, işçilerin ve öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği mitinglerde; Avrupa halkları demokratik siyasal sisteme rağmen orta sınıf için giderek zorlaşan yaşam koşulları ve kendi kaderlerini belirleme konusunda neoliberalizmin hegemonyası nedeniyle büyük şirketler karşısında giderek azalan etkinliklerine bağlı olarak gelecek kaygılarını barışçıl bir şekilde dile getirdiler. Bu gösterilere ilham kaynağı olduğu iddia edilen Stéphane Hessel’in kaleme aldığı “Indignez-Vous! (Öfkelenin!)” adlı eser de son günlerin en çok satılan ve konuşulan kitaplarından biri haline geldi. Bu yazıda Hessel’in kim olduğuna ve risale olarak nitelendirilebilecek 15-20 sayfalık bu kısa eserine göz atmaya çalışacağım.

Stéphane Hessel 1917 Berlin doğumlu bir Rönesans adamı. Bu sıfatı hak etmesini sağlayan pilotluk, diplomatlık, arabuluculuk, danışmanlık, eğitimcilik, filozofluk ve sosyalistlik gibi birçok meziyeti var. Hessel’in babası Franz Hessel bir yazar ve çevirmen. Annesi Helen Grund ise ressam, müzisyen ve yazar. Almanya’da giderek artan Yahudi düşmanlığından (anti-semitizm) da etkilenerek olsa gerek, aile 1924’te Paris’e yerleşmiş ve Avrupa’nın bu köklü ve avangard şehrinde yetişen Stéphane Hessel, küçük yaşlardan başlayarak Avrupa’nın önde gelen sanatçı ve entelektüelleriyle tanışma ve kendini birçok alanda yetiştirme şansı yakalamış. Hessel 1937’de Fransız vatandaşlığına geçmiş ve 1939’da Öğretmen Okulu’na girmiş ancak İkinci Dünya Savaşı nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kalmış. Mayıs 1941’de General Charles De Gaulle’ün Londra’daki Özgür Fransa toplantısına katılmış, karşı casusluk, bilgi toplama ve eylem bürosunda (BCRA) çalışmış, fakat daha sonra 1944’te Fransa’da Nazilere esir düşerek uzun süre işkence görmüş ve asılmaktan son anda kurtulmuştur. İki kez Nazi kampından kaçan ama yeniden yakalanan Hessel, savaş sonrası önce yılların ardından karısı ve üç çocuğuna kavuşur, daha sonra da Dış İşleri Bakanlığı giriş sınavını kazanarak diplomat olur. Henüz ilk görevinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlayan komisyona katılır. Daha sonraları diplomatik görevlerle uzun yıllar New York’ta bulunur. Cezayir savaşı sırasında Cezayir’e destek verir ve Fransız Sosyalist Partisi’ne (PS) katılır. Emekli olduktan sonra insan hakları meselelerinde aktif mücadeleye devam eder ve anılarını ve gördüklerini yazmaya (Danse avec le siecle-1997, O ma mémoire-2006) ve yeni nesillere aktarmaya gayret eder. 2000’lerde ise özellikle İsrail’in giderek artan şiddeti nedeniyle kamuoyunun ve entelektüellerin dikkatini Filistin sorununa çekmeye çalışır. Hessel’in yeni nesiller ve geniş kitlelerce tanınması ise 2010 yılında yazdığı “Indignez-Vous! (Öfkelenin!)” adlı kitabın milyonların okuduğu bir kült eser haline gelmesi ve 2011 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesiyle olur. Hessel 94 yaşında bugün hala insan hakları için mücadele veren bir aktivist, ihtiyar bir delikanlı…

90’lı yaşlarındaki bir ihtiyarın yazdığı ancak 20’li yaşlardaki gençlerin kutsal kitabı haline gelen “Öfkelenin!”, isminden kısa ancak düşündüren içeriğine kadar oldukça ilginç bir eser. Kitabın özgün ismi olan “Indignez-Vous!”, Latince “dignitas (asiller sınıfı)” kökünden türemiş olan “dignité (insanlık onuru)” adlı Fransızca kelimenin mastar halinin (digner) başına eklenen “in-“ olumsuz önekiyle “İnsanlık onuruna dokundurmak, öfkelendirmek, kızdırmak” anlamı kazanıyor. İlginç bir şekilde bu kelime yalnızca doğrudan Latince kaynaklı Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca’ya özgü ve diğer dillerde karşılığı yok. Bu nedenle Almanlar kitabı “Empört Euch! (Kızın-Darılın!)”, İngiliz ve Amerikalılar ise “Time for Outrage! (Öfkelenme Zamanı!) olarak çevirmişler. İsmail Yerguz’un çevirisini yaptığı Mustafa H. Bayka’nın sunuşunu, Uğur Hüküm’ün önsözünü yazdığı kitabın Türkçe baskısı ise Cumhuriyet Kitapları tarafından Aydınlanma Kitaplığı serisinin bir kitabı olarak 2011 yılında “Öfkelenin!” adıyla yayınlanmış. Ünlü düşünür Immanuel Wallerstein’ın 68 kuşağının bir devamı olarak nitelendirdiği halk hareketlerini tetikleyen bu esere şimdi biraz daha yakından bakalım.

Kitabına artık 93 yaşında ve yolun sonunda olduğunu belirterek başlayan Hessel, kitap boyunca bu 90 küsur yıllık bilgi ve birikime dayalı olarak özgüvenli ve tok bir sesle bizle konuşuyor. Hessel Nazi işgaline karşı örgütlenen Ulusal Direniş Konseyi’nin “ekonominin rasyonel biçimde örgütlenmesi, özel çıkarların genel çıkarlara tabi olması ve faşist devletlerde görülen mesleki buyurganlıktan kurtulması” ilkesine bugün dünyanın ve halkların o dönemden bile daha fazla ihtiyacı olduğunu vurguluyor. Sermayenin tek güç haline geldiği neoliberal sistemde artık özgür olması gereken basının da özgür olamadığını vurguluyor, eğitim ve sağlık hizmetlerinde 1950’li 1960’lı yıllara göre Avrupa ülkelerinde hizmetlerin aksadığına dikkat çekiyor. Hessel Avrupa devletlerinin İkinci Dünya Savaşı gibi büyük bir yıkım sonrasında dahi verebildiği bu hizmetlerin, şimdi çok daha gelişmiş ve zengin bir Avrupa’da nasıl yapılamadığını anlamıyor ve devletin bu harcamaları karşılayamayacağı yanıtını utanmazlık olarak değerlendiriyor. Hessel’e göre tarihte faşizmin temel sebebi, bencil zenginlerin Bolşevik devrimi ve Marksist hareketlerden çok korkarak, korkularının rehberliğinde yanlışlara ortak olmasıydı. Sovyetler Birliği’ne ve Stalin’e daima mesafeli yaklaşmış bir Avrupa sosyalisti olmasına karşın, bugün zenginlerin aynı hataya düşmemesi gerektiğini, bunun için de etkin bir muhalefetin olması gerektiğini söylüyor. Aynı okulda okuduğu varoluşçuluk akımının kurucularından Jean Paul Sartre’dan fazlasıyla etkilenen Hessel, insanın yaptıkları ve yapmadıklarıyla doğacak sonuçlardan sorumlu olduğunu düşünüyor. Bu nedenle şimdilerde mutlaka dünyanın yanlış gidişine tepki gösterilmesi gerektiğine inanıyor. Hegelci insanlık tarihinin olumlu bir şekilde ve tek yöne gittiğini savunan tarih anlayışıyla, babasının dostu olan ünlü Alman filozof Walter Benjamin’in rekabet ve daha fazlasına sahip olma güdüsü nedeniyle felaketten felakete sürüklenen karşı konulamaz tarih vizyonu arasındaki farklılığa dikkat çekiyor.

Hessel’in gençlere en önemli tavsiyesi Sartre’ın düşüncelerini de hatırlayarak toplumsal sorunlara kayıtsız kalmamaları. Hessel’e göre küreselleşme nedeniyle sınırlarının kalktığı ve anlamsızlaştığı, karşılıklı bağımlılıkların arttığı bir sürece rağmen bugün hala dünyanın birçok yerinde çok ciddi sosyal sorunlar var. Bunlardan en önemlisi çok yoksul ve çok zenginler arasında giderek artan ve birçok sosyal soruna kaynaklık eden uçurum. Bir diğeri insan hakları açısından bugün hala dünyanın birçok yerinde yaşanan haksızlıklar ve sorunlar. Bunlara ek olarak açgözlülüğümüzün sonucu olarak artık gezegenimiz olan dünyanın geleceğiyle ilgili de ciddi sıkıntılar mevcut. Bu nedenle Hessel’in gençlere tavsiyesi isyan edecek haklı gerekçeleri görebilmek için çevreye dikkatli ve duyarlı şekilde bakmaları. Aynı Filistin davasında olduğu gibi… Fakat geçmişin hatalarına yeniden düşmeden ve bu sebeple asla şiddete başvurmadan, barışçıl ve etkin demokratik silahlar kullanarak… Bu nedenle asla teröre bulaşmadan, şiddetin umuda sırt çevirdiğinin farkında olarak… Bu nedenle pasif direnişi kullanarak, direnmenin yaratmak, yaratmanın direnmek olduğunu bilerek…

Dr. Ozan Örmeci


24 Eylül 2011 Cumartesi

Psiko-Politik Bir Yaklaşım ile Türk-Ermeni İlişkileri


Politik Psikoloji Derneği (PPD) olarak 25-26 Aralık 2009 tarihinde Ankara Üniversitesi Rektörlük Binası'nda düzenlediğimiz "Dünden Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri: Disiplinlerarası Yaklaşım" adlı programın konuşma metinleri Uşak AKY Yayınları tarafından geçtiğimiz hafta kitaplaştırıldı. Prof. Dr. Abdülkadir Çevik ve Dr. Bahar Senem Çevik Ersaydı'nın editörlüğünde derlenen kitapta Prof. Dr. E. Semih Yalçın, Büyükelçi Ömer Engin Lütem, Prof. Dr. Ümit Özdağ, Prof. Dr. Vahdet Keleşyılmaz, Doç. Dr. Sadi Çaycı, Prof. Dr. Ahmet İnam, Prof. Dr. Abdülkadir Çevik, Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Prof. Dr. Sedat Laçiner, Prof. Dr. Birsen Karaca, Doç. Dr. Şenol Kantarcı, Murat Yetkin, Prof. Dr. Temuçin Faik Ertan ve Ercan Çitlioğlu gibi birçok değerli ismin Türk-Ermeni ilişkileri hakkında sunumları yer alıyor. Kitaplığınızda yer alması gereken bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.

Dr. Ozan Örmeci


Diplomasinin Gerçek Yüzü


Hans Morgenthau diplomasiyi “ulusal çıkarların barışçıl yollardan korunması” olarak tanımlamıştır. Bir diğer tanıma göre diplomasi “uluslararası ilişkilerin barışçı yol ve araçlarla yürütülmesi sanatıdır”. Hüner Tuncer’e göre diplomasi “devletler arasındaki ilişkilerin müzakereler aracılığıyla sürdürülmesidir”. Ernest Satow’a göre ise diplomasi “hükümetler arası ilişkilerde zekânın barışçı araçlarla kullanılmasıdır”. Hedley Bull’a göre diplomasi “uluslararası ilişkilerin resmi görevlilerce barışçı yollardan sürdürülmesidir”. Bu tanım günümüzde fazlasıyla yetersiz kalmaktadır zira diplomasi yalnızca devlet görevlilerine ve diplomatlara bırakılmayacak kadar önemli ve yaygın bir hal almıştır.
Diplomasinin araçları ikna, uzlaşma ve güç kullanma tehdididir. Hans Morgenthau’ya göre Savaşın başladığı yerde diplomasi başarısız olmuş demektir. Zira barışçıl yollarla sorun çözümlenememiş ve savaş ortaya çıkabilmiştir. Diplomasi yalnızca yabancı ülkelere karşı yapılmaz. Ülke içerisindeki farklı gruplara karşı da diplomatik faaliyetler yürütülür. Bu nedenle diplomasi ülke içerisinde ve dışarısında olmak üzere iki boyutta yürütülür ve bu iki boyut zaman zaman birbirleriyle de etkileşim içerisindedir. İngiliz Başbakanı Lord Palmerston’un sözü diplomasinin kirli yönünü gözler önüne serer; “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır”. Diplomasi işte ülkelerin bu çıkarlarını askeri yollar dışında korumasını sağlar.
Günümüzde devletlerin ayakta kalabilmesi için yalnızca askeri açıdan güçlü olması yetmez, mutlaka diplomatik açıdan da gelişmiş olması zorunludur. Diplomasinin altın kuralı özde kararlı ancak üslupta yumuşak olmaktır. Arzu edilen neticeye ulaşmak için hem “mücadele” edilmeli, hem de daha fazla zarardan kaçınmak adına “uzlaşma” aranmalıdır. Diplomasi dar manasıyla Dışişleri Bakanlıklarında çalışan kariyer diplomatlar (meslek memurları) tarafından uygulanır. Ayrıca siyasetçiler ve onlar tarafından görevlendirilen özel temsilciler de diplomat gibi görev yaparlar. Daha geniş anlamıyla ise bütün vatandaşların ülkelerini temsil etme adına diplomatik görev yaptıkları iddia edilebilir.
Diploma sözcüğü eski Yunancada “ikiye katlamak” anlamına geliyordu ve ikiye katlanmış resmi belge ve evraklar için kullanılırdı. Ülkeler arasındaki ilişkiler geliştikçe bu belgeleri hazırlayan, saklayan kâtipler ortaya çıktı ve ilk diplomatlar olarak görev yaptılar. Diplomasi kavramını uluslararası ilişkilerin yürütülme sanatı anlamında ilk kullanan kişi ise 1796 yılında Edmund Burke’dür. Geçici diplomasiden daimi diplomasiye geçiş ilk kez 15. yüzyıl İtalyan devletlerinde başladı. Daha sonra Avrupa ülkelerinde hızla yaygınlaştı ve artık her ülkenin başka ülkelerde temsilci bulundurması anlayışı gelişti. Milliyetçilik düşüncesinin artmasıyla beraber diplomasi de doğal olarak gelişti. 1815 Viyana Kongresi’nde diplomatların yasal statüsü belirlendi.
Diplomatlar hükümetlerce belirlenen dış politikayı yürütmekle sorumlu devlet görevlileridir. Bu nedenle dış politikadaki başarısızlıklar esas olarak hükümetlerin mesuliyetindedir. Diplomatlar hükümetlerin belirledikleri ana hatlar doğrultusunda ülkeleri için en faydalı olan adımları atmakla yükümlüdürler. Diplomatların 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi’ne dayalı ayrıcalıkları vardır. Diplomatların görevleri (1) ülkelerini temsil, (2) devletlerinin ve vatandaşlarının çıkarlarını korumak, (3) tayin edildikleri ülkelerde devletleri adına müzakerelerde bulunmak, (4) görev yaptıkları ülkeler hakkında kendi ülkelerine bilgiler aktarmak (5) ve kendi ülkeleriyle görev yaptıkları ülkeler arasında dostça ilişkiler geliştirmek olarak özetlenebilir.
Müzakereler esnasında diplomatların yaratıcı olması, gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşak pozisyon almaları beklenir. Osmanlı’da ilk daimi temsilcilikler III. Selim döneminde 1790’larda açılmıştır. Ancak yabancı devletlerin daimi temsilcilikleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da bulunmaktaydı. Dışişleri Bakanlığı Umur-u Hariciye Nezareti adıyla 1835 yılında kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan devraldığı diplomasi geleneğini ulusal onur, eşitlik ve bağımsızlık idealleriyle destekleyerek devam ettirmiştir. 1924’te 39 dış temsilciliği olan Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzde 185 dış temsilciliği bulunmaktadır.
Onur Öymen’e göre diplomasi sadece günlük olaylarla, sorunlarla uğraşmaz, ileride ortaya çıkabilecek olasılıklara göre çözüm önerileri de hazırlar. Bugün izlenen bir politika veya alınan bir karar, belki de bundan uzun yıllar sonra olumlu veya olumsuz bir etki yapabilir. Fransızların dediği gibi, “hükümet etmek geleceği görebilmektir”. Diplomasiye bu geleceği görme yeteneği açısından bakıldığında Amerikan Başkanı Wilson’ın son derece başarısız olduğu ortaya çıkar. Wilson I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada barış ve istikrarın sağlanabileceğini zannetmiş, oysa dünya o güne kadar görmediği ölçekte büyük savaşları bu “tüm savaşları bitiren savaş” olarak lanse edilen savaştan sonra yaşamıştı. İngiltere Başbakanı Churchill de Mussolini’ye olumlu bakışı ile geleceği görme konusunda başarısız olduğunu ispatlamıştır. Wilson ve Churchill’in aksine Atatürk’ün geleceği görme yetisi çok üst düzeydedir. Atatürk II. Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden görmüş ve 1936 Temmuz’unda İngiliz büyükelçi Percy Loraine’i çağırarak Akdeniz’de yayılmacı İtalya’ya karşı Türkiye-İngiltere işbirliğine devam edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk’ün 1932 yılında Amerikalı General Mac Arthur ile yaptığı konuşma da II. Dünya Savaşı’nda hakkındaki öngörüleri açısından önemlidir. Atatürk bu konuşmada Almanya’nın ABD’nin savaşa girmesiyle mağlup olacağını ancak Sovyetlerin bu savaştan karlı çıkacağını belirtmiştir. İleri görüşlülük diplomaside başarının en önemli koşullarından biridir. Bir diğer başarı koşulu ise uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır. Bazı ihtilaflar uzun yıllar sürebilir. Bu nedenle aceleci olmamak, haklı olunan konularda ısrar etmek gereklidir.
Uluslararası ilişkilerde en geçerli yöntem müzakeredir. Devletlerin temsilcileri bir araya gelerek mevcut sorunları tartışır, ülkelerinin çıkarlarının örtüştüğü noktaları saptayıp anlaşmaya varmaya çalışırlar. Dışarıdan sanıldığının aksine, özellikle önemli ulusal çıkarların söz konusu olduğu konularda görüşmeler çok sert geçer ve hatta bazen silahsız savaşı andırır. Diplomatların kendilerine özgü bir dilleri vardır. Örneğin “çok açık ve samimi bir görüşme oldu” denilmişse, bu genelde ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğunu gösterir. “Görüşlerinizi ilginç buldum” denmesi aslında dinlenilen fikirlerin saçma olduğunu anlatan bir ifadedir. Ayrıca diplomatik temaslarda görüntü aldatıcı olabilir. Karşıt fikirleri savunan ve hiç anlaşamayan taraflar bile objektiflere gülümseyerek poz verirler. Ancak bu gülen yüzlere bakarak işlerin iyi gittiğini düşünmek hatalı olur. Dış politikada görüntülere aldanmamak gerekir.
Diplomatik müzakereler bir anlamda devletler arasındaki pazarlıklardır. Bir ülke içerisindeki anlaşmazlıklar hukuk yoluyla çözümlenebilir. Ama iki egemen devlet arasındaki sorunlar iç hukuktaki gibi bağlayıcı olan bir hukuk sistemiyle çözülmez. Bu nedenle uluslararası sorunlar ender olarak hukuk yoluyla çözülür, daha çok müzakere yoluyla tatlıya bağlanır ya da bağlanamaz. Devletler bazı durumlarda müzakerelere başlamamayı da tercih edebilirler. Bu da bir taktiktir. Müzakerelerden avantajlı çıkacağını düşünen taraf, genelde masaya oturmaya daha isteklidir. Müzakerelerde güçlü hisseden taraf genelde ödün vermeye yanaşmaz. Bu yüzden müzakereler çok uzun zaman alabilir. Karşı tarafa müzakere teklifinde bulunmak her zaman çözüme ulaşılmasını istemek anlamına gelmez. Bazen gerginliği azaltmak ve tansiyonu düşürmek için de böyle bir yola gidilebilir. Müzakerelerde tarafların eşit olması önemlidir.
Devletler arasındaki müzakerelerin büyük çoğunluğu kapalı kapılar ardında cereyan eder. Bu diplomasinin tabiatının bir gereğidir. Yüzyıllar boyunca uluslararası ilişkiler gizlilik içinde yürütülmüştür. Bu nedenle “sessiz diplomasi” dediğimiz diplomasi türü 19. ve 20. yüzyılın başlarında çok yaygındır. Büyük devletler güç dengelerini sessiz diplomasi ile belirlerdi. Dünya Savaşları öncesi ve sürecinde birçok böyle sessiz diplomasi sonucu oluşmuş gizli anlaşmaların olduğu daha sonraları ortaya çıkmıştır. Günümüzde de eskisinde olduğu şekilde olmasa da liderlerin kişisel iletişimleri vasıtasıyla bir sessiz diplomasinin olduğu söylenebilir. Diplomasi gülümseyen yüzler, nazik sözler ve kapalı kapıların ardında bir nevi silahsız savaştır. Masa başında dahi ciddi gerginlikler yaşanabilir. Türkiye’nin Lozan Antlaşması koşullarını kabul ettirmesi İsmet Paşa’nın inatçı yapısı sayesinde gerçekleşmiş çok önemli bir diplomatik zaferdir.
KAYNAKLAR
- Uluslararası İlişkiler “Giriş, Kavram ve Teoriler” (editör: Prof. Dr. Haydar Çakmak), 2007, Ankara: Platin Basın Yayın Dağıtım
- Öymen, Onur, Silahsız Savaş Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, 2007, İstanbul: Remzi Kitabevi

Ozan Örmeci


23 Eylül 2011 Cuma

Türkiye'de Sağlıklı Bir Demokrasi İçin Güçlü Bir CHP Şart


Siyasal rejimleri tasnif ederken kullandığımız güzel bir söz vardır; “Bütün rejimlerde iktidar olgusu vardır fakat muhalefet yalnızca demokrasilere özgüdür”. Hakikaten de gelişmiş ve pekişmiş demokrasiler incelendiğinde sistemin kökleşmesinde en önemli nedenin iktidardaki partinin hatalarını halka duyuran, onun aşırılıklarını törpüleyen ve siyasal olarak dışlanmış toplumsal kesimlere sahip çıkabilen bir veya daha fazla sayıda muhalefet partisinin bulunmasıdır. Muhalefet yalnızca iktidar alternatifi yaratmakla kalmaz; aynı zamanda iktidarın da bir sonraki seçimlerde iktidarda kalabilmek için hata yapmamasını, dolayısıyla daima dikkatli hareket etmesini ve zinde kalmasını sağlar. Böylelikle ülke sathında siyasetin ve kamu hizmetlerinin kalitesinin artışına da katkıda bulunur.
Türkiye’de son yılların en önemli siyasal sorunlarından birisi de kuşkusuz Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sistemde adeta Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’in tekelci (hâkim) parti sistemi modeline uygun şekilde alternatifsiz bir parti haline gelmiş olmasıdır. Güçlü bir muhalefet partisinin olmaması ve dolayısıyla demokratik yollardan bir iktidar değişiminin mümkün olmadığı fikrinin topluma yayılması, ilerleyen yıllarda anti-demokratik mücadele metotlarını ve radikalizmi teşvik edeceği için demokrasiye ayrıca yeni zararlar verecektir. Bu nedenle ülkemizdeki yorgun fakat hakiki demokratların ana muhalefet partisi durumundaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin gelişimine katkı sunmaları, bu partinin de halkla bütünleşmiş bir iktidar alternatifi haline gelmesini desteklemeleri gerekmektedir.
Lider değişimi ve yenileşme sürecinde başlarda umutlandıran, bugünlerde ise oldukça zayıf bir görüntü çizen Cumhuriyet Halk Partisi’nin gelişim ve dönüşümü konusunda benim de bazı önerilerim olacak. Elbette bir siyasal partinin, özellikle de CHP gibi Cumhuriyet’i kurmuş köklü bir yapının değişim ve dönüşümünün kolay olması beklenemez. Fakat CHP çevrelerinde öncelikle anlaşılması gereken, değişim ve çağa ayak uydurmanın yapılamaması ya da ertelenmesi durumunda CHP’nin demografik ve kültürel açıdan giderek marjinalleşmesi riskinin bulunduğu gerçeğidir. Bu nedenle değişim ve dönüşüm CHP’de kurumsal olarak desteklenmeli, teşvik edilmelidir. CHP’nin ideolojik eksenini oluşturan sosyal demokrasi ve Atatürkçülük akımlarının 21. yüzyıl dünya dengelerine ve Türkiye’nin sosyolojik gerçeklerine uygun çağdaş bir yorumunun yapılması artık ötelenemez bir gereklilik haline gelmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi örgütlerinin son yıllarda zayıfladığı ve dinamizmini kaybettiği görülmektedir. Bunun önüne geçilmesinin ilk yolu partiyi ideolojik ve kültürel olarak yenileyecek genç kadroların yani taze kanın partinin damarlarına enjekte edilmesidir. Bu süreci destekleyebilecek bir diğer önemli husus ise, parti bürokrasisinin güçlendirilmesi ve merkez denetim sisteminin yerelde daha etkili bir hale getirilmesidir. Bunun için de düzenli rapor ve denetim sistemi kurularak parti içi disiplin sağlanmalı ve sorunlar ile işini layıkıyla yapamayanlar tespit edilerek üstlerine gidilmelidir. Sol partilerin aynı anda hem en önemli avantajı ve hem de dezavantajı olan parti içi demokrasi ve çok başlılık, sağlıklı çalışan bir parti bürokrasisi ve doğru işleyen bir denetim mekanizması olmazsa parti disiplinini ortadan kaldırarak zaten zayıf olan partiyi dışarıdan gelen tepkiler karşısında daha da güçsüz bırakır.
Tüm bu ve benzeri önerilerin tartışılabileceği partililere açık verimli toplantı ve kongrelerin yapılması, partinin Bilim Kurulu’nun ve siyaset akademisinin bilinen şeylerin tekrarı yerine partinin ve Türkiye’nin sorunları üzerine odaklanmaları ve “dünü dünde bırakarak yeni şeyler söylemeleri” de kuşkusuz Türkiye’de sağlıklı bir demokrasi için güçlü bir CHP’nin şart olduğu düşünen demokrat çevreler için olumlu karşılanabilecek önerilerdir.

Dr. Ozan Örmeci

20 Eylül 2011 Salı

New Turkey's Intellectual Power Should Be Based On Anatolian Universities


Though having many problems related to authoritarian tendencies and leader-based political culture, Turkey has been gradually transforming from an introvert small size country into a middle size regional power. This transformation was concretized and based on three main pillars; democratic consolidation on the political scene, free-market reforms and integration into global economy on the economics side and finally increasing number of universities and intellectual accumulation on the academic area.

It is a fact that in order to become a regional power, Turkish universities (especially in the field of social sciences) have to change their academic curriculum and mentality focusing solely on local/national history teaching in addition to early 2000’s “a la mode” -now a bit out of fashion- European studies and to catch the standards of multi-dimensional Turkish foreign policy. This could be done by establishing new research centers as well as new master and doctoral programs not only focusing on European Union, but also specializing on Middle East, Eurasia, Balkans and Africa, geographies that are neighboring Turkey. Justice and Development Party in its 9 years of government established many universities nearly in all cities of the country. For sure, these universities have many deficiencies for reaching the standards of Western academia but still the very establishment of them could easily help the country to produce necessary intellectual knowledge in the near future for becoming a regional power, being aware of the developments and intentions around the world and especially around itself. These universities, if they could become specialized in certain areas that are in conformity with local potentials and values and conformably to a grand master plan, could even trigger the birth of an “Anatolian Renaissance”.

This could be a dream for many, but as once Walt Disney said; “All our dreams can come true, if we have the courage to pursue them”.

Ozan Örmeci