18 Eylül 2009 Cuma

İslam Konferansı Teşkilatı ve Türkiye




İslam Konferansı Teşkilatı (Organization of the Islamic Conference-OIC), İslami dünyanın sesini duyurmak ve haklarını savunmak amacıyla kurulmuş ve günümüzde 57 üye ülkesi bulunan, 1,5 milyara yakın Müslüman’ı uluslararası arenada temsil eden çok önemli bir enternasyonal kuruluştur. İslam Konferansı Örgütü; 21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid’i Aksa’ya düzenlenen Siyonist saldırıya cevap niteliğinde ilk olarak 25 Eylül 1969’da toplanmış ve bu toplantıyla beraber kurulmuştur. 21. yüzyıla kadar İslam Konferansı Örgütü’nün uluslararası politikada oynadığı rol sınırlı kalmış ve İslami davaların savunulmasında başarısız kalınmış olsa da, 11 Eylül saldırıları ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Orta Doğu Projesi sonrasında ortaya çıkan yeni dünya konjonktüründe İslam Konferansı Teşkilatı’na düşen rol ve bu kuruluşun önemi hızla artmaktadır. Dünya çapında İslam’ın imajının zedelenmesi ve Orta Doğu coğrafyasında ABD’nın neo-con (yeni muhafazakar) hükümetiyle beraber saldırganlığının artması neticesinde İslam Konferansı Teşkilatı ağır bir yükü omuzlamaya, yani İslam dünyasını temsil etmeye hazır olmalıdır. Bu yazıda ilk olarak İslam Konferansı Örgütü’nün kurulma ve gelişme süreci ile yapısını kısaca anlatmaya çalışacağım. Sonrasında Türkiye’nin bu kuruluşla tarihsel süreçteki ilişkileri ve Profesör Doktor Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bu kurumun genel sekreteri seçilmesiyle yaşanan son gelişmeleri de sizlere aktaracağım.

Abdullah Al Ahsan “The Organization of the Islamic Conference” isimli kitabında İslam Konferansı Örgütü’nün temellerinin “ümmet” anlayışına dayandığını iddia etmektedir. Ümmet kavramı bir çok anlamda kullanılıyor olmasına karşın Ahsan’ın ilgilendiği anlam “dini esaslar, dini bir çekirdek etrafında toplanmış devletler konfederasyonudur (a confederation round a religious nucleus)” (Al Ahsan, sayfa 2). Al Ahsan’a göre Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma süreci ve halifeliğin kaldırılması İslam dünyasını başsız ve karmakarışık bir durumda bırakmıştır (Al Ahsan, sayfa 11). 1926 yılından başlayarak İslami ülkeler bu konuda çeşitli uluslarası konferanslar, toplantılar düzenleyerek durumu tartışmıştır. Ancak 1926 yılında düzenlenen ilk önemli toplantıya çok önemli oranda Müslüman nüfusları bulunan Türkiye, Rusya, İran ve Afganistan gibi ülkeler delege göndermemişlerdir. 1940’lardan başlayarak İslam dünyasında birleşme yolunda önemli adımlar atılmış ve toplantılara katılım artmıştır. Abdullah Al Ahsan’a göre bunun iki önemli nedeni vardır. İlk olarak Kemalist Devrim ile başlayan dünya anti-emperyalist devrimler çağı etkisini göstermiş ve birçok İslam ülkesi Batı emperyalizminden kurtularak bağımsızlığını ilan etmiştir (Al Ahsan, sayfa 13). İkinci olarak İsrail-Filistin sorununun ortaya çıkması ve Filistin davasının İslam dünyasında büyük destek görmesi Orta Doğu ülkelerini birbirlerine yaklaştırmıştır (Al Ahsan, sayfa 14). Bu doğrultuda ilk geniş katılımlı İslam konferansı 1949 yılında Pakistan’da Karaçi’de düzenlenmiştir. Hemen ertesi yıl İran’da düzenlenen konferans Soğuk Savaş’ın hızlanması ve İslam dünyasının bu iki kutuplu dünya düzeninde ortada kalması neticesinde daha somut fikirlerin tartışıldığı ve İslam birliğinin ciddi anlamda gündeme geldiği ilk organizasyon olmuştur. Anti-siyonizm ve Cemal Abdül Nasır’la birlikte Mısır’dan başlayıp tüm Arap dünyasına yayılan Arap milliyetçiliği bu süreci hızlandıran diğer etkenler olmuştur. Ancak 1969 yılına kadar çabalar sonuçsuz kalmış ve somut bir proje geliştirilememiştir. 21 Ağustos 1969’da Mescid’i Aksa’ya düzenlenen saldırı İslam dünyasında inanılmaz büyük tepkiler doğurmuş ve İsrail’in provokatif saldırganlığı neticesinde Suudi Arabistan lideri Kral Faysal’ın gayretleriyle 25 Eylül 1969’da 24 ülkenin katılımıyla İslam Konferansı Örgütü Rabat’ta düzenlenen toplantıyla kurulmuştur (Al Ahsan, sayfa 17).

Türkiye’nin İslam Konferansı Teşkilatı’na katılması Mahmut Bali Aykan’ın “Turkey’s Role in the Organization of the Islamic Conference: 1960-1992” kitabında belirttiği gibi Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında o dönemde ciddi bir iç politika malzemesi ve kavga konusu yapılsa da, başbakan Süleyman Demirel’in Türk dış politikasının sürekliliğine olan inancını net bir biçimde ortaya koyması ve amacının komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurmak olduğunu açıklamasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti de İslam Konferansı Örgütü’nde kurucu üye olarak yerini almıştır (Aykan, Mahmut B., sayfa 65). Rabat konferansından 6 ay sonra Mart 1970’de Cidde’de kuruluşun Genel Sekretaryası kurulmuş ve Kudüs tamamen kurtarılana kadar sekreterliğin burada kalması ön görülmüştür (Dr. Minhaj, A. Qidwai, “Organization of Islamic Conference – Vision for 2050”). 2,5 yıl sonra Şubat 1972 tarihinde yapılan toplantıda üye ülkelerin Dış İşleri bakanları kuruluşun esasları üzerinde anlaşmış ve bir bildirgeyle bunları duyurmuşlardır. Minhaj A. Qidwai, “Organization of Islamic Conference – Vision for 2050” isimli makalesinde bu esasları şu şekilde özetlemiştir;

İslam konferansı örgütü;
-Üye ülkeler arasındaki dayanışmayı arttırmak ve sorunlara çözüm bulmak
-Siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel alanlarda üye ülkeler arasında iş birliği sağlamak ve çeşitli alt kuruluşlarla bu uğurda çalışmalar yürütmek
-Tüm dünyada Müslümanların haklarını savunmak, seslerini duyurmak ve bağımsız, saygın bir hayat sürmeleri uğruna mücadele etmek
-Kutsal toprakları ve mekanları korumak
-Filistin davasına destek sağlamak ve konuyu dünya gündeminde tutmak
-Her türlü ırksal, dinsel, mezhepsel ayrımcılığa karşı mücadele etmek ve emperyalizme karşı durmak
-Üye ülkelerinin birbirlerini daha iyi tanıması ve daha iyi ilişkiler kurması amaçlarıyla kurulmuştur.

Zaman içerisinde İslam Konferansı Örgütü’nün üye sayısı 57’yi bulmuş ve kuruluş Birleşmiş Milletler’den sonra en büyük ikinci uluslararası kuruluş olmuştur. Ayrıca İslam ülkeleri arasında kurulmuş en büyük kuruluş olma özelliği de bulunmaktadır. Sardar Ziauddin’in “A Choice Between Saudi and Turkey” makalesinde belirttiği gibi İslami Kalkınma Bankası (Islamic Development Bank), Kızılay (Red Crescent) ve "Islamic Educational, Scientific and Cultural Organization" gibi başarılı kurumlara ek olarak kurulan ve tüm bunları koordine etme görevini üstlenen İslam Konferansı Teşkilatı, günümüze kadar bu konuda pek başarılı olamamıştır. İslam Konferansı Örgütü bırakın dünya meselelerinde etkin bir kurum olmayı, kendi üye ülkelerinden aidat toplamakta dahi başarısız olmuş ve bir türlü gelişme gösterememiştir. İsrail’in topraklarını genişletmesi ve Batı emperyalizminin direkt veya direkt olmayan yollarla güçlenmeye devam etmesi bu kuruluşun başarısızlığının açık bir kanıtıdır. Yine İslami ülkelerde yaşanan ciddi demokratik, ekonomik ve sosyo-kültürel problemler İslam Konferansı Örgütü’nün bugüne kadar ne denli aciz kaldığını göstermektedir. Kuruluşun tek başarısının Yom Kippur Savaşı’nın takip eden süreçte 1973 Petrol Krizi’ne zemin hazırlamak ve bu sayede Batı emperyalizmini bir süreliğine durdurarak, Yaser Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne destek sağlamak olmuştur. Bu çaba neticesinde Yaser Arafat Birleşmiş Milletler genel kuruluna davet edilmiş, resmi olarak olmasa da Filistin BM tarafından tanınmıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler uygulamada bir getirisi olmasa da 1975 yılında Meksika’da yapılan toplantıda “Syonizm ırkçılıktır” önergesini kabul etmiştir. İslam Konferansı Teşkilatı’nın aciz durumunu 2004 yılında yapılan toplantıda konuşma yapan Dr. Abd Al-Wahid Belkeziz çok güzel özetlemiştir. Jonathan Gorvett’in “OIC Meeting Puts Turkey Centre Stage” makalesinden alıntılanan bu konuşmada Belkeziz, İslam dünyasının medeniyet yarışında ve haklarını savunmada ne denli geri kaldığı açıkça itiraf etmiştir: “The islamic world today stands unquestionably at a crossroads where it must embark upon a civilizational self-examination. Islamic world has been degraded, our rights downtrodden, our sanctities defiled, and our just causes defeated”. İslam Konferansı Örgütü’nün İngilizce kısa ismi olan OIC’nin de “oh i see” şeklinde esprilere konu olması boşuna değildir. İslam Konferansı Örgütü son Afganistan ve Irak işgallerinde de etkisiz bir kurum olarak kalmış ve bırakın işgalleri önlemeyi, sesini dahi duyuramamıştır. Ayrıca üye olmayan ülkelerde yaşayan Müslümanların haklarının savunulamaması da diğer bir önemli sorundur.

İslam Konferansı Teşkilatı uluslarüstü (supranational) değil, uluslararası (international) bir kuruluş niteliği gösterir ve üye ülkelerin egemenliği esasına dayalıdır. Bu yönüyle Avrupa Birliği’nden farklı olduğunu söyleyebiliriz. Teşkilat bildirgesinin 2. maddesinde yazdığı üzere üye ülkeler arasında çeşitli alanlarda iş birliğini sağlamak kuruluşun temel amacı olmuştur. Teşkilatın 4 önemli alt kuruluşu vardır: Krallar ve Devlet Başkanları Konferansı (Conference of Kings and Heads of State and Government), Dış İşleri Bakanları Konferansı (The Conference of Foreign Ministers), Genel Sekreterlik ve Uluslarası İslami Adalet Mahkemesi (The International Islamic Court of Justice) (Abdullah al Ahsan, “The Organization of the Islamic Conference”, sayfa 23-24). Diğer birçok alt kuruma rağmen teşkilata yön veren belli başlı dört kurumun bunlar olduğunu söylemek doğru olacaktır. Krallar ve Devlet Başkanları Konferansı kuruluşun en yetkili organı olup isminden anlaşıldığı üzere üye ülkelerin devlet başkanları ve krallarının katılımıyla toplanır. Normal olarak üç yılda bir toplanan Krallar ve Devlet Başkanları Konferansı, Dış İşleri Bakanları Konferansı’nın isteği üzerine olağanüstü toplantılar da yapabilir. Yetki olarak en yüksekte bulunmasına karşın kuruluşu esas yönlendiren organın Dış İşleri Bakanları Konferansı olduğunu söylemek doğru olacaktır (Al Ahsan, sayfa 49). Kuruluşu ilgilendiren bütün önemli kararlar genelde bu organ tarafından alınır. Normalde her sene bir defa toplanmasına karşın, olağanüstü toplantılar da yapılabilmektedir. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliği, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği model alınarak yapılandırılmış kuruluşun bir diğer önemli organıdır. İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği’nin başında kuruluşun genel sekreteri bulunmaktadır. Ona yardımcı olması için dört yardımcı genel sekreter görevlendirilmiştir. Genel sekreter ve dört yardımcı genel sekreter Dış İşleri Bakanları Konferansı tarafından yapılan seçimle belirlenir ve dört yıllık bir süre için göreve getirilir. Genel sekreterlik İslam Konferansı Örgütü için en önemli yetkili kişi olup, kuruluşu uluslararası platformda temsil etme hakkına sahiptir. Bütün alt kurumların çalışmaları da genel sekreter tarafından yönetilmektedir. Uluslarası İslami Adalet Mahkemesi ise 1981 yılında kurulmuş teşkilatın bir diğer önemli parçasıdır.

Şimdi de biraz teşkilatın karar alma mekanizmasına ve bildirgesindeki dikkat çekici maddelere göz atalım. Kuruluş bildirgesinin 8. maddesine göre kuruluşa üye olmak için “Muslim State (Müslüman Devlet)” olmak gerekmektedir. Bu terimin ne anlattığı pek açık olmamakla beraber İslami devlet yerine Müslüman devlet sözünün seçilmesinden kastedilenin Müslüman nüfusun yoğunlukta belki de çoğunlukta bulunduğu ülkeler olduğu çıkarımını yapabiliriz. Ancak Abdullah Al Ahsan’a göre İslam Konferansı Örgütü Müslüman devlet tanımını yapamamakta ve tutarsız politikalar izlemektedir (Al Ahsan, sayfa 46). Mesela Hindistan’da Müslüman nüfus bir azınlık olmasına karşın Hindistan’ın kuruluşa üyeliği önce reddedilmiş, daha sonra ise kabul edilmiştir. Uganda da Müslüman nüfus çoğunluğu oluşturmamasına karşın kuruluşa kabul edilen bir diğer ülkedir. İslam Konferansı Teşkilatı’ndaki karar alma süreci diğer uluslararası kurumlara çok benzemektedir. Üye ülkelerin çeşitli konularda önerge verme ve bu konuyu tartışma hakları bulunmaktadır. Konu önemli bulunup gündeme alınırsa, çeşitli toplantılar ve alt kurumların raporları doğrultusunda Dış İşleri Bakanları Konferansı’nca oylama sonucu kararlar alınmaktadır. Kararların geçerli olabilmesi için 2/3 çoğunluk gerekirken genelde tercih edilen yöntem oy birliğinin sağlanmasıdır (Al Ahsan, sayfa 49).

Şimdi de Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü içerisinde son dönemde artan etkinliğine göz atalım. Bildiğiniz üzere Milli Görüş geleneğinden gelen ancak ABD, yerli-yabancı burjuvazi ve büyük medya desteği ve Batı yanlısı söylemiyle 2002 yılında yapılan genel seçimlerde tek parti iktidarı kurmaya hak kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) temellerini Refah Partisi’nden almaktadır. 1995 genel seçimlerinde yüzde 21 oy alarak hükümeti kurma hakkını kazanan Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan, Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller’le Refahyol hükümetini kurarak, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk “İslami başbakanı” olmuştur (Morris, Melissa, “Walking the Line: Turkey’s Struggle with Islamism”). Refah Partisi’nin İslami söylemine karşın bir rejim değişikliği yapmaya çalışıp çalışmadığı tartışmalı bir konu olmasına karşın, partinin dış politika konusunda yaptığı bazı açılımlar ve özellikle Erbakan’ın meşhur Libya ziyareti 28 Şubat sürecini tetikleyen önemli faktörler olmuştur. 28 Şubat döneminde ön plana çıkan Çevik Bir gibi askeri unsurların İsrail ve Amerika’ya olan yakınlığı ise dikkat çekicidir. Zamanında büyük alkış tutulmasına karşın günümüzde medya tarafından alay konusu yapılan 28 Şubat süreci, AKP’nin yükselişini anlama konusunda kilit bir olaydır. Erbakan kadar sert bir Batı karşıtı söylemi olmamasına ve hatta aslında Batı ile iş birliği içinde olmasına karşın Recep Tayyip Erdoğan ve muhafazakar bir partinin iktidara gelmesi son dönemde İslam Konferansı Teşkilatı ve Türkiye’yi birbirlerine yakınlaştıran bir faktör olmuştur. Bu süreç AKP’nin tüm gayretlerine karşın büyük bir halk tepkisi ve CHP muhalefeti neticesinde reddedilen 1 Mart tezkeresi sonrasında hızlanmış ve Türkiye’ye yönelik sempatiler Orta Doğu coğrafyasında artmıştır. 1 Mart tezkeresinin reddinin Türkiye’nin AB ilişkilerinde de imajı açısında olumlu bir etken olduğu söylenebilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 19 mayıs 2004 tarihinde Romanya’ya gitmeden önce Esenboğa Havalimanı’nda İsrail’le ilgili yaptığı “devlet terörü” açıklaması da İslami ülkelerde büyük ses getirmiştir (Hürriyetim). Bu açıklamaya ek olarak Türkiye İsrail’in devlet terörü uygulamalarını protesto etmek için İsrail’deki konsolosunu geri çekmiştir (Gareth, Jenkins, “A Timely Shift”). Halktan da büyük destek gören tüm bu gelişmeler Türkiye’nin İsrail’e açık bir mesajı olarak algılanmıştır. Bu gelişmeler sonrasında Yahudi lobisinin etkisinin fazlasıyla hissedildiği Washington Times gibi bazı gazetelerde Türkiye ve AKP hükümeti aleyhinde sert yazıların çıkması dikkat çekicidir. Mesela Frank J. Gaffney Jr.’ın başbakan Erdoğan’a “İslamofaşist” yakıştırmasını yaptığı “No To Islamist Turkey” makalesi oldukça ses getirmiştir (Frank J. Gaffney Jr., “No To Islamist Turkey”, The Washington Times, http://www.washingtontimes.com/commentary/20050926-092005-9547r.html.

Başbakan Erdoğan’ın Amerika ile olan stratejik işbirliğini sık sık dile getirmesine karşın, hükümetin yaptığı bu açılımlar Türkiye’nin İslam Konferansı Teşkilatı ülkeleri arasında kredisini arttırmıştır. Bu gelişmeler meyvesini 15 Eylül 2004’te İstanbul’da yapılan Dış İşleri Bakanları Konferansı’nda vermiş ve Profesör Doktor Ekmeleddin İhsanoğlu kuruluşun Genel Sekreteri seçilmiştir. İhsanoğlu daha önce de teşkilatın “International research centre for islamic history, art and culture” organında görev yapmış ve başarılı çalışmalarıyla dikkat çekmiştir (Ziauddin, Sardar, “A choice between Saudi and Turkey”). Ancak kuşkusuz İhsanoğlu’nun seçiminde Türkiye’nin son dönemde izlediği politikaların etkisi büyüktür. İran, Mısır, Pakistan ve Malezya gibi ülkelerin seçimde Türkiye’ye verdiği büyük destek dikkat çekicidir. Sardar Ziauddin’e göre de İhsanoğlu’nun seçilmesi ve AB kapısına dayanmış Türkiye’nin kuruluştaki rolünün artması İslam Konferansı Örgütü için önemli bir şanstır. AKP hükümetinin ABD’ye olan göbek bağı ve Büyük Orta Doğu Projesi’ne verdiği destek (Başbakan Erdoğan defalarca bu projenin eşbaşkanı olduğunu açıklamıştır), Ziauddin’in bu görüşlerini çürütür nitelikte de olsa zaman içerisinde Türkiye farklı bir dış politika esası belirleyebilir.

Sahar El-Bahr, “Al-Ahram Weekly” dergisinde yayınlanan “Reforming the OIC” makalesinde İhsanoğlu ile yaptığı röportajı aktarmış ve İhsanoğlu’nun teşkilatta reform yapılması yönünde yaptığı görüşleri aktarmıştır. İhsanoğlu’na göre ilk gerekli reform organizasyon bildirgesinde yer alan apartheid ve kolonicilik maddelerinin değiştirilerek, modern dünya düzenine göre ayarlanmasıdır. İkinci olarak İhsanoğlu teşkilatın isminin değiştirilerek uluslarası arenada etkin bir örgüt olabilmek için aktif bir siyaset izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. İhsanoğlu diğer enternasyonal kuruluşlarla ilişkilerin geliştirilerek İslam Konferansı Örgütü’nün Müslüman dünyanın sesi olacak güçlü ve saygın bir kuruluşa dönüştürülmesini istemektedir. İhsanoğlu Filistin davasına verilecek desteğin kuruluşun önemli esaslarından biri olduğuna dikkat çekerken, kuruluş üyesi ülkelerin sosyo-ekonomik ve demokratik sorunlarının çözülmesinin de kuruluşun önemli bir görevi olduğunu vurgulamıştır. Dr. Minhaj A. Qidwai de Sahar El-Bahr gibi düşünmekte ve “Organization of islamic conference – Vision for 2050” makalesinde Müslüman dünyanın 4 önemli sorununa dikkat çekmektedir. Birinci sorun üye ülkelerdeki ekonomik problemler ve fakirliktir. Bu sorunun çözülmesi Qidwai için ilk sırada gelmektedir. İkinci olarak her ne kadar Orta Doğu ülkeleri emperyalizm ve sömürünün tarih boyunca kurbanı da olmuş olsalar, artık başkalarını suçlama (blame others) mentalitesinden kurtulmalı ve çözüm üretici yollar üzerinde durmalıdır. Üçüncü olarak teşkilat Kudüs’ün işgalden kurtarılması ve kutsal mekanların korunması konusunda daha aktif bir politika izlemeli ve İsrail’e karşı sesini yükseltmelidir. Son olarak Qidwai kuruluşun Amerikan emperyalizmi ve Büyük Orta Doğu Projesi’ne karşı somut bir politika geliştirmesi gerektiğine inanmaktadır.

Bu yapılan değerlendirmeler doğrultusunda karşımıza çıkan tabloya yukarıdan bakmak gerekirse, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile Orta Doğu’daki petrol rezervlerini ve diğer doğal kaynakları olası bir ekonomik kriz tehlikesine karşı kontrol altına almak istediği ve de demokrasi götürmek, özgürleştirmek bahaneleriyle Orta Doğu’da İsrail ve kendisine yardımcı olacak uydu devletler (Kürdistan) kurmak istediği açıktır. Bu nedenle ortaya atılan “ılımlı İslam” modeli de ABD’nin AKP hükümetinden bir beklentisidir. Dick Cheeney’nin “The greater middle east – The Bush Administration’s Perspective” adlı makalesi bu konuda Amerika’nın tavrını açıkça göstermektedir. Amerika’nın Irak işgali sonrası İsrail ve kendisine uydu devlet olarak yardımcı olacak bağımsız bir Kürt devleti’nin kurulmasını istemesi ve yeni Irak anayasasını İslami esaslara dayandırması boşuna değildir. Bu noktada AKP hükümeti Kürt Açılımı projesiyle ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedir. AKP’nin ve Türkiye’nin önünde sanıyorum 3 seçenek vardır. Birincisi emperyalizme alet olmak ve emperyalist politikalara destek vererek bundan bir çıkar sağlamaya çalışmaktır. Ancak AKP’nin milliyetçi-mukaddesatçı tabanı ve Kemalist geleneğin “Yurtta sulh, cihanda sulh” düşüncesi doğrultusunda bu noktaya kayma şansı oldukça düşüktür. ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelik saldırgan açıklamalarına gösterilen tepkiler de bunu destekler niteliktedir. Bir ikinci yol Rürkiye’nin Batı ve Doğu arasında bir köprü görevi görerek uzlaştırmacı bir politika izlemesidir. Mahmut Bali Aykan da Türkiye’nin bu rolü iyi oynayabileceği kanaatindedir (Aykan, Mahmut B., “Turkey’s role in the organization of the islamic conference: 1960 – 1992” sayfa 128). Filistin-İsrail sorunu ve 1985’teki ABD-İran krizinde Türkiye’nin üstlendiği roller de buna yakın bir görüntü çizmektedir. Bir üçüncü seçenek ise Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak kendi iç dinamiklerine güvenmesi ve emperyalizmle bağlarını keserek Orta Doğu ve hatta Avrasya ülkeleriyle beraber anti-emperyalist bir cephe oluşturmasıdır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler kimliği ve İslami ülkelere kuşkucu yaklaşımı bu noktada bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar siyasal tarihimizde anti-emperyalist duruş ve Orta Doğu ülkelerinin haklarını savunmak İslami söylemi olan kesim değil, Kemalist ve sol çevrelerce uygulanmış olsa da (mesela Cezayir’in bağımsızlığı Demokrat Parti tarafından reddedilmiş ancak TSK tarafından 27 Mayıs sonrası kabul edilmiştir), AKP gelecekte bu noktada net bir tavır takınabilir. Fakat yine de rejim farklılıkları bu işbirliğinin ilerlemesi yolundaki en büyük engeldir. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in son İslam Konferansı Örgütü toplantısında yaptığı konuşma dikkat çekicidir. Bu konuşmada Sezer İslami ülkelerde reform yapılmasının gerekliliğine dikkat çekmiş ve bu süreci kaçınılmaz olarak nitelendirmiştir (Jonathan, Gorvett, “OIC meeting puts Turkey centre stage”). Liberal, NATO’cu ve Amerikancı kesimler dışında ülkemiz genelinde İslamcı, sosyalist, milliyetçi ve Kemalist çevrelerce şiddetle savunulan anti-emperyalizm ve Amerikan karşıtlığı bu üçüncü seçeneğin gerçekleşmesi için en büyük şanstır. Bağımsız ve kendine güvenen bir Türkiye yalnız kendisini değil, Orta Doğu ülkelerini de emperyalizm ve küreselleşme batağından kurtarmada kilit bir rol oynayabilir. Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeler ve çeşitli popüler kültür öğeleri anti-Amerikanizm’in boyutlarını açıkça sergilemektedir. Metal Fırtına kitabının best-seller olması, Kurtlar Vadisi’nin bir televizyon efsanesine dönüşmesi ve Cola Turka reklamları bunun en basit örnekleridir. Yapılan anketlerin sonuçları da bu doğrultudadır. Türkiye’nin oynayacağı rol ve uluslararası gelişmeler kısa vadede olmasa da, bir süre sonra ortaya çıkacak ve umuyoruz Türk halkının ve Kemalist prensiplerin doğrultusunda olacaktır.


KAYNAKLAR
- Al Ahsan, Abdullah, 1988, “The Organization Of The Islamic Conference”, The International Institute of Islamic Thought: Herndon, USA
- Aykan, Mahmut B., 1994, “Turkey’s Role In The Organization Of The Islamic Conference: 1960 – 1992”, Vantage Press: New York
- Wikipedia, http://www.wikipedia.org/
- Organization of the Islamic Conference website, http://www.oic-oci.org/
- Salt, Jeremy, “Turkey’s Military Democracy”, Current History, February 1999
- Qidwai, Minhaj, A., “Organization of Islamic Conference – Vision for 2050”, http://world.mediamonitors.net/layout/set/print/content/view/full/1493
- Morris, Melissa, “Walking the Line: Turkey’s Struggle with Islamism”
- Aras, Bülent, “Turkish-Syrian Relations Revisited”, Arab Studies Quarterly, Fall 2002, http://www.24hourscholar.com/p/articles/mi_m2501/is_4_24/ai_101531218?pi=scl
- Bölükbaşı, Süha, “Behind The Turkish-Israeli Alliance: A Turkish View”, Journal Of Palestine Studies 113, Autumn 1999
- Çevik Bir & Martin Sherman, “Formula for Stability: Turkey Plus Israel”, Middle East Quarterly, Fall 2002, http://www.meforum.org/article/511
- Bacık, Gökhan, “The Limits of an Alliance: Turkish-Israeli Relations Revisited”, Arab Studies Quarterly, Summer 2001, http://www.24hourscholar.com/p/articles/mi_m2501/is_3_23/ai_78804225?pi=scl
- Aras, Bülent, “The Academic Perceptions of Turkish-Israeli Relations”, Turkish Journal of International Relations, Vol.1, No.1, (Spring 2002)
- http://www.alternativesjournal.net/volume1/number1/baras.pdf
- Gorvett, Jonathan, “OIC Meeting Puts Turkey Centre Stage”, Al Jazeera net News Global, 16 June 2004
- Gareth, Jenkins, “A Timely Shift”, Al Ahram Weekly Online, 17-23 June 2004
- Ziauddin, Sardar, “The Muslim World: A Choice Between Saudi and Turkey”, New Statesman Online, 22 March 2004
- Sahar, Al Bahr, “Reforming the OIC”, Al Ahram Weekly Online, 21-27 July 2005
- Hürriyetim, http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@nvid~415161,00.asp
- Zakaria, Fareed, "Islam, Democracy, and the Constitutional Liberalism", Political Science Quarterly, 22 March 2004
- Cheney, Dick, “The Greater Middle East – The Bush Administration’s Perspective”, The Globalist, http://www.theglobalist.com/dbweb/storyid.aspx?storyid=3754
- Ülsever, Cüneyt, “The Greater Middle East Project”, http://www.turks.us/article.php?story=20040302235332632&mode=print
- Frank J. Gaffney Jr., “No to Islamist Turkey”, The Washington Times, http://www.washingtontimes.com/commentary/20050926-092005-9547r.htm
- Carroll, Thomas Patrick, “Ankara’s Strategic Alignment with Tel Aviv Implication for Turkey and the Region”, Middle East Intelligence Bulletin, Vol. 3 no: 5, May 2001
- Kaplan, Robert, “The Turkey-Israel Axis”, The Globalist, 23 March 2001


Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için http://yayinci.kibo.com.tr/prd/kibowebdetay.php?pub_id=1597&pid=650654 adresine ve diğer internetten kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Hiç yorum yok: