30 Haziran 2020 Salı

UPA Yazarlarından Yeni Makale: "Cutting the Gordian Knot: Turkish Foreign Policy Towards Cyprus During AK Party Era (2002-2020)"


İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, Özyeğin Üniversitesi öğretim elemanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarı Dr. Sina Kısacık’ın birlikte yazmış oldukları “Cutting the Gordian Knot: Turkish Foreign Policy Towards Cyprus During AK Party Era (2002-2020)” adlı makale, Polonya’da yayınlanan Studia i Analizy Nauk Polityce (Studies and Analyses of Political Science) adlı uluslararası derginin birinci sayısında yayımlandı. Aşağıdaki linkten makaleye ulaşabilirsiniz. 
Studia i Analizy Nauk Polityce (Studies and Analyses of Political Science) dergisi logosu

29 Haziran 2020 Pazartesi

Global Firepower Sitesine Göre 2020 İtibariyle En Güçlü Ordusu Olan Ülkeler


2006 yılından beri 138 ülkenin askeri güçlerini çeşitli nesnel kriterler ışığında değerlendiren Global Firepower internet sitesinin[1] 2020 yılına dair yayınlanan verileri[2], geçtiğimiz gün Türkiye’de de gündem yarattı. Bunun sebebi ise, Mısır’ın askeri güç anlamında Türkiye’yi geçerek listede ilk kez ilk 10’a girmesiydi. Bu yazıda, Global Firepower sitesinde yayınlanan listeyi analiz etmeye çalışacağım.
Global Firepower

Listenin başında her zaman olduğu gibi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yer alırken, sitenin analizinde, ABD’nin teknolojik ve sayısal üstünlüğüne vurgu yapıldığı görüldü.[3] ABD’nin en önemli avantajları ise; Hava Kuvvetleri güç değerlendirmesinde dünyada ilk sırada yer alması, zırhlı kara araçları sayısında (39.253) dünyada birinci olması, tank sayısı (6.289) açısından dünyada ikinci durumda olması, uçak gemileri (20) ve destroyerler (91) açısından yine dünyada ilk sırada olması ve dünyada açık farkla en yüksek askeri bütçesi olan ülke durumunda olması (750 milyar dolarlık bütçe ile) olarak belirtilebilir. ABD’nin dezavantajları ise; toplam nüfusta Çin ve Hindistan gibi dev ülkelerin çok gerisinde olması, buna bağlı olarak savaş zamanında mobilize edilebilecek olan nüfusun görece az olması ve dünyanın en borçlu ülkesi olması şeklinde sıralanabilir. Site, ayrıca, ABD’nin askeri gücünün arttığına ilişkin tespitini de paylaştı.

Listenin ikinci sırasında ise Rusya Federasyonu yer aldı.[4] Rusya’nın en önemli avantajları; Hava Kuvvetleri açısından dünyanın ikinci büyük gücü olması, tank sayısı (12.950) anlamında dünyanın en büyük gücü olması, petrol üretiminde dünya liderliğini sürdürmesi ve yüzölçümü büyüklüğü anlamında da dünyanın süpergücü olması şeklinde özetlenebilir. Rusya’nın dezavantajları ise; 142 milyonluk nüfusunun devasa ülkelerle kıyaslandığında ve savaş zamanında görev yapacak kişi sayısı bağlamında zafiyet yaratması, tek uçak gemisinin olması ve askeri bütçesinin 48 milyar dolar düzeyinde kalması olarak sıralanabilir. Ayrıca sitenin Rusya’nın askeri gücünün arttığı tespitini yapmış olduğunu da belirtelim.

Listenin üçüncü sırasında Çin Halk Cumhuriyeti yer aldı.[5] Nüfus ve savaş anında mobilize edilebilecek askeri güç anlamında dünyada ilk sırada yer alan Çin’in diğer önemli avantajları ise; 237 milyar dolarlık askeri bütçesinin dünyada ABD’den sonra ikinci en büyük savunma bütçesi olması, 806 milyonun üzerinde bir işgücü ile dünyada ilk sırada yer alması, fırkateyn sayısında (52) dünyada birinci sırada olması ve kısa süre önce ikinci uçak gemisini yaparak bu konuda atılıma geçmesi olarak belirtilebilir. Çin açısından sıkıntılı olabilecek konular ise; toplam Hava Kuvvetleri gücü anlamında henüz üçüncülükten öteye geçememesi, tank sayısında (3.500) henüz yedinci sırada yer alması ve petrol kaynakları ve petrol üretiminin de düşük seviyelerde olması olarak belirtilebilir. Site, ayrıca, Çin’in askeri gücünün de arttığı tespitini yaptı.

Listede dördüncü sırada yer alan Hindistan[6], nüfus ve işgücü gibi unsurlarla öne çıkmayı başarırken, Hava Kuvvetleri güç sıralamasında dördüncü ve Deniz Kuvvetleri güç sıralamasında dokuzuncu olması ve petrol üretimi ve kaynaklarının çok az olması gibi dezavantajları olduğu vurgulandı. Buna karşın, Hindistan’ın da askeri gücünün arttığı belirtildi.

Listede beşinci sırada Japonya yer alırken[7], dört uçak gemisi ile ABD’nin ardından ikinci sırada yer alması ve Hava Kuvvetleri güç sıralamasında altıncı sırada yer alması Tokyo’nun iki önemli avantajı olarak dikkat çekti. Japonya’nın dezavantajları ise; nüfusunun az, Kara Kuvvetleri’nin yetersiz, Deniz Kuvvetleri’nin arka sıralarda olması ve petrol kaynakları ve üretiminin düşük olması olarak sıralanabilir. Site, ayrıca, Japonya’nın da askeri gücünün geçtiğimiz yıl içerisinde arttığı tespitini yaptı.

Listede altıncı sırada Güney Kore bulunurken[8], Seul’un avantajları; Hava Kuvvetleri açısından beklenmedik iyi durumu (dünyada beşinci sırada) ve iki uçak gemisinin bulunması olarak belirtilebilir. Seul’un dezavantajları ise; nüfusunun az, tank sayısının yetersiz olması, Deniz Kuvvetleri açısından iyi durumda olmaması ve petrol üretiminin hiç olmaması olarak sıralanabilir. Site, ayrıca, 2020 yılı içerisinde Güney Kore’nin askeri gücünün arttığı tespitini de yaptı.

Listede yedinci sırada Fransa yer alırken[9], Global Firepower, Fransa’nın askeri gücünü düşüşte olarak tespit etti. Paris’in önemli avantajları; Hava Kuvvetleri’nde kötü durumda olmaması (dünyada sekizinci sırada) ve dört uçak gemisinin bulunması olarak belirtilebilir. Paris’in dezavantajları ise; hiçbir konuda en üst sıralarda yer alınamaması ve nüfus, tank sayısı ve petrol üretimi gibi konularda gerilerde kalınması olarak söylenebilir.

Listede sekizinci sırada Birleşik Krallık (İngiltere) bulunurken[10], Londra’nın askeri gücünün stabil durumda olduğu tespiti okurlarla paylaşıldı. İngiltere açısından avantajlı unsurlar; 55 milyar doların üzerindeki savunma bütçesinin dünyada ilk beşte yer alması ve iki uçak gemisinin bulunması olarak söylenebilir. Londra’nın dezavantajları ise; Fransa’ya benzer şekilde hiçbir konuda en üst sıralarda sırada yer alınmaması ve Kara Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri’nin beklenen ölçüde geliştirilememesi olarak söylenebilir.

Listede dokuzuncu sırada çıkışta olduğu belirtilen Sisi’nin Mısır’ı yer alırken[11], Kahire’nin avantajlarının; tank sayısı (4.295’le dünyada dördüncü), iki uçak gemisini de içeren Deniz Kuvvetleri’nin hızla gelişen yapısı ve Hava Kuvvetleri’nin de dünyada ilk 10’a girebilmesi olarak dikkat çekti. Kahire’nin en önemli dezavantajı ise; halen gelişmekte olan bir ülke olması nedeniyle ekonomisi ve savunma bütçesinin iyi olmaması olarak belirtilebilir.

Listede onuncu sırada çıkışta olduğu belirtilen Brezilya bulunurken[12], bu ülkenin avantajları; nüfus ve insan gücü, işgücü ve petrol üretimi olarak dikkat çekti. Brezilya’nın dezavantajları ise; Hava, Kara ve Deniz Kuvvetleri’nin görece alt sıralarda yer alması oldu.

Listede on birinci sırada Türkiye yer alırken[13], site tarafından Ankara’nın gücünü korumayı başardığı tespiti yapıldı. Türkiye’nin en önemli avantajları; Hava ve Kara Kuvvetleri açısından ilk 10’a girilmesi olurken, Deniz Kuvvetleri’nin, petrol üretiminin ve savunma bütçesinin yetersizliği dezavantajlar olarak dikkat çekti.

Listede on ikinci sırada İtalya bulunurken[14], Roma’nın avantajları; Deniz Kuvvetleri’nin gücü ve savunma bütçesi anlamında fena durumda olmaması olarak vurgulandı. Roma’nın dezavantajları ise; Kara Kuvvetleri’nin çok yetersiz, petrol üretiminin düşük ve işgücünün az olması olarak ortaya çıktı. Ayrıca, site, İtalya’nın askeri gücünü çıkışta gösterdi.

Listede on üçüncü sırada Almanya yer alırken[15], Berlin’in en önemli avantajı; 50 milyar dolarlık yüksek savunma bütçesi olarak dikkat çekti. Berlin’in en önemli dezavantajları ise; Kara ve Deniz Kuvvetleri’nin yetersizliği olarak karşımıza çıktı. Site, Almanya’nın askeri gücünü koruduğunu iddia etti.

Listede on dördüncü sırada İran İslam Cumhuriyeti bulunurken[16], Tahran’ın en önemli avantajı; petrol üretimi ve Deniz Kuvvetleri’nin gücü olarak karşımıza çıktı. Tahran’ın dezavantajları ise; Hava Kuvvetleri’nin yeterli olmayışı ve savunma bütçesinin düşük olması olarak vurgulanabilir. İran, ayrıca, Global Firepower sitesince askeri gücü artan ülkeler arasında sayıldı.

Listede on beşinci sırada Pakistan yer alırken[17], bu ülkenin nüfus, işgücü, Hava ve Kara Kuvvetleri gücü avantajları, Deniz Kuvvetleri gücü, petrol üretimi ve savunma bütçesi de dezavantajları olarak vurgulandı. Pakistan’ın ayrıca askeri gücünün yükseldiği belirtildi.

Listede on altıncı sırada Endonezya bulunurken[18], nüfus, işgücü ve Deniz Kuvvetleri bu ülkenin en önemli avantajları, Hava ve Kara Kuvvetleri ile savunma bütçesi de en önemli dezavantajları olarak ortaya çıktı. Sitede, ayrıca Endonezya’nın askeri gücü çıkışta olarak gösterildi.

Listede on yedinci sırada Suudi Arabistan yer alırken[19], bu ülkenin en önemli avantajları; petrol üretiminde dünya ikincisi olması, Kara ve özellikle Hava Kuvvetleri’nin görece iyi durumda olması ve savunma bütçesinde dünyada üçüncü olması olarak görüldü. Dezavantajlar ise; Deniz Kuvvetleri’nin yetersizliği, nüfus ve işgücünün az olması olarak dikkat çekti. Suudi Arabistan, Global Firepower ekibince askeri olarak güçlenen bir ülke olarak gösterildi.

Listede on sekizinci sırada İsrail bulunurken[20], bu ülkenin en önemli avantajları; Kara Kuvvetleri’nin gücü, Hava Kuvvetleri’nin iyi durumda olması ve askeri bütçesinin nüfusuna oranla yüksek olması olarak belirtilebilir. Bu ülkenin dezavantajları ise; nüfusunun az olması, Deniz Kuvvetleri’nin yetersizliği ve petrol üretiminin çok az olması olarak sıralanabilir. Global Firepower, İsrail’in askeri gücünü koruduğunu belirtti.

Listede on dokuzuncu sırada Avustralya, 20. sırada ise İspanya yer aldılar. Bu iki ülke de, askeri güçlerini korumayı başaran ülkeler arasında sayıldılar.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.globalfirepower.com/.
[2] Buradan incelenebilir; https://www.globalfirepower.com/countries-listing.asp.
[3] Bakınız; https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=united-states-of-america.
[4] Bakınız; https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=russia.
[5] Bakınız; https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=china.
[6] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=india.
[7] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=japan.
[8] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=south-korea.
[9] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=france.
[10] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=united-kingdom.
[11] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=egypt.
[12] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=brazil.
[13] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=turkey.
[14] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=italy.
[15] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=germany.
[16] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=iran.
[17] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=pakistan.
[18] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=indonesia.
[19] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=saudi-arabia.
[20] https://www.globalfirepower.com/country-military-strength-detail.asp?country_id=israel.

Dünya Bankası Verilerine Göre Türkiye Ekonomisi


Giriş
Türkiye ekonomisi hakkında yazıp-çizilenler iç siyasi dengelerle ve ideolojik eğilimlerle yakından ilgili olduğu ve ulusal kurumlardan sağlanan istatistiklere yönelik çeşitli eleştiriler yapılabildiği için, ekonominin gelişim süreci ve günümüzdeki haliyle ilgili uluslararası kuruluşların verilerini değerlendirmek daha doğru bir metodolojik tercih olabilir. Bu nedenle, bu yazıda, Dünya Bankası (World Bank) internet sitesinde Türkiye hakkında sağlanan verileri inceleyecek ve bunları yorumlamaya çalışacağım.[1]

1960’tan Günümüze Türkiye Ekonomisine Dair Temel Bazı Veriler
Dünya Bankası verilerine göre Türkiye ekonomisi hakkında yapılması gereken ilk önemli tespit, 1960 yılında 14 milyar dolardan küçük (13,995 milyar dolar) olan ekonominin, günümüzde (2018 verilerine göre) 771,35 milyar dolar seviyesine gelmiş olabilir. Bu da, Türkiye ekonomisinin geçen 60 yıllık süreçte 55 kattan daha fazla büyüdüğünü göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye için ekonomik büyüklük açısından en başarılı yıl 2013 olurken, bu dönemde Türkiye’nin toplam gayrisafi milli hâsıla (GDP) düzeyi 1 trilyon dolara (950,579 milyar dolar) yaklaşmıştır.

Türkiye ekonomisinin ekonomik büyüklük açısından tarihsel gelişimi (1960-2018)

Bir diğer önemli tespit, uzun yıllar boyunca istikrarlı ama küçük oranlarla büyüyen Türkiye ekonomisinin, 2001 yılından itibaren bir anda hızlı bir yükselişe geçmeyi başarmış olmasıdır. Bu durum, 2001 ekonomik krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından uygulanan ekonomik programın başarısına işaret ederken, iktidarının ilk yıllarında bu programı uygulayan AK Parti hükümetinin de doğru bir tercih yaptığını ortaya koymaktadır. 2009 yılında -2008 ekonomik krizinin etkisiyle- bocalama yaşayan Türkiye ekonomisi, buna karşın 2010’dan itibaren yeniden büyüme trendine girmiş, ancak 2013’ten sonra da giderek irtifa kaybetmeye başlamıştır.

Türkiye’nin yıllar içerisindeki ekonomik büyüme oranları (1960-2018)

Dünya Bankası verilerine göre ikinci önemli konu başlığı, yıllara göre ekonomik büyüme (GDP growth) oranlarıdır. Bu açıdan en başarılı yıl, Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu ve yıllık ekonomik büyümenin yüzde 11’i aştığı (11,213) 1966 senesidir. 1966 sonrasında en başarılı yıl AK Parti iktidarında ve Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığında geçirilen 2011 senesidir. Öyle ki, bu yıl içerisinde ekonomik büyüme oranı neredeyse 1966’yı yakalamış ve yüzde 11,113 seviyesine ulaşmıştır. Demirel’in Başbakan olduğu 1976 senesi de yüzde 10,461’lik büyüme yüzdesiyle başarılı bir ekonomik yıl olarak tarihe geçmiştir.

1960-2018 döneminde Türkiye’de kişi başına düşen milli gelirin gelişimi

Dünya Bankası verilerine göre üçüncü önemli konu başlığı ise, kişi başına düşen gelir (GDP per capita) olarak belirtilebilir. 1975 yılına kadar kişi başına gelirin 1.000 doların altında olduğu Türkiye’de, bu konuda rekor yılı -ekonomik büyüklükle paralel olarak- 2013 senesi olmuş ve bu yıl içerisinde kişi başına düşen milli gelir 12.519 dolar seviyesini yakalamıştır. İlk kez 2008 senesinde 10.000 dolar barajını aşan Türkiye, böylelikle 2013 döneminde “orta gelir tuzağı”nı aşabilecek ve yüksek gelir seviyesi olan bir topluma dönüşmek konusunda kritik bir aşamaya gelmiş; ancak 2014 yılından başlayarak yeniden düşüş trendine girerek bu fırsatı kaçırmıştır.

Türkiye’de enflasyon 1961-2018

Dünya Bankası verilerine göre dördüncü önemli konu başlığı ise, ülkedeki enflasyon oranlarıdır. Bu açıdan en başarısız yıl 1998 senesi olarak dikkat çekerken, 1994 ve 1980 senelerinde de enflasyon oranlarının yüksek olması Türkiye ekonomisinde olumsuz etkiler bırakmıştır. Son yıllarda ise, enflasyonun düşük düzeylerde seyretmesi Türkiye ekonomisi adına önemli bir kazanımdır.

Verilerin Yorumlanması
Bu veriler, siyasal tarih altyapısıyla desteklenerek incelendiğinde, şu gibi tespitlere ulaşmak mümkündür:
  • Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi, ekonomik büyüme açısından bir başarı tarihidir. Son birkaç yıldaki olumsuz gidişata karşın, 2000’ler ve 2010’ların başı ise en başarılı dönemler arasındadır.
  • Türkiye’de sağ/muhafazakâr partilerin sandık başarısı genelde kültürel saiklerle açıklanmasına karşın, ekonomik büyüme ve kişi başına düşen gelirin yükseltilmesi açısından da bu tarz parti ve liderlerin (Demirel, Erdoğan) daha başarılı oldukları görülmektedir. Ancak sol partilerin kültürel önyargılar ve Türkiye siyasi sistemindeki sorunlar (1960-1980 döneminde parlamenter sistemde yüzde 41 oyla bile tek başına hükümet kurmakta zorlanan Bülent Ecevit hükümeti örneği) nedeniyle daha başarısız olduğu ve halkın sol partilere daha az şans verdiği de bu noktada belirtilmelidir. 
  • Askeri darbelerin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisi sanıldığı kadar kötü olmamıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin desteğinin de etkisiyle, darbe sonrası dönemlerde ekonomik performans çok iyi olmasa da, kötü düzeyde de olmamış ve ekonomi kısa sürede yeniden büyüme trendine girmiştir. Bu durum, elbette darbeleri meşru hale getirmez. Ayrıca günümüzde askeri yönetimlerin ekonomik performansı -Soğuk Savaş koşulları olmadığı için- daha da olumsuz olabilir. 
  • 2013 senesinden beri Türkiye ekonomisi iyi gitmemektedir. Bu durum daha çok küresel ekonomik gelişmelerden de kaynaklansa da, Türkiye’nin Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya’da uyguladığı iddialı dış politikanın olumsuz etkileri de düşünülmeli ve hem ulusal güvenlik, hem de ekonomik güvenlik parametrelerini bağdaştıran bir yönetim anlayışı benimsenmelidir. Bu noktada özellikle Türkiye'ye sıcak para ve yatırım akışı sağlayan ülkelerle (Almanya, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti, Katar vs.) dostane ilişkiler kurulması çok önemlidir. 
  • Türkiye, kriz zamanlarında kendine kendine yetebilecek, ancak dışarıya açık ve uluslararası sistemle uyumlu bir ülke olmak zorundadır. Aksi takdirde, ekonomik verilerin kötüye gitmesi Türkiye’deki iç siyasi sorunların da daha da büyümesine yol açabilir.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bu verilere https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD?end=2018&locations=TR adresinden ulaşılabilir.

23 Haziran 2020 Salı

CFR Paneli: ABD-Çin İlişkilerinde Önümüzdeki Dönem: İşbirliği mi, Rekabet Mi?


ABD merkezli tanınmış düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi-CFR), 8 Haziran 2020 tarihinde ABD-Çin ilişkileri konulu önemli bir online panel[1] (The Way Forward for U.S.-China Relations—Collaboration or Competition? / ABD-Çin İlişkilerinde Önümüzdeki Dönem: İşbirliği mi, Rekabet Mi?) düzenlemiştir. Panele, konuşmacı olarak; Singapurlu deneyimli diplomat ve Singapur Ulusal Üniversitesi öğretim üyesi Kishore Mahbubani, ABD Başkanı Barack Obama döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Asya İşleri Yöneticisi olarak görev yapan Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi Evan S. Medeiros ve Bain & Company Yöneticisi Karen Harris katılmışlardır. Moderatörlüğünü Nicholas Kristof’un yaptığı panel, dünyanın en büyük iki ekonomisi ve en etkin iki siyasi gücünün son dönemde giderek gerginleşen ilişkilerinin analiz edilmesi ve geleceğe yönelik beklentilerin dile getirilmesi anlamında oldukça önemli bir akademik faaliyet olarak dikkat çekmiştir. Bu nedenle, bu yazıda bu panelde konuşulanlar özetlenerek, ABD-Çin ilişkilerinin gidişatına dair bazı öngörüler ifade edilecektir.

Panel kaydı

Panelin ilk konuşmacısı olan Bain & Company Yöneticisi Karen Harris, öncelikle, danışmanlık hizmeti sundukları ve Çin’le veya Çinli firmalarla iş yapan Amerikalı şirketlerin -ABD Başkanı Donald Trump döneminde başlayan ticaret savaşları nedeniyle- zaten bir süredir kendi tedarik zincirlerini değiştirme konusunda risk hesapları yaptıklarını ve iki ülke arasında bir tür ayrışma (decoupling) sürecinin başladığını ifade etmektedir. Koronavirüs (Covid-19) kriziyle birlikte ABD’de Çin’e bağımlılık duyulan sektörlerin (tıbbi ürünler, ilaç sektörü ve otomobil parçaları) daha da belirgin hale geldiğini belirten konuşmacı, Amerikalı şirketlerin bir gün içerisinde Çin’de ışıklarını kapatarak başka bir yere taşınamayacaklarını söylemekte ve bunun (decoupling) yıllarca devam edecek bir süreç olduğunu vurgulamaktadır. Amerikalı ve uluslararası şirketlerin ani tarifeler nedeniyle ekonomik kayba uğrama riskini göze alamayacaklarını da belirten Harris, ABD’de son dönemde küreselleşme ve ekonomik eşitsizliklerin önemli bir tartışma konusu haline geldiğini ve bunun Çin’le ticari ilişkileri olumsuz etkilediğini vurgulayarak, Çin’in etnik azınlıklara yönelik politikalarının da siyasi açıdan olumsuz bir etki oluşturduğunu sözlerine eklemekte ve bu nedenle ABD-Çin ekonomik ilişkilerinde olumlu bir gidişat beklemediğini söylemektedir. Harris, ayrıca, soru üzerine Hong Kong konusunda son yaşanan gelişmelere de değinerek, Çin’in son dönemde yaptıklarının önceki anlaşmalara uygun olup olmadığının tartışmalı olduğunu, ama herşeye rağmen Hong Kong’un Çin toprağı olduğunu vurgulamakta ve Çinli şirketlerin Hong Kong’un fırsatlarından (yetenek havuzu, Batı dünyasına erişim vs.) yararlanmayı ve genel merkezlerini buraya taşımayı düşünebileceklerini ifade etmektedir.

Panelin ikinci konuşmacısı olan Singapurlu emekli diplomat ve Singapur Ulusal Üniversitesi öğretim üyesi Kishore Mahbubani, ki kendisi kısa bir süre önce Has China Won? The Chinese Challenge to American Primacy (Çin Kazandı Mı? Amerikan Önceliğine Çin Meydan Okuması) adlı yeni kitabını[2] yayımlamıştır, sözlerine Doğu Asya bölgesindeki tüm ülkelerin bölgelerinde güçlü bir ABD varlığı görmek istediklerini belirterek başlamakta, bunun nedenini de ABD’nin varlığının bu bölgede piyasaların gelişimi ve istikrarın sağlanması anlamında faydalı olmasıyla açıklamaktadır. Ancak ABD’nin son dönemde uzun vadeli bir stratejisi olmadan Çin’le bir jeopolitik rekabet başlattığını belirten konuşmacı, ABD’nin tavrının öngörülemez ve dengesiz olduğunu söyleyerek, bölgedeki ülkelerin bu nedenle alarma geçtiklerini vurgulamaktadır. Bölge ülkelerinin ABD’nin varlığını desteklediklerini, ama aynı zamanda 4.000 yıldır orada olan Çin’le beraber yaşamaya da mecbur olduklarını hatırlayan Mahbubani, ABD’nin bu süreci daha iyi yönetebileceğinin altını çizmektedir. ABD’nin George F. Kennan’dan bu konuda dersler çıkarabileceğini belirten konuşmacı, Çin’e karşı çevreleme politikasının sonuç vermeyeceğini ve bunun yerine ABD’nin bölgedeki müttefik ve dostlarını arttırmak konusunda girişimler yapması gerektiğini vurgulamaktadır. ABD ile Çin’e jeopolitik rekabetleri konusunda 2-3 seneliğine “pause” tuşuna basmaları tavsiyesini veren Singapurlu konuşmacı, öncelikle koronavirüs (Covid-19) krizinden kurtulmak ve küresel ekonomiyi canlandırmak gerektiğini sözlerine eklemektedir. Moderatör Nicholas Kristof’un ABD ile Çin arasındaki jeopolitik rekabete neden olan gelişmelerde Çin’in hatalarının da (Uygurlara yönelik toplama kampları ve Hong Kong’daki “tek devlet, iki sistem” uygulamasının bozulmaya başlanması) etkili olduğunu hatırlatması üzerine ise, Mahbubani, bu konularda Çin’in uygulamalarını desteklemediğini ve bunları hatalı bulduğunu, ancak son 4.000 yıldır en iyi dönemlerini geçiren 1,4 milyarlık Çin halkının gidişattan memnun olduğunu belirterek, Çin’e yönelik rejim değişikliği politikalarının (Çin Komünist Partisi’nden kurtulmak vs.) gerçekçi olmadığını söylemektedir. Amerikalıların Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) adındaki “komünist” terimine aldanarak hatalı hareket ettiklerini belirten deneyimli diplomat, ÇKP’nin yıllar önce Deng Xiaoping döneminden başlayarak rejim ihracı politikasından vazgeçtiğini ve bölge ülkelerince artık bir tehdit olarak görülmediğinin altını çizmektedir. Bunun yanında, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i kötü gösterme ve şeytanlaştırma politikalarının akıldışı olduğunu ve Amerikalıların Cinping’le çalışmak zorunda olduklarını belirten Kishore Mahbubani, Amerikalıların Çin’i dönüştürme konusunda da hayalci davrandıklarını, zira Çin’in ABD’den çok daha köklü ve vatandaş sayısı 4 kat daha fazla bir devlet ve medeniyet olduğunu hatırlatmaktadır.

Panelin üçüncü konuşmacısı olan ve Başkan Obama döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Asya İşleri Yöneticisi olarak görev yapan Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi Evan S. Medeiros ise, sözlerine, ABD ile Çin arasındaki ilişkilerin güvenlik politikaları temelinde son yıllarda olumsuz bir gidişat yaşadığı ve düşük yoğunluklu risk algısının yüksek yoğunluklu risk algısına dönüştüğü tespitiyle başlamaktadır. Bu önlenemezse, yakın gelecekte ilişkilerin açık düşmanlık temelinde kurgulanmaya başlayacağını belirten Amerikalı konuşmacı, Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi'ndeki sorunları ise iki farklı kategoride değerlendirmektedir. İlk olarak, bu bölgelerde yaşanan sorunu bir askeri/güvenlik meselesi olarak değerlendiren Medeiros, Çin gemilerinin bu bölgelerde her gün boy gösterdiğini ve Malezya ve Vietnam gibi bölge ülkelerini taciz ettiğini iddia etmektedir. Bu bölgelerde deniz yetki alanları konusunda bir uzlaşı olmadığını hatırlatan konuşmacı, Çin'in bu bölgedeki nüfuzunu arttırmak için "tarihsel haklar" (historic rights) kavramını öne sürdüğünü, ancak bunun uluslararası hukukta yeri olmadığını vurgulamaktadır. Bu konunun giderek bir güvenlik riskine dönüştüğünün altını çizen Amerikalı akademisyen, buna karşın Hong Kong ve Tayvan konularının ABD-Çin ilişkilerinde daha öncelikli güvenlik riskleri olduğunu düşünmektedir. İkinci olarak, ABD-Çin rekabetinin ekonomik, teknolojik ve ideolojik mücadele olarak da devam ettiğini açıklayan Medeiros, bunun derinleşmesi durumunda ikili ilişkilerin yeni bir tür "Soğuk Savaş" halini bile alabileceğini iddia etmektedir. Amerikalı akademisyen, ülkesinin bölgeye askeri gemiler göndermeye de devam etmesi gerektiğini; zira ancak bu şekilde bölgedeki Amerikan müttefiklerine güven telkin edilebileceğini vurgulamaktadır. Medeiros, sözlerine, ABD'nin Trump yönetimiyle bazı hatalar yapmış olabileceğini, ama Çin'in de Şi Cinping yönetiminde sürekli olarak ekonomik, siyasi ve askeri olarak sınırları zorlamaya çalıştığını belirterek son vermekte ve bu anlamda hataların iki taraflı olduğunun altını çizmektedir. 

İkinci turda yeniden söz alan Karen Harris, ABD-Çin arasındaki gerilimin yeni bir "Soğuk Savaş"tan daha çok 20. yüzyıl başlarında yaşanan "Büyük Güç rekabeti"ne benzediğini söyleyerek başladığı konuşmasında, ABD-Çin ilişkilerinde bundan sonra Washington'ın uygulayabileceği iki farklı seçeneği olduğunu düşünmektedir. Bunlardan ilkinin ABD'nin Çin üstünlüğünü kabul etmeyerek ilişkileri çatışmaya sürüklemek olduğunu belirten konuşmacı, ikinci seçeneğin ise ABD'nin köşesine çekilerek etki alanları üzerinden Çin'i dengelemesi olduğunu söylemektedir. İkinci modelin tercih edilmesi durumunda Çin'le iklim değişikliği ve başka bazı konularda (terörle mücadele ve Kuzey Kore ilk akla gelen örneklerdir) işbirliği yapılabileceğini düşünen Harris, ancak bu yaklaşımın Başkan Trump yönetiminde olacağına ihtimal vermemektedir. Karen Harris, ayrıca, Avrupa Birliği'nin (AB) de küresel bir güç olmaya çalışması bağlamında Soğuk Savaş kalıbının (iki kutupluluk anlamında) geçerli olmadığını düşünmektedir. Harris, Hindistan'ın da yakın gelecekte önemli bir denge unsuru ve başlı başına bir güç olabileceğine dikkat çekmektedir. Amerikalı konuşmacı, son olarak, ABD ile Çin arasında doğrudan bir sınır sorunu olmadığını, ancak siber uzay ve uzay çalışmaları anlamında ABD, Çin ve Rusya ilişkilerinin riskler içerdiğini belirtmektedir.  

Kishore Mahbubani ise, ikinci turdaki konuşmasına, Çin'in ABD ile çalışmak konusunda uzun vadeli bir stratejisi olduğunu, ancak ABD'nin böyle bir stratejisinin olmadığını söyleyerek başlamaktadır. ABD'nin diğer bir eksikliğinin dünya düzeninin değiştiğini anlamamak olduğunu belirten Mahbubani, Çin ile Hindistan'ın devasa nüfuslarının da etkisiyle yakın gelecekte -geçmişte olduğu gibi- dünyanın en büyük iki ekonomisi olacaklarını ve 200 yıllık Batı hakimiyeti döneminin sona erdiğini iddia etmektedir. ABD başta olmak üzere tüm Batı dünyasının Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından zafer sarhoşluğuna kapıldığını ve Asya ülkelerinin dirilişlerini fark edemediğini belirten Singapurlu konuşmacı, Amerikalıların Çinlileri kendilerine benzetmek konusunda da çok dikkatli olmaları gerektiğini; zira Çinlilerin Amerikalıların süpergüce dönüşme aşamasındaki gibi (örneğin Theodore Roosevelt'in Başkanlığı dönemi) davranmaları durumunda, kendi bölgelerinde birçok savaş başlatmaları ve yayılmacı siyasete yönelmeleri gerektiğini iddia etmektedir. Roosevelt'in şu an Çin Devlet Başkanı olması durumunda Güney Çin Denizi'ni 24 saat içerisinde Çin kontrolüne alacağını iddia eden Mahbubani, bu anlamda Amerikalıların Çin Komünist Partisi ve Çin yönetimini eleştirmelerini mantık dışı bulmaktadır. Büyük güç psikolojisi ve politikasının zaman zaman kasları göstermek ve sertlik yapmak gerektirdiğini de belirten Mahbubani, bu anlamda on yıllardır hiçbir savaşa katılmayan ve son dönemde Hindistan'la yaşanan sınır çatışmaları haricinde sınır çatışmalarına bile girmeyen Çin'in -Batılı ülkelere kıyasla- daha barışçıl bir aktör olduğuna vurgu yapmaktadır. Asya'daki tüm ülkelerin artık Çin'in geri dönüşü ve büyük güce dönüşmesini durdurmanın imkânsız olduğunu kabul ettiğini belirten deneyimli diplomat ve akademisyen, bu anlamda ABD'nin Çin'le diyalog ve işbirliğini sürdürmesi gerektiğini düşünmektedir. 

İkinci turun son konuşmacısı olan akademisyen Evan S. Medeiros ise, Hu Jintao'dan Şi Cinping'e Çin'in giderek daha otoriter bir yapıya dönüşmesinin endişe verici olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında, Amerikalıların hiçbir zaman Çin'in dışa açılmasıyla birlikte Jeffersonvari bir demokrasi (Jeffersonian democracy) olmasını beklemediklerini ve Ronald Reagan, George H. W. Bush ve Bill Clinton döneminde uygulanan politikalarla ÇKP'den kurtulmanın da hedeflenmediğini söylemektedir. Amerikalıların Şi Cinping yönetimini eleştirmesinin temel sebebinin demokrasiden ziyade Pekin'in ekonomik gücünü diplomatik bir silaha çevirmesi ve giderek güçlenen ordusunu bölgesindeki diğer ülkelere karşı koz olarak kullanması olduğunu belirten Amerikalı akademisyen, bu anlamda Washington açısından sorunun Çin'in güçlenmesi değil, bu gücüyle ne yapacağı olduğunun altını çizmektedir. Çin'in Şi Cinping yönetiminde giderek daha Leninist ve otoriter bir yönetim olma yolunda sinyaller verdiğini iddia eden konuşmacı, bunun ise doğal olarak çatışmacı siyasete neden olacağını düşünmektedir. Çin ile ABD arasındaki rekabetin Batı ile Doğu arasında bir mücadele olmadığının da altını çizen Medeiros, Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong'un Foreign Affairs dergisinde yazdığı son makalesinde[3] kullandığı değerlerin Batı kaynaklı değerler olduğunu vurgulayarak, Şi Cinping ve mevcut Çin yönetiminin bilinçli öz çıkar (enlightened self-interest) yaklaşımına sahip olmadığını iddia etmektedir. Bu anlamda, Medeiros, Çin'in son dönemde güçlenmesiyle birlikte gücünü Amerikan çıkarlarının değil, küresel çıkarların aleyhine kullandığını düşünmekte ve bu nedenle ülkesinin Çin'le ilişkilerini gerdiğini vurgulamaktadır. ABD'nin tavrının bir zorunluluk olduğunu da vurgulayan konuşmacı, zira Japonya ve Avustralya dışında Çin'in Hong Kong'daki uygulamalarına tepki gösterebilen bir Asya ülkesinin olmadığını hatırlatmaktadır. 

Konuşmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; katılımcıların görüşlerini makul çerçevede tuttukları görülmekle birlikte, Kishore Mahbubani'nin Çin'e, Karen Harris ve Evan S. Medeiros'un ise ABD'ye daha yakın durdukları belirtilebilir. Harris'in en önemli tespitleri; ABD ile Çin arasındaki ticaretin kademeli olarak azalacağı öngörüsü ve Washington'ın Pekin'e karşı ya askeri/çatışmacı, ya da nüfuz alanları oluşturmak ve müttefikleri desteklemek suretiyle Çin'e daha ılımlı bir yaklaşım oluşturacağı yönündeki vurgusudur. Kishore Mahbubani'nin tartışmaya ve genel olarak literatüre en önemli katkısı, Asya yüzyılının ve Çin'in süpergüce dönüşmesinin artık önlenemez olduğu görüşü ve Çinlilerin diğer devletlere yaklaşımının Batılı devletlerin geçmişte güçlendikleri dönemde uyguladıkları politikalara kıyasla çok daha barışçıl olduğu görüşüdür. Evan S. Medeiros'un tartışmaya en önemli katkısı ise, Çin'in Şi Cinping döneminde uygulamaya başladığı iddialı tavırlarının ABD'den ziyade küresel siyasal ve ekonomik sistem açısından riskli olduğu ve ABD'nin politikalarında yumuşamaya geçilebilmesi için Çin'in de kendi tavırlarını gözden geçirmesi gerektiği yönündeki vurgudur. 

ABD-Çin rekabetine dair kanımca söylenmesi gereken en önemli unsur, Washington'ın Çin'in ekonomik liderliğinin olduğu yeni bir dünya düzeninde küresel liderliğini ve mevcut Bretton Woods sistemini nasıl koruyacağına dair stratejik planlamalarına başlaması gerektiğidir. Çin'in ekonomik liderliği, kesinlikle dünya düzenini artık Çin'in belirleyeceği anlamına gelmemekle birlikte, bunun Çin'in bölgesel ve küresel etkisini daha da arttıracağı yadsınamaz bir gerçektir. Bu anlamda, ABD, yeni dönemde yumuşak güç unsurlarını daha iyi kullanmak ve müttefikleriyle (başta AB olmak üzere) daha iyi ilişkiler kurmak zorundadır. Diğer bir seçenek ise, Çin'e karşı sertlik politikasına yönelmek ve bir Uzak Asya'da girişilecek büyük bir savaşın fitilini ateşlemek olabilir. Ancak bunun maliyeti çok çok ağır olacağı için, ABD, bunu yapmaya da cesaret edememekte ve Donald Trump döneminde ekonomik yaptırım, yüksek tarifeler ve siyasi suçlamalarla Çin'in yükselişini yavaşlatmaya çalışmaktadır. Trump'ın bu politikasını çok eleştirenler olmakla birlikte, Trump'ın rakibi Demokrat Joe Biden'ın da Çin konusunda hiç de ılımlı bir profil sergilemediğini bu noktada hatırlamak gerekir.[4] Bu anlamda, ABD-Çin rekabeti, 21. yüzyılda en önemli akademik ve siyasi tartışma konusu olmayı sürdürecek gibi gözükmektedir. Türkiye'de de bu konuda daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak her iki ülkeyle de yakın ilişkileri olan Avustralya, bu rekabetin ön cephesi ve en önemli fikirlerin yeşerdiği ülke olacak gibi gözükmektedir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/virtual-meeting-way-forward-us-china-relations-collaboration-or-competition.
[2] Kitap hakkında bir analiz için; http://politikaakademisi.org/2020/06/16/kishore-mahbubaniden-has-china-won-the-chinese-challenge-to-american-primacy/.
[3] Bakınız; https://www.foreignaffairs.com/articles/asia/2020-06-04/lee-hsien-loong-endangered-asian-century.
[4] Bakınız; https://www.brookings.edu/blog/order-from-chaos/2020/05/28/how-should-biden-handle-china/.

18 Haziran 2020 Perşembe

Çin-Hindistan İlişkilerinde Tehlikeli Gerilim


Çin Halk Cumhuriyeti ile Hindistan arasında zaman zaman yumuşayan, zaman zaman gerilen ilişkiler, önceki gün Keşmir bölgesinde sınırda yaşanan çatışmalarla bir kez daha gerildi. Üstelik, çatışmalar, bu kez tam 20 Hindistan askerinin ölümüne yol açtı. Çin tarafı herhangi bir kayıp bildirmezken, Hindistan kaynaklı ANI haber ajansı (ANI News), çatışmalarda 43 Çin askerinin öldüğünü iddia ediyor. Bu nedenle, bu olayın 45 yıl sonra bir ilk olduğu ve iki ülke ilişkilerine ciddi olumsuz etkilerinin olabileceği iddia ediliyor. Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar olaylar nedeniyle Çin’i suçlarken, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de ilk saldırının Hindistan askerlerinden geldiğini iddia etti. Buna karşın, iki ülkenin Dışişleri Bakanları bu konuyu dün telefonda görüşerek, gerilimin tırmandırılmaması konusunda uzlaştıkları mesajını verdiler. Bu yazıda, Çin-Hindistan ilişkilerinde yaşanan tehlikeli gerilimi ve bunun nedenlerini kısaca anlatmaya çalışacağım.

Çatışmaların yaşandığı Keşmir bölgesindeki Galwan Vadisi’nde yer alan Çin-Hindistan sınırı haritası

Çin ile Hindistan ilişkilerinde yaşanan gerginliklerin temeli, tarihi Keşmir Sorunu’na ve 1962 Çin-Hindistan Savaşı’na dayanıyor. Hindistan, Pakistan ve Çin arasında dağlık bir bölge olan ve Himalaya Dağları’nın eteklerindeki Keşmir, Hindistan ve Pakistan’ın bölünmesinin ardından bu iki ülke arasında bölüşülmüştür. Keşmir'in doğusunu oluşturan ve Aksay Çin (Aksai Çin) olarak bilinen dağlık bölge ise, 1962 yılındaki Çin-Hindistan Savaşı’nın ardından Çin tarafından kontrol altına alınmıştır. Bölgenin Srinagar ve Cemmu kentlerini içine alan güney kısmı Hindistan’ın Cemmu Keşmir eyaletini oluştururken, Pakistan kontrolünde olan kuzey kısmına Azadi Keşmir adı verilmiş, doğuda nüfusun az olduğu dağlık kısım ise Çin’in kontrolünde kalmıştır. Keşmir bölgesindeki sorunun temelinde, üç ülke (bilhassa da Hindistan ile Pakistan) arasında yaşanan sınır anlaşmazlıkları ve Hindistan bölgesinde yaşayan Müslümanların kendi yönetimlerine karşı ayaklanmaları bulunmaktadır. 1948 ve 1965’te Pakistan ile Hindistan arasında iki defa savaşa neden olan Keşmir bölgesinde, 1972 yılında Birleşmiş Milletler gözetimi ve arabuluculuğunda “kontrol hattı” verilen bir ateşkes hattı oluşturuldu. Buna rağmen, sınır bölgesinde zaman zaman yaşanan çatışmalar hiç sona ermedi. Hindistan’ın kontrolü altında bulunan Keşmir bölgesinde yaşayan Müslümanların düzenledikleri protesto gösterileri ve yaşanan ayaklanmalar temel sorunu oluştururken, bu konu özellikle bu iki ülke arasında sorun olmaya devam etti. 1999 yılında Hindistan ile Pakistan arasında üçüncü defa savaş yaşanınca, 2003 yılında iki ülke arasında bir ateşkes anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile ilk yıllarda sınır çatışmaları ciddi anlamda azaltılsa da, 2016 yılından itibaren iki ülke arasındaki rekabet ve sınır çatışmaları yeniden yükselmeye başladı. Öyle ki, 2016 Eylül-2018 Mayıs döneminde iki ülke arasında yaşanan çatışmalarda tam 150 asker hayatını kaybetti. Son dönemde vuku bulan bir diğer ilginç gelişme ise, 1962 savaşından yıllar sonra, Keşmir’de, Hindistan ile Pakistan arasında yaşanan gerilimin Hindistan ile Çin ilişkilerine de yansıması oldu.

Hatırlanacak olursa, Başbakan Narendra Modi döneminde giderek Hindu milliyetçiliği politikalarına yönelen Hindistan, 2019 yılı içerisinde yaptığı bir düzenlemeyle, ki düzenlemenin gerekçesi Hindistan’ın geri kalanıyla Keşmir bölgesinin entegrasyonunu sağlamaktır, Cammu Keşmir eyaletinin özerk statüsünü kaldırmıştı. Bu karara daha çok Pakistan tepki gösterirken, Çin’in de bu karardan memnun olmadığı son gelişmelerle birlikte anlaşılmış oldu. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde Hindistan-Çin ilişkileri konusunda çalışmalar yapan Hüseyin Korkmaz, iki ülke arasındaki sınır çatışmalarının 1962’den beri devam ettiğini, 1993’te Hindistan-Çin Sınır Alanlarındaki Fiili Kontrol Hattı Boyunca Barış ve Huzurun Korunması Anlaşması ile bu konuda temel bir çerçeve belirlendiğini ancak meselenin henüz çözülemediğini belirtirken, çatışmaların topyekûn bir savaşa dönüşmesini ise zayıf bir ihtimal olarak değerlendiriyor. Korkmaz, iki ülke arasındaki sınır konusunda Yeni Delhi ile Pekin arasında 3.488 kilometrelik anlaşmazlık olduğunu belirtirken, Çin’in son dönemde Yeni İpek Yolu (Tek Kuşak Tek Yol) projesiyle güçlenmesinin ve bölgesel nüfuzunu arttırmasının da Hindistan’ı endişelendirmiş olduğuna dikkat çekiyor. Hindistan ile Çin arasındaki gerilim Keşmir ile sınırlı da değil; 2019 yılı başlarında Başbakan Modi’nin Güney Tibet’teki tartışmalı Arunaçal Pradeş (Arunachal Pradesh) bölgesini ziyaret etmesi de iki ülke arasında çeşitli polemiklere neden olmuştu. Bu olayın ardından 2020 yılı içerisinde Keşmir bölgesinde sınırda yaşanan gerilimler artarken, iki ülke askerleri arasında önce yumruklaşma, daha sonra durdurma olayları ve son olarak da silahlı çatışma yaşandı.

National Interest dergisi için bu konuyu değerlendiren Arif Rafiq, Keşmir’in özerklik statüsünün kaldırılmasının ardından Çin’in kamuoyu önünde sert bir tepki vermemesine karşın, müttefiki durumundaki Pakistan’ın durumu ve ABD ile Hindistan arasında yaşanan yakınlaşma nedeniyle Pekin’in bu konuda daha sert politikalara yönelmeye başladığını iddia ediyor. Bu bağlamda, Rafiq, Hindistan’ın Modi döneminde başlayan agresif politikalarından 2015 yılında Nepal’in de olumsuz etkilendiğini ve sonraki süreçte Çin’le yakınlaşmaya başladığını ifade ederek, ABD destekli Hindistan politikalarının Nepal’e benzer şekilde birçok ülkeyi Çin’in kucağı iteceğine dikkat çekiyor. The Diplomat dergisine yazan Sudha Ramachandran ise, Hindistan ile Çin arasındaki sınır sorunlarına dikkat çekerek, bu durumun iki ülke ilişkilerini olumsuz etkilediğini belirtiyor.

Bu gelişmeleri küresel siyaset bağlamında değerlendirmek gerekirse; birçok stratejist tarafından Batı hâkimiyetinin sona ereceği düşünülen 21. yüzyılın ilk çeyreğine doğru ilerlenirken, Asya ülkelerinin kendi aralarındaki sorunları çözmekten aciz olmaları ve buna uygun mekanizmaları yeterince geliştiremedikleri görülmektedir. Bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Pakistan gibi önemli Asya ülkelerinin üyesi oldukları Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) ne derece önemli ve gerekli bir uluslararası kuruluş olduğu gerçeği de karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, Çin’in yükselişine uluslararası hukuk temelinde devam etmesi, Asya bölgesi ve Asya ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını sürdürmeleri ve sınır çatışmalarının büyük çatışma ve savaşlara dönüşmesinin önlenmesi gibi amaçlarla, ŞİÖ’nün bu gibi konularda devreye girmesi gerekli gözüküyor. Ancak elbette başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri de, dünyadaki ekonomik ve siyasi üstünlüklerini kaybetmek istemeyecekleri için, Asya ülkelerinde milliyetçi-muhafazakâr ve çatışmacı liderleri desteklemeye devam edeceklerdir. Bu konuda ilk akla gelen kişi Filipinler lideri Rodrigo Duterte olup, Hindistan Başbakanı Narendra Modi de giderek benzer bir çizgide konumlanmaktadır. Bu bağlamda, Asya ülkelerinin kendi sorunlarını kendi oluşturdukları mekanizmalarla çözmeleri ve dışarıdan etki ve müdahalelere imkân tanımamaları daha doğru bir strateji gibi gözükmektedir. Ayrıca bölgede demokratik rejimlerin ve liberal uygulamaların yaygınlaşması da, kuşkusuz, bölgedeki çatışmaları körükleyen milliyetçi-muhafazakâr siyasetlere vurulmuş bir darbe olacaktır. Liberal değerlerin merkezi olduğunu iddia eden Batılı ülkelerin aşırı milliyetçi popülist liderlere destek vermesi de, aslında, kendileriyle çelişir durumlarına bir örnektir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA

16 Haziran 2020 Salı

Kishore Mahbubani’den ‘Has China Won? The Chinese Challenge to American Primacy’


Kishore Mahbubani (1948-), Singapurlu ünlü bir diplomat ve akademisyendir[1]. Hint asıllı bir aileden gelen Mahbubani, ülkesi Singapur’da uzun yıllar boyunca Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir diplomat olarak çalışmış ve ülkesi adına Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği gibi üst düzey görevlerde bulunmuştur. Mahbubani, Ocak 2001-Mayıs 2002 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Başkanlığı görevini de icra etmiştir. Diplomatlığı süresince akademik kariyerine de devam eden Mahbubani, Singapur Ulusal Üniversitesi’ne (National University of Singapore) bağlı Lee Kuan Yew Okulu’nda (Lee Kuan Yew School of Public Policy) Dekanlık yapmış ve Kamu Politikaları Profesörü olmuştur. 1991-1992 döneminde Harvard Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde (Center for International Affairs) araştırmacı olarak da çalışan Singapurlu diplomat ve akademisyen, halen Singapur Ulusal Üniversitesi’nin Asya Araştırmaları Enstitüsü’nde ders vermeye devam etmekte ve İtalya’daki Bocconi Üniversitesi’nin de mütevelli heyetinde yer almaktadır.

 Has China Won? The Chinese Challenge to American Primacy

Kishore Mahbubani, son yıllarda yazdığı popüler kitaplarla da adından söz ettirmektedir.[2] Can Asians Think? Understanding the Divide Between East and West (Steerforth, 2001), Beyond The Age of Innocence: Rebuilding Trust between America and the World (Perseus Books Group, 2005), The New Asian Hemisphere: The Irresistible Shift of Global Power to the East (PublicAffairs, 2008), The Great Convergence: Asia, the West, and the Logic of One World (PublicAffairs, 2013), Can Singapore Survive? (Straits Times Books, 2015), The ASEAN Miracle: A Catalyst for Peace (Ridge Books, 2017) ve Has the West Lost It? A Provocation (Penguin Books, 2018) gibi önemli eserleri olan Mahbubani, son olarak bu yılın Mart ayında PublicAffairs basımı yeni kitabı Has China Won? The Chinese Challenge to American Primacy (Çin Kazandı Mı? Amerikan Önceliğine Çin Meydan Okuması) adlı eseri[3] yayımlamış ve dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu yazıda, yazarın bu kitaba dair verdiği bir mülakatta ifade ettiği görüşler analiz edilecektir.

Mahbubani-Johnson mülakatı

Yazıda yararlanacağımız kaynak, Kishore Mahbubani’nin birkaç hafta önce Rob Johnson’a verdiği özel mülakattır. Bu mülakatta, deneyimli diplomat, akademisyen ve yazar, sözlerine, ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında gelişen jeopolitik rekabetin "hem kaçınılmaz, hem de önlenebilir" olduğunu iddia ederek başlamaktadır. Bu çelişkili gibi algılanan iddiasını desteklemek için, Mahbubani, daha sonra çeşitli argümanlar ileri sürmektedir. Son dönemde iki ülke arasındaki rekabet algısının her iki tarafın da yaptığı bazı hatalar nedeniyle çok ileri noktalara ulaştığını belirten konuşmacı, buna karşın, dünya tarihinin, bizlere, hâlihazırdaki bir süpergüç ile onun yerine gelmesi muhtemel yükselen bir güç arasında rekabet oluşmasının (Graham Allison’ın son kitabı Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap? eserinde belirttiği gibi) kaçınılmaz olduğunu öğrettiğini hatırlatmakta ve bu nedenle iki ülke arasındaki jeopolitik rekabetin doğal olduğunun altını çizmektedir. Bu rekabetin son dönemde artmasını tetikleyen sebebi ise, Mahbubani, ABD Başkanı Donald Trump’ın başlattığı ticaret savaşlarına rağmen, geçtiğimiz yıllarda karşılıklı ticaret yaparak çok gelişen ve büyük kârlar elde eden Amerikalı ve Çinli iş dünyası temsilcilerinin bu gidişatı durdurmak konusunda etkisiz ve isteksiz kalmaları olarak açıklamaktadır. Konuşmacı, ayrıca, Amerikalı stratejistlerin Çin konusunda uzun vadeli bir stratejileri olmadan hareket ettiklerini ve 2000 yılı aşkın süredir devlet olarak var olan ve ABD’nin 4 katı nüfusa sahip Çin gibi köklü ve dev bir ülkeye karşı bunun bir hata olduğunu iddia etmektedir. Kitabının özellikle Amerikalıların bu tavrına karşı onları dostça uyarmak amacıyla yazıldığını belirten Mahbubani, ABD’de son 30 yıldır toplumun yarısını oluşturan emekçi kesimlerin gelir seviyelerinin düştüğünü ve bunun bu ülkedeki yapısal problemlerden kaynaklandığını vurgulamaktadır. ABD’nin artık bir demokrasiden çok bir plütokrasi[4] olduğunu da iddia eden konuşmacı, Çin’de ise aynı 30 yıllık dönemde toplumun daha yoksul kesimlerinin gelir seviyeleri ve yaşam standartlarının geliştiğini ve sosyal sınıflar arasındaki gelir seviyesi farkının kapandığını belirtmektedir. Çin tarihinde daima varoluş mücadelesi vermek zorunda kalmış ve büyük zorluklar çekmiş Çin halkının, Çin Komünist Partisi (ÇKP) yönetiminde bilhassa son 30 yılda çok iyi bir gelişim seyri gösterdiğini belirten Mahbubani, bu nedenle ABD’nin ve genel olarak Batı dünyasının Çin’e yönelik demokratikleşme ve komünizmden (ÇKP’den) kurtulma taleplerinin anlamsız olduğunun altını çizmektedir. Çin Komünist Partisi’nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi gibi oligarşik bir yapıda değil, meritokrasi esaslarına göre kurulduğunu ve siyasi faaliyetlerini bu temelde düzenlediğini vurgulayan konuşmacı, bu anlamda ÇKP’nin toplum nezdinde bir meşruiyet krizi olmadığını düşünmektedir. Bu bağlamda, yazar, ayrıca, ABD ile Çin mücadelesinin bir demokratik rejim ile komünist rejim arasındaki rekabetten ziyade, bir plütokrasi ile meritokrasi arasındaki farklılıklardan kaynaklandığını iddia etmektedir.

Çin’in Çin Komünist Partisi yönetiminde, Deng Xiaoping’in 1979’da başlattığı modernleşme programından itibaren son 40 yılda başardıklarının inanılmaz olduğunu düşünen Kishore Mahbubani, Çin’de 1,4 milyar nüfusu bir arada tutma ve yönetmenin de çok zor bir iş olduğunun ve geçmişte Çin yönetimlerinin sıklıkla bunu başaramadığının altını çizmektedir. Konuşmacı, ÇKP’nin temel hedefinin de -Sovyet dönemi komünist partilerinden farklı olarak- komünizmi yaymak değil, Çin medeniyetini canlandırmak ve dünyada Çin’e yönelik saygıyı arttırmak olduğunu söylemektedir. Günümüzde, ABD-Çin rekabetinde, geçmişte Sovyet Rusya'nın yaptığı gibi davranan (ideoloji ve rejimini ihraç etmek) tarafın da ilginç bir şekilde ABD olduğunu kaydeden Mahbubani, bu rekabetin derinleşmesi halinde bir kazanan ve bir kaybeden taraf olmayacağını ve her iki tarafın da kaybedeceğini söylemektedir. Konuşmacı, buna örnek olarak da ABD’nin ekonomik gelişimi için askeri harcamalarını azaltması gerektiği gerçeğine vurgu yapmaktadır. Yüksek askeri harcamalar yerine araştırma ve geliştirme (R&D) alanına yatırım yapılması halinde ABD’nin Çin’le rekabette daha avantajlı olabileceğini düşünen konuşmacı, gerçek rekabetin bu alanda (ileri teknoloji) olduğunu vurgulamaktadır. ABD’nin siyasi yapısından kaynaklanan sorunlar nedeniyle savunma bütçesine gereksiz ve aşırı pay ayrıldığını belirten konuşmacı, ABD’nin Çin’le gerçekten ekonomik anlamda rekabet etmek istiyorsa askeri harcamalarını yarı yarıya azaltması gerektiğini iddia etmektedir. Çinlilerin sanıldığının aksine ABD’nin askeri harcamalarını arttırması ve yeni uçak gemisi filosu kurmasından memnuniyet duyduğunu da vurgulayan konuşmacı, bu sayede ABD’nin ekonomik sorunlarının arttığını ve bunun ABD’nin Çin’le teknolojik gelişim ve ekonomik nüfuz anlamında rekabet etmesini zorlaştırdığını düşünmektedir.

Konuşmasının son bölümünde ABD ile Çin arasında her zaman bir rekabet algısı olabileceği ve sorunlar yaşanabileceğini belirten Kishore Mahbubani, buna karşın bu tarz sorunlar karşısında daima çok taraflı (multilateral) çözümler geliştirmek arayışında olunması gerektiğini söylemekte ve özellikle sibergüvenlik konusuna vurgu yapmaktadır. Mahbubani, bu konuda bir öneri olarak, tarafların birbirleriyle rekabetinde ve hackerlar arası mücadelelerde bazı ortak değerlerin benimsenmesi (barajlara, hastanelere ve elektrik hizmetlerine saldırılmaması vs.) gerekliliğini belirtmektedir. Mahbubani, ayrıca, ABD dolarının uluslararası piyasalarda hâkim para birimi olma özelliğini sürdürdüğünü; ancak ABD’nin para birimini siyasi bir mekanizma haline getirmesi nedeniyle, Çin başta olmak üzere birçok ülkenin artık uluslararası anlaşmalarda doları tercih etmediğini vurgulayarak sözlerine son vermektedir.

Konuşmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; Singapurlu diplomat ve akademisyen Kishore Mahbubani’nin ABD-Çin rekabetinde Pekin’e daha yakın bir pozisyon aldığı ve ABD’nin özellikle Donald Trump döneminde uygulamaya soktuğu politikaları hatalı bulduğu yorumu yapılabilir. Bana kalırsa, elbette dünyada istikrar ve barışın hâkim olması için Çin ve diğer tüm ülkelerin de mümkün olduğunca sisteme dâhil edilmesi gereklidir. Ancak ağır insan hakları ihlalleri (katliamlar, soykırımlar, kimyasal silahların kullanılması vs.) yaşanan durumlarda bile Rusya ve Çin gibi ülkelerin kendi müttefikleri bunu gerçekleştiriyorsa tepkisiz kalmaları (örneğin Suriye’de yaşanan olaylar), uluslararası hukukun ve normların derinleşmesi ve gelişmesini engellemekte ve ABD ve Batı ülkelerini de benzer pozisyon almaya itmektedir. Bu nedenle, tüm devletlerin uluslararası normların ve hukukun gelişmesi için uluslararası düzene katkı sağlamaları daha doğru olan tavırdır. Bu nedenle, bu kitabın alınması ve okunması da faydalı olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Kishore_Mahbubani.
Web sitesi için; https://mahbubani.net/.
[2] Kitapları için bakınız; https://www.amazon.com/Kishore-Mahbubani/e/B000APJQWS/.
[3] Kitabı buradan alabilirsiniz; https://www.amazon.com/gp/product/B07W55F4G9/.
[4] Yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik yönetim biçimi.

3 Haziran 2020 Çarşamba

Fransız Tarihçi Dr. Maxime Gauin'le Röportaj


Dr. Maxime Gauin, Ağustos 2012’den bu yana AVİM (Avrasya İncelemeleri Merkezi) bünyesinde misafir akademisyen olarak araştırmalarını sürdürmektedir. Tarih alanındaki lisans derecesini Université Bordeaux-III’da (2005), Çağdaş Tarih alanındaki yüksek lisans derecesini ise Université Paris-I Sorbonne ve École Normale Supérieure de Lyon’da tamamlamıştır (2010). Gauin, kısa bir süre önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Tarih bölümündeki doktorasını tamamlayarak Tarih alanında Doktor unvanı kazanmıştır. Maxime Gauin, AVİM’deki çalışmalarından önce Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda (USAK) da araştırmacı olarak görev almıştır. European Journal of International Law, Journal of Muslim Minority Affairs, International Review of Turkish Studies ve diğer hakemli dergilerde akademik makaleler yayınlamıştır. Kendisi, aynı zamanda, Hürriyet Daily News, Daily Sabah, Haaretz, The Jerusalem Post, ve Cumhuriyet gibi gazeteler için köşeyazıları yazmıştır. Gauin, “Ermeni Meselesi” ve Fransız-Türk ilişkilerinin çağdaş yönleriyle ilgili olarak çalışmalar yapmaktadır.

Academia Sayfası: https://metu.academia.edu/MaximeGauin

Dr. Maxime Gauin

Dr. Ozan Örmeci: Maxime Gauin, röportaj için bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. 1915 olaylarını veya Ermeni Meselesi’ni “soykırım” olarak tanımlamamanız bağlamında sıradışı bir Fransız akademisyensiniz. Bize lütfen 1915 yılında neler olduğunu ve neden bu trajik olayların soykırım kapsamında değerlendirilemeyeceğini anlatabilir misiniz?

Dr. Maxime Gauin: Meslektaşlarımla kıyasladığınızda beni “sıradışı” bulmanızın sebebi, arşivlerden yüzlerce kutu ve mikrofilmlik kayıtları ve 50 sayfalık bir bibliyografya uzunluğundaki kaynakları incelemiş olmam. Aslında Fransa’daki tüm önemli Türkiye uzmanları (Paul Dumont, François Bacqué-Grammont, Robert Mantran, Odile Moreau, Xavier de Planhol, Gilles Veinstein ve Stéphane Yerasimos gibi isimleri sayabiliriz) Ermeni Soykırım iddialarına karşı ya eleştirel duruş sergilemektedir, ya da buna alenen karşı çıkmaktadır. Ancak bu konuda bugüne kadar yapabilecekleri kadar yoğun araştırma yapmamışlardır. Ermeni Soykırımı olduğunu iddia eden Fransız akademisyenlerin ise hiçbiri tarihçi değildir; Yves Ternon cerrah, Jean-Marie Carzou [Zouloumian] ise edebiyat uzmanıdır. Tarihçi Vincent Duclert ise, arşivlere girmediği, literatürü görmezden geldiği ve “Dreyfus Olayı” uzmanı olduğu için bu konuda yeterlilik sahibi değildir.

Meselenin temelinde şu konu var: 1915 Olayları, Ermeni milliyetçilerinin yarım asır boyunca devam eden isyan girişimleri (Zeytun İsyanları-1862, 1878, 1895-96, Birinci ve İkinci Sason İsyanı-1894, 1904, Van İsyanı-1896, 1882 Erzurum Olayları, 1895 yılındaki kalkışma ve terörist eylemler, 1890 Selanik Yangını, 1896’daki Osmanlı Bankası Baskını, 1905 yılında Sultan II. Abdülhamid’e karşı düzenlenen Yıldız Suikastı ve 1909 Adana Katliamı) değerlendirilmeden anlaşılamaz.

1914-1915 yıllarında, Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı kapsamında birçok cephede (Kafkasya, Irak, Sina ve Çanakkale) mücadele veriyor ve aynı zamanda iç isyan ve karışıklıklarla uğraşıyordu. Kuzeydoğu Anadolu’da Ermeni isyancıların temel amaçları; Osmanlı Ordusu’nun Ruslarla savaşırken ikmal yapabileceği yolların kesilmesi, benzer şekilde telgraf hatlarının kesilmesi ve sayıca çok olmaları durumunda Ruslarla birlikte bütün bir vilayette kontrolün sağlanmasıydı. Özellikle sınırı 1914’de geçen Ermeni gönüllü birlikleri bu konuda etkili olmuşlardır ki, aralarında en ünlüleri 1908-1912 döneminde Osmanlı Meclisi’nde mebusluk yapan Karekin Pastırmacıyan ve geleceğin Nazi subayı olacak Garegin Njdeh’dir.

Çukurova ve komşu vilayetlerde (bilhassa Zeytun) Ermeni milliyetçilerinin hedefi İstanbul ve Anadolu ile Arap vilayetleri arasındaki demiryolu (tren) hattının kesilmesi ve mümkünse İngiliz ve Fransızların bölgeye çıkışlarına zemin hazırlamaktı. 1914 yılı ve 1915 yılı başlarında İngiliz Donanması’nın bazı amfibik operasyonları ve Fransız gemilerinin bombalamalarına karşın, Paris ve Londra arasında artan rekabet, Fransız hükümeti ile Ermeni milliyetçileri arasında savaşın başlarında iletişim olmaması, Fransız askeri uzmanlarının askeri çıkarma için Beyrut’u tercih etmeleri ve İngiliz hükümetinin de Çanakkale’ye ağırlık vermesi nedeniyle bu gerçekleştirilemedi. Ayrıca Osmanlı başkenti İstanbul ve Çanakkale arasındaki iletişimi kesmek amacıyla Bursa’da da bazı isyanlar başlatıldı.

Başlarda, Osmanlı hükümeti, bu isyanlara, Ermeni milliyetçi komitelerinin başını ezerek (özellikle İstanbul’da 23-24-25 Nisan’da yapılan tutuklamalarla), yerel düzeyde iskân ve tehcir politikaları uygulayarak ve kısıtlı askeri operasyonlarla cevap verdi. Ancak 1915 yılı Mayıs ayında Van’daki senaryonun Sivas ve Erzurum’da da tekrar etme ihtimaline karşı daha sert tedbirlere yönelindi. Bu önlemler, İspanyol Ordusu’nun Kübalı ayrılıkçılara, İngiliz Ordusu’nun Güney Afrika’daki Boerlere ve Amerikan Ordusu’nun Filipinler’deki milliyetçilere karşı uyguladıkları başka yere yerleştirme uygulamalarından esinlenmiştir. Bunun ardındaki mantık ise şudur: bir isyan halkın bir bölümü veya tamamından destek alıyorsa, isyanı geleneksel yöntemlerle bastırmak mümkün olmaz; bu nedenle de yer değiştirme (tehcir) politikaları ile sivillerin isyancılara destek sağlamasına engel olunmalıdır.

500.000 Osmanlı Ermenisi’nin tehcirden muaf tutulmalarının (en ünlüleri Osmanlı Bankası Genel Müdürü Berç Keresteciyan ve Senatör Manuk Azaryan’dır) ve katliamların sistematik olmamasının yanı sıra, Osmanlı hükümeti devlet görevlilerine gıda sağlamaları emrini vermiş, Amerikan misyonerleri, Alman diplomatları ve İsviçreli hayırseverlerinin desteklerine de izin vermiştir. Ekim 1915-Ocak 1917 döneminde 1.397 Müslüman da Ermenilere karşı işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırılmıştır. “Andonyan Belgeleri” ve “On Emir” dokümanlarının ise sahte oldukları ortaya çıkmıştır. (Bu konuyu araştırmak isteyenler için birkaç önemli yayın: Gwynne Dyer, “Correspondence”, Middle Eastern Studies, Cilt 9, No: 3, Ekim 1973, ss. 377-382; Ömer Engin Lütem & Yiğit Alpogan, “Değerlendirme Yazısı: Öldürme Emirleri: Talat Paşaʼnın Telgrafları ve Ermeni Soykırımı”, Ermeni Araştırmaları, No: 62, 2019, ss. 99-132; Şinasi Orel & Sürreya Yuca, Ermenilerce Talat Paşa'ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1983).
Bu argümanlarla karşılaştıklarında, soykırım tezini savunanlar “Artık İstanbul dışında Türkiye’de hiç Ermeni kalmadı” görüşünü ileri sürüyorlar. Öncelikle bu görüş yanlış; hâlâ Hatay’da ve daha az olmak üzere Ankara’da Ermeniler yaşıyorlar. 1970’lere kadar sayıları çok daha fazlaydı. 1920’lerin ortalarına kadar Karadeniz kıyısında bile Ermeniler vardı. Ayrıca bu görüşte kronoloji de görmezden geliniyor. Batı Anadolu’da Ermenilerin ortadan kaybolması, Yunan Ordusu’nun 1922 yazında uyguladıkları yakıp yıkma taktiklerinden kaynaklanmıştır. Bu dönemde tüm Türkleri öldürmeye ve tecavüz etmeye yeltenen Yunan Ordusu, Rum ve Ermeni gibi Hıristiyan unsurları da bölgeyi terk etmeye zorlamıştır. Hıristiyan tebaanın Doğu Trakya’dan çekilmesi ise daha barışçıl olmuştur; ancak Türk Ordusu’nun değil, Yunan güçlerinin baskısıyla Hıristiyanlar Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Konya’daki Ermeni nüfusun azalması ise büyük ölçüde 1919’da Adana’ya davet edilmelerinden kaynaklanmıştır. Bu göçmenler, 1920 yılında Fransız yetkilileri tarafından Lübnan’a yollanmıştır.

Dr. Ozan Örmeci: 1915 Olayları hakkındaki görüşleriniz nedeniyle ülkeniz Fransa ve başka bazı ülkelerde baskı görüyorsunuz. Geçmişte Türkiye’de de Ermeni Soykırımı olduğunu iddia edenlere yönelik bazı baskılar yaşanmıştı. Sizce bu konu neden bu kadar siyasi bir mesele haline geldi ve bu konuda tarihçilerin özgürce bir tartışma yaparak bir uzman görüşüne ulaşmaları mümkün değil mi?

Dr. Maxime Gauin: Bu konuda aşağılandım (2010 yılı Nisan ayında bir Ermeni milliyetçisi beni aşağıladığı için ceza almıştır), karalandım (4 dava halen devam ediyor), ölümle tehdit edildim, yeterince cesur olmayan bazı dergi editörleri de tehdit aldıkları için makalelerimi yayınlamaktan vazgeçtiler... Ama Collège de France’dan Osmanlı Tarihi Profesörü Gilles Veinstein’ın başına gelenler çok daha zordu. 1998-2004 döneminde aleyhinde yapılan karalama kampanyalarının da etkisiyle, Veinstein, kanser oldu ve 2013 yılında vefat etti. California Üniversitesi-Los Angeles’ta ders veren Profesör Stanford Jay Shaw ise 1977’de Ermeni teröristlerin düzenlediği bombalı bir saldırıya uğradı ve 1982’de suikastçılardan kaçabilmek için 6 ay süreyle Türkiye’ye gelmek zorunda kaldı. Bunlarla kıyaslandığında Türkiye’de hiçbir baskıdan söz edemeyiz; hatta Leninist ve Kürt milliyetçisi görüşlerini açıkça ifade eden akademisyenlere yönelik ülkenizdeki hoşgörüyü hayranlıkla karşılıyorum.

Bu konu en başından beri siyasi bir mesele olarak gelişti. 1960’ların ortalarında, Ermeni Meselesi, Sovyetler Birliği’nin Batı kampını ikiye bölme ve Türkiye ile müttefiklerinin arasını açma politikası ve Ermeni diyasporasının Gregoryen Kilisesi, Ermeni Devrimci Federasyonu, Hınçak ve Ermeni Demokrat Liberal Parti-Ramgavar Partisi aracılığıyla yaptığı  çabalar sonucunda ortaya çıktı ve 1970’lerde ve 1980’lerde de terörist eylemlerle derinleşti. Türk Başkonsolosu Kemal Arıkan’ın katili Hampig Sasunyan’ın durumunu veya “Lizbon Beşlisi” olarak bilinen kamikaze teröristleri düşünün... Sovyetler Birliği’ne özlem duyanlar ve terör saldırılarını ananlarla ne gibi bir tartışma bekliyorsunuz ki?

Dr. Ozan Örmeci: Yıllardır Türkiye’de yaşıyorsunuz. Doktoranızı ODTÜ’de tamamladınız ve AVİM’de uzman olarak çalışıyorsunuz. Bir Fransız akademisyen olarak Türkiye’deki hayatınız nasıl?

Dr. Maxime Gauin: Türkiye’de tatmin edici bir hayatım var. Türk halkının misafirperverliği gerçekten de abartılan bir konu değil.

Dr. Ozan Örmeci: Son yıllarda Türkiye-Fransa ilişkileri en iyi dönemini yaşamıyor. Türkiye-Fransa ilişkilerinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Maxime Gauin: Son birkaç yılda fırsatlar kaçırıldı. Yani 2012’de Nicolas Sarkozy’nin tekrar seçilememesini ve 2017’de Emmanuel Macron’un seçilmesini kastediyorum. Macron ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk temasları hiç de olumsuz değildi. Ancak Türk göçmenlerin çocukları Fransa’da en kötü eğitim düzeyine sahip grup durumundalar ve dernek başkanları bile 300 kelimeden fazla Fransızca konuşamıyor. Üstelik bu kadar çok sayıda Türk’ün yaşayıp bir çatı derneğine sahip olmadıkları dünyada tek bir ülke var: Fransa. Türk kökenliler için Fransa’da sınıf atlamanın formülü genelde babadan kalan işlerine devam etmek ve bunları geliştirmek. Ancak fizikçi, avukat, siyaset bilimci, gazeteci gibi üst düzey meslekleri olan Fransa’daki Ermenilere karşı bu elbette yeterli olmuyor. Ayrıca ne yazık ki Ermeni ve Kürt milliyetçilerine karşı Fransa’daki meslektaşlarımın ve gazetecilerin de yeterince cesur olamadıklarını düşünüyorum.

Dr. Ozan Örmeci: Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 24 Nisan’ın “Ermeni Soykırımını Anma Günü” olarak kabul edilmesini sağladı. Sizce Macron’un bu tavrı insani hassasiyetlerden mi yoksa iç politik saiklerden mi kaynaklanıyor?

Dr. Maxime Gauin: Dürüst olmak gerekirse, Fransa için 1915 Olayları’nın hiçbir önemi yok. Birçok meslektaşım da bu konuyu önemsemiyorlar. Ancak bu konuda Ermeni milliyetçilerine karşı on yıllardır yeterince mücadele verilmediği için bu konuda güçlü bir algı var. Oysa Türkler ve dostları bu konuda mücadele verdikleri zaman daima kazanıyorlar. Örneğin, 1981-1995 döneminde Fransa Cumhurbaşkanı olan François Mitterrand’ın Ermeni Soykırımı olduğu yönündeki görüşünü ortak bir tarih komisyonu kurulması görüşüyle değiştirmesi tam 2 yıl (Ocak 1984-Ocak 1986) aldı. Mayıs 2011’de Ermeni Soykırımı’nı reddedenlerin cezalandırılması öngören Masse Yasası Senatörlerin büyük çoğunluğunca reddedildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin buna benzeyen Boyer Yasası’nı Christmas’dan kısa süre önce gündeme getirmesi akıllıca bir karardı; zira çoğunluğuna güvenmiyordu ve zaten sadece 25 milletvekili yasa lehinde oy kullandı. 76 vekilin imzasıyla Anayasa Konseyi’ne giden yasa, 2012 yılı Şubat ayında reddedildi ve bu konu gündemden kalktı.

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Maxime Gauin, röportaj için size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Tarih: 03.06.2020

2 Haziran 2020 Salı

Interview with French Historian Dr. Maxime Gauin


Dr. Maxime Gauin is working as Visiting Professor and continues to make research since August 2012 for Turkish think-tank AVİM (Avrasya İncelemeleri Merkezi). Gauin took his BA degree from the department of History at Bordeaux-III (2005). He completed his master studies at Paris-I Sorbonne University and École Normale Supérieure de Lyon in the department of Contemporary History. Dr. Maxime Gauin took PhD degree recently from the History department at METU (Middle East Technical University). Gauin previously worked as researcher for USAK, another Turkish think-tank. He made publications in academic journals including European Journal of International Law, Journal of Muslim Minority Affairs, and International Review of Turkish Studies. Moreover, his articles were published in important newspapers such as Hürriyet Daily News, Daily Sabah, Haaretz, The Jerusalem Post, and Cumhuriyet. Maxime Gauin is an expert on Armenian Question (1915 events) and Turkish-French relations.


Maxime Gauin

Dr. Ozan Örmeci: Maxime Gauin, thank you for the interview. You are an exceptional scholar from France in the sense that -unlike many other French scholars- you do not describe 1915 events as “genocide”. Could you please tell us what had happened in the Ottoman Empire in 1915 and why this unfortunate event cannot be called as “genocide”?

Dr. Maxime Gauin: I am exceptional among my compatriots/colleagues only in the sense that I have worked on the Armenian Question in using hundreds of boxes and microfilms from the archives, as well as a more than 50 pages long bibliography and various compilations of published documents. All the main experts of Turkish history in France (Paul Dumont, François Bacqué-Grammont, Robert Mantran, Odile Moreau, Xavier de Planhol, Gilles Veinstein, Stéphane Yerasimos) have been either skeptical toward the “Armenian genocide” claims or explicit opponents to this charge. However, they did not work on this issue as much as they could. Most of those who promote the “Armenian Genocide” charge in fact are not historians (such as Yves Ternon, who is a surgeon by profession, and Jean-Marie Carzou [Zouloumian], who is a specialist of literature) or have no qualification to say anything on the subject (such as Vincent Duclert, who is a specialist of the Dreyfus Affair and has never set foot in any archive related to the Armenian issue and ignores a large part of the bibliography itself).

On the core of the issue now: First of all, the 1915 events cannot be understood without considering the half-century of insurrectional activities by the Armenian nationalists, namely the revolts at Zeytun (1862, 1878, 1895-96), Sasun (1894, 1904), Van (1896), the failed plot of Erzurum (1882), the various uprisings and terrorist acts in 1895 (too numerous to be all cited here), the arson of Thessaloniki/Selanik in 1890, the hostage taking at the Ottoman Bank in 1896 (which was just one part of a more general scheme to devastate Istanbul, but the scheme was discovered at the last moment by the Hamidian police, except the part related to the Ottoman Bank), the attempt to assassinate Abdülhamit in 1905, the failed  the inter-ethnic clashes in Adana in 1909.

In 1914-1915, the Ottoman Empire was battling on several fronts (Caucasus, Iraq, Sinai, and soon Çanakkale) and was confronted to a series of revolts and uprisings. In North-Eastern Anatolia, the main aim of the Armenian insurgents was to cut the few roads sufficiently large for the transportation of the supply to the Ottoman Army fighting the Russians; to cut the telegraphic lines for the same reason; and, when they were sufficiently numerous, to seize a whole province (vilayet) in conjunction with the Russian forces, particularly by the Armenian volunteers’ units, largely made of Ottoman Armenians having crossed the boundary in 1914 (the most famous leader being Garegin Pasdermadjian, former deputy at the Ottoman chamber of deputies from 1908 to 1912, but we could also think to Garegin Nzhdeh, future Nazi officer).

In Çukurova and neighboring regions (Zeytun in particular), the main aim was to cut the only railroad connecting Istanbul and Anatolia with the Arab provinces, and if possible to cause an Anglo-French landing. There were several amphibious operations by the British Navy and bombing by French vessels, at the end of 1914 and during the first months of 1915, but no massive landing, for a series of reasons (the rivalry between Paris and London, the absence of links between the French government and the Armenian nationalists at the beginning of the war, the preference of several French officers for Beirut as a place of landing and the priority given by the British cabinet to the operation at Çanakkale). Around Bursa, there were uprisings, too, to attack the communications between the Ottoman capital city and the front of Çanakkale.

Initially, the Ottoman government tried to answer these revolts by police operations beheading the Armenian nationalist committees (particularly the arrests in Istanbul on 23, 24, and 25 April), local relocations and local military operations, but during the month of May 1915, the fear that the scenario of Van could repeat itself, in Sivas and Erzurum for example, led to a heavier measure. This measure was inspired by the forced relocations carried out by the Spanish Army against the Cuban separatists, by the British Army against the Boers in South Africa and by the U.S. Army against the Philippine nationalists. The rationale is; an insurgency is dangerous only if supported by all or part of the civilian population, so, if you cannot suppress an insurgency by classical methods, you have to relocate all or part of the civilians, to deprive the rebels from supply.

Beside the fact that 500,000 Ottoman Armenians were exempted of relocation (including Berç Keresteciyan, General Manager of the Ottoman Bank, Manuk Azaryan, Senator, etc.) and that the massacres never were systematic, the Ottoman government ordered to local civil servants to provide food, allowed the American missionaries, the German diplomacy and later Swiss philanthropists to provide additional rations. 1,397 Muslims were sentenced, between October 1915 and January 1917, for crimes against Armenians. The “Andonian Documents” and the “Ten Commands” have been proved fakes (see, for example: Gwynne Dyer, "Correspondence", Middle Eastern Studies, Vol. 9, No: 3, October 1973, pp. 377-382; Ömer Engin Lütem & Yiğit Alpogan, "Review Essay: “Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and the Armenian genocide", Review of Armenian Studies, No: 37, 2018, pp. 45-82; Şinasi Orel & Sürreya Yuca, The Talât Pasha ‘Telegrams’: Historical fact or Armenian fiction?, Nicosia and Oxford: K. Rüstem & Brothers/Oxford University Press, 1986).

Confronted to such arguments, supporters of the “Armenian Genocide” claims that the ultimate evidence: “There are no Armenians in Turkey today, except in Istanbul.” First of all, it is inaccurate (there are still Armenians in Hatay and to a lesser extent in Ankara, where they were in significant numbers until the 1970s; there were still Armenians on the Black Sea coast in mid-1920s, and so on). Then, this argument is based on a (genuine or feigned) ignorance of the chronology. The almost disappearance of the Armenians in Western Anatolia is due to scorched earth policy of the Greek forces in summer 1922: Destroying everything, killing, and raping Turks as much as possible, and forcing the Christians (Greeks and Armenians alike) to leave. The withdrawal from Eastern Thrace was less violent, but the Christians were forcibly relocated to Greece by the Greek forces, not by the Turkish Army. Moreover, the reduction of the Armenian population in Konya is mostly due to the invitation to move to Adana in 1919. These immigrants were expelled to Lebanon by the French authorities in 1920.

Dr. Ozan Örmeci: Due to your views on 1915 events you face with many difficulties in France and other countries. In the past, similar pressures were exerted on scholars who do accept 1915 events as genocide in Turkey. Why do you think this historical event is so political and is not there any chance for historians to freely discuss and give an expert opinion on this highly controversial matter?

Dr. Maxime Gauin: I have been indeed insulted (one nationalist Armenian has been sentenced in April 2010 for having insulted me), defamed (four cases are pending), threatened to death, editors of journals who are not sufficiently courageous cancelled promises to publish some of my articles after having been themselves threatened, etc., but Gilles Veinstein, former Professor of Ottoman History at the Collège de France suffered much worse. Actually, he even developed the cancer that eventually killed him in 2013 as a result of the years-long (1998-2004) hateful campaign against him. Stanford Jay Shaw, Professor of Turkish History at the University of California-Los Angeles until 1997, was the victim of an attempt of assassination by explosive in 1977 and had to spend six months in Turkey in 1982 to escape another squad of assassins. I know nothing comparable in Turkey. On the contrary, I have been amazed by the tolerance enjoyed by “scholars” who made no secret of their Leninist or Kurdish nationalist ideas.

The issue has been politicized from the beginning. In its current dimension, it emerged in the mid-1960s as an encounter of interest between the USSR, which was looking for tools to divide the West (Turkey is a NATO member since 1952 and presented its candidacy to the European Community in 1959) and the traditional structures of the diaspora (Gregorian church, Armenian Revolutionary Federation, Hunchak, Ramkavar), threatened in their existence by the assimilation in France and the United States and developed during the 1970s and 1980s as a result of terrorist activities, still commemorated with high pride in the Armenian diaspora. Just think about Hampig Sassounian, the assassin of Turkish Consul General Kemal Arıkan, or about the “Lisbon Five”, five kamikaze terrorists. What kind of discussion do you expect with the last nostalgics of the USSR or with those who commemorate terrorist attacks?

Dr. Ozan Örmeci: You have been living in Turkey for several years. You completed your PhD in METU and work as expert for Turkish think-tank AVİM. How is your life in Turkey as a French scholar?

Dr. Maxime Gauin: It is a satisfactory life. The reputation of the Turkish people, as far as welcoming is concerned, is not exaggerated.

Dr. Ozan Örmeci: Turkish-French relations are not in the best of its times in recent years. How do you consider current state of Turkish-French relations?

Dr. Maxime Gauin: Occasions have been missed during the last years. I mean, primarily, the defeat of Nicolas Sarkozy in 2012 and the election of Emmanuel Macron in 2017. The first contacts of Mr. Macron with Mr. Erdoğan were not bad at all. But the children of Turkish immigrants in France are among the last, if not the last, in terms of education (I am speaking quantitatively, of course there are exceptions). Most of the leaders of their associations cannot speak more than 300 words of French. There is one country in the world where there is a massive Turkish immigration and no umbrella organization: France. The main (I did not say the only) model of social elevation is to inherit from father’s business (masonry and public works company, very often) and to expand it. It is definitely lucrative, it certainly requires hard and respectable work, but it does not help to answer the propaganda of people who are physicians, lawyers, political scientists, journalists, etc., by profession. I also have to say that my compatriots of the academia, or who are journalists, rarely answered with courage the character assassinations and physical threats used by Armenian and Kurdish nationalists.

Dr. Ozan Örmeci: French President Emmanuel Macron declared April 24 as the commemoration day of the Armenian Genocide in France. Why do you think this event is so important for France and do you think Macron’s decision is caused by domestic political reasons or international humanitarian sensitivies?

Dr. Maxime Gauin: For France, strictly speaking, this event has no importance at all. Most of my compatriots do not care about 1915. But the Armenian nationalists have rarely been challenged as much as necessary for decades and the very few times they were, the Turkish and its friends always won. For example, it took two years (January 1984-January 1986) from François Mitterrand (French President of the Republic from 1981 to 1995) to shift from the support to the “Armenian Genocide” label to the support for a commission of historians. In May 2011, the Masse bill, supposed to criminalize the “denial of the Armenian genocide” was rejected by a large majority of Senators. After he changed his mind for strictly electoral reasons, Nicolas Sarkozy had to manage the discussion of the Boyer bill (very similar to the Masse bill) shortly before Christmas, because he did not trust his own majority. He was right on this point; there were only 25 deputies to vote the Boyer bill, but 76 to sign the application to the Constitutional Council. And actually, as you know, the bill was censored in February 2012.

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Maxime Gauin, thank you for this interview and I wish you best in your studies.

Date: 02.06.2020