27 Ağustos 2019 Salı

2019 İsrail Genel Seçimleri


Giriş
2019 yılı, Ortadoğu’nun kilit ülkelerinden İsrail siyaseti açısından oldukça hareketli geçiyor... Nitekim 9 Nisan’da yapılan seçimin ardından bir koalisyon hükümeti kurulamaması nedeniyle, 17 Eylül’de ülkede ikinci defa genel seçim yapılacak ve Knesset’te yer alacak 120 milletvekili ile birlikte yeni hükümet belirlenecek. Bu yazıda, İsrail’in 2019 seçimlerini mercek altına alacağım.

9 Nisan Seçimi
İsrail siyasetini son yıllarda domine eden ve 2009’dan beri 10 yıldır aralıksız Başbakan olarak görev yapan[1] Benyamin Netanyahu ve partisi -merkez sağ-milliyetçi sağ çizgideki- Likud’un yüzde 26,46 oyla birinci bitirdiği ve Knesset’de 35 koltuk kazanmayı başardığı 9 Nisan seçiminde en büyük sürprizi; eski Genelkurmay Başkanı Benny Gantz’ın 2018 yılı sonunda kurduğu merkez-merkez sol çizgideki İsrail Direniyor Partisi (Hosen L’Yisrael) ile eski Maliye Bakanı Yair Lapid’in liberal çizgideki Gelecek Partisi (Yesh Atid) ve eski Savunma Bakanı Moshe Ya’alon’un 2019 yılı başında kurduğu merkez sağ çizgideki Telem partisinin oluşturdukları Mavi Beyaz (Kahol Lavan) seçim ittifakı yapmıştı. Mavi Beyaz ittifak, girdiği ilk genel seçimde neredeyse Likud’la eşit oranda oy almayı (yüzde 26,13) ve Knesset’teki koltuk sayısını Likud’la aynı seviyeye (35) ulaştırmayı başarmıştı. Her ne kadar bir önceki seçime göre koltuk sayısını 5 arttırmayı başaran Netanyahu ve partisi Likud, BBC ve diğer birçok uluslararası haber kuruluşu tarafından seçimin galibi ilan edilse de[2], bazı analistler, seçim sonucunun Netanyahu ve Likud için güç kaybı anlamına geldiğini iddia etmişlerdi.[3] Neticede, seçim sonuçları, İsrail siyasetinde ortaya çıkan değişim beklentisini ortaya koyması açısından oldukça önemliydi. Seçimde, yüzde 3,25 düzeyindeki barajı aşarak parlamentoda koltuk kazanan diğer partiler ve oy oranları ise şöyleydi:[4]
  • Aryeh Deri liderliğindeki Ultra Ortodoks ve aşırı sağ Şas Partisi (Shas) yüzde 5,99 oy (8 koltuk),
  • Haredilerin desteklediği ve yine dini temellere dayalı -Yaakov Litzman liderliğindeki- aşırı sağ çizgideki Birleşik Tora Yahudiliği-Birleşik Tevrat Yahudiliği (Yahadut HaTora) yüzde 5,78 (8 koltuk),
  • Ayman Odeh liderliğindeki aşırı sol ve komünist çizgideki Hadash ile İsrailli Arapların partisi Ta’al’ın oluşturduğu seçim ittifakı yüzde 4,49 oy (6 koltuk),
  • Avi Gabbay liderliğindeki köklü merkez sol İsrail İşçi Partisi yüzde 4,43 oy (6 koltuk),
  • Avigdor Lieberman’ın lideri olduğu aşırı sağ-seküler milliyetçi İsrail Evimiz Partisi (Yisrael Beiteinu) yüzde 4,01 oy (5 koltuk),
  • Rafi Peretz’in lideri olduğu aşırı sağ partilerin URWP ittifakı yüzde 3,70 oy (5 koltuk),
  • Tamar Zandberg önderliğindeki sosyal demokrat Meretz yüzde 3,3 oy (4 koltuk),
  • Moshe Kahlon’un Genel Başkanı olduğu merkez çizgideki Kulanu yüzde 3,54 oy (4 koltuk),
  • Mansour Abbas’ın lideri olduğu Ra’am-Balad koalisyonu (Birleşik Arap Listesi) yüzde 3,33 oy (4 koltuk).

2019 Nisan seçimi sonrasında Knesset’teki koltuk dağılımı

Koalisyon Girişimleri
Seçim sonrasında, hiçbir parti -İsrail siyasetinde daima olduğu şekilde[5]- tek başına çoğunluğu oluşturamadığı için, İsrail siyasal geleneğine uygun olarak çok partili koalisyon formülleri gündeme getirilmeye başlandı. Bu doğrultuda, hükümeti kurma görevini alan Başbakan Benyamin Netanyahu, doğrudan rakibi haline gelen Mavi Beyaz ittifak dışındaki sağ partilerle koalisyon görüşmelerine başladı. Bu görüşmelerde oldukça ciddi ilerleme sağlayan Netanyahu, son aşamada aşırı muhafazakâr partiler ile aşırı sağ-seküler milliyetçi Avigdor Lieberman’ın lideri olduğu İsrail Evimiz Partisi (Yisrael Beiteinu) arasındaki zorunlu askerlikle ilgili anlaşmazlığı çözemeyince[6], Lieberman'ı ülkeyi siyasi egoları nedeniyle gereksiz yere erken seçime sürüklemekle suçlayarak erken seçim kararı aldı[7]. Bu süreçte, Netanyahu, “yenilmez” imajından kısmen taviz vermek zorunda kalırken, sonraki seçime yine iddialı gireceğini ve bu seçimi de kazanacağını iddia etti.[8] Ancak Netanyahu, bu zorlu ara dönemde bile, İsrailli sağ seçmenin hoşuna gidecek bazı siyasi zaferler kazanmayı başardı. Öncelikle seçimin hemen öncesinde ABD Başkanı Donald Trump’ın kararıyla Golan Tepeleri’ni İsrail’e katmayı başaran Netanyahu[9], Batı Şeria’da bulunan Yahudi yerleşim yerlerini İsrail’e bağlama sözü de verdi[10]. Netanyahu, İsrail’in en uzun süre görev yapan Başbakanı olarak, kısa süre önce ABD Başkanı Trump’ın Twitter üzerinden tebriklerini de kabul etti.[11] Ayrıca, İsrail, yine bu zorlu ara dönemde, Netanyahu’nun başlattığı Sünni Arap dünyasına yönelik açılımını sürdürdü ve kendisi ile doğrudan diplomatik ilişkileri olmamasına karşın, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile casus uçaklarını da içeren kapsamlı bir ticari anlaşma yaptı.[12] Birleşik Krallık’ın başına son dönemin en İsrail yanlısı Başbakanı olan Boris Johnson’ın geçmesi de İsrail adına önemli bir kazanım olarak bu noktada belirtilebilir.[13]

Netanyahu’nun zaferleri devam edecek mi?

17 Eylül Seçimine Doğru
17 Eylül seçimi öncesinde İsrail siyasetinde bazı değişiklikler ve gelişmeler yaşandı. Öncelikle, 2015-2019 döneminde Netanyahu’nun kurduğu koalisyon hükümetinde İsrail’in Adalet Bakanı olarak görev yapan Ayelet Shaked, Yeni Sağ Parti’den (Hayamin Hehadash) ayrılarak, Yamina adıyla yeni bir sağ parti kurdu ve seçime girmeye hak kazandı.[14] Yahudi Evi (Habayit Hayehudi) ve Yeni Sağ Partisi eski lideri Naftali Bennett’in de katıldığı parti, bu seçimde yüzde 3,25’lik barajı aşmak için mücadele verecek. Bir diğer önemli gelişme ise İsrail İşçi Partisi’nde yaşandı. Geleneksel olarak Likud’la beraber İsrail siyasetinin iki büyük aktöründen biri olan, ancak son seçimde büyük oy kaybı yaşayan İşçi Partisi, Avi Gabbay yerine deneyimli sol siyasetçi Amir Peretz’i yeni lideri olarak seçti.[15] Bıyıklarıyla şöhret kazanan Peretz, seçim öncesinde bıyıklarını keserek yeni bir imaja büründü ve partisini yeniden çıkış yapmak için hareketlendirdi.[16] Peretz, oy oranını arttırmak için, Orly Levy liderliğinde yeni kurulan liberal çizgideki Gesher partisiyle bir seçim ittifakına da yöneldi. Ayrıca eski İşçi Partili Başbakanlardan Ehud Barak da partisine destek olmak için bu seçimde siyasete dönme kararı aldı.[17] Bunların yanı sıra, Ayman Odeh liderliğindeki aşırı sol koalisyon, bu seçimde Hadash ile Ta’al partilerinin yanı sıra Balad partisini de bünyesine katarak Birleşik Arap Listesi adıyla seçime daha iddialı girme şansı yakaladı. Seçim için son düzlüğe girilirken İsrail basınında yer alan ilginç bir haber ise, Netanyahu’nun seçim sonrasında Mavi Beyaz ittifakın büyük partisi olan Benny Gantz liderliğindeki İsrail Direniyor Partisi ile koalisyona sıcak baktığı iddiasına dayanıyordu. Bu iddia, Likud milletvekili David Bitan tarafından da doğrulandı.[18] Birleşik Arap Listesi’nin Başbakan adayı Ayman Odeh ise, seçim sonrasında böyle bir gelişme yaşanırsa kendisinin anamuhalefet lideri olacağını söyleyerek, bunun İsrail siyaseti açısından tarihi bir gelişme olacağını vurguladı.[19] Ayrıca ülkede yapılan kamuoyu yoklamaları, Birleşik Arap Listesi seçmenlerinin yüzde 78’inin Mavi Beyaz ittifakı ile bir koalisyon hükümetine girmelerine sıcak baktığını ortaya koyuyor.[20]

Ayman Odeh ile Benny Gantz bir koalisyon hükümetinde birlikte yer alırlar mı?

Anketler
Seçim için artık birkaç hafta kalmışken yapılan anketler, oy oranlarında kayda değer bir değişim beklenmemesi gerektiğini gösteriyor. Nitekim Ağustos ayı içerisinde yapılan anketler incelendiğinde[21]; Likud ile Mavi Beyaz ittifakın Knesset’te yine 30-32 aralığında bir koltuk sayısına ulaşacak düzeyde oy alabilecekleri ve Likud’un az farkla önde olduğu görülüyor. İlginç bir gelişme ise, Ayman Odeh liderliğinde Balad’ı da ittifaka dâhil eden Birleşik Arap Listesi’nin oy oranını yükseltmesi ve koltuk sayısını anketlere göre 6’dan 10-11 seviyesine çıkarması oldu. Ayrıca popüler kadın siyasetçi Ayelet Shaked sayesinde, yeni kurulan Yamina’nın ilk seçiminde Likud ve Mavi Beyaz ittifaktan bir kısım sağ oyu çalarak, 10 civarında milletvekili çıkarma ihtimali olduğu görülüyor. Amir Peretz liderliğindeki İsrail İşçi Partisi-Gesher ittifakı ise, Ehud Barak ve Stav Shaffir gibi popüler isimleri aday yapacaklarını açıklamalarına karşın, anketlerde henüz kayda değer bir ilerleme sağlamamış gibi gözüküyor. Ancak anketlerde yüzde 2-3’lük hata payının olduğu ve seçim öncesinde yaşanacak gelişmelerin seçmenleri kolaylıkla etkileyebildiği düşünüldüğünde (örneğin ABD Başkanı Trump’ın Netanyahu’yu rahatlatabilecek bir hamlesi), sonuçlar hakkında konuşmak için ihtiyatlı olmak gerekir. Ayrıca anketler, İsrailli seçmenlerin yalnızca 61’inin bu seçimde oy kullanmayı düşündüğünü de gösteriyor.[22]

Ayelet Shaked, lider olarak girdiği ilk seçimde önemli bir başarı kazanabilir…

Sonuç
Sonuç olarak, 2019 İsrail seçimleri, İsrail siyasetinin demokratik ve bir o kadar da parçalı yapısı nedeniyle, yine hükümette istikrar açısından zorlu bir sürece neden olacak gibi gözüküyor. Buna karşın, İsrail’in dış politikada yaptığı atılımlar sayesinde, iç siyasetin parçalı yapısını çok da büyük bir sorun olarak düşünmemek lazım. Dahası, Ortadoğu gibi tek adam rejimlerinin ve otoriter yönetimlerin yaygın olduğu bir coğrafyada, demokratik düzen içerisindeki gevşek koalisyon hükümetlerini tercih edecekler çoğunlukta olabilir. Lakin Netanyahu’nun veya yerine gelecek olan yeni İsrail Başbakanı’nın, son dönemde İsrail’in kazandığı tüm başarılara karşın, iki konuda bundan sonra çok daha dikkatli ve özenli olmaları gerekiyor. Bunlardan ilki ve daha önemlisi, İran’ın -ABD’nin JCPOA anlaşmasından çekilmesinin ardından- nükleer programına yeniden başlamasıdır. Bu konuda ABD Başkanı Donald Trump’la birlikte JCPOA anlaşmasının iptali için adeta kampanya başlatan Netanyahu, İran’ın nükleer güce ulaşması durumunda bunun kendisi ve İsrail için bir stratejik kâbus olacağını öngörmek ve buna uygun politikalar geliştirmek zorundadır. Bu da, kuşkusuz, İran’la yeni bir müzakere sürecine işaret etmektedir. Son G7 zirvesinde bu konuda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un yaptığı girişimler ise umut vericidir. Trump-Netanyahu ikilisi, İran’la bir anlaşma yapılamaması ve İran’ın birkaç sene içerisinde nükleer bir güce dönüşmesi durumunda, dünya siyasi tarihine İran İslam Cumhuriyeti’ni nükleer güce dönüştüren liderler olarak geçeceklerdir. Dahası, İran'ın nükleer silah kapasitesine ulaşması, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeleri de benzer arayışlara yönlendirecek ve Ortadoğu'yu kaynayan bir kazan haline getirecektir. İkinci önemli mesele ise Doğu Akdeniz’le ilgilidir. Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Mısır ve Yunanistan gibi ülkelerle ve Avrupalı ve Amerikalı şirketlerle son dönemde bu coğrafyada enerji politikaları bağlamında yakın işbirliğine yönelen İsrail, burada yeni kurulmakta olan ve Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip ülke olan Türkiye’nin dâhil olmadığı bir ekonomik düzenin asla ayakta kalamayacağını acilen fark etmek zorundadır. Dolayısıyla, İsrail’de kim Başbakan seçilirse seçilsin, yeni dönemde Türkiye ile ilişkileri geliştirmek ve İran nükleer programı ve Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının paylaşımı konularında uluslararası bir uzlaşma/anlaşma sağlanmasına katkıda bulunmak zorundadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Kendisi, daha önce de 1996-1999 döneminde Başbakanlık yapmıştır.
[2] https://www.bbc.com/news/world-middle-east-47881411 ; https://www.bbc.com/news/world-middle-east-47876539.
[3] Bakınız; http://politikaakademisi.org/2019/04/10/israil-secimlerinde-dengesizlik-dengesi/.
[4] İsrail eski Eğitim Bakanı Naftali Bennett’in kurduğu ve Ayelet Shaked gibi popüler bir ismin de katıldığı Yeni Sağ Parti (Hayamin Hehadash), Nisan seçiminde seçim barajını aşamamıştır.
[5] 1949-2009 döneminde İsrail’in koalisyon hükümetleri için; https://mfa.gov.il/mfa/aboutisrael/state/government/pages/the%20governments%20of%20israel.aspx.
[6] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48454914.
[7] https://www.sabah.com.tr/dunya/2019/05/29/netanyahu-libermani-hedef-aldi.
[8] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israil-17-eylulde-erken-secime-gidecek/1492688.
[9] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47696932.
[10] https://www.amerikaninsesi.com/a/netanyahu-yerlesimleri-ilhak-edecegiz/4864899.html.
[11] https://www.haaretz.com/us-news/trump-takes-to-twitter-to-congratulate-netanyahu-on-becoming-longest-serving-pm-1.7547089.
[12] https://www.haaretz.com/israel-news/.premium-israel-businessman-uae-spy-planes-iran-saudi-arabia-1.7696711.
[13] https://www.israelhayom.com/2019/07/23/israel-looks-forward-to-working-with-new-british-pm-boris-johnson/.
[14] https://www.haaretz.com/israel-news/elections/ex-justice-minister-ayelet-shaked-expected-to-spearhead-revived-right-wing-party-1.7545553 ;
[15] https://en.globes.co.il/en/article-amir-peretz-elected-labor-party-leader-1001292006.
[16] https://www.jta.org/quick-reads/israeli-labor-party-chairman-amir-peretz-shaves-trademark-mustache-to-make-a-political-point.
[17] https://www.haberler.com/israil-de-sol-partiler-secime-ortak-listeyle-12277324-haberi/.
[18] https://www.jpost.com/Israel-News/Likud-officials-Netanyahu-intends-to-form-coalition-with-Gantz-report-598081.
[19] https://www.timesofisrael.com/joint-list-head-unity-government-would-make-me-first-arab-opposition-leader/.
[20] https://www.jpost.com/Israel-Elections/Poll-78-percent-of-Israeli-Arabs-support-the-Joint-List-entering-coalition-599769.
[21] https://en.wikipedia.org/wiki/Opinion_polling_for_the_September_2019_Israeli_legislative_election.
[22] https://www.jpost.com/Israel-Elections/Only-61-percent-of-Israelis-plan-on-voting-in-September-election-599634.

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Fransız Düşünce Kuruluşu IRIS’in ‘Venezuela: Hangi Siyasi Çözüm?’ Konferansı


Fransız düşünce kuruluşu IRIS (Institut de Relations internationales et stratégiques) veya Türkçe ismiyle Uluslararası Stratejik İlişkiler Enstitüsü[1], 1991 yılında kurulmuş önemli bir Fransız think tank’idir. Pascal Boniface tarafından yönetilen kuruluş, IFRI’den sonra en etkili Fransız düşünce kuruluşu kabul edilmektedir. IRIS, 10 Nisan 2019 tarihinde “Venezuela : quelles solutions politiques ?” (Venezuela: Hangi Siyasi Çözüm?) başlıklı bir konferans düzenlemiştir.[2] IRIS uzmanı Christophe Ventura’nın moderatörlüğünü yaptığı konferansa, konuşmacı olarak, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) Fransa yöneticisi Geneviève Garrigos, IRIS Latin Amerika uzmanı Jean-Jacques Kourliandsky ve Venezuela eski Dış İşleri Bakanı Yardımcısı ve 2007-2013 döneminde Venezuela Devlet Başkanı Yardımcısı Nicolas Maduro’nun kabine direktörü olan Temir Porras katılmışlardır. Bu yazıda, bu konferansta uzmanlarca dile getirilen görüşler özetlenecektir.

Konferans kaydı

Konferansın ilk konuşmacısı olan IRIS Latin Amerika uzmanı Jean-Jacques Kourliandsky, hiçbir taraf adına sözcülük yapmadan değerlendireceğini söylediği 2019 Venezuela krizini üç temel üzerinden açıklamaktadır. Bunlardan ilki, Venezuela ekonomik krizidir. Kourliandsky, Venezuela’da, 2019 yılı itibariyle, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da olduğu gibi çok yüksek bir enflasyon düzeyinin bulunduğunu ve bu durumun toplumsal hoşnutsuzluk ve tepkileri yoğunlaştırdığını düşünmektedir. Ekonomik sorunlar nedeniyle kamusal hizmetlerde kalite kaybı yaşandığına ve insanların alım gücünün düştüğüne dikkat çeken Fransız uzman, Birleşmiş Milletler 2017 yılı verilerine göre, ülkede 3 milyon 700 bin dolayında beslenme bozukluğu çeken insan olduğunu söylemektedir. Ekonomik sorunlar nedeniyle Venezuela’nın son dönemde en fazla dış göç veren ülkelerden biri haline geldiğini vurgulayan Kourliandsky, Venezuela ekonomisinin büyük ölçüde petrol gelirlerine dayandığını ve petrol fiyatlarının düşmesine bağlı olarak son dönemde yaşanan ekonomik sorunların siyaset kurumunun ötesinde yapısal bir problem olduğunun altını çizmektedir. Fransız konuşmacı, bu doğrultuda, Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin Hugo Chavez önderliğinde benimsediği devrimci ve devletçi ekonomik kalkınma modelini eleştirel bir gözle incelemektedir. Bu sistemde petrol gelirlerinin PDVSA adlı devlet şirketinde toplandığını anımsatan Kourliandsky, « socialisme pétrolier » yani “petrol gelirlerine dayalı sosyalizm” modelinin sosyoekonomik ihtiyaçları karşılama bağlamında günümüzde Venezuela’da başarılı olamadığını düşünmektedir. Devlet elindeki petrol şirketine benzer şekilde diğer devlet kuruluşlarının da ekonomik açıdan başarılı olamadıklarını belirten konuşmacı, özellikle elektrik üretimi konusunda son dönemde yaşanan sorunlara vurgu yapmakta ve Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun bu konuda komplovari açıklamalar (siber saldırılar vs.) yaptığını ifade etmektedir. Daha sonra önemli olarak gördüğü ikinci sorunu, yani Venezuela'daki siyasal krizi açıklamaya başlayan Jean-Jacques Kourliandsky, 1989 yılında da Venezuela'da ciddi bir ekonomik krizin yaşandığını ve o dönemde ordunun sokağa çıkarak başkent Caracas'ta göstericileri bastırmak zorunda kaldığını hatırlatmakta, günümüzde ise protestoların daha farklı şekilde geliştiğine vurgu yapmaktadır. Venezuela'daki siyasal sorunların temelinde toplumun sınıflı yapısı olduğunu kaydeden konuşmacı, Brezilya'daki "favela"lara (gecekondu) benzer şekilde Venezuela'da da yoksulların yaşadığı kent çeperlerinin yaşam koşullarının gelişmiş şehirlerden farklı olduğunu düşünmektedir. Şehirlerin zengin bölgelerinde yaşayan orta üst ve üst sınıfların Chavez rejimine en baştan beri karşı olduklarını söyleyen Kourliandsky, ancak Chavez ve Maduro'nun toplumun yaklaşık yüzde 60'ını oluşturan fakirlerin desteğini almayı başardıklarını; günümüzde de bu kesimlerin halen daha siyaset sahnesinde kendilerini temsil eden muhalif bir hareket bulamadıkları için rejime destek verdiklerini söylemektedir. Venezuela'nın dünyada cinayet oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri olduğunu da anımsatan konuşmacı, insanların ekonomik ve siyasal kriz ortamında suça ve göçe yönelebildiklerini ifade etmektedir. Günde 5.000 kadar Venezuelalının ülkesini terk ettiğini söyleyen Kourliandsky, yıl sonuna kadar 2 milyon insanın ülkeyi terk etme riskinin bulunduğunu da sözlerine eklemektedir. Bu iki krizin etkisiyle oluşan üçüncü krizi de uluslararası kriz olarak değerlendiren Fransız uzman, Venezuela'da son dönemde Rusya ve Çin'in mevcut hükümete, Batılıların (ABD ve Avrupa ülkeleri) ise muhalefete destek verdiğini hatırlatmakta ve bunun Venezuela'daki krizi uluslararası bir güç mücadelesine dönüştürdüğüne işaret etmektedir. Bu bağlamda, Venezuela krizinin önce göç nedeniyle bölgesel bir soruna, sonra da büyük devletlerin katılımıyla uluslararası bir soruna dönüştüğüne dikkat çeken IRIS uzmanı, Lima Grubu'nun Venezuela'da Maduro yönetimine destek vermemesini önemli bir gelişme olarak yorumlamakta ve Lima Grubu'nun ABD ve AB ile birlikte son dönemde bu ülkede yönetim değişikliği politikasına yöneldiğini söylemektedir.

IRIS logosu

Konferansın ikinci konuşmacısı olan Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) Fransa yöneticisi Geneviève Garrigos, öncelikle temsil ettiği kurumun gayesinin Venezuela'yı kimin meşru olarak yöneteceğine karar vermek olmadığını ve bu konuda kararı Venezuelalıların vermesi gerektiğini açıklamaktadır. Garrigos, kendileri açısından önemli olan konunun, bu ülkedeki şiddet olaylarını önlemek ve halkın yaşamını zora sokan koşulları düzeltmek olduğunu söylemektedir. Ayrıca kurumunun, Venezuela Ordusu'nun olayları yatıştırmak için müdahalede bulunması veya ABD'nin Venezuela'ya müdahale etmesi görüşlerini de desteklemediğini belirten konuşmacı, bu bağlamda iki önemli konuyu öne çıkarmak istediklerini söylemektedir. Bunlardan ilki, insani yaşam koşullarıdır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet'in hazırladığı rapora atıfta bulunan Garrigos, Venezuela'da iktidarın ve muhalefetin, insani krizlerin yaşanmaması noktasında sorumlu davranmaları gerektiğini belirtmektedir. İkinci olarak, sivil ve siyasal hakların korunması konusunu vurgulayan Fransız konuşmacı, son dönemde Venezuela'da bu konularda birçok sorun yaşandığını (haksız tutuklamalar vs.) ve kendilerinin bu ülkeye bir heyet göndererek gelişmeleri yakından takip ettiklerini açıklamaktadır. Bu bağlamda, ifade hürriyeti ve siyasal eylem özgürlüğünün önemine vurgu yapan konuşmacı, hapishanelerdeki siyasal suçlular (düşünce suçluları) konusunu da Venezuela için önemli bir sorun olarak vurgulamaktadır. Askeri bir müdahale istemediklerine göre krizden ancak demokratik bir seçimle çıkılabileceğinin altını çizen Garrigos, ayrıca taraflar arasında diyalog mekanizmasının kurulmasını da önermektedir. Kısa bir süre önce Venezuela'ya gittiğini ve birçok şehri gezme fırsatı bulduğunu da söyleyen konuşmacı, ülkedeki sosyoekonomik ve siyasal sorunların halkı ve özellikle çocuklar ve yaşlıları çok olumsuz etkilediğini de sözlerine eklemektedir. 

Konferansın üçüncü konuşmacısı olan Venezuela eski Dış İşleri Bakanı Yardımcısı ve 2007-2013 döneminde Venezuela Devlet Başkanı Yardımcısı Nicolas Maduro’nun kabine direktörü olan Temir Porras ise, konuşmasına, öncelikle Venezuela'daki mevcut sorunu "siyasi" olarak değerlendirerek başlamaktadır. Venezuela'da Hugo Chavez'in başa geçtiği yıllardan beri ülkede "Chavezciler" ve "Chavez karşıtları" arasında büyük bir kutuplaşma ortamı olduğunu düşünen Venezuelalı siyasetçi, son dönemde bu kutuplaşmanın daha da arttığını vurgulamaktadır. Venezuela'da iktidarın muhalefeti 1999 anayasasına uygun davranmamakla eleştirdiğini kaydeden konuşmacı, daha sonra Venezuela'nın Chavez sonrasında yaşadığı siyasi dönüşümü ve bunun neden olduğu kutuplaşmayı açıklamaktadır. Venezuela'da "devrimci" siyasal geleneği temsil eden ve siyasi söylemlerine de bunu yansıtan Hugo Chavez ve sonrasında Nicolas Maduro iktidarının ülkeyi demokratik bir anayasal düzen içerisinde yönetmeye çalışmalarının da çeşitli zorluklara ve çelişkilere yol açtığını belirten konuşmacı, bu nedenle her seçimde adeta devrimin devamlılığının oylanmak zorunda kaldığını vurgulamaktadır. Hugo Chavez döneminde, Chavez'in karizması ve halkla sürekli iletişim halinde olması sayesinde iktidarın yüzde 60 dolaylarında desteğini koruduğunu ve bu sayede istikrarlı bir dönem yaşandığını düşünen Porras, ancak Chavez'in 2013 yılında kanser nedeniyle erken vefat etmesinin ardından siyasi krizin büyüdüğüne işaret etmektedir. Ülkesi Venezuela'da iktidarla muhalefet arasında çok derin görüş ayrılıkları olduğunu ve Hugo Chavez gibi sisteme istikrar getirebilecek güçlü bir liderin de artık olmadığını belirten Temir Porras, petrol fiyatlarının düşmesi ve Venezuela'nın petrol üretiminin azalmasının da ekonomiyi ve siyaseti olumsuz yönde etkilediğini ifade etmektedir. 2014 yılından bugüne Venezuela ekonomisinin yarı yarıya küçüldüğünü de vurgulayan Venezuelalı konuşmacı ve devlet adamı, ABD Başkanı Donald Trump'ın getirdiği yaptırımlar nedeniyle ekonominin toparlanma imkânının kalmadığını da sözlerine eklemektedir. Daha sonra son aylarda iktidarla muhalefet arasında yaşanan çekişmeleri özetleyen konuşmacı, Juan Guaidó'nun nasıl muhalefetin adayı olarak son dönemde öne çıktığını da açıklamaktadır. Temir Porras'a göre, bundan sonra Venezuela için iki seçenek bulunmaktadır. Bunlardan çatışmaya dayalı olan birincisi, iki taraftan birinin diğerine üstünlük sağlaması anlayışına dayalıdır. Porras'a göre, ABD'deki Trump yönetimi de bu tarzda bir yaklaşımı benimsemektedir. Konuşmacının tercih ettiği ikinci yaklaşım ise, taraflar arasında bir uzlaşıyı (birlikte bir arada yaşamayı-un pacte de coexistence national) öngörmektedir. 

Sonuç olarak, Venezuela'da 2019 yılı başında doruk noktasına çıkan siyasi kriz, ABD'deki yönetim değişikliğinin Latin Amerika'daki etkileri ve enerji piyasasındaki gelişmeler doğrultusunda okunmalıdır. Venezuela yönetimi, bu süreçte ekonomik krizin de etkisiyle halk desteğinde ciddi kayba uğramasına karşın, Rusya ve Çin gibi büyük güçleri gündeme getirerek uluslararası meşruiyetini arttırmış, ancak Lima Grubu gibi bölgesel ülkelerin yer aldığı önemli bir aktörün desteğini de kaybetmiştir. Venezuela'da suların durulması için, mutlaka yeni ve demokratik bir seçimin yapılması en doğru seçenektir. Ayrıca insani krizlerin önlenmesi adına, ABD ve diğer bölge ülkelerinin Venezuela halkına destek vermeye de devam etmeleri gerekmektedir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için bakınız; https://www.iris-france.org/. Hakkında bilgiler için bakınız; https://fr.wikipedia.org/wiki/Institut_de_relations_internationales_et_stratégiques.
[2] https://www.iris-france.org/139086-venezuela-quelles-solutions-politiques/.



24 Ağustos 2019 Cumartesi

Fatih Oktay’dan ‘Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri’


Fatih Oktay[1], Sabancı Üniversitesi Ekonomi bölümü ve Koç Üniversitesi İşletme bölümünde Çin ekonomisi, politik sistemi, iş dünyası ile ilgili dersler vermiş bir öğretim görevlisi ve Demirbank’ta (şimdiki HSBC) Teknolojiden Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı, Akbank’ın teknoloji şirketi Aknet’te Direktörlük ve Arthur Andersen’de Danışmanlık gibi konumlarda çalışmış kıdemli bir özel sektör yöneticisidir. Oktay, 2017 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan kapsamlı bir Çin Halk Cumhuriyeti incelemesi olan Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri adlı kitabıyla[2] da Türkiye’de adından söz ettirmiştir. Bu yazıda, bu kitabın gelecek adına bazı öngörü ve projeksiyonlar içeren “Gelecek: Çin, Dünya ve Türkiye” bölümünde işlenen argümanlar özetlenecek ve tartışmaya açılacaktır.

Fatih Oktay

694 sayfalık oldukça detaylı bir Çin Halk Cumhuriyeti incelemesi olan Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri, daha çok ekonomi perspektifinden bilgiler içeren bir eserdir. 15 bölümlük kitabın ilk bölümüne “Giriş: Çin’i Neden ve Nasıl Anlamalı” adı verilmiş ve bu bölümde Çin Halk Cumhuriyeti’nin neden son yıllarda bu kadar önemli bir ülke haline geldiği ve Çin’i nasıl değerlendirmek gerektiği konusunda kısa açıklamalara yer verilmiştir. Yazara göre (Oktay, 2017: 2); bu kadar önemli bir ülke olmasına karşın, Çin Halk Cumhuriyeti hakkında Türkiye’de yapılan çalışmaların sayısı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, bu eserle birlikte, yazar, Çin hakkında yazılan İngilizce kaynakları ve bilgileri derlemek ve kapsamlı bir analiz içerisinde ortaya koymak istemiştir (Oktay, 2017: 3). Yazara göre, ancak bu gibi çalışmalarla, bu konuda fazla bilgi sahibi olmayan Türk siyasetçileri, okurları ve öğrencilerine Çin Halk Cumhuriyeti hakkında akademik bir anlayış kazandırılabilir.

“Çin Ekonomisi: Küresel Konumu ve Etkileşimleri” adlı ikinci bölümde, yazar, Çin ekonomisinin son birkaç on yıldaki çok hızlı büyüme sürecini ve dünya ekonomisinin aynı dönemdeki gelişimini analiz etmiştir. Bu bölümde, ayrıca Çin ekonomisinin günümüzdeki durumuna dair de önemli analizler yapılmıştır. Bu bölüm önemlidir; zira konuya ideolojik değil, teknik açıdan yaklaşan Oktay, The Diplomat dergisi için kaleme aldığı güncel bir makalesinde, ABD’nin Donald Trump Başkanlığında Çin’e karşı başlattığı “ticaret savaşları”nı kazanamayacağını iddia etmiştir.[3]

“Büyük Yükselişin Hikâyesi: Olaylar, Koşullar, Politikalar” başlıklı üçüncü bölümde, 1950’lerde fakir bir tarım ülkesi olan Çin’in 1978 sonrasında Deng Xiaoping önderliğinde yaptığı piyasa reformlarıyla nasıl dünyanın en büyük ekonomik gücü haline dönüştüğünün hikâyesi, Çin’in 4.000 yıllık tarihini de kapsayacak şekilde aktarılmaya çalışılmıştır.

“Büyük Yükseliş ve Ulusal Tasarruflar” adlı dördüncü bölümde, Çin’in hızlı ekonomik büyümesinin itici gücü olan ulusal tasarruflar konusu işlenmiştir. 2000’li yıllarda Çin’de ulusal tasarruf oranının yüzde 50 düzeyini aştığı düşünüldüğünde, yazar, Çin’in üretiminin yarısından fazlasını yatırımlara yönlendirdiğini ve bunun sadece toplumsal alışkınlarla açıklanamayacağı görüşünü savunmaktadır.

“Büyük Yükseliş ve Yönetim Yapısı” adı verilen beşinci kısımda, yazar Fatih Oktay, Çin’in idari açıdan son derece adem-i merkeziyetçi, lakin politik açıdan da son derece merkeziyetçi olan siyasi sistemini mercek altına almakta ve yorumlamaktadır.

“Büyük Yükseliş, İşgücü Maliyetleri ve Çin Köylüsü” adlı altıncı bölümde, Çin’in hızlı ekonomik büyümesinde önemli bir faktör olarak zikredilen düşük işgücü maliyetleri konusu değerlendirilmekte ve Çin’deki kent-kırsal ayrımına dikkat çekilmektedir.

Yazar Fatih Oktay’ın “Büyük Yükseliş ve Finansal Sistem” adını verdiği kitabın yedinci bölümünde, Çin’in ekonomik büyüme modelinde önemli bir yer teşkil eden finansal politikaları analiz edilmektedir.

“Küresel Kriz ve Çin: Ekonomide Yeni Dönemin Başlangıcı” adlı sekizinci bölümde, 2008 küresel ekonomik krizinin Çin ekonomisi açısından nasıl bir dönüm noktası olduğu ve Pekin’in nasıl krizden kurtulmayı başardığı açıklanmaya çalışılmıştır.

“Darboğazlar ve Önlemler: Dış Talepten İç Talebe” adlı kitabın dokuzuncu kısmında, Çin’in artık temel ekonomik meselesinin üretmek değil, satmak yani pazar bulmak olduğu görüşünden hareketle, Çin’in iç tüketimi canlandırmak için uyguladığı ekonomi politikaları analiz edilmiştir.

“Darboğazlar ve Önlemler: Nüfus Dinamikleri ve İşgücü Sorunları” başlıklı onuncu bölümde, Çin’in yaşlanan nüfusu ve azalan işgücü değerlendirilmeye alınmış ve bu duruma yönelik çözüm çabaları değerlendirilmiştir.

“Darboğazlar ve Önlemler: Orta Gelir Kapanı – Çin’de Bilim ve Teknoloji” başlıklı kitabın onbirinci bölümünde, Çin’in orta gelir tuzağı veya orta gelir kapanı adı verilen durumdan kurtulmak için uyguladığı bilim-teknik politikaları ve endüstriyel hamleleri değerlendirilmiştir. Bu bölüm, bence Türkiye ekonomisi çalışanlarca da dikkatle okunmalıdır.

“Darboğazlar ve Önlemler: Finansal Sistem Sorunları, Çözüm Çabaları ve RMB’nin Uluslararasılaşması” adlı onikinci kısımda, RMB’nin (renminbi veya Çin Yuanı) uluslararası olarak geçerli bir para birimi olması için Çin’in uyguladığı politikalar değerlendirilmektedir.

“Darboğazlar ve Önlemler: Yönetim Sistemi Kaynaklı Sorunlar” olarak adlandırılan onüçüncü bölümde, yaygın yolsuzluk, büyük gelir dağılımı bozukluğu, kent-kırsal uçurumu, çevre sorunları gibi ciddi bazı yönetim sorunları olan Çin’in, Çin Komünist Partisi önderliğinde bu sorunları aşmak için uyguladığı politikalar analiz edilmektedir.

Son olarak, “Çoklu Dönüşüm: Yeni Yönetim Döneminde Parti, Ekonomi ve Toplum” adlı ondördüncü bölümde, 2012 yılı sonunda işbaşı yapan Şi Cinping yönetiminin son birkaç yılda yaptıkları değerlendirilmektedir.

Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri

Bu bölümler sonrasında, “Gelecek: Çin, Dünya ve Türkiye” adlı onbeşinci ve son bölümde, yazar Fatih Oktay, Çin Halk Cumhuriyeti, Türkiye ve dünyanın geleceğine dair bazı öngörülerde bulunmuştur. Yazara göre, Çin'in son yıllardaki yükselişini genel bir Asya yükselişi tablosu içerisinde değerlendirmek gerekir. Zira 1970 yılında Doğu ve Güney Asya'nın 10 büyük ekonomisinin (Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Japonya, Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Malezya, Endonezya, Tayland ve Singapur) toplam üretim hacmi Kuzey Amerika ve Avrupa'nın 10 büyük ekonomisinin yüzde 30'u kadarken, 2011 yılında onları yakalamış, 2014 yılında  da onları yüzde 10 oranında aşmıştır (Oktay, 2017: 523). Elbette bu tabloda ana unsuru Çin ekonomisi oynasa da, diğer Asya ekonomilerinin de yükselişi dikkat çekici bir trenddir. Bir diğer önemli gelişme, Asya ülkelerinin "Güneydoğu Asya Uluslar Birliği"ni yani ASEAN'ı kurmuş olmalarıdır. Ayrıca Çin Halk Cumhuriyeti'nin girişimleriyle Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) adlı bir siyasi yapı da kısa bir süre önce hayata geçirilmiştir. Rusya da bu süreçte boş durmamış ve Avrasya Ekonomik Birliği'ni kurmuştur. Hatta Pekin, Dünya Bankası'na alternatif olarak değerlendirilebilecek -57 kurucu ortakla hayata geçirilen- Asya Altyapı Yatırım Bankası (Asian Infrastructure Investment Bank) adlı uluslararası bir finansman kaynağı da oluşturmuş ve "Yeni İpek Yolu" olarak adlandırılan "Tek Kemer, Tek Yol" projesiyle serbest ticareti canlandıran çok önemli  bir girişime imza atmaktadır. Peki, bu gelişmeler bize neyi haber vermektedir? Öncelikle, elbette, dünya ekonomisinin ağırlığı Asya'ya, bilhassa da Doğu Asya'ya doğru kaymaktadır. Bu coğrafyadaki ülkeler arasında (Çin-Japonya, Çin-Güney Kore, Güney Kore-Japonya, Çin-Hindistan) ciddi siyasal sorunlar olsa da, ekonomik bağların giderek gelişmesi, siyasal sorunların da gelecekte aşılabileceğini düşündürmektedir. Bu ülkelere, gelecekte, coğrafi konumu gereği Asya ülkeleri arasında sayılabilecek olan Rusya Federasyonu ve Asya'ya yakın olan Okyanusya kıtasındaki Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler de katılırsa, dünya ekonomisinin kalbi yakın gelecekte Transatlantik'te değil, Asya-Pasifik'te atacaktır bile denilebilir. 

Yazara göre, Batı ekonomilerindeki sorunlar da Çin'in ve Asya'nın yükselişi için uygun koşullar yaratmaktadır. Şöyle ki; Asya ülkelerinde yaşam standartları, ortalama gelir ve reel ücretler son yıllarda istikrarlı olarak yükselirken, Batı ülkelerinde ciddi bir duraklama sürecine girilmiş gibi gözükmektedir. Örneğin, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 2014-2015 raporlarına bakılırsa, 2006-2013 döneminde 7 yıl boyunca Çin'de reel ücretlerin yüzde 120 düzeyinde arttığı görülmektedir. Aynı dönemde Batı ülkelerindeki artış ise yüzde 5 düzeyinde kalmıştır. OECD'nin hazırladığı başka bir rapor incelendiğinde de, Batılı ülkelerde iş güvenliği ve reel ücretlerin son yıllarda düştüğü ortaya çıkmaktadır. Elbette Batı ülkelerinde yaşanan bu düşüşte Asya ülkelerinin yükselişi ve küreselleşmenin derinleşmesi önemli rol oynamaktadır. Ancak küreselleşme ve Asya'nın yükselişinin önlenemez bir süreç olduğu kabul edilirse, Batılı ülkelerin buna uygun şekilde geliştirilen ekonomi politikalarıyla ayakta kalmaları ve güçlenmeleri daha doğru bir strateji olabilir. Lakin Donald Trump'ın ABD'de uyguladığı ekonomi politikaları, ABD'de şimdilik küreselleşme sürecini durdurmaya/yavaşlatmaya yönelik bir yaklaşımın hakim olduğunu göstermektedir. Nitekim Trump, Başkan olduktan sonra, önceki Başkan Barack Obama döneminde yapılan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ve Trans Pasifik Ortaklığı (TPP) serbest ticaret anlaşmalarını iptal etmiştir. Oysa Obama, bu anlaşmayı, "Asya'da ticaretin kurallarını Çin yazmak istiyor. Buna izin veremeyiz. Kuralları biz yazmalıyız." diyerek savunuyordu (Oktay, 2017: 539). Trump, Obama ve Hillary Clinton'ın girişimleriyle oluşturulan Doğu Asya Zirvesi'ne (East Asian Summit) de şimdilik ilgi göstermemektedir. Trump'ın politikalarının Çin'i durduramadığı ve ancak yavaşlatabildiği bir gerçek. Ancak ABD'nin Çin'le sertlik zemininde bir çatışmaya girmesi halinde, yazara göre işte o zaman hakikaten de Çin ve Asya'nın yükselişi akamete uğrayabilir (Oktay, 2017: 549). Nitekim daha şimdiden, Çin'in Deng Xiaoping dönemi stratejisinden uzaklaşarak  Asya bölgesinde daha farklı politikalara yönelmesini riskli olarak değerlendirenler de var.

Peki ekonomik büyümenin sırrı nedir? Fatih Oktay, bu konuda 1970 yılında yazılmış The Limits of Growth (Büyümenin Sınırları) adlı kitaba referans yaparak, o dönemde bilimadamlarının yaptığı karamsar tahminlerin aksine, günümüzde insanoğlunun hammadde kaynaklarını genişletme ve büyüme sınırlarını esnetme anlamında çok başarılı olduğunu söylemektedir (Oktay, 2017: 558). Buna karşın, iklim değişikliği ve atıklar konusunda dünya için halen ciddi bir gelecek riski söz konusudur. Bu bağlamda, Çin ve dünyadaki tüm diğer ülkeler, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ni imzalayarak sorumluluk almayı kabul ederken, ABD'nin Paris İklim Sözleşmesi'nden çekilmesi garip bir duruma işaret etmektedir. İklim değişikliği konusunda yaşanacak bir felaket tüm dünyayı etkileyeceği için, küresel lider ABD'nin bu konudaki tavrı gelecek adına umut kırıcıdır. Yazar, ABD'nin son dönemde uyguladığı ekonomi politikalarını değerlendirdiğinde, Washington'dan başlayan popülizm ve korumacı ekonomik politikaların Batı dünyasına yayılması durumunda Batı ile Çin arasında bir tür "Soğuk Savaş" başlayabileceğini, ancak bunun Çin'in ekonomik büyümesini en fazla yavaşlatabileceğini düşünmektedir. ABD ile Çin'in kapsamlı bir mücadele ve çatışmaya girişmeleri ise, hem küresel ekonomi, hem de küresel işbirliği gerektiren iklim değişikliği ve daha birçok konuda (Kuzey Kore, terörle mücadele, nükleer çoğalma vs.) olumsuz etkilere neden olacak ve Çin'in küresel liderliğini durdurmakla birlikte, tüm dünyayı da felakete sürükleyebilecektir. 

Yazar, son olarak, bu trendlerin Türkiye'ye etkisini değerlendirmektedir. Fatih Oktay'a göre, Türkiye için önümüzdeki on yıllar son derece zorlu olacaktır. Avrupa ve Ortadoğu gibi iki büyük pazara yakınlık Türkiye için halen daha bir stratejik avantajken, dünya ekonomisinin Asya'ya ve Çin'e doğru kaymaya başlaması Türkiye ekonomisi adına olumsuz bir gelişmedir. Zira Çin, Türkiye'ye her açıdan (coğrafi, siyasi, kültürel vs.) "uzak" bir ülkedir! Dünyada hidrokarbon kaynaklarının ve özellikle petrolün kullanımının azalması trendi ve Batılı ülkelerin bu yöndeki somut politikaları da düşünüldüğünde (daha şimdiden bazı Avrupa ülkelerinde benzinle çalışan otomobillerin üretimi yasaklanmıştır), Ortadoğu pazarının ilerleyen yıllarda daha da küçüleceği varsayılabileceği için, Türkiye ekonomisinin ciddi bir pazar sıkıntısı da ortaya çıkabilecektir. Ayrıca Avrupa'daki İslam ve Türkiye karşıtı milliyetçi popülizm de Türkiye-Avrupa ilişkileri adına çok olumsuz bir güncel gelişmedir. Dolayısıyla, Türkiye'nin mutlaka tüm pazarlara girebilmesi ve Asya ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirmesi gerekmektedir. Türkiye'nin bir diğer ciddi sorunu da, ulusal tasarruf konusunda Çin'in aksine olumsuz bir noktada (2013 itibariyle yüzde 13) bulunmasıdır. Oysa bu alanda dünya ortalaması yüzde 22 düzeyindedir. Nitekim ulusal tasarrufun az olması, Türkiye'nin ekonomik sorunlarla başa çıkmak için yeterli yatırım yapma kapasitesinin olamayabileceğini düşündürmektedir. Türkiye ekonomisinde imalat sanayisinin ağırlığının giderek azalması da bir sorun olarak değerlendirilebilir. Gerçi bu durum, geçmişte tüm gelişmiş ekonomilerde de yaşanmıştır. Ancak sanayileşme henüz tamamlanamadan bu sürecin yaşanması, "erken sanayisizleşme" adı verilen olumsuz bir duruma işaret etmektedir. Bilgi gücü ve ar-ge konusundaki yetersizlikler de Türkiye ekonomisinin geleceği adına iç karartıcı gelişmelerdir. Dolayısıyla, yazar, Türkiye'de üniversitelere büyük önem ve destek verilmesini ve akademi ve düşünce kuruluşlarının kof siyaset yerine ekonomik temeller üzerinde projeler/düşünceler geliştirmelerini önermektedir. Ayrıca nitelikli işgücünü baskıcı siyasal düzenle yurtdışına kaçırmamak, hatta gitmiş olanları geri getirmeye çalışmak ve aynı şekilde Türkiye'ye faydalı olabilecek yabancı işgücünü de ülkeye kazandırmak yazarın somut politika önerileri arasındadır.

Sonuç olarak, Fatih Oktay'ın sadece İngilizce kaynaklar kullanarak yazdığı bu kitabın son derece kapsamlı, faydalı ve geleceğe dair uyarılar içeren bir eser olduğu vurgulanmalıdır.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; http://www.fatihoktay.com/tr/.
[2] Bakınız; https://www.idefix.com/Kitap/Cin/Egitim-Basvuru/Is-Ekonomi-Hukuk/Ekonomi/urunno=0001709008001.
[3] Bakınız; https://thediplomat.com/2018/11/3-reasons-why-trump-cant-win-a-trade-war-with-china/.

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Fransız Düşünce Kuruluşu IFRI’nin ‘Düşünce Kuruluşlarının Geleceği’ Paneli


Kısaca IFRI adıyla bilinen Fransız düşünce kuruluşu Institut Français des Relations Internationales (Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü), 1979 yılında kurulmuş en önemli bir kurumdur. IFRI, Avrupa ve dünyadaki en önemli think-tankler arasında gösterilmektedir. Kuruluşunun 40. yıldönümünü kutlayan bu kurum, 10 Nisan 2019 tarihinde Sorbonne Büyük Amfitiyatrosu’nda “L’avenir des think tanks” (Düşünce Kuruluşlarının Geleceği) başlıklı bir panel düzenlemiştir. Panele, konuşmacı olarak; IFRI Direktörü Thomas Gomart[1], İngiltere merkezli Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) Direktörü Dr. Robin Niblett[2], Almanya Cumhurbaşkanı’nın Dış Politika Direktörü Thomas Bagger[3] ve DGAP (Deutsche Gesellschaft für Auswärtige Politik-Alman Dış İlişkiler Konseyi) Direktörü Daniela Schwarzer[4] katılmışlardır. Panelin moderatörlüğünü ise, Arap Reform Girişimi (Arab Reform Initiative) Direktörü Bassma Kodmani[5] yapmıştır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.

Panel kaydı

Panelin ilk konuşmacısı olan Chatham House Direktörü Robin Niblett, bu sene 40. yıldönümünü kutlayan IFRI’nin, Chatham House ve Council on Foreign Relations (CFR) gibi bir asırlık düşünce kuruluşlarının kat ettiği aşamayı çok daha kısa sürede tamamlamayı başardığını söyleyerek, öncelikle bu kuruluşu ve çalışanlarını kutlamaktadır. Daha sonra konuşmasına başlayan Niblett, düşünce kuruluşları sektöründe olmanın göz alıcı olduğu bu dönemde, iki önemli sorunun halen devam ettiğini düşünmektedir. Bunlardan birincisi, İngiliz konuşmacıya göre, dünyanın dört bir yanında sayıları hızla artan düşünce kuruluşlarının (ABD’de 1.000, Çin’de 500’ün üzerinde düşünce kuruluşu bulunmaktadır) güvenilirlik ve ne işe yaradıkları konusundaki belirsizlikleri tam olarak giderememeleridir. Düşünce kuruluşlarının doğal müşterileri/takipçilerinin kamu sektörü ve özel sektördeki elitler/karar alıcılar olduğunu söyleyen Niblett, buna rağmen karar alıcıların düşünce kuruluşlarını ciddiye almak ve önerilerini dinlemek konusunda her zaman çok istekli olmadıklarını ima etmektedir. Niblett, ayrıca, son 20 yıldır küreselleşmenin en önemli savunucusu durumunda olan düşünce kuruluşlarını halkların da popülizmin zirveye ulaştığı şu son dönemde şüpheyle karşılamaya başladıklarını düşünmektedir. Bu sorunları aşmak için neler yapılabileceğini de değerlendiren Chatham House Direktörü, disiplinlerarası yaklaşımla dikkat çeken konuları araştırmak, bölgesel ve yerel gruplarla, sivil toplum örgütleriyle ve bireylerle bağları geliştirmek gibi önerilerini sıralamaktadır. Daha sonra ikinci önemli sorunu değerlendiren Niblett, bunun daha felsefi ve yapısal bir mesele olduğunu söylemekte; bunun sebeplerini de dünyanın iki büyük gücünden biri durumundaki ABD’nin son dönemde uluslararası hukuk ve çok taraflılığa aykırı işler yapması (somut örnek vermek gerekirse, ABD’nin Paris İklim Sözleşmesi ve İran nükleer anlaşmasından çekilmesi) ve diğer büyük güç Çin Halk Cumhuriyeti’nin de yönetim modelinin Batılı demokrasilerden farklı olması olarak açıklamaktadır. Bu iki gelişmenin dünyada uluslararası hukuk düzenini sarstığını ve güce dayalı hak arayışını yaygınlaştırdığını düşünen Niblett, bu nedenle uluslararası hukuku savunan Avrupa merkezli düşünce kuruluşlarının son dönemde zorlandıklarının altını çizmektedir.

IFRI logosu

Panelin ikinci konuşmacısı olan Alman düşünce kuruluşu DGAP’ın Direktörü Daniela Schwarzer, yöneticisi olduğu DGAP’ın 55 yıllık köklü bir düşünce kuruluşu olduğunu hatırlatarak başladığı konuşmasında, günümüzde kendileri gibi Avrupa merkezli düşünce kuruluşları açısından en önemli meselenin, büyük güçler (ABD, Çin, Rusya) arasında Avrupa’nın nasıl konumlanacağını belirlemek olduğunu söylemektedir. Düşünce kuruluşları açısından belirsizliğin Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinden önce, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle başladığını düşünen Schwarzer, Trump’ın Başkan olmasıyla Transatlantik bağların gevşediğini ve bu nedenle belirsizliklerin daha da arttığını kaydetmektedir. Rusya’nın Kırım hamlesi karşısında Avrupa merkezli düşünce kuruluşlarının senaryo çalışmalarındaki eksikliğin su yüzüne çıktığını ifade eden Alman konuşmacı, bu tarz hamlelerin olabileceğini de düşünerek, tüm ihtimalleri göz önünde tutarak kapsamlı çalışmalar yapmak gerektiğini söylemektedir. Bu bağlamda, konuşmacının öne çıkardığı ilk sorun, ofiste yapılan uzun çalışmalara dayalı olarak rapor yazıp karar alıcıların önüne koymanın yerine, karar alıcıları da kapsayacak şekilde grup çalışmaları yapmaktır. Schwarzer, bunu metodolojik bir eksiklik olarak vurgulamaktadır. Schwarzer, ikinci önemli sorun olarak, sibergüvenlik konuları ve teknolojik gelişmenin de etkisiyle, günümüzde güvenlik politikaları hakkında yapılan çalışmalarda çok farklı kurumları (Dış İşleri, İç İşleri ve Savunma Bakanlıkları başta olmak üzere, parlamentolar, ordu, emniyet, istihbarat teşkilatları vs.) dâhil edecek şekilde ve çok geniş bir kapsamda hareket etmenin gerekliliğidir. Daniela Schwarzer, bunların dışında, üçüncü bir sorun olarak, ABD’deki “echo chambers” (yankı odaları) girişimlerine benzer şekilde, Avrupa merkezli düşünce kuruluşlarının toplumun tüm kesimleriyle diyalog kurabilmesini sağlayacak ve güvenilirliklerini arttıracak girişimlere ihtiyaç duyduğunu vurgulamaktadır. Alman konuşmacı, ayrıca bağımsız araştırma yapabilmek için finansmanın da çok önemli olduğuna konuşmasının son bölümünde değinmektedir.

Panelin üçüncü konuşmacısı olan IFRI Direktörü Thomas Gomart, konuşmasına Avrupa merkezli düşünce kuruluşları arasında diyalog ve işbirliğinin arttırmak konusundaki girişimlerini açıklayarak başlamakta, daha sonra da dünyada sayıları 7.800’ü bulan düşünce kuruluşlarının yaşadığı sorunları analiz etmektedir. İlk olarak, uzmanlık hizmeti sunan düşünce kuruluşlarının son dönemde siyasi otoriteler tarafından sorgulanmasının ciddi bir sorun olduğunu belirten Fransız konuşmacı, siyaset kurumunda cehaletin değer kazandığı/kutsallaştırıldığı yeni ve sıkıntılı bir döneme girildiğine işaret etmekte ve bunun istikrar bozucu olduğunu vurgulamaktadır. Düşünce kuruluşlarının İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan spesifik konjonktürde ve bilhassa ABD'nin Avrupa'ya etkisini yaymak ve Batı dünyasının liderliğini Birleşik Krallık'tan almak saikleriyle yaygınlaştığına vurgu yapan Fransız uzman, daha sonra günümüzde düşünce kuruluşları açısından dünya politikasına yön veren 5 önemli trendi açıklamaktadır. Bunlardan birincisi, Çin Halk Cumhuriyeti'nin ekonomik ve siyasi gücünün hızla artmasıdır. İkincisi, ABD'nin son dönemde Donald Trump yönetiminin etkisiyle iç ve dış politikasında ciddi ve beklenmedik bir değişime yönelmesidir. Üçüncüsü, Avrupa'da giderek artan demokratik rejimlere yönelik kuşkular ve hayal kırıklıklarıdır. Dördüncüsü, Siyasal İslam ideolojisinin Müslüman coğrafyasında yükselen etkisidir. Beşinci ve son olarak da, Thomas Gomart, çevresel sorunlarının artması ve iletişim ve teknolojik imkânların simültane olarak gelişmesi hususlarını en önemli güncel küresel siyasal trendler olarak vurgulamaktadır. Daha sonra Çin'in son yıllarda ekonomik ve siyasal olarak güçlenmesinin Çin merkezli düşünce kuruluşlarına etkisini değerlendiren Gomart, ilk kez 1970'lerde Deng Xiaoping döneminde kurulan Çinli think tanklerin ABD ile Çin arasında teknoloji ve entelektüel paylaşımları arttırmak konusunda önemli hizmetler verdiğini söylemekte ve bu sayede Çin'in dünyaya açılmasında ve modernleşmesinde faydalı olduklarını vurgulamaktadır. Buna karşın, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping'in sözüne referansla, günümüzde Çinli düşünce kuruluşlarının Çin Komünist Partisi ile aynı eksende ve ona bağımlı olarak çalışmasının Batı'daki düşünce kuruluşlarından farklı bir yapıyı ortaya koyduğunu düşünen Fransız konuşmacı, otoriter ve demokratik rejimlerde kurulan düşünce kuruluşlarının daha farklı geliştiklerini söylemektedir. Ayrıca farklı düşüncelerin özgürce gelişebildiği ve yaygınlaşabildiği (medya, üniversiteler, siyasi partiler vs. aracılığıyla) bir dönemde düşünce kuruluşlarının buna ayak uydurmakta zorlandığına dikkat çeken Gomart, bu trendin olumsuz bir etkisi olarak da entelektüel uzmanlığın yerini kanaat teknisyenliğine bırakmasını örnek göstermektedir. Tüm bu anlattıklarından iki önemli sonuç çıkardığını da belirten IFRI Direktörü, bunlardan ilkini, otoriter ve demokratik rejimlerde kurulan düşünce kuruluşları arasındaki farklılıkları yönetebilme becerisine sahip olmak şeklinde ifade etmektedir. Gomart'a göre ikinci önemli sonuç ise, düşünce kuruluşları için akademik araştırmalar ve raporlar hazırlarken, toplumlara yararlılık (utilité) ve bilimsel nesnellik (objectivité) arasında doğru bir dengenin gözetilmesidir. 

Panelin son konuşmacısı olan Almanya Cumhurbaşkanı’nın Dış Politika Direktörü Thomas Bagger ise, konuşmasına, önceki konuşmacıların belirttiği sebeplerden ötürü, günümüzde siyasetçilere bir danışman ya da düşünce kuruluşu uzmanı olarak hizmet vermenin çok bir iş haline geldiğini belirterek başlamaktadır. Bu noktada, çağımızda yaşanan siyasal sorunların karmaşıklığını, artan küresel rekabet koşullarını ve siyasal otoritelerin her zaman yeni fikirlere açık olmamasını üç önemli sorun olarak teşhis eden Bagger, siyasetçilerin hızlı karar almalarının gerekmesi, seçimleri düşünmeleri ve kişisel siyasal hırsları gibi sebeplerle her zaman uzmanları dinlemediklerini vurgulamaktadır. Bu nedenle, Bagger'a göre, politikacılar için çoğu zaman "politics" (siyaset) "policy"den (siyasa) daha önemli olmaktadır. IFRI'nin kurulup geliştiği 40 yıl içerisinde toplumları ve devletleri yönetmenin çok daha zor hale geldiğini de belirten Alman konuşmacı, tüm bu sorunlara rağmen, daha karmaşık ve dönüşüm halindeki günümüz dünyasında, karar alıcıların entelektüel ve uzmanlık kapasitelerinin yetersiz olması sebebiyle, düşünce kuruluşları için iyi bir gelecek olabileceğini düşünmektedir. Düşünce kuruluşlarının zaman içerisinde hem sayıca çoğaldığını, hem de çeşitlilik anlamında farklılaştığını belirten Bagger, bazı think tanklerin piyasadaki rekabet ve medya görünürlüğü gerekçeleriyle popüler işlere yöneldiklerini, bazılarının küresel politik söylemler kullanmayı tercih ettiklerini, bazılarının ise lobicilik faaliyetlerine kanalize olduklarını anlatmaktadır. Kendisinin bu hedeflerden ziyade düşünce kuruluşlarının daha düşünce ve uzmanlık odaklı olmasını tercih ettiği belirten konuşmacı, bilhassa "merak" (curiosité) temasını öne çıkarmakta ve kendilerini dünyaya açık olarak ifade etmelerine karşın, Batılı akademik çevreler ve düşünce kuruluşlarının, örneğin Çin'in son birkaç on yılda nasıl bu kadar hızlı kalkınabildiği veya Donald Trump'ın ABD Başkanlık seçimlerini nasıl kazanabildiği gibi konularda yeterince araştırma yapmadıklarını ima etmektedir. Düşünce kuruluşlarının yaratıcı fikirlerin pek gelişemediği Bakanlıklar ve bürokratik çevreler için adeta bir oksijen (yaşam) kaynağı olduğunu söyleyen Bagger, bu nedenle düşünce kuruluşlarına fazlasıyla ihtiyaç duyulduğunun altını çizerek konuşmasını tamamlamaktadır.

Sonuç olarak, IFRI'nin 40. yılı için düzenlenen bu panelin oldukça önemli olduğu ve think tank endüstrisinin güncel sorunları ve geleceğine dair konuşmacıların kısa ancak çok önemli bilgiler verdikleri söylenebilir. Kanımca, Türkiye'de de henüz emekleme aşamasında olan bu endüstrinin sağlıklı gelişebilmesi için, mutlaka yurtdışı bağlantılarının arttırılması ve başarılı örneklerin yakından incelenmesi gerekmektedir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



7 Ağustos 2019 Çarşamba

Dr. Mher Sahakyan'la Röportaj


Dr. Mher Sahakyan, araştırmalarını Uluslararası Güvenlik konuları ve Çin Dış Politikası üzerine yoğunlaştıran bir akademisyendir. Doktorasını Çin’de Nanjing Üniversitesi’nde tamamlamıştır. “Çin-Avrasya” Konseyi Stratejik Araştırma Vakfı’nın Başkanlığını yürüten Sahakyan, aynı zamanda Britanya Çin Çalışmaları Derneği üyesidir. Sahakyan, kısa bir süre önce Çin Halk Cumhuriyeti’nin geliştirdiği Yeni İpek Yolu projesinin (Tek Kuşak, Tek Yol) Ermenistan’a etkilerini konu alan “China’s Belt and Road Initiative and Armenia” adlı kitabını Ermenice ve Rusça dillerinde yayınlamıştır.

Dr. Mher Sahakyan’ın yeni kitabı

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Dr. Mher Sahakyan, geçtiğimiz hafta Çin Halk Cumhuriyeti’nin Yeni İpek Yolu projesini konu alan ve Lanzhou Üniversitesi ile İstanbul Gedik Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği eğitici bir konferans için İstanbul’daydınız. “Tek Kuşak, Tek Yol” adıyla da bilinen ancak Türkiye kaynaklarında daha çok “Yeni İpek Yolu” projesi olarak adlandırılan bu girişiminin jeopolitik önemi hakkında bize bilgi verebilir misiniz?

Dr. Mher Sahakyan: Çin Halk Cumhuriyeti, bağımsız bir siyasi-ekonomik kutup olmaya çalışıyor. Bu, Çin’in bölgesel bir güçten jeopolitik bir güce dönüşümü demek; bu sayede Çin güvenliğini geliştirecek ve ekonomik gelişimini hızlandıracaktır. Bunları sağlamak için, Pekin, Yeni İpek Yolu projesini uygulamaktadır. Bu projenin “İpek Yolu Ekonomik Kuşağı” ve “21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu” şeklinde iki önemli bileşeni bulunmaktadır.

Denilebilir ki, bu proje sayesinde, Pekin, küresel arenadaki rolünü ve etkisini arttırmaktadır. Bu hipotez doğrultusunda en önemli kanıt, Çin’in Nisan 2019’da ikincisini düzenlediği Yeni İpek Yolu Forumu’na (BRI Forum-Kuşak ve Yol Uluslararası İşbirliği Forumu)  birçok önemli ülkenin devlet başkanı ve uluslararası örgüt liderlerinin katılmasıdır. Çin’in Avrasya kıtasına Yeni İpek Yolu projesiyle açılımı ve Avrasya Ekonomik Birliği ile Yeni İpek Yolu projesini uyumlulaştırma çabaları, Avrasya’daki siyasi ve ekonomik düzeni değiştirmektedir. Çin ve Avrasya arasındaki etkileşimle birlikte, Çin’in bu bölgedeki etkisi giderek artmaktadır.

Yeni İpek Yolu projesi haritası

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Sahakyan, siz bir Çin uzmanısınız. Çin Halk Cumhuriyeti’nin son birkaç on yılda hızla yükselişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce zamanla Pekin’in büyük ekonomik gücü siyasi güce dönüşebilecek ve Çin tarzı yönetim modeli dünyada daha etkili olabilecek mi?

Dr. Mher Sahakyan: Çin’in 41 yıl önce ekonomisini Stalinist bir sistemden Çin’e özgü yarı-liberal ve yarı-kapitalist bir ekonomiye dönüştürmeye başladığı bir sır değildir. Bu sayede, Çin, kısa sürede 4 önemli modernleşme hedefini gerçekleştirmiş ve tarım, endüstri, savunma ve bilim ve teknolojide atılım yapmıştır. Bence bu başarının temelinde, Çin’in ar-ge faaliyetlerine büyük bütçe ayırması bulunmaktadır. Bu sayede, Çin ekonomisi ve Çin üniversiteleri gelişmektedir. Elbette ekonomik güç zamanla siyasi güce de dönüşecektir; bunun etkilerini daha şimdiden Orta Asya, Doğu Avrupa ve Güneydoğu Asya’da görmek mümkündür. Rusların söylediği gibi; “Parayı veren, müziği seçer”. Çin, genç bir süpergüçtür; kendisine özgü bir davranış şekli bulunmaktadır ve etkisini ekonomi yoluyla ve bilhassa Yeni İpek Yolu projesiyle yaymaktadır.

Dr. Mher Sahakyan bir konferans sırasında

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Sahakyan, Ermeni bir akademisyen olarak Güney Kafkasya’daki siyasi ortamı nasıl değerlendirirsiniz?

Dr. Mher Sahakyan: Bence Güney Kafkasya’daki statüko, burada yaşayan sıradan insanları memnun etmeyecek durumdadır. Çinlilerin söyledikleri gibi; “Değerlendirilmeye alınacak çıkarlar herkesin yararına olmalıdır”. İhtiyacımız olan şey, bölge halkları arasında diyalog, hoşgörü ve barış girişimleridir. Bölge ülkeleri gerçekten ekonomilerini geliştirmek istiyorlarsa, bu, ancak barış yoluyla olabilir. Bölgedeki siyasal sorunların azalması, dış müdahaleleri de etkisiz kılacaktır.

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Sahakyan, Türk hükümeti birkaç sene önce önemli bir risk alarak Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirmek için bu ülke hükümetiyle bir protokol imzalamıştı. Ancak her iki ülkede de halklardan gelen tepkiler üzerine daha sonra bu protokoller rafa kaldırıldı. Siz, Türk-Ermeni ilişkilerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Dr. Mher Sahakyan: Elbette birçok sorunumuz var; ancak aynı dünya ve bölgede yaşadığımız için, birçok ortak özelliğimiz ve çıkarlarımız da mevcut. Şimdiki olumsuz durumdan kurtulmak için, iki taraf önkoşul olmadan doğrudan müzakerelere başlamalıdır. Ayrıca iki taraf, ikili ilişkilerini üçüncü tarafların esir almasını önlemelidirler. Bu konuda en iyi başlangıç, ekonomik ilişkilerin yeniden başlamasıdır. Aslına bakılırsa, zaten iki ülke halkları arasında ticari ilişkiler devam etmektedir; ancak bu şekilde her iki ülkenin işadamları da gereksiz masraf yapmaktadırlar. Türkiye ile Ermenistan arasında doğrudan uçuşlar da bulunmaktadır. Ermeni vatandaşları için Türkiye vizesi, Türk vatandaşları için de Ermenistan vizesi almak gayet kolaydır. Yani kapalı sınırlar, öyle 30 yıl öncesinde olduğu gibi bir anlam ifade etmemektedir. Hatta dijitalleşme ve sosyal ağlar devrinde, insanlar birbirleriyle sınırları geçmeden de görüşebilirler. Dolayısıyla, şu an için kapalı olan sınırlar, sadece kendi çıkarları için Türkiye ile Ermenistan’ın arasını bozmak isteyen ülkelerin lehine bir durumdur. Gelecekte umuyorum barış içerisinde bir arada yaşamayı başarabilir ve çocuklarımızın barış ve uyum içerisinde yaşamasını sağlayabiliriz.

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Sahakyan, bu söyleşi için size teşekkür ediyoruz. Umarız sizi ilerleyen günlerde yeni konferanslar için tekrar Türkiye’de görürüz.

Dr. Mher Sahakyan: Dr. Ozan Örmeci, ben de size bu söyleşi için teşekkür ediyorum. Umuyorum sizi ve meslektaşlarınızı Ermenistan’da bir konferans vesilesiyle ağırlayabiliriz. İletişim ve işbirliğini güçlendirelim. Ayrıca İstanbul Gedik Üniversitesi’ne davet için teşekkür ederim.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 07.08.2019

6 Ağustos 2019 Salı

WRI-Aqueduct Dünya Susuzluk Riski Atlası


World Resources Institute (WRI)[1], James Gustave Speth liderliğinde MacArthur Foundation (MacArthur Vakfı) tarafından 1982 yılında kurulan ve birçok farklı ülkede (ABD, Çin, Hindistan, Brezilya, Endonezya) ofisleri bulunan önemli bir sivil toplum kuruluşudur. Kuruluş, ana misyonunu; “dünyayı ve çevreyi gelecek nesiller adına korumak” olarak belirlemiştir. Bu doğrultuda, WRI, faaliyetlerini 7 ana başlıkta (iklim, enerji, gıda, ormanlar, su, sürdürülebilir şehirler ve okyanuslar) toplamıştır. Derneğin en dikkat çeken ve faydalı çalışmalarından birisi de, susuzluk riski olan ülkeleri sıraladığı “Aqueduct Susuzluk Riski Atlası”dır (Aqueduct Water Risk Atlas).[2] Bu yazıda, kuruluşun 2019 tarihli “Aqueduct Susuzluk Riski Atlası” bulguları özetlenecektir.


WRI logosu

WRI-Aqueduct Susuzluk Riski Atlası’nın 2019 verileri ve bu veriler doğrultusunda oluşturulan harita incelendiğinde; öncelikle susuzluk riskinin Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta ve Güneybatı/Güney Asya bölgelerinde yoğunlaştığı görülüyor. Hemen hemen her kıtada susuzluk riski olan bazı ülkeler olmasına karşın, Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarının bu açıdan daha güvende olduğu anlaşılıyor. Listede riskli ülkeler arasında birinci sırayı Katar alıyor. Katar’ı, eşit derecede risk puanıyla Lübnan ve İsrail gibi diğer bazı Ortadoğu ülkeleri takip ediyor. İran İslam Cumhuriyeti ve Ürdün’le birlikte, ilk 5 sıranın tamamı Ortadoğu ülkelerinden oluşuyor. 6. sırayı bir Kuzey Afrika ülkesi olan Libya alırken, 7. sırada Kuveyt ve 8. sırada Suudi Arabistan gibi yine iki Ortadoğu ülkesi yer alıyorlar. 9. sırada Afrika kıtasındaki Eritre yer alırken, 10. sırayı Ortadoğu’dan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) alıyor. Listenin 11. sırasında küçük bir Avrupa ülkesi olan San Marino, 12. sırasında Ortadoğu’dan Bahreyn, 13. sırasında Güney Asya bölgesinden Hindistan, 14. sırada yine Güney Asya bölgesinden Pakistan, 15. sırada Ortadoğu’dan Umman, 16. sırada Orta Asya’dan Türkmenistan, 17. sırada Afrika kıtasından Botsvana (Botswana), 18. sırada Güney Amerika kıtasından Şili, 19. sırada Ortadoğu’dan Yemen ve 20. sırada AB üyesi bir Doğu Akdeniz ülkesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti (Türkiye’nin tanıdığı adıyla Güney Kıbrıs Rum Kesimi/Yönetimi) yer alıyor. 21. ve 22. sıralarda Andorra ve Belçika gibi 2 Avrupa ülkesi bulunurken, 23. sırada Kuzey Afrika’dan Fas, 24. sırada Kuzey Amerika kıtasından Meksika, 25. sırada Orta Asya bölgesinden Özbekistan, 26. sırada yine Avrupa’dan Yunanistan, 27. sırada Orta Asya’dan Afganistan, 28. sırada Avrupa’dan İspanya, 29. sırada Kuzey Afrika bölgesinden Cezayir ve 30. sırada yine Kuzey Afrika bölgesinden Tunus yer alıyor. Listede 31. sırada Suriye, 32. sırada ise Türkiye var.

“Aqueduct Susuzluk Riski Atlası”nda, özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta ve Güneybatı Asya bölgelerinde susuzluk riski olduğu anlaşılıyor

Bu verilerin bir analizini yapmak gerekirse; kuşkusuz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde susuzluk sorununun ilerleyen yıllarda nüfus artışı ve iklim değişikliği (kuraklık) gibi nedenlerle daha da ciddi bir mesele haline gelebileceği anlaşılıyor. Bu bağlamda, bilhassa Körfez ülkeleri, İsrail, İran İslam Cumhuriyeti, Libya ve Eritre gibi ülkelerin susuzluk konusunda şimdiden planlama yapmaları gerektiği ortaya çıkıyor. Listede 13. ve 14. sıralarda yer alan Hindistan ve Pakistan ise, büyük nüfuslara ev sahipliği yapan ülkeler olarak (bilhassa Hindistan) bu konuda en çok efor sarf etmesi gereken ülkeler olarak dikkat çekiyorlar. Türkiye nispeten daha iyi durumda olmasına karşın, ülkemizin de gelecekte su sıkıntısı gibi bir gündeminin olabileceği aşikâr. Dolayısıyla, bu konuda Türkiye’nin de risk oluşmadan planlama ve iyileştirme çabalarına yönelmesi faydalı olabilir.

Sonuç olarak, WRI-Aqueduct Susuzluk Riski Atlası’nın en önemli mesajları; su kaynaklarının gelecekte petrol ve doğalgaz kaynakları kadar önemli olacağı, bu nedenle ciddi siyasal gelişmelerin (hatta belki de savaşların) yaşanabileceği, bu nedenle de doğayı ve temiz su kaynaklarını korumak konusunda çok dikkatli ve özenli olmamız gerektiğidir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; https://www.wri.org/.
[2] Bakınız; https://www.wri.org/aqueduct.

CFR Paneli: 'ABD'nin Ortadoğu Politikası'


ABD merkezli tanınmış düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi-CFR), 26 Temmuz 2019 tarihinde "U.S. Involvement in the Middle East" (ABD'nin Ortadoğu Politikası) başlıklı bir panel düzenlemiştir. Foreign Affairs dergisi yazarı Trudy S. Rubin'in moderatörlüğünü yaptığı panele, konuşmacı olarak; CFR mensubu ve son dönemin tanınmış Türkiye ve Ortadoğu uzmanlarından Steven A. Cook, Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları öğretim üyesi Bernard A. Haykel ve Columbia Üniversitesi öğretim üyesi ve RAND Corporation düşünce kuruluşu uzmanı Siyaset Bilimci Ariane M. Tabatabai katılmışlardır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.

Panel kaydı

Panelin ilk konuşmacısı olan Ariane M. Tabatabai, öncelikle, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran İslam Cumhuriyeti'ne yönelik son dönemde geliştirdiği politikanın net bir hedefi olduğunu söylemekte ve bu hedefi; "İran'ın bölgesel sorunlara yönelik yaklaşımını değiştirmek" olarak ifade etmektedir. ABD Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo'nun bu hedefi geçtiğimiz yıl içerisinde 12 maddelik somut bir paket halinde açıkladığını da hatırlatan Tabatabai, bu paket içerisinde; İran nükleer programı, İran'ın balistik füze programı, terörist hareketlere verilen destek ve bölgesel müdahaleler gibi unsurların bulunduğunu belirtmektedir. Ancak İran'la müzakere masasına oturmadan bu gibi önemli konularda Tahran'ı ikna etmediğinin kolay olmadığını kaydeden konuşmacı, sadece İran nükleer programı konusunda bile, bu ülkeyle -2012-2015 döneminde- 3 yıl gibi uzun bir süre müzakere edildiğini anımsatmaktadır. Müzakere dışında ikinci seçeneğin rejimi çökertmek olduğunu belirten Tabatabai, mevcut ABD yönetimi içerisinde bu görüşe yatkın kişilerin de olduğunu söylemektedir. Daha sonra müzakere seçeneğini değerlendiren Amerikalı uzman, İran'ı önceki ABD yönetiminin yaptığı gibi müzakere masasına çekebilmek için; P5+1 gibi etkin ve çok taraflı bir platform oluşturulması, beklentilerin yönetilmesi (karşı tarafta İran Dini Lideri Ayetullah Hamaney ile ABD Başkanı'nın görüşmesi gibi beklentilerin oluşturulmaması) ve hedeflerin net olarak belirlenmesi gibi konular üzerinde durmaktadır. Son olarak, zamanlamanın da bu konuda kritik derece önemli olduğunu vurgulayan konuşmacı, müzakerelerin çerçevesinin doğru şekilde çizilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Barack Obama’nın Başkanlığı döneminde geçerli olan bu unsurların şimdilerde mevcut olmadığını kabul eden Tabatabai, öncelikle Washington’dan İran konusunda gelen mesajların net olmadığını belirtmektedir. Bu konuda farklı zamanlarda yapılan “müzakere” ve “savaş” mesajlarının akıl karıştırıcı olduğunu ifade eden konuşmacı, Tahran’da da bu konunun böyle algılandığını düşünmektedir. İkinci olarak, uzman konuşmacı, günümüzde, ABD’nin Avrupa ülkeleriyle sorunlu ilişkilerinin de etkisiyle İran konusunda etkin ve çok taraflı bir platform oluşturmanın kolay olmadığını vurgulamaktadır. Avrupa ülkelerinin İran nükleer anlaşmasından (JCPOA) mevcut haliyle memnun olduklarını, ancak ABD’nin bu durumdan hoşnut olmadığı için anlaşmadan çekildiğini hatırlatan Tabatabai, hedefler konusunda ABD ve Avrupa ülkeleri arasında aslında bir uyum olmasına karşın, bunlara ulaşmak konusunda izlenen politikaların uyumsuz olduğunu ifade etmektedir. Son olarak, önceki döneme kıyasla bu yeni dönemde zamanlama açısından da farklılıklar olduğunu; zira Obama yönetiminin anlaşmayı ikinci döneminde -4 yıllık bir tecrübe sonrasında- müzakere ederek 2015 yılında yapmayı başarabildiğini, ancak Trump yönetiminin henüz 2,5 yıllık deneyiminin olduğunu ve ikinci 4 yıl için işbaşı yapacağının da henüz garanti olmadığını vurgulamaktadır. Herşeye rağmen, ilerleyen aylarda İran’ın ABD ile müzakere masasına oturmak zorunda kalabileceğini; zira statükonun Tahran için sürdürülemez olduğunu kaydeden konuşmacı, ancak Trump yönetiminin İran’ın neredeyse tüm siyasal elitini yaptırımlara uğratması nedeniyle (son olarak Dini Lider Ali Hamaney ve Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif de yaptırıma uğramıştır), bu ülkede ABD ile yeniden müzakere masasına oturmayı savunmanın çok zor hale geldiğini ifade etmektedir. Bu süreçte özellikle İran’ın Batı’ya açılan yüzü olarak bilinen ve JCPOA müzakerelerini İran adına yöneten Muhammed Cevad Zarif’in çok zor duruma düşürüldüğünü kaydeden Tabatabai, bu nedenle son dönemde İran’da Batı ile ilişkileri koparma yanlısı radikallerin elinin güçlendiğini düşünmektedir. Ayrıca İran’da rejimin halkı hoşnut edememesine karşın bir alternatifinin de olmadığını belirten Amerikalı konuşmacı, Arap Baharı sonrasında Suriye’den Afganistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada işlerin iyiye gitmediğini ve neredeyse her ülkede sorunlar olduğunu vurgulamakta ve bunun da İran halkı ve rejimi için -reformlar yapmak ve Batı ile bütünleşmek konusunda- cesaret kırıcı olduğunun altını çizmektedir. Arap Baharı sonrasında bölgede İran’a örnek olabilecek başarılı bir reform/dönüşüm hikâyesinin de kalmadığını vurgulayan Ariane M. Tabatabai, bu nedenle İran’dan demokratik reformlar beklemenin gerçekçi olmadığını; fakat tüm yaptırımlara rağmen rejimin çökme ihtimalinin de bulunmadığını düşündüğünü sözlerine eklemektedir.

Panelin ikinci konuşmacısı olan Bernard A. Haykel, uzmanlığı olan Suudi Arabistan konusuna geçmeden önce, İran halkının çok milliyetçi yapıda olduğunu, bu nedenle rejimi sevmeseler bile destekleyebildiklerini ve ayrıca İran’daki rejimin işbaşı yaptığı 1979’dan günümüze kadar halkın yaşam standartları konusunda iyileşme yapmayı başardığını vurgulamaktadır. Daha sonra Suudi Arabistan ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman konusuna odaklanan Haykel, Prens Muhammed’in ABD’ye İran konusundaki olumsuz düşüncelerini aktarmayı fazlasıyla başardığını; ancak ABD’nin bölgesel politikalarına yön verebilecek bir nüfuza da henüz sahip olmadığını söylemektedir. Riyad’ın Tahran’daki rejimi ilk kurulduğu günden bu yana kendisine düşman ve jeopolitik açıdan da rakip olarak gördüğünü belirten Amerikalı akademisyen, bunun nedeninin de, İranlı radikal Şii unsurların 3 önemli devrimci sloganının “ABD’ye ölüm”, “İsrail’e ölüm” ve “Suud hanedanına ölüm” olmasından da anlaşılabileceği üzere, İran rejiminin Suudi Arabistan’a yönelik hasmane tutumu olduğunu söylemektedir. İki ülke arasındaki jeopolitik mücadelenin Yemen’de halen devam ettiğini hatırlatan konuşmacı, Suudi Arabistan rejiminin -İsrail’e benzer şekilde- ABD’nin İran’ın nükleer tesislerini vurmasından/bombalamasından veya İran donanmasını yok etmesinden memnun olacağını iddia etmektedir. Ancak iki taraftan birince yapılabilecek büyük bir yanlış hesaplama olmadığı sürece böyle bir olayın yaşanmasına ihtimal vermediğini belirten Haykel, böyle bir olay yaşanması durumunda ise, bunun en başta İran, daha sonra da bölge ülkeleri ve ABD için felaket olacağını da sözlerine eklemektedir. Daha sonra şahsen de görüştüğü Veliaht Prens Muhammed bin Salman hakkındaki görüşleri sorulan Bernard A. Haykel, öncelikle ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin 1945’ten günümüze değin "stratejik" hüviyette olduğunu belirtmektedir. Bu stratejik ilişkilerin temellerinin; Suudi Arabistan’ın -1973 OPEC krizi haricinde- petrolü hiçbir zaman siyasi/diplomatik bir silah olarak kullanmaması (ki konuşmacı, Irak veya İran’ın böyle bir gücü olsa bunu yapacaklarını düşünmektedir) ve Suudi Arabistan’la ABD’nin Soğuk Savaş döneminde birlikte komünist/sosyalist hareketlere karşı mücadele vermeleri olduğunu açıklayan konuşmacı, ancak bu dönemin beklenmedik bir sonucunun da küresel cihatçı akımların ortaya çıkması olduğunu belirtmektedir. Günümüzde de bu koşulların mevcut olduğunu; yani Suudi Arabistan’ın piyasalar açısından güvenilir bir petrol üreticisi olmaya devam ettiğini ve ABD ile Suudi Arabistan’ın küresel cihatçı gruplara karşı birlikte mücadele verdiklerini iddia eden Haykel, Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın bu denklemi çok iyi anladığını ve bunu bozmayacağını düşündüğünü söylemektedir. Buna karşın, Prens Muhammed’in önceki Suudi yönetimleri/yöneticilerine kıyasla daha ihtiraslı bir reformist olduğunu düşünen Amerikalı uzman, genç Prens’in ülkesini siyasal ve sosyoekonomik açıdan değiştirmek/dönüştürmek istediğini, meşruiyet kaynağı olarak İslamcılık yerine milliyetçi popülizme yöneldiğini, ülke ekonomisini sadece petrol gelirlerine bağımlı kalınmaması için çeşitlendirmek istediğini ve ülkesini bir bölgesel güce dönüştürmek konusunda kararlı adımlar attığını söylemektedir. Prens Muhammed’in İslamcılık’tan uzaklaşmasını ABD adına olumlu bir gelişme olarak yorumlayan Haykel, ayrıca Suudi Arabistan’ın artık devlet düzeyinde radikal Selefi hareketlere destek vermediğini; ancak bireysel düzeyde zengin Suudi işadamlarının radikal gruplara kaynak aktarmaya devam edebildiklerini vurgulamaktadır. Son olarak, reformist kimliğiyle ön plana çıkan Muhammed bin Salman’ın baskıcı şekilde davranmasının kendisine zarar verdiğini düşünen Haykel, Cemal Kaşıkçı cinayeti gibi muhalifleri yok etmeye yönelik girişimlerin bir güç değil, zayıflık göstergesi olduğunu iddia etmektedir.

Panelin üçüncü konuşmacısı olan Steven Cook ise, uzmanı olduğu Türk-Amerikan ilişkileri ve Türkiye politikası konularına odaklanmaktadır. Cook, ilk olarak, daha 10 yıl öncesinde iyi bir Amerikan müttefiki ve "stratejik ortak" olarak algılanan Türkiye'nin şimdilerde NATO ve Batı dünyasında -kağıt üzerinde hâlâ müttefik olmasına karşın- bu şekilde algılanmadığını söylemektedir. Türkiye'nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi aldığını ve bunun hem Türkiye'ye yönelik bazı yaptırımlara, hem de Türkiye'nin ortak üreticisi olduğu F-35 programından çıkarılmasına yol açacağını vurgulayan Amerikalı konuşmacı, Türk-Amerikan ilişkilerinde uzun bir listeyi dolduracak kadar çok sorun olduğunu söylemektedir. Cook, ayrıca, Soğuk Savaş döneminde Washington ile Ankara'nın çıkarlarının -Sovyet tehdidi nedeniyle- örtüştüğünü, ancak günümüzde, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden yaklaşık 30 yıl kadar sonra, iki ülkenin ortak stratejik hedefler geliştirmek konusunda zorlandıklarını vurgulamaktadır. İki ülkenin, bu zorlukları aşmak için, yakın geçmişte; Türkiye'nin Orta Asya ve Türk Dünyası'na "model ülke" olması, ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünün Doğu Akdeniz'de güvenlik işbirliğine yönelmesi ve Türkiye'nin İsrail-Filistin Sorunu'nda arabulucu olması gibi farklı yaklaşımları denediklerini hatırlatan Amerikalı konuşmacı, son olarak Arap Baharı sürecinde Ankara'nın İslam dünyasına "model ülke" olmasının denendiğini, ancak Türkiye'nin demokrasiden uzaklaşarak giderek daha otoriter bir ülke olması nedeniyle bunun da gerçekleşemediğinin altını çizmektedir. S-400 konusu dışında ABD'nin -Türkiye'nin terörist olarak gördüğü- PYD/YPG gibi Suriyeli Kürt gruplara destek vermesinin de ikili ilişkilerde ciddi bir sorun haline geldiğini belirten Amerikalı konuşmacı, bunlara ek olarak bir de ABD'de yaşayan ve Türk hükümetinin 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişiminden sorumlu tuttuğu İslami cemaat lideri Fethullah Gülen'in durumunun Türk-Amerikan ilişkilerindeki en önemli güncel mesele olduğunu vurgulamaktadır. İran'ın Birleşmiş Milletler yaptırımlarına uğradığı dönemde Ankara'nın Tahran'a yaptırımları delmesi konusunda yardım etmesini ve Türkiye'deki ABD Dış İşleri çalışanlarının ve rahip Andrew Brunson gibi bazı Amerikan vatandaşlarının tutuklanmasını da ikili ilişkilerdeki olumsuz gelişmeler arasında sayan Steven Cook, bu nedenle Türk-Amerikan ilişkilerinin "stratejik müttefiklik" perspektifinden uzaklaştığını düşünmektedir. Cook, buna karşın, 23 Haziran 2019'da tekrar edilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini anamuhalefet partisi CHP'nin adayı Ekrem İmamoğlu'nun açık farkla kazanmasının Türkiye demokrasisi adına umut verici bir gelişme olduğunu söylemektedir. Ancak bu gelişmeye rağmen, Türkiye'de normal siyasal takvimde 4 yıl süreyle herhangi bir seçim yapılmayacağını ve bu nedenle de radikal bir değişiklik yaşanmasını beklemediğini belirten Cook, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti'nin bu süreçte yeniden toparlanabileceklerini ima etmektedir.

Panelin bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; tüm konuşmacılar tarafından önemli mesajların verildiğini, ancak özellikle Türkiye konusunda biraz daha dengeli değerlendirmelere ihtiyaç duyulduğunu söylemek mümkündür. Zira Türkiye demokrasisine yönelik eleştiriler tamamen haksız olmamakla birlikte, 15 Temmuz'da çok ciddi bir darbe girişiminin yaşandığı ve bunun demokratik yaşamı felce uğrattığı, ABD'nin -Türkiye Rusya'dan S-400 almaya karar vermeden önce- Patriot hava savunma sistemini Türkiye'ye satmak istemediği ve Suriye'deki PYD/YPG unsurlarının ABD'nin bizzat kendisinin de terör örgütü olarak kabul ettiği PKK ile organik bağlarının bulunduğu gibi hususlar hiç belirtilmemiş ve Türkiye'nin argümanları nesnel bir şekilde dile getirilmemiştir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ