31 Ekim 2018 Çarşamba

2018 ABD Ara Seçimleri


Dünyanın birçok açıdan (askeri güç, ekonomik büyüklük, yumuşak güç vs.) lider ülkesi olmaya devam eden Amerika Birleşik Devletleri’nde 6 Kasım 2018 tarihinde düzenlenecek olan ABD Kongresi seçimleri (2018 ABD ara seçimleri), tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de merakla bekleniyor. Bu merakın temel unsurunun ise, başa geçtiği günden bu yana çok tartışmalı politikalar takip eden ve dünyada ABD’ye yönelik ciddi tepkiler yaratan, ancak bir yandan da son Brezilya Devlet Başkanlığı seçiminde karşımıza çıkan Jair Bolsonaro örneğinde görüldüğü üzere kendisine yakın çizgide yeni yönetimler yaratmayı başaran Donald Trump hükümetinin Amerikan halkından ne oranda destek alacağı olduğu söylenebilir. Zira Cumhuriyetçilerin seçimlerde büyük bir hüsrana uğraması, Trump’ın 2020 yılında ikinci defa Başkan adayı olmasını engelleyebilir. Ancak partisinin seçimlerde zafere ulaşması ya da kötü bir sonuçla karşılaşmaması durumunda, Trump, 2020 yılında tekrar Başkan adayı olmayı ve hatta yeniden seçilmeyi bile başarabilir. Bu yazıda, 2018 ABD ara seçimleri öncesinde yaşanan güncel gelişmeleri okurlarımız için kısaca özetlemeye çalışacağım.

Ekonomideki başarısı Başkan Trump ve Cumhuriyetçileri kurtarmaya yetecek mi?

2016 yılında siyasete bir yabancı (outsider) olarak beklenmedik hızlı bir giriş yapan emlak zengini Amerikalı işadamı Donald Trump, devlet yönetimi konusundaki deneyimsizliği ve aşırı fikirlerine karşın, tüm tahminleri altüst ederek Demokrat aday Hillary Clinton karşısında seçimi kazanmış ve ABD’nin yeni Başkanı seçilmişti. Trump döneminde, ABD, dış politikada milliyetçi ve izolasyonist, ekonomide de korumacı politikalara yönelmeye ve önceki Başkan Barack Obama dönemindeki küreselleşmeci ve sosyal liberal siyasal çizgisini tersyüz etmeye başladı. Ekonomide Çin Halk Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ve hatta Türkiye gibi ülkelerden yapılan ithalatı azaltmak için çeşitli yaptırım ve ek vergilere yönelen Trump, bu sayede Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik büyüme hızını yüzde 6 düzeyine çekmeyi başardı. Bu nedenle, Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi ünvanını ABD’den alması daha uzun yıllar sürecek gibi gözüküyor. Çin’in ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi kaçınılmaz bir gelişme olsa da, Amerikalı şahinlerin bu konuya büyük bir psikolojik önem atfettikleri ve bunun olmasını mümkün olduğunca geciktirmeye çalıştıkları görülüyor. Dış politikada ise tamamen İsrail yanlısı adımlar atan Trump, ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma kararını hiç çekinmeden gerçekleştirdi.[1] Trump’ın dünyanın önemli bir kesiminde tepki toplayan ve liberal demokratik değerler bağlamında kağıt üzerinde yanlış gözüken bu politikalara karşın, Trump döneminde, Amerikan ekonomisi, -Barack Obama döneminde yapılan olumlu bazı hamleler ve Trump yönetiminin girişimleri sayesinde Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerine gerçekleştirilen büyük silah satışları sayesinde[2]- işsizlik oranları[3] ve ekonomik büyüme[4] anlamında son birkaç Başkan’ın hepsinden daha iyi bir düzeye ulaşmış durumda. Dahası, Amerikan halkının ilk dönemlerinde ekonomi yönetimini başarıyla gerçekleştiren Başkanlara ikinci dönem için yetki vermekte genelde tereddütlü davranmadıkları düşünüldüğünde (son örnekleri Ronald Reagan, Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama olarak söylenebilir, Trump'ın yeniden seçilme ihtimali hiç de yabana atılacak bir ihtimal değil. 

Alexandria Ocasio-Cortez: Yeni bir Demokrat yıldız mı doğuyor?

Ancak Trump yönetiminin ekonomide sergilediği bu başarılı tabloya rağmen, 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nin tamamının ve 100 sandalyeli Senato’nun üçte birinin yenileneceği seçimler öncesinde, gaflarıyla tepki toplayan ve ABD’yi birçok uluslararası anlaşmadan (Paris İklim Sözleşmesi, İran Nükleer Anlaşması-JCPOA, Trans Pasifik Ortaklığı Anlaşması-TPP, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı-TTIP ve son olarak INF Anlaşması-Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty) geri çeken veya çekeceğini açıklayan Başkan Trump ve Cumhuriyetçi Parti için işler anketlere göre hiç de iyi gitmiyor. Zira son kamuoyu yoklamaları, Demokrat Parti’nin Cumhuriyetçi Parti’ye kıyasla yüzde 17 gibi açık farkla halk tarafından daha fazla desteklendiğini ortaya koyuyor.[5] Demokratlar, son dönemde New York gibi çok önemli bir metropolde Alexandria Ocasio-Cortez[6] gibi 1989 doğumlu çok genç bir siyasi süperstar adayı yaratmayı başarırken, 2016 yılında Başkanlığı Trump’a kaptıran eski Başkan Bill Clinton’ın eşi ve önceki ABD Dış İşleri Bakanlarından Hillary Clinton da, 2020 yılında Başkanlığa hazırlandığının sinyallerini veriyor.[7] Seçim yenilgisini What Happened (Ne Oldu) adlı kitabında[8] analiz eden Clinton, Trump karşısındaki beklenmedik yenilgisine karşın, deneyimi, bağlantıları ve ılımlı fikirleriyle 2020 için Başkan adaylığı şansını korumaya devam ediyor. Buna karşın, Trump yönetimi de, ekonomideki başarılı performansına ve Rahip Andrew Brunson krizini başarıyla çözmesi[9] gibi olaylarla pekişen muhafazakâr Hıristiyan seçmen desteğine güveniyor. Trump, ayrıca Kuzey Kore konusunda gerçekleştirdiği şaşırtıcı diplomasi hamlesiyle de[10] kendisine yönelik olumsuz algıları aşmaya çalışıyor.

Financial Times’ın 2018 ara seçimleri projeksiyonu

ABD Kongresi’nin 2016 yılında oluşan son durumuna bakıldığında, her iki kamarada da Cumhuriyetçilerin üstünlüğünün olduğu görülüyor. Şu an için ABD Senatosu’nda 51 Cumhuriyetçi, 47 Demokrat ve 2 bağımsız Senatör varken, Temsilciler Meclisi’nde 235 Cumhuriyetçi ve 193 Demokrat Temsilci bulunuyor. Financial Times gazetesinin yaptığı projeksiyonlara göre[11], 2018 ara seçimleri sonrasında, bu tablo, Temsilciler Meclisi’nde Demokratlar lehine değişecek. Zira Demokratların Temsilciler Meclisi’nde 209 koltuğu garanti gözükürken, bu sayı Cumhuriyetçiler için 197’de kalıyor. Bu durumda Demokratların 218 sayısına ulaşarak mecliste çoğunluğu sağlamaları kolay bir iş gibi gözüküyor. Ancak elbette seçime katılım oranları (turnout) tüm dengeleri değiştirebilecek kritik bir unsur. Öte yandan, Senato açısından durum çok daha karışık; zira Demokratlar, yenilecek olan 35 Senatör koltuğunun 26’sına şu an için sahip durumdalar. Ancak Senato çoğunluğuna ulaşmak için, toplam 28 koltuğu ele geçirmek, yani Cumhuriyetçilerden 2 koltuk daha kapmak zorundalar. Bu (35’te 28’lik başarı oranı), iki partili siyasal sistemin on yıllardır iyice kökleştiği ve partilerin genelde birbirlerine yakın seviyelerde toplumsal destek aldığı ABD siyasal sisteminde çok da olası bir gelişme olarak görülmüyor. Dolayısıyla, daha yetkili meclis olan ABD Senatosu’nda Cumhuriyetçilerin üstünlüğü 2018 ara seçimlerinden sonra da devam edecek gibi gözüküyor. Bu da, Trump’ın ikinci dönemde yeniden seçilebilmesi için uygun bir ortamın oluşmasını sağlayabilir. Ancak Temsilciler Meclisi seçiminde Cumhuriyetçilerin yaşayacağı olası bir hezimet ve Senato’daki cılız bir üstünlük, siyasal gafları ve dünyanın birçok ülkesinden tepki alan korumacı, milliyetçi ve izolasyonist siyasal uygulamalarla birleştiğinde, Trump döneminin rüzgar gibi geçip gitmesine ve 2020’de sona ermesine de neden olabilir.

Sonuç olarak, 2018 ABD ara seçimleri, Amerika'da birçok değişimin öncü sinyalcisi olabileceği gibi, küresel siyasetin dengesini bozmayı başaran Trump yönetiminin kalıcılığını da sağlayabilir. Bu noktada şunu da söylemeliyim ki; Türkiye ve dünyada birçok siyasal gözlemci tarafından "irrasyonel" ve "sorumsuz" olarak algılanan Trump yönetiminin farklı politikalarının temelinde, ekonomi anlamında korumacı tedbirlerle dünyadaki ekonomik küreselleşmeyi ve Çin'in hızlı yükselişini yavaşlatma amacı ve yine benzer şekilde ABD'den coğrafi olarak uzak bölgelerde (Orta Doğu başta olmak üzere) silahlanmayı teşvik ederek siyasal istikrarsızlıkları körükleme motivasyonu olabileceğini düşünüyorum. Bu, elbette etik açıdan doğru bir yaklaşım değil; lakin Putinizm'in pratikte liberal demokratik uluslararası normlardan ve Birleşmiş Milletler gibi yetkili kurumlardan daha başarılı olduğu (Diğer ülkelere yönelik sert politikaları ve tehditleriyle bilinen Rus lider Vladimir Putin, son olarak Hazar Denizi'nin paylaşılması konusunda büyük bir başarı göstermiş ve kıyıdaş devletleri anlaşmaya ikna etmiştir) ve ABD'nin insani trajedilere son vermek için yaptığı askeri müdahalelerinin (Irak Savaşı) felaketle sonuçlandığı bir siyasal gerçeklikte, ABD'nin de kendi ulusal çıkarlarına ağırlık vermeye ve dünya lideri gibi değil de, büyük devletlerden biri olarak hareket etmeye başlaması anlaşılabilir bir durum olarak yorumlanabilir. Bu durum ise, kuşkusuz, uluslararası konjonktürde yeni hegemon arayışlarının başlamasına (ki bu noktada tek potansiyel aday Çin Halk Cumhuriyeti'dir) veya yeni ittifakların (Fransa-Almanya liderliğinde Avrupa Birliği'nin Rusya ve Çin'le ilişkilerini derinleştirmesi vs.) kurulmasına vesile olabilir.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=fdH7aYkS5V8.
[2] Bakınız; https://securityassistance.org/publication/trump-makes-over-80-billion-major-arms-deals-first-year.
[3] Trump döneminde ABD’de işsizlik oranları 1969’dan beri en düşük seviye olan yüzde 3,7'ye kadar düşmüştür. Bakınız; https://www.washingtonpost.com/business/2018/10/05/unemployment-rate-falls-percent-lowest-since/.
[4] Trump döneminde ABD’de ekonomik büyüme oranı yüzde 3 seviyesine yaklaşmış ve hatta yıllar sonra ilk kez bir çeyrekte yüzde 4’ü aşmayı başarmıştır. Bakınız; https://www.forbes.com/sites/chuckjones/2018/07/27/trumps-economic-scorecard-18-months-into-his-presidency/#6ae3bad61283.
[5] Bakınız; https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-politics/democrats-republicans-november-midterm-elections-2018-red-states-progressive-candidates-a8607731.html.
[6] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Alexandria_Ocasio-Cortez.
[7] Bakınız; https://www.nytimes.com/2018/10/29/us/politics/hillary-clinton-run-president.html.
[8] Bakınız; https://www.amazon.com/What-Happened-Hillary-Rodham-Clinton/dp/1501175564.
[9] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=_7jDHZelxGc.
[10] Bakınız; https://www.bbc.com/news/world-us-canada-44484322.
[11] Bakınız; https://ig.ft.com/us-midterm-elections/.

26 Ekim 2018 Cuma

Profesör Matthew Goodwin’den Chatham House’da Popülizm Sunumu


Profesör Matthew Goodwin, 1981 doğumlu genç bir İngiliz akademisyendir.[1] Goodwin, Kent Üniversitesi’nde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde ders vermektedir. National Populism: The Revolt Against Liberal Democracy adlı kitabı yeni yayımlanan[2] Profesör Goodwin, geçtiğimiz günler saygın İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’da “National Populism” (Milli/Ulusal Popülizm) temalı bir konuşma yapmıştır. Bu yazıda, bu konuşmadan önemli bölümler özetlenecektir.


Konuşma kaydı

Profesör Goodwin, konuşmasına, Avrupa’nın oldukça karışık bir dönemde olduğunu söyleyerek başlamakta ve İsveç’te 2018 yılı Eylül ayında yapılan genel seçimin sonuçlarını ekrana yansıtarak, Avrupa siyasetindeki olumsuz gidişata dikkat çekmektedir. İsveç’te aşırı sağcı popülist İsveç Demokratları Partisi’nin -Jimmie Åkesson liderliğinde- tarihinin en yüksek oy seviyesine ulaştığını ve tarihsel olarak bu ülkede çok güçlü konumda olan SAP-İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin tarihinin en düşük oyunu aldığını kaydeden İngiliz konuşmacı, bu ülkede ana akım partilerin oy kaybetmelerinin dışında küçük partilerin de kayda değer oy oranlarına ulaşarak siyasal sistemi sarstıklarını anlatmaktadır. Avrupa ve genel olarak Batı dünyasındaki milli/ulusal popülizm dalgasının İsveç’le sınırlı kalmadığını söyleyen İngiliz akademisyen, bu noktada Fransa’dan Marine Le Pen, Avusturya’dan Heinz-Christian Strache, ABD’den Donald Trump ve Steve Bannon, Macaristan’dan Viktor Orbán ve İtalya’dan Matteo Salvini örneklerini vermektedir. Goodwin, bu isimlere ek olarak, Hollanda’dan Geert Wilders ve Birleşik Krallık’tan Nigel Farage gibi popülist politikacıların siyasetteki başarılarına dikkat çekerek, Hollanda ve İsveç gibi liberal toplumlar ve Birleşik Krallık gibi oturmuş bir demokraside bile popülizmin son dönemde çok başarılı olmaya başladığına vurgu yapmaktadır. Goodwin, İkinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan olumsuz hatıralar ve tarihsel sorumluluklar nedeniyle sağcı popülizminin yeniden yükselmesinin hiç beklenmediği Almanya’da bile son dönemde AfD (Almanya İçin Alternatif) partisinin ciddi bir siyasal aktör haline geldiğini sözlerine eklemektedir. Avrupa siyasetinde değişimlerin çok hızlı gerçekleşebildiğini de belirten Goodwin, yaklaşık bir yıl önce The Economist dergisi kapağında Avrupa’nın yeni düzenini temsil edeceği belirtilerek övülen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un şimdilerde yalnızca yüzde 24-25 oranında kamuoyu desteğine sahip olduğunu ve Time dergisince “Avrupa’nın yeni yüzü” olarak lanse edilen Lega Nord (Kuzey Ligi) lideri İtalya Başbakan Yardımcısı ve İç İşleri Bakanı -aşırı sağ görüşlü- Matteo Salvini’nin ülkesinde yüzde 60 seviyelerinde kamuoyu desteğine sahip olduğunu iddia etmektedir.

Bu bağlamda özellikle sosyal demokrasinin Avrupa ülkelerinde taban kaybetmesi trendini açıklayan konuşmacı (Goodwin, İsveç’teki duruma ek olarak, Almanya’da köklü bir sosyal demokrat parti olan SPD’nin de 1933’ten beri en düşük oyunu aldığını ve Fransa, Çek Cumhuriyeti ve Avusturya’da da sosyalist ve sosyal demokratların düşüşe geçtiğini söylemektedir), sosyal demokratların artık bir iktidar mücadelesinden ziyade hayatta kalma mücadelesi verdiklerini iddia etmektedir. Solun zayıfladığı ve aşırı sağın güçlendiği bu trendin sona mı erdiğini, yoksa daha yeni mi başladığını zamanın göstereceğini de söyleyen Goodwin, bazı sosyal bilimcilerin bu durumu nesil farkı teorisiyle açıkladıklarını anımsatmaktadır. Bu görüşe göre; yıllar içerisinde güçten düşen “öfkeli ve yaşlı beyaz kuşak” yerine yüksek eğitimli, hoşgörülü ve liberal demokrat yeni bir nesil geldikçe, Avrupa ülkelerindeki aşırı sağ trendi de duracak ve hatta hızla çöküşe geçecektir. Goodwin, bu duruma örnek olarak, ekonomist bir arkadaşının hesaplarına göre Birleşik Krallık’ta Brexit oylamasında “hayır” oyu kullanan kişilerden ölenlerin/ölecek olanların sayısı çıkarıldığında, “evet” oylarının 2022 yılı civarında daha fazla duruma geçeceğini anlatmaktadır. Ancak Goodwin, Avrupa ülkelerinde aşırı sağ hareketlere oy veren seçmen kitlesinin profilleri incelendiğinde, bu durumun bu kadar basit olmadığını ortaya çıktığını açıklamaktadır. Zira istatistiklere göre, ABD ve Avrupa ülkelerinde aşırı sağ parti ve liderlere oy veren seçmen grupları kümesinde orta yaş ve genç seçmenler de -azımsanmayacak oranda- bulunmaktadır. Özellikle Marine Le Pen’in yakaladığı yüksek oy oranları konusunda genç kadınların ona verdiği desteğe dikkat çeken Matthew Goodwin, ABD’deki Donald Trump örneğinde de beyaz gençlerin yüzde 41 düzeyinde Trump’a destek vermelerinin bu argümanı (öfkeli ve yaşlı beyaz kuşak) çürüttüğünü söylemektedir. Goodwin, ayrıca bilimsel çalışmalarla da ispatlanan şekilde, insanların yaşlandıkça daha muhafazakâr olmaya başladıkları görüşünü savunmaktadır. Goodwin, ABD’de Hillary Clinton’ın 2016 yılındaki Başkanlık seçimini Donald Trump’a kaybetmesi ve Birleşik Krallık’taki Brexit referandumundan AB’den ayrılma kararı çıkmasının da orta ve uzun vadeli değişimlerin (ABD seçimi örneğinde Demokratların beyaz oylarının azalması ve Brexit örneğinde AB kuşkuculuğunun Birleşik Krallık’ta istikrarlı bir şekilde yükselmesi) sonucu olduğunu anlatmaktadır.

İngiliz konuşmacı, bu noktada yükselen popülist dalgayla alakalı iki temel argümanı açıklamaktadır. Bunlardan birincisi, yükselen aşırı sağ/milliyetçi dalgayı sistemden memnun olmayan kesimlerin uzun süredir biriktirdikleri hoşnutsuzların doğal bir sonucu olarak açıklayan yaklaşımdır. İkincisi ise, toplumlarının hızlı değişimleri karşısında rahatsızlık hisseden sosyal grupların birbirleriyle kurdukları ittifaklar nedeniyle, popülist dalganın daha uzun süre devam edebilme ve siyasal sistemde sağlam bir yer edinebilme potansiyelidir. Bu bağlamda, Matthew Goodwin, “4d” adını verdiği popülizm dalgasına ivme kazandıran nedenleri sıralamaktadır. Bunlar şöyle açıklanabilir:
  • Distrust (Güvensizlik): Elit adı verilen siyasal seçkinlerin demokrasi ve toplumların aşırıcı eğilimlerine karşı duydukları güvensizliği iyi kullanan popülistler, toplum adına konuşarak ve bu şekilde hareket ederek, seçkincilik karşıtlığı üzerinden taban bulmaktadırlar.
  • Destruction (Tahribat): Toplumların etnik yapısının yoğun göç nedeniyle değişmesi sayesinde ortaya çıkan tahribat ve buna yönelik tepkiler. Bu noktada konuşmacı şunu da hatırlatmaktadır ki, neredeyse tüm AB üyesi ülkelerde en temel iki siyasal sorun göç ve terörizm olarak algılanmaktadır. Dahası, göç karşıtlığıyla birlikte İslamofobi de Avrupa’da yükselen bir siyasal trend haline gelmiştir.
  • Deprivation (Yoksunluk): Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğu, kendileri ve kendilerine yakın kişilerin sistemde göreceli yoksun ve yoksul bırakıldıklarını ve gelecekte durumlarının daha da kötü olabileceğini düşünmektedir. Bu, daha çok bir algı konusu olmakla birlikte, konuşmacının belirttiği üzere, elde edilen istatistikler de Avrupa’da çalışan kesimlerin ve özellikle işçilerin 1980’lerden günümüzde göreceli olarak yoksullaştıklarını ispatlamaktadır.
  • Dealignment (Merkezi partilere verilen desteği seçmenler tarafından geri çekilmesi): Avrupa ülkelerinde merkezi partilere duyulan sadakat giderek azalmaktadır. Hatta ABD’deki bağımsız temsilcilerin sayısı da son dönemde rekor düzeye ulaşmıştır. Bu bağlamda, konuşmacı, Avrupa’da yeni siyasal partiler ve aktörlerin ortaya çıktığı istikrarsız bir döneme girilmiş olabileceğini düşünmektedir. Ayrıca sağ popülist partiler Avrupa’da her yerde seçimi kazanamasalar da, sağ siyaset ajandalarını (göçmen karşıtlığı vs.) merkez ve hatta sol siyasete bile sokmayı başarmaktadırlar.
Konuşmasının son bölümünde, Matthew Goodwin, sağ popülist dalganın AB’nin varlığı ve geleceği açısından hakikaten de bir risk teşkil ettiğini söylemekte, ancak şaşırtıcı bir şekilde Brexit sonrasında Avrupa halklarınca AB’ye verilen desteğin arttığını belirtmektedir. Goodwin’in konuşması oldukça ilginç ve önemlidir. Hakikaten de, sağ popülizmin son yıllardaki hızlı yükselişi şaşılacak seviyelere ulaşmıştır. Bu noktada kanımca en temel etken ise, sosyalizmin prestij kaybıyla birlikte sistemden memnun olmayan yaygın kitlelerin tepkilerini artık sol değil, sağ siyaset üzerinden göstermeye başlamalarıdır. Rusya’nın ve hatta Donald Trump döneminde ABD’nin de AB’yi parçalamak ya da zayıflatmak adına aşırı sağ gruplara destek verdikleri düşünülürse, bence AB’yi kurtaracak olan formül, sol (sosyal demokrat), liberal ve merkez sağ (Hıristiyan Demokrat) olarak tanımlanabilecek 3 ana akım siyaset paradigmalarının yeniden güçlü bir şekilde oluşturulmasıdır (restore). Bu şekilde sisteme meydan okuyan ve iyi yönde değişim vadeden siyasal akımların seçmen nezdinde itibar kazanması halinde, sağ popülist dalga hızla birkaç yıl içerisinde kolaylıkla sönebilecektir. Ayrıca AB’nin yeniden bir çekim merkezi haline gelebilmesi de bu noktada çok önemli bir husustur. Bunun için de, AB’nin geleceği için heyecan yaratan proje ve vizyonlar oluşturulmalı ve krizlere ulusal değil, federatif çözümler geliştirilmelidir. Aksi takdirde, tarihte ilk kez bir üyesi (Birleşik Krallık) Birlik’ten ayrılan AB, yakın bir gelecekte Avrupalı halklar tarafından tüm sorunların kaynağı olarak algılanmaya başlayabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Matthew_Goodwin.
[2] Bakınız; https://www.amazon.co.uk/National-Populism-Against-Liberal-Democracy/dp/0241312000.

23 Ekim 2018 Salı

Latin Amerika’nın Seçimler Yılı


ABD merkezli ünlü düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (CFR), 11 Ekim 2018 tarihinde “Latin America's Year of Elections” (Latin Amerika’nın Seçimler Yılı) başlıklı bir oturum düzenlemiştir.[1] Kezia F. McKeague’in yönettiği oturuma, konuşmacı olarak, Latin Amerika uzmanları Cynthia J. Arnson, Michael J. Camilleri ve Luisa Palacios katılmışlardır. Bu yazıda, bu oturumda konuşulanlar özetlenecektir.

Oturumun video kaydı

Oturumun açılış konuşmasını yapan moderatör Kezia F. McKeague, 2018’in birçok ülkede düzenlenen seçimler nedeniyle Latin Amerika’da kritik bir yıl olduğunu belirterek söze başlamaktadır. McKeague, oturumlarında, bu seçimlerden en önemlileri olan Kolombiya, Meksika ve Brezilya Devlet Başkanlığı seçimlerinin analiz edileceğini belirtmekte ve 2018 yılındaki seçim maratonunun Kolombiya’da muhafazakâr ve genç aday Ivan Duque’nin Başkan seçilmesiyle başladığını hatırlatmaktadır. Bunun hemen ardından, Meksika’da kısaca AMLO olarak bilinen solcu aday Andrés Manuel López Obrador’un seçimi kazanarak Meksika Devlet Başkanı seçildiğini anımsatan McKeague, Brezilya’da ise 28 Ekim 2018 tarihinde Başkanlık seçimi ikinci turunda sosyal demokrat aday Fernando Haddad ile aşırı sağcı aday Jair Bolsanaro’nun yarışacaklarını ve Bolsanaro’nun seçimi kazanmasının beklendiğini söylemektedir. Bu açılışın ardından, konuşmacılar, sırayla değerlendirmelerini yapmaya başlamaktadır.

İlk sözü alan konuşmacı olan Wilson Center uzmanı Cynthia J. Arnson[2], Latin Amerika siyasetinde son dönemde iki siyasal trendin (eğilimin) dikkat çektiğini söylemekte ve bunlardan ilkini, son yapılan kamuoyu araştırmalarının da ortaya koyduğu üzere, Latin Amerika halklarının son yıllarda demokrasiden uzaklaşmaya başlamaları olarak açıklamaktadır. Demokrasiye desteğin Güney Amerika kıtası genelinde sadece yüzde 35 dolaylarında olduğunu belirten Arnson, bu yıl içerisinde Başkanlık seçimleri yapılan 3 önemli ülkede ise bu oranların şaşırtıcı bir şekilde kıta genelinden de daha düşük olduğunu (Brezilya’da % 13, Kolombiya’da % 17 ve Meksika’da % 18) söylemektedir. Latin Amerika siyasetindeki ikinci önemli güncel siyasal trendi büyük yolsuzluk olaylarının son dönemde açığa çıkması ve büyük yolsuzluk operasyonlarının düzenlenmesi olarak not eden Amerikalı konuşmacı, birçok ülkede bu yolsuzluk skandallarıyla birlikte artık siyasal elitlerin sarsılmaya başladığını ve özellikle Brezilya’daki “Lava Jato Operasyonu” sürecinin eski Devlet Başkanı Lula da Silva’nın hapse girmesine yol açacak kadar önemli sonuçlar doğurduğunu kaydetmektedir. Kolombiya’da uyuşturucu trafiği (narkoterörizm) ve organize suç örgütlerinin varlığı nedeniyle eskiden beri yolsuzluğun temel bir siyasal sorun olduğunu söyleyen Arnson, “Cartel de la Toga” olarak bilinen uyuşturucu kartelinin Kolombiya’da Yüksek Mahkeme üyelerini satın alacak kadar büyük güce ulaştığını iddia etmektedir. Meksika’da da durumun farklı olmadığını belirten Arnson, önceki Devlet Başkanı Enrique Peña Nieto’nun Bakanları ve karısının adının karıştığı yolsuzluk olaylarını sıralamaktadır. Bunların yanında, adı geçen bu ülkelerde son yıllarda şiddet olayları ve cinayetlerin de rekor seviyeye ulaştığını belirten Amerikalı konuşmacı, siyasal eliti itibarsız hale getiren yolsuzluk skandallarıyla birlikte bu tarz şiddet olaylarının yol açtığı güvensizlik ortamının Latin Amerika’da siyaset sahnesini dönüştürdüğünü ve Andrés Manuel López Obrador gibi istikrar ve düzen vadeden adayların bu sayede yeni dönemde başarılı olabildiklerini sözlerine eklemektedir.

Daha sonra söz alan CSIS Latin Amerika uzmanı Michael J. Camilleri[3], 2018’in Latin Amerika siyaseti açısından bir yenilenme yılı olmasının beklendiğini, ancak Meksika ve Kolombiya’da tamamlanan seçimler ve Brezilya’da Başkanlık seçimi ikinci turundan beklenen sonuç nedeniyle bu dönüşümün beklenildiği gibi olmadığını anlatmaktadır. Latin Amerika’da son dönemde halkların, Amerikan halkının Donald Trump’a yöneldiği gibi, sistem dışından gelen ve sistemi sarsan anti-elitist adayları desteklemeye başladığını kaydeden konuşmacı, Brezilya’da halkın % 97’sinin, Meksika’da % 90’ının ve Kolombiya’da % 85’inin siyasetçilerin ülkeyi zengin insanların çıkarları için yönettiklerine inandıklarını iddia etmektedir. Böyle bir ortamda Latin Amerika’daki seçmenlerin geleneksel partiler ve siyaset tarzı yerine popülist ve radikal hareketlere yönelebildiğini belirten Camilleri, ABD’deki Trump yönetiminin bu süreçteki ilgisiz ve isteksiz tavrının da kıta siyasetindeki eksen kaymasını kolaylaştırdığını söylemektedir. Konuşmacı, ayrıca, bu sürecin ilerleyen yıllarda da devam edeceğini düşündüğünü sözlerine eklemektedir.

Üçüncü konuşmacı olan Luisa Palacios[4] ise, Meksika’daki seçimlerin piyasaların beklediği ve istediği şekilde sonuçlanmadığını ve solcu aday AMLO’nun seçimi büyük farkla kazandığını, ancak piyasaların belirsizlik ortamının ortadan kalkması nedeniyle bu sürece olumlu tepki verdiğini söylemektedir. Brezilya’da aşırı sağcı aday Jair Bolsonaro’nun seçimi kazanmasına da piyasaların çok olumlu bir tepki vermeyeceğini iddia eden Palacios, ayrıca Kongre seçimlerinin ve Kongre’deki güç dağılımının da Başkanlık seçimleri kadar önemli olduğunu, zira 1980’lerden beri Latin Amerika ülkelerinde görev sürelerini tamamlayamayan hükümetlerin birçoğunun askeri darbeler nedeniyle değil, Kongre’de çoğunluğu kaybetmeleri nedeniyle zora girdiklerini anlatmaktadır. Latin Amerika’da azınlık hükümetlerinin başarılı olamadığını da kaydeden Palacios, Kolombiya’da kâğıt üzerinde merkez sağ çizgide bir Başkan ve merkez sağ çizgide bir Kongre çoğunluğu olmasına karşın, birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Kolombiya’da da siyasal sistem ve Kongre’nin parçalı yapıda (fragmented) olduğunu söylemektedir. Ayrıca Latin Amerika’da yaşanan değişim/dönüşüm süreci nedeniyle yeni dönemde siyasal risklerin çok yüksek seviyede olduğunu belirten konuşmacı, Meksika’da solcu aday AMLO’nun Kongre’de çoğunluğu sağlamasına karşın nasıl bir yasama gündemi oluşturacağının henüz bilinmediğini de ifade etmektedir.

İkinci turda yeniden söz alan Cynthia J. Arnson, Meksika’da Andrés Manuel López Obrador’un Başkan olarak yeni dönemde neler olabileceği sorulduğunda, ilk olarak AMLO’nun Meksiko City (Mexico City) Belediye Başkanı olarak görev yaptığı dönemde pragmatik ve özel sektörle barışık bir kişi olduğunu ispatladığını söylemektedir. Ancak Obrador’un seçim kampanyası döneminde öne çıkardığı temalar olan güvenlik ve yolsuzlukla mücadele konusunda neler yapacağının henüz bilinmediğini söyleyen Amerikalı konuşmacı, uyuşturucu kartellerinin 2014 yılında Iguala’da 43 öğrenciyi kaçırıp, yakarak öldürebildiği bir ülkede güvenlik ve adalet mekanizmasının güçlendirilmesinin farz, ama bir o kadar da zor bir iş olduğunu belirtmektedir. Arnson, ayrıca NAFTA anlaşması konusunda ABD, Kanada ve Meksika arasında anlaşmaya varılmasının AMLO’yu rahatlattığını, buna karşın yasadışı göç konusunda Başkan Donald Trump başta olmak üzere Amerikalı yetkililerin yaklaşımlarının (örneğin ABD-Meksika sınırına yasadışı göçü önlemek için parasını Meksika hükümetinin ödeyeceği bir duvar dikmek) Meksika’da büyük tepki yarattığını ve bu durumun ABD ile ilişkileri olumsuz yönde etkileyebileceğini söylemektedir.

Michael J. Camilleri, ikinci turda, ilk olarak, Meksika’da 12 yıldır Başkanlık için yarışıp sonunda seçilen AMLO’nun açık fikirli bir kişi olduğuna ve takip edeceği politikalar hakkında kamuoyunda demokratik tartışmalar yaptırdığına vurgu yapmaktadır. Camilleri, AMLO’nun yolsuzlukla mücadele konusunda kendisinin temiz bir kişi olması nedeniyle topluma bir rol model olabileceği argümanını öne çıkardığını, ancak sokak çeteleri ve uyuşturucu kartelleriyle uğraşan Meksikalı sokak polisleri için bu tarz bir yaklaşımın yeterli olmayabileceğini belirtmektedir. Yolsuzluk olaylarıyla mücadele için yasal süreçlerden sonuç alınabildiğinin topluma gösterilmesi durumunda ülkedeki algının değişebileceğini ve devlet otoritesine olan güvenin artabileceğini belirten konuşmacı, ayrıca ABD ile ilişkiler konusunda Cynthia J. Arnson’a hak vermekte ve yasadışı göçle mücadele ve Meksikalıların durumu konusunda Trump ile Obrador’un polemiğe girmelerinin çok olası olduğunu söylemektedir.

Luisa Palacios ise, ikinci turda, AMLO’nun Latin Amerika’da yıllardır aşina olunan solcu popülist Başkan ve hükümetler gibi davranması durumunda piyasaları ve uluslararası olumsuz yönde etkileyebileceğini söylemektedir. Daha sonra Meksika iç siyasetine dair bilgiler veren konuşmacı, AMLO ile birlikte Kongre’de çoğunluğa ulaşan partisi Morena’nın (Movimiento Regeneración Nacional-Ulusal Yenilenme Partisi) içerisindeki aşırı sol eğilimli grupların makroekonomik dengeleri gözetmeyen politikalarda ısrar etmeleri durumunda piyasaların AMLO hükümetinden desteğini çekebileceğini iddia etmektedir. Palacios, ayrıca Venezuela konusunda bazı uyarılarda bulunmakta ve hiper-enflasyonun tarihte görülmediği kadar yüksek seviyelere ulaştığı bu ülkede Hugo Chavez’in yarattığı Chavismo ideolojisi ve Nicolas Maduro iktidarının hem iç, hem de dışarıdan (komşu ülkelerden) gelen baskılar nedeniyle çok zor bir durumda olduğunu söylemektedir.

Oturum daha sonra soru-cevap bölümüyle devam etmektedir. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; oturumun faydalı, ancak kapsamlı ve doyurucu bilgi ve değerlendirmelerden uzak olduğu söylenebilir. Zira ABD’de son yıllarda çok artan ve ilerleyen yıllarda daha da artacak olan Hispanik (Latino) nüfus nedeniyle bu ülkenin Orta Amerika ve Güney Amerika çalışmalarında çok daha ileri düzeye ulaşması beklenirken, bu yöndeki akademik literatürün 1970’ler ve 1980’lerde yapılan ve daha çok asker-sivil ilişkilerini konu alan akademik literatürün pek de ötesine geçemediği görülmektedir. Oysa Latin Amerika’da 1990’lar ve 2000’lerde istikrarlı olarak yükselen sol siyaset veya günümüzde yeniden kıtaya dönen ve yükselmeye başlayan sağ muhafazakâr ve aşırı sağ siyasetin teorik temellerinin açıklanması konusunda ciddi akademik araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada ekonomi-siyaset ilişkisi ve yaygın fakirlik en temel parametrelerden biri olarak her zaman gündemdeki yerini korurken, mutlaka bu faktörlere bağlı olarak gelişen sağ popülizm ve sol popülizm trendleri ve ABD’nin ve ABD karşıtlığının bu kıtadaki kültürel ve ekonomik etkilerini kapsayan ciddi araştırmalar da yapılmalıdır. Bir diğer önemli konu, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu’nun bu bölgedeki ekonomik ve siyasi etkileri ve anti-Amerikanizm’i yayma ve bir ideolojiye dönüştürme konusundaki üstün maharetleridir. Oturumda yer alan kanımca en ciddi akademik saptama ise, Cynthia J. Arnson'un ilk turdaki konuşmasında belirttiği, Latin Amerika siyasetinde son yıllarda görülen demokrasiye duyulan güvenin azalması ve üstüste yolsuzluk operasyonlarının yapılması nedeniyle siyasal sisteme ve merkezi aktörlere duyulan tepkinin artması yönündeki trendlerdir. Bu noktalardan yola çıkılarak yapılabilecek Latin Amerika siyasetine dair bir kavramsallaştırma ve teorik modelin, ilerleyen yıllarda bu dalganın kıtada yükselmeye devam etmesi durumunda akademik araştırmacılar ve siyasal analistlere yol göstermesi muhtemeldir. Son olarak, Latin Amerika siyaseti tartışılır ve araştırılırken, mutlaka Katolisizm ve Hıristiyanlığın da siyasal denkleme alınması ve özellikle kültürel etkilerinin masaya yatırılması gerekmektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/latin-americas-year-elections.
[2] https://www.wilsoncenter.org/person/cynthia-j-arnson.
[3] https://www.csis.org/people/michael-camilleri.
[4] https://energypolicy.columbia.edu/luisa-palacios.

10 Ekim 2018 Çarşamba

ABD Eski Dış İşleri Bakanı John Kerry’den Amerikan Dış Politikasına Dair Eleştiriler


1943 doğumlu Amerikalı emekli asker ve siyasetçi John Kerry[1], ABD’nin 68. Dış İşleri Bakanı (Secretary of State) olarak 2013-2017 döneminde Başkan Barack Obama hükümetinde görev yapmış önemli bir kişidir. Demokrat Parti mensubu olan Kerry, Massachusetts Senatörü olarak 1985-2013 yılları arasında toplam 5 dönem ABD Kongresi’nde görev almış ve hatta 2004 ABD Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday George W. Bush’a karşı Demokrat Parti’nin Başkan adayı olmayı başarmıştır. Seçimi kaybetse de, Kerry, bu dönemde dünya çapında tanınırlığa kavuşmuş ve bu sayede Dış İşleri Bakanlığı döneminde de neredeyse Başkan Obama kadar dikkat çekmeyi başarmıştır. Boston College’da Hukuk ve Yale Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi eğitimi alan Kerry, aynı zamanda bir Vietnam Savaşı gazisidir. ABD Ordusu’na hizmetleri nedeniyle birçok madalya sahibi olan John Kerry, buna karşın, savaş dönüşünde Vietnam Savaşı protestolarına önderlik etmiş barış yanlısı ve liberal bir siyasetçidir. Arap Baharı sürecinde yaşanan bazı olumsuzluklara karşın, görevi süresince saygın devlet adamı imajını korumayı başaran Kerry, Bakanlık dönemi ardından anılarını derlemiş ve bu anılarından oluşan Everyday is Extra adlı kitabı 2018 Eylül ayı başında yayımlanmıştır.[2] Kerry, kitabının yayımlanmasının ardından, geçtiğimiz gün “John B. Hurford Memorial Lecture” serisi[3] kapsamında ülkesi ABD’de David M. Rubenstein’ın Başkanlığını yaptığı bir Council on Foreign Relations (CFR) dersine katılmış ve burada güncel Amerikan dış politikasına dair bazı eleştirilerde bulunmuştur. Bu yazıda, Kerry’nin görüşleri özetlenecek ve tarafsız bir gözle değerlendirilecektir.

Konuşma kaydı

John Kerry, konuşmasına, Dış İşleri Bakanlığı dönemini özlediğini itiraf ederek başlamakta ve görevde olduğu yıllarda dünyada ters giden bir şey gördüğünde telefonu kaldırarak bu durumun düzeltilmesi için birşeyler yapabilecek durumda olduğunu, oysa şimdi böyle bir gücü olmadığı için eski günlerini aradığını söylemektedir. Daha sonra sözü Bakanlığı döneminde yapılan en önemli diplomatik anlaşmalardan biri olan İran nükleer anlaşmasına (JCPOA) getiren Kerry, ABD Başkanı Donald Trump’ın bu anlaşmadan çekilmesini “vahim bir hata” olarak değerlendirmekte ve daha sonra bunun sebeplerini sıralamaktadır. İlk olarak, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin ülkesini dünyaya açık ve uluslararası sisteme entegre hale getirmeye çalıştığını, oysa Trump’ın anlaşmadan çekilme kararı almasının İran’da Ruhani gibi reformist isimleri zora sokarak radikalleri güçlendirdiğini iddia eden Kerry, İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney’in anlaşma sürecine çekilmesinin kolay olmadığını ama şimdi tüm bu sürecin boşa gittiğini anlatmaktadır. Bunun dışında, İran’la yapılan nükleer anlaşma sonrasında, Tahran rejimiyle İran füzelerinin durumu, Orta Doğu’daki Hizbullah etkisi, İsrail’e yönelik tehditler, Irak’taki gelişmeler, İran’ın Yemen’e müdahalesi ve diğer birçok kritik konuda müzakere yapmaya başladıklarını hatırlatan Kerry, Trump’ın kararıyla tüm bu ileri aşamadan geri dönmek zorunda kaldıklarını söylemektedir. Trump’ın kararının İran’da reformistleri değil, radikalleri başa getireceğini ve yeni bir Mahmud Ahmedinejad’ın yakında İran’ı yönetmeye başlayabileceğini iddia eden ABD eski Dış İşleri Bakanı, bu durumunsa İran halkı ve ABD’ye fayda sağlamayacağını düşünmektedir. Bu gelişmelerin bölgesel barış ve istikrara da zarar vereceğini kaydeden Kerry, bölgede birçok ülke liderinin (örneğin Ürdün Kralı Abdullah ve Mısır eski Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek) ABD’nin İran’ı vurması gerektiğini düşündüğünü hatırlatmaktadır. Kerry, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun bir ABD ziyaretinde İran’ı bombalamak için ABD Başkanı Barack Obama’dan izin istediğini, ancak Obama’nın bu düşünceye hararetle karşı çıktığını ve diplomasiyi öne çıkardığını da sözlerine eklemektedir. JCPOA anlaşması sayesinde İran’ın nükleer silah yapma aşamasına gelemediğini belirten Kerry, bunun dünya tarihinde yapılmış en şeffaf ve başarılı anlaşmalardan biri olduğunu iddia etmektedir. ABD’nin anlaşmadan çekilmesinin ardından P5+1’in diğer ülkelerinin (Birleşik Krallık, Çin, Fransa, Rusya + Almanya) İran’la anlaşmanın devamı için görüşmelere hız verdiklerini de söyleyen Kerry, Paris İklim Anlaşması konusunda da Trump’ın tavrını benzer şekilde hatalı bulmaktadır. Bu durumun Avrupa ülkelerini çok zor bir duruma soktuğunu söyleyen Amerikalı konuşmacı, Trump’ın tavrının ABD halkına da zarar verdiğini düşünmektedir. Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesinin de İran nükleer anlaşmasını iptal etmek kadar vahim sonuçları olacağını belirten Kerry, bunun ilerleyen on yıllarda ciddi çevre sorunlarına ve doğa felaketlerine neden olacağını ve bunun sinyallerinin daha şimdiden görülmeye başlandığını anlatmaktadır. Ayrıca çevreci teknolojilerle yaratılacak istihdamın eski tip teknolojilerle (kömür madenleri vs.) yaratılan istihdamdan çok daha fazla olacağını belirten Amerikalı siyasetçi, bu anlamda çevre hakları ve ekonomik menfaatler arasında bir seçim yapılmadığını ve her iki durumda da Paris İklim Anlaşması ve doğayla barışık yeni teknolojilerin daha avantajlı olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.

Everyday is Extra

Konuşmasında ABD Başkanı Barack Obama hakkında da bazı görüşlerini ifade eden John Kerry, Obama’nın Başkan seçilmesi sürecine kendisinin de önemli katkılarının olduğunu ve bu nedenle Obama’nın Başkanlık yemin töreninde kendisine yazılı bir not vererek teşekkür ettiğini anlatmaktadır. Geçmişte kendisi Başkan adayı olmasına karşın Barack Obama’nın Dış İşleri Bakanı olarak görev yapmaktan hiçbir zaman gocunmadığını, zira Obama’nın kendisine Amerikan diplomasisini yönetmek konusunda geniş yetkiler verdiğini belirten Kerry, Suriye konusunda ise Obama ile bazı fikir ayrılıkları yaşadığını samimiyetle söylemektedir. Suriye’ye henüz Rusya müdahale etmeden önce savaşan taraflar arasında 3 aylık bir ateşkes süreci oluşturmayı başardıklarını anımsatan Kerry, ancak Esad’ın bu anlaşmaya uymadığını ve bu durumun kendisine olumsuz bir geri dönüşünün olmadığını görmesine üzerine daha da cesaretlendiğini belirtmektedir. Bu süreçte Suriye’deki kimyasal silahların yok edilmesine dair yapılan uluslararası anlaşmaya rağmen Şam rejiminin elinde kimyasal silah kaldığının da o dönemde bilindiğini söyleyen Kerry, bu nedenle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gittiklerini, ancak Rusya’nın engellemeleri nedeniyle bu konuda daha ileri gidemediklerini açıklamaktadır. Kerry, buna karşın, Suriye rejiminin elindeki binlerce tonluk kimyasal silahların yok edilmesinin büyük bir başarı olduğunu, zira bu sayede kimyasal silahların IŞİD tarafından ele geçirilme ve Suriye’de veya başka ülkelerde terör saldırıları için kullanılabilme riskinin ortadan kaldırıldığını belirtmektedir. Bu noktada dönemin Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron’ın Avam Kamarası’nda Suriye’ye müdahale için yapılan oylamayı kaybetmesinin de çok etkili olduğunu belirten Kerry, ABD Kongresi’nin de Suriye’ye müdahale konusunda istekli ve sorumlu davranmadığını ve bu nedenle olayların farklı bir yönde gelişmeye başladığını anlatmaktadır.

Daha sonra İsrail-Filistin Sorunu’na değinen Kerry, öncelikle bu konunun kısa vadede barışçıl bir şekilde çözülebileceğina inanmadığını açıklamaktadır. Kendisinin bir İsrail dostu olmasına karşın halen iki-devletli diplomatik çözümü savunduğunu belirten Kerry, buna karşın bunu başarmanın kolay olmadığını söylemektedir. Kerry, ayrıca İsrail’in iki-devletli bir çözüm modeli konusunda Filistin yönetimi ile uzlaşıya varamamasının bu devlet için de ilerleyen yıllarda sorun teşkil edeceğine dikkat çekmekte ve çok geniş Yahudi-olmayan nüfusa dayalı bir İsrail’in aynı anda nasıl hem üniter devlet, hem de bir demokrasi olmayı başarabileceğini anlamadığını ifade etmektedir. Oslo Anlaşması ile varılan uzlaşı parametrelerinden başta Batı Şeria’daki durum olmak üzere son yıllarda hızla uzaklaşıldığını da belirten Kerry, bu nedenle bu sorunun çözülmesi konusunda hiçbir umut görmediğini ve İsrail’deki mevcut hükümetin Filistin Devleti’nin kurulmasına hiçbir şekilde sıcak yaklaşmadığını söylemektedir.  

Daha sonra Kuzey Kore konusuna odaklanan John Kerry, Kuzey Kore konusunda kendilerinin de görevdeyken bazı girişimlerinin olduğunu, ancak Trump yönetiminin nükleer silahları olan Kuzey Kore’ye yönelik uyguladığı yaptırımların halen daha nükleer silahı olmayan İran’a yönelik yaptırımlardan daha az olduğuna dikkat çekmektedir. Başkan Obama’nın görev teslimi sırasında Donald Trump’a Kuzey Kore Sorunu’nun kendisini en çok uğraştıracak konu olacağını söylediğini hatırlatan Kerry, kendilerinin de Trump yönetimine Pyongyang rejimi üzerindeki baskıların ve yaptırımların arttırılmasını tavsiye ettiklerini sözlerine eklemektedir.

Konuşmasının son bölümünde 2004 Başkanlık kampanyası döneminde yaşananları anlatan John Kerry, bazı ilginç anekdot ve anılarla konuşmasını tamamlamaktadır. John Kerry’nin konuşmasının bir ders değilse bile çok önemli mesaj ve bilgiler içeren faydalı bir yayın olduğu söylenebilir. Kerry’nin kilit mesajları ise şöyle sıralanabilir: İran’la nükleer anlaşmaya devam edilmesi, Paris İklim Anlaşması’nın imzalanması ve diplomatik görüşmeler daha da ilerletilmeden Kuzey Kore konusunda baskı ve yaptırımların arttırılması. Suriye konusunda ise, Kerry, açıkça söylemese bile fırsatın kaçırılmış olduğunu düşündüğüne dair bir intiba bırakmaktadır. Kerry’nin görüşleri kendi içerisinde tutarlı ve inandırıcı olmasına rağmen, kendi görevde olduğu süreçte yaşanan Mısır’daki darbe yönetimine verilen destek, Türkiye gibi önemli bir müttefiğin kaybedilme noktasına gelinmesi ve ABD’nin Filistin Sorunu’nun çözümü konusunda İsrail yönetimi üzerinde barışı teşvik etmek bağlamında hiçbir şekilde etkili olamaması gibi konuların Amerikan dış politikasının son yıllardaki zaafları olarak görüldüğü ve bu zaafları Kerry’nin de gideremediğini belirtmek bu noktada yerinde olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

4 Ekim 2018 Perşembe

Philippe Etienne’den ‘Elize’den Bir Bakış: Fransa’nın Dünyadaki Rolü’ Konuşması



1955 doğumlu Fransız diplomat Philippe Etienne[1], 1981 yılından beri Dış İşleri Bakanlığı’ndan önemli görevler üstlenmiş deneyimli bir devlet adamıdır. Etienne, 1986-1988 yıllarında Avrupa İşleri Bakanı Bernard Bosson’un Teknik Danışmanı, 1995-1997 yılları arasında Dış İşleri Bakanı Hervé de Charette’in Kabine Direktör Yardımcısı, 2004-2007 yıllarında Dış İşleri Bakanlığı Kalkınma ve Uluslararası İşbirliği Genel Müdürü, 2007-2009 yılları arasında Dış İşleri Bakanı Bernard Kouchner’in Kabine Direktörü, 2009-2014 yılları arasında ise Avrupa Birliği nezdinde Fransa Daimi Temsilciliği görevlerinde bulunmuş ve son olarak 2014-2017 yılları arasında Fransa’nın Almanya Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. Etienne, 2017 yılında Rusya Büyükelçisi olarak atanmış, ancak bu göreve başlayamadan 14 Mayıs 2017 tarihi itibarıyla Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Diplomatik Danışmanı olarak çalışmaya başlamıştır. Philippe Etienne, diplomatik becerisiyle genelde uluslararası basında övgü konusu olan[2] başarılı bir bürokrat ve diplomattır. Etienne, geçtiğimiz gün İngiltere’nin köklü düşünce kuruluşu Chatham House’da “A View from the Elysée: France’s Role in the World” (Elize’den Bir Bakış:  Fransa’nın Dünyadaki Rolü) başlıklı önemli bir konuşma yapmış ve Emmanuel Macron dönemi Fransız dış politikasına dair önemli tüyolar vermiştir. Bu yazıda, bu konuşma özetlenecektir.

Philippe Etienne

Philippe Etienne, İngilizce olarak yaptığı konuşmasına, halen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Diplomatik Danışmanı olarak görev yaptığı için konuşmasının mutlak bir nesnellik içermediğini, ama bu konuda elinden gelenin en iyisini yapacağını belirterek başlamaktadır. Daha sonra geçtiğimiz yıl yapılan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Emmanuel Macron’un seçilmesinin dünyaya önemli bir mesaj olduğunu söyleyen Etienne, bu mesajları; (1) Fransa’nın azimli reformlarla dönüşmek/ilerlemek istemesi, (2) Birleşik Avrupa (AB) için yeni bir vizyon ihtiyacı ve (3) Uluslararası ilişkilerde işbirliğinin öne çıkarılması olarak sıralamaktadır. Cumhurbaşkanı Macron’un ofisteki ilk yılında Avrupa başta olmak üzere birçok coğrafyada çok önemli konuşmalar ve diplomatik temaslar gerçekleştirdiğini ve bu sayede kendisinin ve ülkesinin amaç ve ihtiraslarını dünyaya başarıyla anlattığını kaydeden Fransız diplomat, Macron’un kurallara dayalı uluslararası düzeni ayakta tutmaya çalıştığını da sözlerine eklemektedir. Devletlerarası bağımlılığın giderek arttığı bir dünyada, genç Cumhurbaşkanı’nın ülkesini yeni yatırımlar, eğitim olanakları ve girişimcilik faaliyetleri konusunda bir cazibe merkezi haline getirmeye çalıştığını da belirten konuşmacı, ülkede son dönemde gerçekleştirilen tüm reformların bu kapsamda yapıldığını anlatmaktadır. Bu bağlamda, Macron’un ofisteki ilk yılında Fransa’nın sesinin ve uluslararası konulardaki görüşlerinin dünyada daha iyi duyulabilmesi/anlaşılabilmesi konusunda büyük başarı kazandığını iddia eden Etienne, konuşmasını iki önemli ana başlık etrafında hazırladığını ve bunların; (1) Fransa’nın ve genel olarak Avrupa’nın güvenlik ve savunma politikasının artan risk ve tehditler karşısında yeniden düzenlenmesi ve (2) Çok-taraflı uluslararası düzenin korunması olarak açıklamaktadır.

Konuşmanın kaydı

Konuşmasına bahsettiği ilk konu olan savunma ve güvenlik başlığı altında devam eden Philippe Etienne, ülkesinin terör örgütlerine karşı savaşmaya devam edeceğini söylemekte ve son yıllarda Fransa ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde gerçekleşen büyük terör olaylarına referans yaparak, terör tehditlerinin son dönemde arttığını vurgulamaktadır. Macron döneminde ülkesinin terörle mücadele konusunda yeni bir yasa çıkardığını ve terörizmin finansmanı konusunda Paris’te önemli bir uluslararası konferans düzenlediğini hatırlatan Etienne, Birleşik Krallık (İngiltere) ile işbirliği yaparak internet üzerinden gerçekleştirilen terör faaliyetleriyle de mücadele ettiklerini belirtmektedir. Bunların yanısıra, Fransız Ordusu’nun terörle mücadele amacıyla Sahel bölgesinde 4.000 askerle Barkhane Operasyonu’nu (Opération Barkhane)[3] sürdürdüğünü anımsatan Etienne, Birleşik Krallık’ın da kendilerine helikopter desteği sağlayarak bu operasyona yardımcı olduğunu söylemektedir. Fransız diplomat, son dönemdeki ikinci büyük askeri operasyon olarak, ülkesinin, Burkina Faso, Çad, Mali, Moritanya ve Nijer’den oluşan G5 Sahel Gücü’ne (G5 du Sahel) askerleriyle destek sağladığını belirtmektedir.[4] Boko Haram ve IŞİD’le mücadele konusunda da ülkesinin çaba ve desteklerinin sürdüğünün altını çizen Etienne, IŞİD’in tamamen yok edilmesi ve Avrupa’da bir daha terör eylemleri gerçekleştirememesinin kendileri açısından hayati bir mesele olduğunu vurgulamaktadır. Terörizmin siyasal istikrarsızlıktan kaynaklandığını ve sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini belirten konuşmacı, bu noktada siyasal çözüm yöntemlerinin de terörle mücadelede kullanılması gerektiğini işaret etmektedir. Fransa’nın, BM Güvenlik Konseyi üyesi diğer ülkelerle birlikte, terör sorunlarının çözümü konusundaki diplomatik girişimleri destekleyeceğini söyleyen Cumhurbaşkanı Danışmanı, Cumhurbaşkanı Macron’un özellikle Libya konusunda son dönemde yaptığı önemli girişimlere dikkat çekmektedir. Suriye’de ise, BM Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda kapsamlı bir siyasi çözüm olmadan istikrarın sağlanamayacağını belirten Fransız konuşmacı, bu konuda Batılı müttefiklerin girişimlerinin yanında, İran, Rusya ve Türkiye’nin başlattığı Astana Süreci’ne de vurgu yapmaktadır. Bunların dışında, ülkesinin kitle imha silahlarının yayılması konusunu da uluslararası istikrar açısından büyük bir sorun olarak gördüğünü belirten Etienne, bu nedenle Fransa’nın ABD ve Birleşik Krallık’la birlikte Suriye’deki son kimyasal saldırı sonrasında harekete geçtiğini ve bu ülkedeki kimyasal silah tesislerini vurduğunu hatırlatmaktadır. Nükleer bir güç olan Fransa’nın nükleer silahların yayılması tehlikesini uluslararası düzenin korunması konusunda anahtar meselelerden biri olarak gördüğünü açıklayan deneyimli diplomat, ülkesinin 2015 yılında İran İslam Cumhuriyeti ile İran nükleer programına ilişkin olarak Viyana’da yapılan JCPOA anlaşmasını halen desteklediğini de açıkça söylemektedir. Etienne, ABD anlaşmadan çekilmesine karşın, Fransa’nın, Almanya ve Birleşik Krallık’la birlikte, İran anlaşma koşullarına uyduğu müddetçe anlaşmaya destek vereceğini söylemektedir. Ayrıca Avrupa’nın güvenliğini sağlama konusunda daha fazla girişimde bulunması gerektiğine de vurgu yapan konuşmacı, ülkesinin NATO bütçesine yüzde 2’lik katkı payını ödeme konusunda herhangi bir tereddüt yaşamadığını söylemektedir. Son bir yılda Avrupa’nın güvenlik konusunda çok büyük ilerlemeler kaydettiğini vurgulayan Etienne, bu anlamda üstü kapalı bir biçimde ABD’nin Avrupa güvenliği konusunda Başkan Donald Trump döneminde gösterdiği ilgisiz tavrı eleştirmekte ve bunun kendilerini çaresiz duruma düşürmediğini ima etmektedir.

Konuşmasının ikinci ve son bölümünde, uluslararası düzenin korunması için çok taraflı diplomasinin işletilmesi ve küresel kamu yararı (global common goods) anlayışının derinleştirilmesi konusuna odaklanan Philippe Etienne, bu konuda da işbirliği kavramını -özellikle Batı ittifakı bağlamında- öne çıkarmaktadır. Çevre güvenliği, salgın hastalıklarla mücadele, eğitim hizmetlerinin geliştirilmesi ve ticaretin yaygınlaştırılmasının küresel kamu yararı bağlamında ana başlıklar olduğunu belirten Etienne, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve çok-taraflı işbirliğine dayanan Birleşmiş Milletler düzeninin son dönemde sıklıkla eleştirilmeye başlandığını anımsatarak, bu sistemi yıkmak ve dünyayı kaosa sürüklemek değil, sistemi iyileştirmek gerektiğini anlatmaktadır. Küresel ısınma, sibergüvenlik ve küresel sağlık sorunları gibi uluslararası sorunlarda ülkelerin işbirliği yapması gerektiği konusunda Fransa’nın ısrarcı olduğunu belirten konuşmacı, bu nedenle ülkesinin ABD’yi çok taraflı diplomasi yöntemiyle ve uluslararası hukuk çizgisinde hareket etmek konusunda teşvik etmeye devam edeceğini açıklamaktadır. Bu amaçla ülkesinin Kasım ayında Paris Barış Forumu (Forum de Paris sur la Paix) adlı yeni bir girişimi[5] hayata geçireceğini de kaydeden deneyimli Fransız diplomat, ayrıca ülkesinin Paris İklim Sözleşmesi konusunda oynadığı öncü rolü de hatırlatmakta ve Fransa’yı uluslararası düzenin koruyucusu ve istikrar sağlayıcı bir aktör olarak öne çıkarmaktadır.

Konuşmasının son bölümünde Fransa’nın güçlü ve birleşik bir Avrupa’dan (AB’den) yana olduğunu hatırlatan Philippe Etienne, buna karşın Brexit ile AB’den ayrılma kararı alan Birleşik Krallık’la da ortak çıkarlarının devam ettiğinin altını çizmekte ve bu ülkeyle dostluk ilişkilerinin Brexit sonrasında sona ermeyeceğini anlatmaktadır. Son olarak, Philippe Etienne’in Chatham House konuşmasının Fransa’nın dış politika ilkelerini basit ve somut şekilde açıklayan başarılı bir diplomatik etkinlik olduğu ve Cumhurbaşkanı Macron döneminde Fransız dış politikasında yakalanan aktivizmin bu konuşmadan anlaşıldığı kadarıyla artarak devam edeceği söylenmelidir. Ayrıca hep Fransız aksanıyla İngilizce konuşmalarıyla eleştirilen Fransız diplomatlarından farklı olarak aksansız bir İngilizce konuşan Etienne’in, toplantıya katılan İngiliz misafirlerin gönüllerini tatlı sözleri ve duru İngilizcesiyle kazanmayı başardığını da bu noktada tespitlerimiz arasına ekleyebiliriz. Etienne’in ABD’ye yönelik eleştirilerini son derece diplomatik bir dille ve nazik bir tonda yapması ise, yüzyıllardır süregelen Fransız diplomatik geleneğinin etkisini göstermektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Philippe_%C3%89tienne.
[2] Bakınız; https://www.politico.eu/article/smooth-operator-2/.
[3] Bu konuda bilgiler için; https://www.defense.gouv.fr/english/operations/barkhane/dossier-de-presentation/operation-barkhane.
[4] Bakınız; https://www.diplomatie.gouv.fr/en/french-foreign-policy/defence-security/crisis-and-conflicts/g5-sahel-joint-force-and-the-sahel-alliance/.
[5] Web sitesi için; https://parispeaceforum.org/fr/.