4 Eylül 2018 Salı

Amanda Sloat’a Göre Türk-Amerikan İlişkileri Nasıl Kurtarılır?


Uzunca bir süre ABD Dış İşleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı olarak görev yapan Brookings Enstitüsü uzmanı Amanda Sloat[1], ünlü Foreign Affairs dergisinde 30 Temmuz 2018 tarihinde “How to Save the U.S.-Turkey Relationship” (Türk-Amerikan İlişkileri Nasıl Kurtarılır?) başlıklı bir yazı yazmıştır. Bu makalede, bu yazı Türkçe’ye çevrilerek özetlenecek ve burada işlenen bazı fikirler tartışılacaktır.

Amanda Sloat

Amanda Sloat’a göre; son yıllarda siyasal sistemi otoriterleşen ve dış politikada bazı tartışmalı adımlar atan Türkiye karşısında, Washington, bir süredir “stratejik sabır” (strategic patience) politikası uygulamakta ve ikili sorunları Türk siyasal liderliğiyle görüşerek/çalışarak çözmeye çalışmaktadır. Ancak yazara göre, Ankara, Washington’ın sabır ve iyi niyetine karşılık göstermemekte ve ABD’nin hassasiyetlerini hiçe saymaktadır. Bu konuda en bilinen örnek, terör suçları nedeniyle yıllarca hapiste, şimdilerde de ev hapsinde tutulan Amerikalı rahip Andrew Brunson’dır. Sloat’a göre, Brunson konusunda iki ülke arasında devam eden görüşmeler sonuçsuz kalırsa, ABD, sorunları diplomasiyle çözme yönteminden vazgeçecek ve Türkiye’ye karşı ekonomik kozlarını oynamaya başlayacaktır.

Sloat, Ankara ile Washington arasında son yıllarda birçok sorunun ortaya çıktığını belirtmektedir. Türkiye için en önemli sorun, ABD’nin Suriye Kürtlerine ve özellikle de YPG-PYD gibi PKK’nın Suriye kolu olduğu düşünülen gruplara verdiği destektir. Ankara, Suriye’nin kuzeyinde -Irak’ın kuzeyine benzer şekilde- özerk bir Kürt bölgesinin kurulmasından endişe etmekte ve bunun kendi güvenliğini ve toprak bütünlüğünü olumsuz anlamda etkileyebileceğinden korkmaktadır. Washington ise, PYD-YPG’nin IŞİD’le mücadele açısından faydalı gruplar olduğunu düşünmektedir. Bir diğer önemli mesele, 2016 yılında Türkiye’de gerçekleşen 15 Temmuz askeri darbe girişimi karşısında ABD ve Avrupalı ülkelerin tepkisizliğinin Türkiye’de büyük tepkilere neden olmasıdır. Nitekim Türk hükümetince darbeyi örgütlemekle suçlanan İslam âlimi ve FETÖ terör örgütü lideri Fethullah Gülen, yıllardır ABD’de Pensilvanya’da ikamet etmektedir. Ankara, Gülen’in darbeyle olan bağı konusunda Washington’a kutularca belge gönderdiğini ifade etmesine karşın, Amerikalı yetkililer, bunların yeterli derecede güçlü suç delilleri olmadığını ve bu nedenle Gülen’in Türkiye’ye iade edilemeyeceğini belirtmektedirler. Ayrıca bu konuda Türk yetkililerle defalarca teknik görüşmeler yapılmış ve ABD’deki Gülen okulları da bu süreçte inceleme altına alınmıştır.

Bu gelişmeler nedeniyle, ABD, artık Türkiye’nin ne derece güvenilir bir ortak olduğunu sorgulamaktadır. Zira darbe girişimi sonrasında bu olay adeta bir bahane olarak kullanılmış ve Gülen sempatizanları başta olmak üzere Türkiye’deki hükümete muhalif tüm gruplar bürokrasiden temizlenmiştir. Oldukça uzun süren OHAL döneminde on binlerce kişi hapse atılmış ve yine binlerce kişi yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. Türk hükümetinin Andrew Brunson olayında gösterdiği tepkiler de, ABD’yi, Türkiye’nin rehine diplomasisi (hostage diplomacy) uyguladığı konusunda ikna etmiştir. Washington, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması konusunda da ikna olmuş değildir ve buna karşılık olarak Türkiye’nin birçok NATO ülkesiyle birlikte ürettiği F-35’lerin Ankara’ya teslimatı konusunda pürüzler çıkarmaktadır.

Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi sonrasında, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başlarda, Barack Obama dönemindeki sorunların unutulacağını ve ikili ilişkilerde yeni ve temiz bir sayfanın açılacağını ummuştur. Ancak Trump yönetimi de Obama dönemindeki birçok uygulamaya devam etmiş ve bu yöndeki politikaların ABD’nin devlet politikası olduğunu göstermiştir. 2017 yılında Türkiye’deki -ABD vatandaşı olmayan- bazı diplomatik görevlilerinin tutuklanması üzerine, ABD, Türk vatandaşlarının vize başvurularını durdurmuştur. Ankara’nın başka tutuklama olmayacağı sözleri sonrasında, vize işlemleri yeniden başlatılmıştır. Türkiye’nin 2018 Ocak ayında YPG’ye yönelik Afrin’deki hamlesi sonrasında ise, iki ülkenin askerleri arasında silahlı çatışma riski gündeme gelmiştir. Risklerin artması üzerine, ABD’nin o dönemdeki Dış İşleri Bakanı Rex Tillerson, Türk yetkililerle uzun görüşmelerde bulunmuştur. Ayrıca ABD tarafı, Türkiye’ye Rus yapımı S-400 yerine Patriot hava savunma sistemlerinin satışını önermiş ve Münbiç’teki YPG kuvvetlerinin geri çekilmesi konusunda da bir uzlaşı sağlanmıştır. Tillerson sonrasında Mike Pompeo da bu çabaları sürdürmüştür.

Bunların yanı sıra, ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa ülkelerinde ve uluslararası medya kuruluşlarında sıklıkla eleştirilen politikalarını asla eleştirmemeye dikkat etmiş ve hatta Erdoğan’ı 2017 yılındaki tartışmalı anayasa referandumu ve bu yıl içerisindeki Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında arayarak tebrik etmiştir. Trump ve Başkan Yardımcısı Mike Pence’in tek susmadıkları konu ise, kendileri için büyük önem taşıyan Amerikalı pastör Andrew Brunson’ın Türkiye’de hapis tutulması olmuştur. Bu olay, muhafazakâr tabanın sesi olan Trump-Pence ikilisi ve iktidardaki Cumhuriyetçi Parti için büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, ABD Kongresi’nde Türkiye karşıtlığı hızla artmış ve Türkiye’ye yönelik cezalandırıcı önlemler alınması teklif edilmeye başlanmıştır. Nitekim bu olay sonrasında F-35’lerin Türkiye’ye teslimatının geciktirilmesi konusunda Kongre’de bir gelişme yaşanmıştır. Ayrıca İran’a yönelik yaptırımları delmek noktasında, -Reza Zarrab ve Hakan Atilla olayıyla bağlantılı olarak- Türk devlet bankası Halkbank’a ABD tarafından büyük bir ceza verilmesi de halen gündemdedir.

Bu tabloya bakıldığında; Amanda Sloat’a göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD karşısındaki eli zayıftır. Her ne kadar Türkiye’nin jeopolitik konumu, NATO üyeliği ve ABD ile yakın ilişkileri bir kopmayı şimdilik engellese de, yaşanan sorunlar konusunda bir çözüm bulunamaması durumunda, Washington, Ankara’ya karşı duruşunu sertleştirebilir. Ancak Türkiye’nin çabaları olumlu yönde olursa, sorunlar kısa sürede çözülebilir. Aynı şeyi aslında Türkiye Almanya ile de yaşamıştır. Ancak Türk-Alman gazeteci Deniz Yücel’in serbest bırakılması ve OHAL’in sonlandırılmasının ardından, Almanya ile ilişkiler hızla düzelme sürecine girmiştir. ABD ile ilişkiler de, Türkiye isterse, benzer yönde ilerleyebilir. Türkiye, bu konuda çok esnek bir ülke olduğunu, 2015 yılında Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus jetinin vurulması nedeniyle savaş ve kopma noktasına gelen Rusya ile ilişkilerini çok kısa sürede toparlayabilmesiyle ispat etmiştir.

Bunların dışında, Türkiye ekonomisi son birkaç ayda çok zor bir durumdadır ve ABD ile ilişkileri bozmak Ankara’nın lehine değildir. Enflasyon, son 15 yılın en yüksek seviyesi olan yüzde 15’lere ulaşmıştır. Türk lirası, dolar ve avro karşısında son birkaç ayda yüzde 30’un üzerinde değer kaybetmiştir. Türkiye’deki birçok büyük holding, döviz borçlarının bir anda çok artması nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş durumdadır. Cari açık ve artan işsizlik rakamları da diğer önemli ekonomik sorunlar olarak belirtilebilir. Hukuk devletinin ortadan kalkması, yargı bağımsızlığının olmaması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabinesinin uluslararası kamuoyunda zayıf bulunması da yazara göre diğer önemli sorunlardır. Tüm bunlar ışığında, Amanda Sloat, Amerikan hükümetinin herşeye rağmen Erdoğan’a cezalandırma yerine işbirliği önerdiğini, ama Erdoğan’ın fırsatları değerlendirmeyerek Amerikan tarafının sabrını tükettiğini düşünmektedir. Yazar, diplomatik çözüm için halen vakit olduğunu, ancak bunun başarılamaması durumunda Türkiye ekonomisinin çok zora gireceğini ve ikili ilişkilerin de kopma noktasına geleceğini belirtmektedir.

Amanda Sloat’un makalesi değerlendirildiğinde; Amerikalı olan yazarın haliyle olaylara ABD perspektifinden baktığını ve hiçbir konuda kendi ülkesinin hatalarının olabileceğini düşünmediğini belirtmek mümkündür. Bu, aslında tüm Amerikalı analist ve yazarlarda son yıllarda Türkiye konusunda görülmeye başlanan (Erdoğan’ın Batı dünyasında sevilmeyen bir lider olmasının da etkisiyle) tehlikeli bir eğilimdir. Türkiye’deki rejimin demokratik niteliklerinin zayıf olduğu şüphe götürmez bir gerçektir; ancak bu durum Türkiye’nin yaşadığı olağanüstü koşullar (PKK ve IŞİD terörü, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi vs.) ve ülkenin sosyoekonomik ve sosyokültürel seviyesinin düşük olmasıyla alakalıdır. Dahası, bu durum Amerikalılardan çok Türk vatandaşlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim demokrasi, bugüne kadar neredeyse hiç istisnasız zengin ve Batılı ülkelerin rejimi olagelmiştir. Bir diğer önemli sorun, Amerikalıların Türk psikolojisini hiç anlayamamalarıdır. Şerefli bir millet olan Türkler, inatlaşma ve tehditler başladığı durumda asla geri adım atmayan yapıdadırlar. İlginç bir şekilde, ABD ile zıtlaşma, Türkiye’nin ekonomisi kötüye gitmesine karşın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın popülaritesini arttırmaktadır. Bu nedenle, ABD, Türkiye ile ilişkilerde tehdit dilini bir kenara bırakmalıdır. Rahip Andrew Brunson konusunda ise, ABD, adaletin gecikmesi nedeniyle haklıdır; ancak bu durum Brunson’a özgü değildir, nitekim Türkiye’de mahkeme kapısına düşen herkes senelerce bekletilmektedir. Bu konunun en kısa sürede çözüme ulaştırılması herkesin yararınadır. Ayrıca elbette tüm sorunların bir anda çözülmesi beklenemez; ancak Türkiye’nin Suriye politikasını kendi başına dizayn ettiği algısı, son yıllarda Washington ve Avrupalı başkentlerce yayılmaya çalışılan hatalı bir argümandır. Türkiye, Batılı müttefikleriyle (ABD, Fransa, İngiltere) birlikte Suriye’de insani kaygıları öne alan bir politika izlemiş, ama bu politika Rusya ve İran nedeniyle başarıyla sonuçlanmamıştır. Bu durumdan en çok zararı da -milyonlarca göçmene bakmak zorunda kalması nedeniyle- zaten bizzat Türkiye görmüştür. Bu nedenle, Türkiye’nin Suriye’de terörizme destek veren bir ülke olarak yansıtılması hatalıdır. YPG-PYD konusunda da -IŞİD yok edildiğine göre- Türkiye’nin hassasiyetleri haklıdır; ancak tüm bölge halkının ve Kürtlerin düşman olarak görülmemesi ve Suriye’de olası bir Kürt özerkliğinin Türkiye’nin aleyhine olmayacağının anlatılabilmesi de son derece önemlidir. Somut konuşmak gerekirse; son dönemde krize giren Türkiye ekonomisi, Suriye’de silahların susması durumunda özellikle inşaat sektöründe Kürt bölgesinde önemli roller üstlenebilir ve bu durum Türkiye’yi ekonomik açıdan düzlüğe çıkarabilir. Ancak bunun için Türkiye’ye bazı somut garantiler verilmesi (Suriye’nin ve Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda) gerekmektedir.  Türkiye ile ABD’nin bu konuda uzlaşmaları insani açıdan da çok gereklidir; zira aksi takdirde, Suriye rejimi, -İran ve Rusya desteğiyle- Sünni muhalif gruplar ve Kürtlere yönelik ilerleyen günler, aylar ve yıllarda büyük katliamlar yapabilir. Türkiye’nin demokratik seviyesi son dönemde düşse de, sonuçta Türkiye ile ABD, insan hakları konularını önemseyen ve canice hareketler karşısında tepki gösteren devletlerdir. ABD’nin Erdoğan fobisinden kurtulması da bence yeni dönemde son derece gereklidir; zira 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında Türkiye’nin kültürel kodları değiştirilmiş ve ılımlı İslami yapıda yeni bir toplum ve devlet yaratılmıştır. Böyle bir düzen ve toplumun ortalamasını en iyi temsil eden kişi -ABD’de nasıl bu kişi Donald Trump ise- Türkiye’de de Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu konuda kararı Türk halkına bırakmak gerekir. Bir diğer önemli konu ise Rusya ile ilişkilerdir. Türkiye, Rusya karşısında, jet krizi sonrasında -Johnson Mektubu döneminde olduğu gibi- ABD ve NATO müttefiklerince yalnız bırakılmıştır. Dahası, Türkiye’nin Rusya’ya özellikle doğalgaz alanında büyük bir bağımlılığı söz konusudur. Bu, kısa sürede değiştirilebilecek birşey değildir. Türkiye ile ABD’nin, bu nedenle, ilişkileri germek yerine, uzun vadede Türkiye’nin Rusya’dan çok Avrupa Birliği ve ABD’ye yakın olması ve enerji sorununu çözmesi konusunda ortak planlar geliştirmesi gerekir. Ayrıca Rusya ile Batı dünyası arasında da ilerleyen yıllarda -Suriye sorununun sona ermesinin ardından- yeniden bir yakınlaşma dönemi başlayabilir. Son olarak, halen dünyanın tek süpergücü olan ABD’nin kendinden ve Türkiye’nin Batı müttefikliğinden şüphe etmesi yersizdir; ABD, birçok konuda tarihinin en güçlü dönemindedir ve Çin’in yükselişi gibi gelişmelere rağmen, Soğuk Savaş dönemine kıyasla çok iyi durumdadır. Bu nedenle, ABD ve Batı dünyası açısından Türkiye’nin Rusya-İran-Suriye-Çin’den oluşan Doğu bloğuna (ki bu blok içerisinde de birçok rekabet ve çıkar çatışması söz konusudur) kaybedilmesi gibi bir risk henüz yoktur; ancak doğalgaz bağımlılığı elbette ciddi bir meseledir ve bu konuda şimdiden başlayarak çok ciddi çalışmalar yapılması gerekmektedir.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok: