31 Ocak 2020 Cuma

Prof. Dr. Hasan Ünal Mülakatı

Prof. Dr. Hasan Ünal ve Doç. Dr. Ozan Örmeci (31.01.2020, Maltepe Üniversitesi)

İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 31 Ocak 2020 tarihinde Maltepe Üniversitesi'nde Profesör Hasan Ünal'la ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı "Asrın Anlaşması" (Deal of the Century) adlı Filistin-İsrail Sorunu'nu çözme iddiasındaki barış planı ve Birleşik Krallık (İngiltere) dış politikası konulu bir mülakat gerçekleştirdi. Mülakatta, Birleşik Krallık iç politikası ve Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri gibi konular da konuşuldu. Aşağıda bu mülakatın dökümünü bulabilirsiniz.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Öncelikle Uluslararası Politika Akademisi (UPA) takipçilerine merhaba diyorum. Ben Doç. Dr. Ozan Örmeci, bugün Maltepe Üniversitesi'nde Prof. Dr. Hasan Ünal ile birlikteyiz. Kendisiyle bugün Brexit sürecinde Birleşik Krallık iç ve dış politikasını konuşacağız. Ayrıca, röportajın başında, ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı "Asrın Anlaşması" barış planı hakkında da Prof. Dr. Hasan Ünal'ın değerli görüşlerine başvuracağız. Hocam bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.

Prof. Dr. Hasan Ünal: Rica ederim, hoşgeldiniz.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hasan hocamız benim Bilkent Üniversitesi'nde de hocalığımı yapmıştır. Kendisi, Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli Balkanlar bölgesi uzmanlarından birisidir. Ayrıca eğitimi nedeniyle daha önce senelerce İngiltere'de bulunduğu ve bu ülke siyasetini yakından takip ettiği için, bu ülkenin iç ve dış politikası konusunda da üst düzey bilgisi olan bir akademisyendir. Hocam İngiltere konusuna geçmeden önce, izninizle ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı "Asrın Anlaşması" konusunda fikirlerinizi almak isterim. Sizce bu planın başarı şansı var mıdır?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Şöyle söyleyelim, Türkiye'de daha iyi anlaşılması açısından, Trump'ın açıkladığı barış planı Filistin'in Sevr Anlaşması'dır. Yani Sevr Anlaşması yürürlükte kalsaydı Türkiye'ye ve Türklere neler dayatılacak idiyse, bu plan da Filistin'e ve Filistinlilere benzer şeyleri getiriyor. Haksız, adaletsiz, insafsız, dengesiz bir plan... Bunları söyledikten sonra ama şunun da altını çizmekte fayda var; Uluslararası İlişkiler hak ve adalet esaslı değildir, gerçekler üzerine inşa edilir. Buradan hareketle, o zaman, ilk olarak şunu söylemekte fayda var; eğer Mustafa Kemal Atatürk ve Türk halkı 1919-1922 döneminde İngilizlere ve Yunanistan'a karşı Milli Mücadele'yi veremeseydi, o zaman Sevr şartlarına razı olacaklardı. Eğer Sakarya Savaşı kaybedilseydi, işte şimdi Filistinlilere sunulan plan gibi bir plan bize sunulacaktı. Toprakları parçalı, bir taraftan diğer tarafa köprülerle ve tünellerle gidilebilecek, askeri, siyasi, ekonomik ve adli olarak tamamen büyük devletlerin denetimi altına olacak bir sözde devlet yapısı ortaya çıkacaktı. Şimdi bu Filistin planı için Trump diyor ki, "Ben bir anlaşma olması için ortaya bir plan koydum". Bu planın birinci özelliği şu, mevcut durumu (statükoyu) bir anlaşmasına dönüştürüyor. Yani planın ilan edildiği dönemde sahadaki şartlar neyse, aynen barış anlaşması olsun diyor. Bunu da şöyle ifade etmişler planda; "Hiçbir Filistinli ve hiçbir Yahudi evlerinden çıkarılmayacak". Bu da şu demek; bütün Yahudi yerleşim yerleri, bundan sonra İsrail toprağı olarak kalacak. Ama bu topraklar İsrail'de kaldığı zaman, zaten kurulacak Filistin Devleti'nin toprakları arasında birçok yerde geçiş sağlanamıyor. Ve o geçişler ancak köprülerle ve tünellerle sağlanabilecek oluyor. Mesela en garip olanlarından birisi Gazze. Gazze'den zannediyorum 30 metre yüksekliğinde bir köprü yapılacak ve Filistin'in diğer taraflarına ulaşılacak bu köprüyle. Bu bağlamda uluslararası hukukta da ilginç tartışmalar olacak herhalde; o köprü hangi devletin egemenliğinde olacak, köprünün üstündeki ve altındaki hava sahası kime ait olacak? Bu yönüyle de ilginç olacak ve bunların hepsi anlaşmaya da yazılmak zorunda. Uluslararası hukuk uzmanları için de yeni ilgi alanları oluşmuş olacak. Demek ki birinci esası planın bu; diyor ki, mevcut durum nihai barıştır.

Planın bir başka önemli özelliği, Filistinlilerin bugüne kadar ısrarla üzerinde durduğu ve önem verdiği bir konu olan Filistinli göçmenlerin yurtlarına dönmeleri konusu. Bu konu, Filistin için bir kırmızı çizgiydi. Çünkü 1948 Arap-İsrail Savaşı'ndan itibaren, İsrail, savaş sırasında ve sonrasında sistematik bir şekilde, Filistinlileri korkutarak onların o bölgeden kaçmalarını sağlamıştır; yani bir nevi sürgüne tabi tutmuştur bunları. Bu Filistinli nüfusunun büyük bir bölümü Ürdün'e gitmiştir. Bugün belki de Ürdün'ün nüfusunun yarısı, hatta belki yarısından biraz fazlası Filistinlilerden oluşuyor. Filistinliler aynı zamanda kitleler halinde Körfez ülkelerine de gittiler; Suudi Arabistan'a gittiler, Mısır'a gittiler... Bugün içinde Filistinli olmayan bir Arap ülkesi hemen hemen yok. Lübnan'da hâlâ bir miktar varlar; Suriye'de hâlâ bir miktar kaldılar. Şimdi bunların geri dönüşü ne olacak? Plan şöyle diyor; hiçbir İsrailli ve hiçbir Filistinli yurtlarından ve evlerinden çıkarılmayacaksa, bunlar nasıl gelecekler? Planın başka bir bölümünde de diyor ki; Filistinli göçmenlerse isterlerse, kurulacak Filistin Devleti'nin vatandaşı olabilecekler, hatta gelip Filistin Devleti'nde yer edinebilir, kalabilirler. Peki ama nasıl gelecekler? Gelmek istediklerinde Filistin Devleti onlara nereden toprak ve yer bulacak? Zaten kurulacak Filistin Devleti'nin kurulacağı topraklar mevcut Filistinlilere bile yetecek kadar değil, sıkışmış durumdalar. Peki o zaman Filistinli göçmenler nasıl geri gelecekler; yani gelemeyecekler... Yani plan bir bakıma "gelmeseler iyi olur" diyor. Ha ama çok istiyorlarsa, o Filistin Devleti'nin pasaportunu alabilirler. O da zaten "Filistin Devleti ile göçmenleri ilgilendiren bir konu" diyor.

Şimdi üçüncü önemli konu da Kudüs'ün statüsü. Filistinlilerin bir diğer kırmızı çizgisi de buydu. Filistinliler diyordu ki; biz Kudüs'ü katiyen İsrail'in başkenti olarak kabul etmeyiz, zira Kudüs, Mescid-i Aksa başta olmak üzere İslam'ın mukaddes mekanlarını barındırmaktadır. Bu nedenle, Kudüs, Filistin Devleti'nin başkenti olmalıdır ve herhangi bir şekilde bölünmemelidir. Şimdi plan bunu da tersine çevirmiş durumda. Ama başka bir şey çıkmasını beklemek de yanlış olurdu; çünkü 2017 yılının Aralık ayında Trump zaten Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdığını bir Başkanlık kararnamesiyle kabul etmiş ve ABD Büyükelçiliğini de Tel Aviv'den Kudüs'e taşıtmıştı. Şimdi bu çerçeveden baktığımızda; Filistinlilere bu planda çok büyük haksızlıkların yapıldığı açık. Zaten her insaflı siyasi tarihçi şunu söyleyecektir ki, 20. ve 21. yüzyılın en talihsiz, en fazla zulme maruz kalmış toplumu Filistinlilerdir. Öbürü de belki Yahudilerdir. Nazi zulmüne maruz kalan Yahudiler de gelip onlara zulmettiler; ama Filistinlilerin burada ne suçu var?..

Şimdi bunları söyledikten sonra ama şu Uluslararası İlişkiler gerçeğini de kabul etmek lazım. Evet bu plan bir Sevr planı ve Trump bu planın 4 yıl içerisinde kabul edilmemesi durumunda İsrail'in söz konusu toprakları ilhak etme hakkı olduğunu belirterek tehdit ediyor. Şimdi bir ABD Başkanı İsrail lehine bu kadar cömertçe kararlar aldıktan sonra, o Başkan değişse bile, yeni bir Başkan'ın bunları geriye götüreceğini beklemek büyük saflık olur. Hiçbir Amerikan Başkanı bunun gerisine düşemez; ilerisine gider, gerisine düşemez. Amerika'daki İsrail (Yahudi) lobisinin gücünü bilenler için bu, çok basit bir gerçek. Şimdi, öte yandan, bu planın açıklanması, bizi şu acı gerçekle de yüzleştirdi; bu plana Arap devletlerinin neredeyse tamamına yakını destek veriyor. Çünkü Arap devletlerinin öncelikleri değişmiş durumda. Mesela Suudi Arabistan, diğer Körfez ülkelerinin tamamı ve Mısır plana açıktan destek veriyorlar. Yani şöyle diyorlar; Trump'ı Filistin Sorunu'nun çözümüne yaptığı katkılardan dolayı kutluyorlar. Bu, şu demek diplomatik dilde; yani biz Filistin yönetimine baskı yapacağız, diyeceğiz ki "otur masaya, bu planı temel alan bir müzakere sürecine başla". Ha ne olabilir; müzakere sürecinde işte efendim Kudüs İsrail'in başkenti olabilir ama oradaki kutsal mekanlar farklı bir statüye kavuşturulacaktır, uluslararası bir komisyonun gözetimi altında olacaktır ve orayı ziyaret etmek isteyenlere kapalı olmayacaktır gibi birtakım düzenlemeler yapılabilir. Birkaç yerleşim yerinde de, işte tünel olmasın da şuradaki mahalleyi buraya kaydıralım, burayı şu mahalleye bağlayalım falan gibi kolaylıklar sağlanabilir.

Şimdi şunu da unutmamak lazım; Filistinliler, bu Körfez Araplarının desteğine muhtaç durumdalar. Filistinlilerin bütün finansmanını onlar sağlıyorlar. Bu durumda planı toptan reddederse Filistinliler, bundan sonra ne yapabilirler? Eskiden şöyle oluyordu; mesela Suriye ve Irak gibi devletler güçlü bir şekilde böyle planlara -yani "Filistin'in satışına" diyelim- karşı çıkıyorlardı. Kaddafi'nin Libya'sı da buna benzer tepki veriyordu. Mısır da sürekli olarak Filistinlilere yönelik dayatmaları kabul etmeyeceklerini açıklıyordu. İsrail'i her zaman büyük tepki gösteren İran'ı zaten saymıyorum bile Arap devleti olmadığı için. Şimdi öyle bir noktaya gelindi ki, artık Arapların öncelikleri farklı. Mesela Suudiler ve diğer Körfez ülkelerinin önceliği İran tehdidi oldu. Bu durum gerçek veya değil; devletlerin tehdit algılaması varsa, bunu gerçek kabul etmek lazım. Şimdi Körfez ülkelerinin İran'ı daha büyük tehdit olarak görmeleri ve Irak ve Suriye'nin darmadağın olmaları nedeniyle, Filistinlilere destek veren Arap devleti kalmadı. Bölgedeki denge durumu ABD'nin başlattığı 1991 Körfez Savaşı ve 2003 Irak Savaşı ile bozuldu. ABD'nin aptalca politikaları bölgeyi altüst etti. Öyle ki, ABD'nin hatalı politikaları nedeniyle Irak'ın birçok vilayeti neredeyse İran'ın kontrolüne girdi. İran bölgede çok güçlendi; ama kendi yaptıklarıyla değil, ABD'nin yaptıkları, ABD'nin yanlışları sayesinde güçlendi. Ben hep derslerimde de anlatırım; Amerika, dış politikada hata yapma şampiyonluğunu hiç kimseye bırakmaz, açık ara hep öndedir. Burada da kendi müttefiklerini zora düşürdü. Hangilerini? Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini. Şimdi bu ülkeler İran karşısında ABD'nin desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Amerika'nın kestiği fatura da işte bu. Amerika bu ülkeleri hem kendi kasası gibi kullanıyor; istediği zaman şuraya para ver, buraya para ver diyor, hem de böyle bir Filistin barışına destek olun diyor.  Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri de duruma gayet gerçekçi bakıyorlar. Aslında gayet de mantıklı şeyler yaptıkları. Reelpolitik bu; adamlar diyor ki "benim Amerika'ya ihtiyacım var ve bu ihtiyacımın karşılığında da Filistinlileri satarım".

Son olarak şunu da unutmamak lazım; Filistin Sorunu Arap devletlerini ve Arap kamuoyunu yormuş durumda. Arap devletleri 1970'lerden itibaren, özellikle de 1973 Yom Kippur Savaşı'ndan sonra Filistin konusunu dışlamaya başladılar. Zamanla Filistin Sorunu sanki sadece Filistinlilerin sorunu gibi olmaya başladı. Şimdi bütün bunları yan yana getirdiğimizde, evet çok acımasız, adaletsiz, insafsız bir barış planı vesaire. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eleştirilerinin tamamı doğru. Ama Türkiye açısından yapılacak birşey yok. Çünkü Filistin Sorunu, Türk Dış Politikası'nın bir sorunu değil. Ben Türk yetkililerin "Kudüs kırmızı çizgimizdir, biz bunu kabul etmeyiz, bizim açımızdan bu yok hükmündedir" gibi çok sert açıklamalar yapmalarını anlamakta zorlanıyorum. Neden derseniz? Bize sunulmuş bir plan yok zaten ortada. Biz, Filistin Sorunu'nun taraflarından biri değiliz. Yani biz bunları söyledikten sonra, yarın Filistin, Arap devletlerinin baskısıyla, müzakere masasına oturur ve sonra da barış planını kabul ederse biz ne diyeceğiz?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Onu sorayım o zaman hocam son olarak İngiltere konusuna geçmeden. Sizce planın gerçekçiliği ve uygulanabilirliği açısından ne durumdayız? Çünkü Türk akademisyenler ve Türk medyasında çok karamsar bir bakış açısı gözlemleniyor. Ama sizin yorumlarınızdan da sanki planın uygulanma şansı var gibi anlıyorum.

Prof. Dr. Hasan Ünal: Tam zamanı, böyle bir planı empoze etmenin tam zamanı. Çünkü neden? Dediğim gibi bütün Arap ülkeleri şu havada; "bu iş bir şekilde çözülsün de kurtulalım". Böyle bir durumdayken, Türkiye ve İran'ın "biz bu planı kabul etmeyiz" demelerinin hiçbir anlamı yok. Benim korkum bir de şu; bu cümlelerle ve bu açıklamalarla biz eğer İsrail'le ve Mısır'la yeniden bozuşur ve bu iki ülkeyle Libya ile yaptığımız deniz yetki alanları anlaşması benzeri bir anlaşma yapamazsak, o zaman Doğu Akdeniz'de de avantajlı duruma geçemeyiz. İnşallah o noktaya getirmeyiz. Ben hükümet yetkililerinin bu konuda yaptıkları açıklamaların daha çok iç kamuoyuna yönelik olduğu kanaatindeyim. İnşallah bu kanaatime yanılmam; aksi takdirde bizim bu süreci etkileme gücümüz yok ve siyasi ve diplomatik olarak taraf da değiliz. Türkiye bu konuda arabulucu olamaz, böyle bir süreci de baltalayamaz. Türkiye'nin yapabileceği tek şey şudur; Filistin ile İsrail anlaşırsa, ondan sonra Türkiye o barış planının içinin doldurulmasına katkı yapabilir. Ama bunun için de, tarafların ikisine de eşit mesafede durulması lazım ki iki taraf da Türkiye'ye güvensin. O yüzden kullanılan ifadelere dikkat etmekte yarar var.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Teşekkür ediyorum hocam, çok kapsamlı bir yanıt oldu. Biz şimdi mülakatın asıl konusu olan Birleşik Krallık dış politikasına geçelim. Hocam sizin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine eleştirel bir perspektiften yaklaştığınızı biliyoruz. Bunun temelinde de Türkiye'nin AB üyesi olmadan Gümrük Birliği'ne üye olması ve bu nedenle karar alma sürecine dahil olmadan Gümrük Birliği politikalarını uygulamak zorunda kalması düşüncesi var. Ancak İngiltere veya Birleşik Krallık'ın AB üyeliği Türkiye'ninki gibi bir durum değildi. Schengen bölgesine dahil değillerdi, avroya (euro) geçmemişlerdi ve Margaret Thatcher döneminden başlayarak AB'ye yapılan muhalefetin etkisiyle avantajlı bazı haklar elde etmişlerdi. Bu nedenle Brexit kararının alınması size bir sürpriz oldu mu? Siz eğitim hayatınızda bu ülkede uzun süre bulundunuz, İngiltere siyasetini de gayet iyi biliyorsunuz.

Prof. Dr. Hasan Ünal: Şimdi şöyle, bence sürpriz bir karar olmadı. Sebebine gelince; ta benim İngiltere'de olduğum 1980'li yıllardan itibaren, İngiltere'de Avrupa şüpheciliği (Euroscepticism) çok güçlü bir akım olmuştur İngiliz entelektüelleri arasında. Basında ve siyasette Avrupa şüpheciler İngiltere'de hep çok etkin oldular. Bu isimlerden birisi de hatta şimdiki Başbakan Boris Johnson'dı. Bir diğeri, bizim de Bilkent Üniversitesi'nden arkadaşımız olan rahmetli Norman Stone hoca ve onun çevresiydi. Pek çok böyle önemli insan vardı ve hatta Margaret Thatcher da bu gruba yakındı. Bu Avrupa şüpheciler, yıllar boyunca İngiltere'nin AB üyeliğinin ülkelerine neden çok faydalı olmadığını işlediler, yazdılar, çizdiler. Ayrıca bu grup, Avrupa Birliği'nin siyasi bir birliğe dönüşme çabalarının başarılı olamayacağını ve "Avrupa Birleşik Devletleri" gibi birşeyin olamayacağını hep anlattılar. Bu, bana da mantıklı geliyordu; çünkü Avrupa siyasi tarihini iyi bilen insanlar için, kıta Avrupa'sında tek bir devlet ve gücün etkili olabileceği fikri mantıklı değildi. Avrupa'dan Amerika Birleşik Devletleri gibi birleşik tek bir devlet çıkarabilmek hemen hemen imkansız bir şeydir. Belki Fransa'nın zaman zaman dile getirdiği "ulus-devletler Avrupa'sı" veya "ulus-devletler federasyonu" daha gerçekçiydi. Almanya ise federal bir devlet olduğu için AB'yi de federatif yapıda bütünleştirmek istiyordu. Ancak bence bu tezler artık geride kalmış durumda. Çünkü 2008'de Yunanistan'da başlayan, sonra İspanya ve Portekiz'e yayılan, oradan İtalya'ya genişleyen finansal ekonomik krizle birlikte, ki bu finansal kriz bir ara Fransa'yı bile etkilemiştir, AB ülkelerinin ekonomileri iyi gitmemeye başlamış ve AB üyeliğinin cazibesi kalmamıştır. Bu noktada tabii Almanya bir istisna; onlar halen ekonomik olarak da iyi gidiyorlar...

Şimdi bütün bunları yan yana koyduğumuzda, bence AB fikri amaçları itibariyle sorunluydu. Belki de Margaret Thatcher'ın dedikleri şu noktada haklıydı; Avrupa Birleşik Devletleri diye birşey olmaz, bunu bir serbest ticaret bölgesi olarak derinleştirelim ve bunun ötesinde siyasi amaçlar peşinde koşmayalım. Avrupa şüphecilerinin temel fikirleri de buydu zaten. Şimdi bu fikrin en önemli isimlerinden biri ve eski bir basın mensubu olan Boris Johnson'ın Başbakanlığa yükseldiği de düşünüldüğünde, bu akımın siyaseti etkilememesi düşünülemezdi. Bu akım siyaseti etkileyecekti ve etkiledi... Şimdi o zaman ne oldu; malum Brexit referandumu sürecine gidildi. O aşamada değişik taktikler uygulandı. David Cameron, aslında Brexit kartını kullanarak İngiltere için daha iyi AB üyeliği şartları yaratmak istiyordu. Nitekim istediği daha iyi anlaşmayı AB'den almayı başardı da; ama başlattığı dalga, kendisini de yuttu ve referandumdan "Brexit" kararı çıktı.

Ancak bundan sonrasında da Brexit yanlıları açısından süreç yeni sürprizler getirebilir. Örneğin, İskoçya bağımsızlık yönünde adımlar atmaya başlarsa, bu da Brexitçilerin beklemediği birşey olur. Hatta buna ilaveten, Kuzey İrlanda da İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme yönünde adımlar atmaya başlarsa, ki aradaki sınırın serbestliği iki taraf için de çok önemli bir konu, o zaman Birleşik Krallık'ın pek bir "birleşikliği" kalmayacak. O yüzden bu süreç Brexitçilerin de beklemediği sonuçlar doğurabilir. Zaten tarih biraz böyle ilerler; mesela bir savaşı başlatırsınız, kağıt üzerinde çok kolay netice alacağınızı düşünürsünüz. Ama hiç beklenmedik sonuçlar da çıkabilir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı'nda Paris'te, Berlin'de askerler trenlere doldurulurken, İngiltere'de askerler gemilere doldurulurken, aileleri o askerlere "Christmas'da bekliyoruz", "Noel'de bekliyoruz" diyorlar ve onlara el sallıyorlardı. Askerler de "gelecek Noel'de evdeyiz" diye umutla gidiyorlardı cepheye. Ama tam 5 Noel sonra evlerine dönebildiler... Şimdi bu da böyle bir şey... Brexit'ten şu an neler çıkacağını kestirmek şu an için zor. Ama şunu da söylemek lazım; İngiltere'nin AB'ye girişi de çok zor oldu, çıkışı da çok zor oldu... Bunun AB'ye zararlarını önümüzde yıllar gösterecek. Ama AB'nin siyasi bir birliğe dönüşme ihtimalinin giderek zayıfladığı bir dönemde İngiltere'nin birlikten ayrılması, sanki AB'nin siyasi bütünleşme sürecini tamamen baltalamış gibi gözüküyor. Öte yandan, belli de olmaz, yani tersine sonuçlar da verebilir. Belki bütün AB üyesi ülkeler için değil ama, içinden bazı ülkeler için bu süreçte daha yakın ilişkiler geliştirilmesi ve hatta yeni ve farklı bir birlik kurulması gündeme gelebilir. Hatta bunun içine Rusya ve Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerin de katılması falan gibi alternatifler de gündeme gelebilir. Bir Avrupa Birliği şeklinde değil ama, işbirliği mekanizmaları yoluyla farklı şeyler çıkabilir. Çünkü Avrupa Birliği'nde tüm Doğu Avrupa'yı, tüm Balkanlar'ı topladığınız zaman, zaten o birliğin bir kıymeti de kalmaz. O yüzden AB'nin geleceği konusunda bence çok yaratıcı fikirlere ihtiyaç var.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Teşekkürler hocam. İskoçya konusunda Başbakan Boris Johnson'ın yeni bir bağımsızlık referandumuna izin verilmeyeceği yönünde bir açıklaması oldu. Kuzey İrlanda konusunda ise, AB ile varılan Brexit anlaşmasında Kuzey İrlanda-İrlanda arasında serbest ticaret yapılabimesi konusunda bazı serbestiyat ve muafiyetlere izin verildi. Bunun da İrlanda Cumhuriyeti'nin ve AB'nin Kuzey İrlanda'daki etkisini arttırabileceği düşünülüyor. Şimdi işin biraz da ekonomik boyutuna odaklanırsak, birçok uluslararası siyasi ve ekonomik kuruluş, Brexit kararı nedeniyle geçiş sürecinde Birleşik Krallık'ın zorlanabileceği ve ekonomik kayıplara uğrayacağı yönünde raporlar yayınladılar. Başbakan Boris Johnson ise, ABD ve bazı ülkelerle yapacakları yeni serbest ticaret anlaşmaları ile sürecin kayıpsız atlatılacağı mesajını verdi. Bu konuda sizin öngörüleriniz nelerdir? Sizce Muhafazakâr Parti hükümeti bu dönemde ne yapabilir?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Muhafazakâr Parti hükümeti, özellikle de Başbakan Boris Johnson bence bu konularda epeyce hazırlıklı durumdalar. Zaten Brexit anlaşması ile AB ile yeni dönemde yapılacak ticari ilişkilerin çerçevesi oluşturulmuş durumda. ABD ve diğer blok ve ülkelerle de yeni serbest ticaret anlaşmalarının yapılacağı söylendiğine göre, bu sürecin İngiltere'yi çok da sarsacağını düşünmüyorum. İngiltere'deki Avrupa şüphecilerin zaten en önemli tezleri buydu. Yani biz AB'nin kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulabilirsek, dünyanın birçok farklı bölgesinde farklı ülkelerle daha rahat ticari ilişkiler kurabiliriz ve daha rahat hareket edebiliriz diye söylüyorlardı. Tabii bu da bir tez şimdi... Bunun doğruluğunu da test etmiş olacağız önümüzdeki aylarda ve yıllarda. Şu aşamada birşey söylemek çok zor... Bekleyip göreceğiz...

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam Türkiye-İngiltere ilişkilerine baktığımızda, 2010'lu yılların başında İngiltere ile yakın kültürel ilişkileri olan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katkılarıyla ve İngiltere'de de Türkiye'ye sıcak mesajlar veren David Cameron'ın etkisiyle ikili ilişkilerde "Altın Çağ" kavramı kullanılmaya başlanmıştı. Hakikaten de İngiltere-Türkiye ilişkileri ekonomik açıdan da sürekli bir gelişim göstermişti. Nitekim İngiltere, Türkiye'nin dış ticaret tablosunda hep ilk sıralarda yer alan bir ülke olmayı başarmıştı. Ancak David Cameron'dan sonra, Brexit sürecinin de etkisiyle, ikili ilişkiler biraz arka planda kalmaya başladı. Brexit sürecinin Türkiye'ye fırsat ve riskleri sizce neler olabilir?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Şimdi bu Brexit sürecini İngiltere ile ilişkilerde fırsata çevirmenin yollarını aramak lazım. Bizim İngiltere ile ticaretimizde biz artı olan (dış ticaret fazlası veren) tarafdayız. Bu, lehimize birşey... Bunu kaybetmemek ve sürdürmek lazım. Büyük de bir ikili ticaret hacmi var. Peki bu nasıl avantaja çevrilebilir? Türkiye'nin Gümrük Birliği içerisinde yer alması bazı sıkıntılar yaratabilir mi? Yaratmaması lazım; çünkü İngiltere Brexit sürecinde AB ile serbest ticaretin devamını sağlayacak anlaşmalar yaptığı ve biz de Gümrük Birliği üyesi olduğumuz için ticaretimizin bundan olumsuz etkilenmemesi lazım. O nedenle, yeni dönemde çok büyük sıkıntılar yaşayacağımızı düşünmüyorum. İngiltere'ye Türk işadamlarının yakın geçmişte ciddi yatırımları da oldu. Yani mesela biz Fransa'dan yatırım alıyoruz ama Fransa'ya ciddi yatırım yapan Türk şirketi fazla yok. Oysa İngiltere'ye yatırım yapan birçok Türk şirketi oldu. Bu da ilginç bir ilişki oldu; bunu sürdürmek lazım. Son yıllarda ikili ilişkilerde gevşeme olmasının sebebi bence bu Brexit sürecinin yarattığı belirsizlik oldu. İnsanlar bu süreçte "acaba ne olacak" diye beklemeye geçtiler. Şimdi Brexit gerçekleştiği için yeni bir durum var; iş çevreleri de bu yeni duruma uygun şekilde ilişkileri geliştirmeye devam edeceklerdir.

Siyasi açıdansa pek çok olumlu gelişme yaşanabilir; onlardan bir tanesi mesela Kıbrıs konusudur. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin üç garantör devletinden biri olan Birleşik Krallık, artık AB üyesi olmayacak. Bu durumda üç garantör devletten ikisi (Türkiye ve Birleşik Krallık) artık AB üyesi değiller. Önceden iki garantör devlet (Yunanistan ve Birleşik Krallık) AB üyesiydi. Bu durum ilginç bir başlangıç yaratabilir. Mesela 1992'de yanılmıyorsam Rumların Lüksemburg'da Avrupa Adalet Divanı'nda aldırdıkları bir karar çerçevesinde, Kıbrıslı Türklerin İngiltere'ye yaptıkları ihracat engellenmişti. Narenciyeden tekstile kadar birçok ürüne, "burada bir devlet yok; dolayısıyla menşe şahadetnamesi verilemez, sağlık sertifikası verilemez" diyerek yaptıkları başvuruyu sonuçlandırmışlardı. İngiltere de o dönemde bunun bir AB kararı olmasından mütevellit bu karara uymak zorunda kalmıştı. Şimdi bu kararın artık İngiltere açısından bir bağlayıcılığı kalmamıştır. Şimdi bunları İngiltere ile konuşmak lazım. Bu konuşma, beraberinde Kıbrıs'ta yeni bir siyasi süreç de getirebilir. İngiltere artık AB'nin Kıbrıs politikalarının bir parçası olmak ve buna uygun hareket etmek zorunda değil... Belki de bu yüzden, son dönemde Türkiye'nin Kıbrıs açıklarındaki doğalgaz arama ve sondaj faaliyetlerine İngiltere çok dengeli açıklamalarla karşılık verdi. Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron çok daha dengesiz ve sert açıklamalar yaparken, İngiltere Dışişleri hep daha dengeli açıklamalar yaptı. Örneğin, deniz yetki alanları meselesinin belirlenmesinin müzakereler sonucunda olması gerektiğini ve tek başına bir veya birkaç ülkenin bunu oldu-bittiye getiremeyeceklerini belirttiler. Bunlar ilginç şeyleri beraberinde getirebilir. İngiltere akıllı bir devlettir ve dış politikada sert açıklamalardan ziyade "perde arkası diplomasisi"ni (behind the scene diplomacy) seçeneceği tercih ederler. Bunu iyi de uygularlar; o yüzden İngiltere ile birçok şey bu süreçte pazarlık edilebilir...

Doç. Dr. Ozan Örmeci: KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay'ın bugünlerde İngiltere'de yaptığı temaslarda da serbest ticaret konusunun ve İngiltere'den KKTC'ye doğrudan uçuş konusunun gündeme getirildiği söylendi. Dediğiniz gibi yeni dönemde Türkiye ve KKTC adına Brexit süreci bazı fırsatlar da yaratabilecek gibi gözüküyor. Bunların dışında, bir de İngiltere iç siyasetine dair size bir sormak isterim. 1997-2010 döneminde güçlü bir İşçi Partisi (Labour) hükümetleri dönemi ardından, 2010'dan bu yana koalisyon, azınlık hükümeti veya tek başına iktidar yoluyla Muhafazakâr Parti'nin ada siyasetini domine ettiği görülüyor. Sizce bu durum İngilizlerin toplumsal-kültürel özellikleri (İngiliz muhafazakârlığının gücü) ile mi ilgili, ya da AB politikaları ve küreselleşmeye yönelik tepkiler veya siyasi liderlik temelinde mi bir etki söz konusu?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Bence herşeyden önce siyasi liderlikle ilgili. Mesela her Muhafazakâr Parti liderinin peşine takılmıyor İngiliz halkı. Mesela Thatcher'ı 3 defa iktidara getirdiler ama Thatcher'dan sonra gelen John Major zayıf bir liderlik sergileyince sadece bir defa seçilebildi. Major'ın yerine de İşçi Partisi'nden Tony Blair seçildi. Tony Blair de tam 3 seçim kazandı ama üçüncü seçimden sonra başta kalamadı ABD ile birlikte giriştiği Irak Savaşı macerasına yönelik büyük tepkiler nedeniyle. Şimdi İngiltere'de halk güçlü lider sever ve o güçlü liderin yol gösterici ve vizyon sahibi olması gerekir. Liderin ne yapmak istediğini açıkça söylemesi ve kendini iyi ifade etmesi gerekir. Şimdi söyle bir sorun oldu bence Brexit sürecinde İngiltere'de. Halk, referandumda kayda değer bir farkla AB'den çıkmak istediğini belirtti. Ama siyaset kurumu, halkın verdiği karara rağmen, bunu geciktirmek ve engellemek için her yolu denemeye çalıştı. Bu nedenle, Theresa May hükümeti istediği anlaşmayı Avam Kamarası'nda onaylatamadı. Bunun üzerine de, İngiliz halkı son seçimde kesin bir mesaj vererek, en hararetli Brexit savunucusu olan Boris Johnson'ı yüksek bir oyla Başbakanlığa taşıdılar. Brexit kararı sonrasında Boris Johnson hemen Başbakan olsaydı, belki de süreç çok daha sorunsuz ilerleyebilirdi. İşçi Partisi ve lideri Jeremy Corbyn de bu süreçte "ikinci referandum" önerisi ve kararlı olmayan duruşları nedeniyle bence düşüş yaşadılar. Boris Johnson ise, kararlı ve güçlü bir görüntü çizerek, halk desteğini arttırdı. Yani İngiliz halkı son seçimde dedi ki, "Boris, evladım, sen şu işi yap bize. Biz sana referandumda ne dediysek onu yap."  Yani aslında 2019 Birleşik Krallık genel seçimi Brexit için ikinci bir referandum oldu ve halk son sözünü söyledi. Ayrıca Boris Johnson'ın kişiliğine de bu noktada biraz bakmak gerekir. Boris Johnson, öyle kolay kolay boyun eğmeyen bir adam. Mücadelesinde çok kararlı bir lider. Bence ciddi bir ekonomik kriz yaşanmazsa, Boris Johnson uzun bir süre Birleşik Krallık Başbakanı olarak görev yapabilir. 

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Son soru olarak size şunu sormak isterim; Boris Johnson'ın ABD Başkanı Donald Trump'a yönelik sıcak sözleri oldu. Her ne kadar siyasi çizgileri bence tam olarak örtüşmese de, yeni dönemde iki lider sayesinde iki ülkenin ilişkilerinde ve özellikle Ortadoğu politikalarında (İran konusu, Filistin Sorunu vs.) bir uyum dönemi yaşanabilir mi? Yoksa iki ülke arasında nüanslar hep devam edecek mi?

Prof. Dr. Hasan Ünal: Nüans hep olur. Yani her konuda değilse bile, mesela İran konusunda iki ülke arasında hep bir nüans olur. Filistin konusunda İngiltere dengeli açıklamalarla kenarda kalmayı tercih eder; ama eğer Arap devletleri oturup müzakere eder ve bu plana razı olurlarsa, o zaman İngiltere de bu işi bozmaya çalışmaz. Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye gibi konularda da İngiltere politikaları Amerikan politikalarından kısmen farklılaşabilir. Mesela İngiltere Türkiye ile ilişkilerine özel önem atfeder. Yani ABD'nin bir uzantısı olmamaya, olsa bile öyle göstermemeye dikkat eder. Çünkü İngilizler, Amerikalılar gibi "dan dun konuşmayı" sevmezler. Ulu orta konuşmayı hiç sevmezler; çok dikkatlidirler. Bu sürecin böylece devam edeceğini düşünüyorum. Ama küresel düzeyde İngiltere yeni dönemde ABD ile mutlaka beraber hareket edecektir. Margaret Thatcher-Ronald Reagan döneminde yeniden kurulan "özel ilişkiler" (special relationship) bu dönemde artarak devam eder diye düşünüyorum. ABD'nin ve özellikle Başbakan Trump'ın Almanya ve AB ile yaşadığı gerginlikler de düşünüldüğünde, ABD-Birleşik Krallık ilişkileri yeni dönemde daha da gelişir düşüncesindeyim. 

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. İnşallah röportajı yakında İngiltere hakkında yayınlanacak olan kitabımda da okurlarımız okuyacaklar. Yeni üniversitenizde başarılarınızın devamını diliyorum.


Tarih: 31.01.2020

30 Ocak 2020 Perşembe

Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Makale: "Turkish-Russian Relations during AK Parti Rule: Could Economic Partnership Transform into a Strategic Partnership? A Realistic Outlook"


İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "Turkish-Russian Relations during AK Parti Rule: Could Economic Partnership Transform into a Strategic Partnership? A Realistic Outlook" adlı makalesi, International Journal of Economics, Administrative and Social Sciences (IJEASS) dergisinin Aralık 2019 tarihli sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye ulaşabilirsiniz.

29 Ocak 2020 Çarşamba

UPA Yazarları Trump'ın 'Asrın Anlaşması' Projesini Yorumladılar


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarları, ABD Başkanı Donald Trump'ın önceki gün açıkladığı "Asrın Anlaşması" (Deal of the Century) ve İsrail-Filistin Sorunu'nu çözme iddiasındaki barış planını yorumladılar.


Doç. Dr. Ozan Örmeci:"Asrın Anlaşması" planına yönelik Türkiye ve uluslararası kamuoyundaki tepkilerin çok karamsar olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, bir ABD Başkanı'nın belirli şartlar dahilinde de olsa Filistin Devleti'ni tanıyacağını ve İsrail'in de buna engel olmayacağını ilan etmesi, İsrail-Filistin Sorunu açısından bence tarihi bir dönüm noktasıdır. Elbette anlaşmada birçok belirsizlik ve Filistinliler lehine iyileştirme gerektiren bazı hususlar vardır. Filistinli mülteciler konusuna hiç değinilmemiş olması da benim görüşüme göre önemli bir eksikliktir. Bunları planın açıklandığı gece yazdığım analizde zaten vurgulamıştım. Ayrıca Filistin tarafında Mahmud Abbas veya başka bir muhatap ikna edilmeden barış planının uygulanmasının gerçekçi olmadığı da ortada. Ancak gerek Türkiye kamuoyu, gerekse de uluslararası kamuoyunda ABD Başkanı Donald Trump'a ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'ya yönelik önyargılar nedeniyle, planın daha doğru düzgün okunmadan ve anlaşılmadan bile eleştiriliyor olması, son derece ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Şuraya dikkat çekmek isterim ki, önce planın "iki devletli çözüm" içermediği iddia ediliyordu. Trump'ın açıklaması ve planın metninin ortaya konmasıyla birlikte, bu iddia yalanlandı. Şimdi başka konular üzerinde duruluyor; inanın bu sorunların müzakere sonucunda aşılması durumunda da, yine başka bahaneler üretilecektir... Çünkü bu sorunun çözümsüzlüğünün siyaseten rantını kaybetmek istemeyen bazı gruplar söz konusu. Unutmayalım ki, İslamcılık ideolojisinin kitleselleşmesinin en önemli nedeni, aslına bakılırsa İsrail-Filistin Sorunu'dur.

Bu nedenle, bence bu süreci bir vaka analizi olarak incelemek ve tepkileri not etmek lazım. Gerçekten Filistinlilerin iyiliğini isteyenler, benim kanaatime göre bu süreçteki kazanımları bir anda yok saymamaya ve planı müzakere ederek daha iyi bir hale getirmeye çalışmalılar. 1967'den, hatta 1948'den beri yaşananlar, bize bu bölgede yaşanan gelişmelerin daima Filistinlilerin aleyhine olduğunu ortaya koymaktadır. İsrail sürekli topraklarını genişletirken, Arap/İslam dünyasında bu konudaki duyarlılık ve mücadele azmi giderek azalmaktadır. Çözümsüzlüğün devamı, bence 20-30 yıllık bir süreçte tüm bölgenin İsrail'in kontrolüne geçmesine bile yol açabilir. Bu nedenle, o bölgedeki fakir halkın esenliği ve Ortadoğu bölgesinde barış ve istikrarın oluşması için, İsrail'in kendisini güvende hissedeceği bu tip bir anlaşma statükodan daha faydalı olacaktır. Bu tarz bir anlaşmanın Kudüs'ün uluslararası statüsü güvence altına alınması durumunda bence Türkiye adına da hiçbir olumsuz etkisi olmayacaktır. Hatta plana destek verilmesi durumunda, Türkiye-İsrail ve Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan krizler bile aşılabilir. Türk-Amerikan ilişkileri tarihi, bize İsrail ve Yahudi lobisi desteğinin Ankara'ya Washington'da birçok kapıyı açabildiğini göstermektedir. Dolayısıyla, ekonominin kötü gittiği ve dış politikanın açmazlara sürüklendiği böyle bir ortamda, yeni kurulmakta olan muhalefet partileri nedeniyle zaten zorda olan iktidar partisinin tek çıkış yolu, ABD ve İsrail'e destek vererek, bu planın Filistinliler için daha iyi hale getirilmesini müzakere etmek olacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın içten gelen liderlik güdüleri ve güçlü sezileri sayesinde, bu konuda ilerleyen aylarda sürpriz yapabileceğini düşünüyorum. Erdoğan'ın görünmez koalisyon ortağı MHP de bu duruma sıcak bakabilir; zira Suriye'de PKK terör örgütü uzantılarına yönelik daha kapsamlı operasyonlar için ABD desteği şart durumda. Bu durum bence kesinlikle AK Parti'ye oy da kaybettirmeyecektir; zira planda Türkiye'nin katkılarıyla yapılacak her iyileşme, Erdoğan'ın Müslüman Türk halkı ve İslam dünyasındaki imajına katkı sağlar ve sadece silahla mücadeleyi savunan radikal gruplar nezdinde prestij kaybına yol açar.


Dr. Deniz Tansi: Roger Cohen'in yazdığı "Doctrine of Silence" yani "Sükut Doktrini"nde, drone'larla onbinlerce kilometre öteden, Afganistan ya da Ortadoğu'da ABD'nin ordusuz nokta atışı ve yüksek teknolojiyle hedeflerini vurduğu söyleniyordu. Makor Rishon adlı gazetede Pazit Rabin imzalı yazıda ise, konular karıştırılarak, ABD'nin 2020'deki "Sükut Doktrini" imzalı Kasım Süleymani suikastıyla İsrail ya da ABD'ye Türkiye üzerinden bir görev refere ediliyor. Hadsiz yazıda, adeta MİT Başkanı'na yönelik olası bir saldırı işaret ediliyor.

Trump'ın İsrail Başbakanı Netanyahu ve şimdilik muhalefetteki Benny Gantz'la uzlaştığı "Yüzyılın Anlaşması", 2019 başlarında anlatılmıştı. Planda, başkenti eski şehirle birlikte Kudüs olan İsrail, Yahudi yerleşimcilerin legalize edildiği, mülteci sorununun reddedildiği, Ürdün vadisindeki sınırın İsrail kontrolüne verildiği, Filistin’in daha da parçalandığı, vesayet altında bir "sözde çözüm" dayatılıyor. Bunu ABD’nin sponsorluğunda bir  “apartheid” rejiminin pazarlanması diye mi görmek lazım, yoksa başta Suudiler ve BAE olmak üzere, ABD eksenindeki Arap rejimlerinin Filistin yönetimine baskı yaparak, İsrail’le daha aleni işbirliğini sergilemeleri diye mi ele almak lazım?

Nisan 2009'daki bir yazımı anımsadım. Netanyahu Başbakan olduğunda, hava sahası İsrail tarafından kontrol edilen, sınırları İsrail'in denetiminde, ordusuz bir Filistin ifade etmiştim. Bunu, "1,5 devletli çözüm" diye adlandırmıştım. Haritası Beyaz Saray tarafından servis edilen "yarım Filistin", Gantz'ın işaret ettiği Ürdün Vadisi'nin İsrail tarafından tek taraflı denetlendiği bir sınır derken, damat Jared Kushner'in 2019'da da ifade ettiği 50 milyar dolarlık ekonomik paketle, daha önce Filistin mandasında, Britanya koloni idaresinin kolaylaştırdığı “toprak satın almalar”daki gibi, Filistin egemenliğinin satın alınacağı bir çerçeve öngörülüyor. Gerçekten de çok trajik bir görüntü... Büyük güç, dünyada sistemik kuralların değil, askeri ve para gücünün çizdiği bir zorlamayı "Teo-Con" bir mantıkla zorluyor.

Trump "azil" derdinde, Netanyahu "yolsuzluk"tan hapis korkusunda, Gantz ise bu puslu havada olası bir iktidar peşinde görünüyor. Türkiye'yi tehdit eden kalemler, komplo teorileriyle oyalanabilir, reel politik Karadeniz'den Doğu Akdeniz'e, Ceyhan'da ülkemizin şefkatli kollarında, doğalgazın sıcaklığında yapısal bir geleceği inşa edecektir. Filistin'de ise Trump'ın önerdiği çıkmaz yoldur. Kıbrıs'ta olduğu gibi, Filistin-İsrail konusunda da kalıcı barış "iki devletli çözüm"den geçmektedir.


Dr. Eren Alper Yılmaz: Filistin heyetinin çağrılmadığı, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu arasında düzenlenen ortak basın toplantısında “Yüzyılın Anlaşması” adlı plan açıklanarak, Filistin-İsrail arasındaki sorunlar masaya yatırıldı. Kancımca anlaşmanın en önemli ayağı, ABD’nin Ortadoğu’daki dengeleri sağlayacak karar alıcı bir güç olması ve yine Ortadoğu’da nüfuz alanını genişletmeye yönelik olarak tarihi bir manevra alanı bulmasıdır. Soğuk Savaş sonrasında İsrail ve Filistin’in, Bill Clinton döneminde ABD arabuluculuğu ile Camp David zirvesinde bir araya getirilmesinden ve ortak çözüm arayışlarından yıllar sonra, ABD yine bu coğrafyada başar aktör konumuna gelerek, Filistin-İsrail sorununun temel anlaşmazlık konularını çözmek için “büyük ağabey” rolü üstlenmiş ve gücünü hissettirmiştir. 

Filistin ve İsrail arasında yıllardır süren sorunlar arasında; Kudüs’ün statüsü, siyasi sınırların belirlenmesi, Yahudi yerleşim alanları ve mültecilerin geleceği gibi iki tarafın da uzlaşmaya sıcak bakmadığı konular mevcuttur. Bu toplantıda alınan kararlardan en önemlisi, Filistin Devleti'nin de yasal olarak tanındığı bir devlet (iki devletli çözüm) oluşturulması fikridir. Hiç şüphe yok ki, yıllardır hiçbir ülke tarafından tanınmayan Filistin, şayet ABD sözünde durursa, İsrail ve uluslararası toplum tarafından tanınan bir devlet statüsü kazanacaktır.  Bu statü, İsrail ve Filistin arasındaki barışın sağlanması adına önemli bir hamledir. Ayrıca her ne kadar kısa vadede mümkün olmasa da, 50 milyar dolarlık bir destekle birlikte yeni kurulacak Filistin Devleti'nin ekonomisinin inşa edilmesi ve bir milyon Filistinliye istihdam alanları sağlanması, Filistin halkının gelir seviyesinin artması açısından olumludur. Her ne kadar ABD’nin bu vaatleri rasyonel görünse de, Filistinlilerin ekonomik çıkarlarının; onların dini inançlarının ve siyasi ideolojilerinin ne kadar önüne geçeceğini de sorgulatmaktadır. Anlaşmadaki diğer konular ise daha çok İsrail’in lehine gibi görünmektedir. Daha önceden Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıyan Trump, Müslümanlar tarafından kutsal olarak kabul edilen bu şehrin bölünmeden yine İsrail’in başkenti olmaya devam edeceğini ifade etmiştir. Açıklamanın devamında İsrail’in güvenliğine vurgu yapan Trump’ın bu sözlerinden, aslında Filistin’in İsrail halkı ve devleti için ne kadar büyük bir güvenlik tehlikesi arz ettiği anlamı çıkarılabilir. Ama durum Trump’un düşündüğü kadar basit değildir. İsrail’in bölgede Gazze ve Batı Şeria’da Filistinli Müslümanlara uyguladığı şiddetin boyutu, aslında İsrail’in Filistin halkı için ne kadar büyük bir tehdit olduğunu göstermektedir. Bu noktada, Trump, Filistin halkının güvenliğini ikinci plana atmış, İsrail’in silahsızlanması, Filistin’e yönelik saldırıların durdurulması ve insan hakları ihlallelerinin sonra ermesi gibi noktalara değinmemiştir. Kudüs İsrail’İn başkenti olarak tanındıkça ve Filistin halkının güvenliği sorununa çözüm bulunmadıkça, bence Ortadoğu’ya ilişkin bu barış planı, kağıt üzerinde kalmaktan öteye geçemeyecektir.


Murat Çiçek: ABD Başkanı Donald Trump’ın dünkü açıklamaları dünya kamuoyunda tartışmalara neden oldu. “Asrın Projesi” veya "Asrın Anlaşması" olarak nitelendirdiği plan, kanaatimce Trump’ın ABD iç politikasına yönelik bir adımı olarak gözükmektedir. Başlayan azil sürecinde, Donald Trump’ın kamuoyunu meşgul edebilecek adımlar atması olarak da yorumlanabilir. Diğer bir konu ise, ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuz alanından ne olursa olsun vazgeçmeyeceğinin ve bu coğrafyayı etkileyen/etkileyecek olan siyasi gelişmelerde yer almak istediğinin bir göstergesidir.

Trump'ın, "Asrın Projesi" ile birlikte İsrail’i kendi coğrafyasında daha etkin hale getirip, Rusya’nın Suriye-Libya alanındaki etkisini kırmak ve burada ABD’nin etki sahasını genişletmek istediği düşünülebilir. Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya, Ortadoğu’nun en sıcak bölgelerinden birkaçıdır. ABD’nin İran ile yaşadığı gerilimlerle birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in ABD’nin politik tavrını ve izleyeceği stratejiyi desteklemesi önemlidir. Zaten bu yüzdendir ki, “Asrın Projesi” ile İsrail’in Filistin Sorunu'nu çözmek ve nihai hedeflerinden olan Kudüs’ü tamamen kontrol altına almak istemesi, Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’de güçlenmesine neden olacaktır.

ABD’nin bu konu ile ilgili yumuşak güç (soft power) yaklaşımları da olacaktır. İsrail’in, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan ile imzaladığı anlaşma neticesinde, ilerleyen yıllarda Avrupa’ya doğalgaz ihracatı söz konusudur. AB’nin bu konu ile ilgili net bir yaklaşımı söz konusu olmamasına karşın, iki AB üyesi ülkenin çıkarları açısından AB ve ABD’nin de bu projeye destek olacağını düşünebiliriz. Bu noktada, bu proje ile ilgili Avrupa içerisinde gerçekleştirilecek olan lobi çalışmaları ilerleyen dönemde yoğunluk kazanacaktır.

Donald Trump’ın “Asrın Projesi”ni açıklaması, aslında Rusya’ya ve Çin’e karşı yapılmış hamlelerdir. ABD, Ortadoğu’daki gücünü ispatlamaya çalışmaktadır. Bu açıklamalardan sonra, Rusya’nın ve Çin’in hamleleri kendi ilerledikleri yolda devam edecektir; fakat Ortadoğu ülkelerindeki yönetimler ve çıkar gruplarının hamleleri değişim gösterebilir. ABD’nin bu hamlesinin dengeleri değiştirme olasılığı, projenin gerçekleşme olasılığı ile doğru orantılıdır.


Oğuzhan Manioğlu: ABD Başkanı Donald J. Trump, sözde Ortadoğu Barış Planı’nı, özde ise ABD’nin uydu devleti İsrail için yapmış olduğu jesti açıkladı. Trump'ın gerçekleştirmiş olduğu samimiyetten uzak açıklamada; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler için kutsal bir yer olarak kabul edilen Kudüs’ün bölünmemiş şekilde İsrail’in başkenti sayılacağı, Filistin Devleti'ne koşullu bağımsız devlet statüsü tanınacağı ve bu koşulların yerine getirilmesi için Filistin Devleti'ne 4 yıllık bir sürenin verileceğinden bahsedilmekle beraber, dikkat çeken bir diğer nokta da İsrailli ve Filistinli vatandaşların yerlerinden edilmeyeceğiydi. Bu, aslında Filistinliler için değil, İsrailli vatandaşlar için ayrıcalık sağlanacağı anlamındadır ve güzel bir hediye paketi şeklinde sunulmuş olmasına karşın, daima İsrail Devleti'nin çıkarlarını koruyan Donald J. Trump’a yakışan şeytani bir düşüncenin ürünüdür. Bu noktada, öncelikle 1967 yılında İsrail tarafından işgal edilen ve 1980’den itibaren tamamının başkent ilan edildiği Kudüs’ü günümüze dek İsrail’in başkenti olarak uluslararası arenada neredeyse kimse  tanımadığını hatırlatmak gerekir. Filistinlilerin geçmişten beri sahip olduğu ve ileride bu bölgede kurulacak Filistin Devleti'nin başkenti olarak gördüğü Kudüs'e yönelik bu hamle, yangına benzin döker niteliktedir. İsrail’in Filistin’e yerleşme çabaları, Filistinli gençlere yönelik insan hakları ihlalleri (fiziksel şiddet, yaralama, tutuklama ve hapis), Filistinli direnişçilere on yıllardır uygulanan toplu cezalandırma ve caydırma yöntemi olan ev yıkımları, Siyonist hareket kapsamında Filistinlilerin kendi topraklarından koparılarak göçe zorlanması, satın alınamayan toprakların Yahudi yerleşimlerine açılması için katliamlara başvurulması, sürgünler, ev baskınları, sokağa çıkma yasağı ve eğitimden mâhkum bırakma gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni dahi hiçe sayan uygulamalarına, İsrail, pervasızca devam etmektedir. İsrail, kendi milletine Nazi Almanyası tarafından yapılan ve aslında hiçbir canlının hak etmediği ölçüde insanlık dışı uygulamalardan ders almadığı gibi, Filistin topraklarındaki baskısını gün geçtikçe arttıran bir devletin Başbakanı olan Benyamin Netanyahu’nun bu planı "barışa giden uzun soluklu gerçekçi bir yol" olarak nitelendirmesi, insanlarda en hafif tabirle acı bir tebessüme sebebiyet vermekte olup, geçmişe dönüp bakıldığında bu söylemin gerçek dışı olduğu ve uygulanabilirliğinin olmadığı açıkça görülmektedir. Nitekim bu açıklamanın akabinde, İsrail Savunma Bakanı Naftali Bennett’in “İsrail hükümetinin hiçbir koşulda Filistin devletini tanımasına izin vermeyeceğiz”  söylemi, aslında İsrail devletinin zihin arkasındaki temel düşüncelerinin bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzde, artık hiçbir yaptırım gücüne sahip olmayan Birleşmiş Milletler’in kararlarını hiçe sayarak tek taraflı açıklanan bu planın işlevsiz olduğu daha önce defalarca yapılan açıklama ve uygulamalarla da sabit olup, bu açıklamaların yeni bir açılım sağlamadığı ve sadece ABD ve İsrail’in kendi iç politikaları için geliştirdikleri bir argüman olduğu açıkça ortadadır. Ancak unutulmamalıdır ki, Filistinlilerin kendi topraklarında bir İsrail devletinin kurulması esnasında yaptıkları hatalar ortada dururken, o kutsal topraklar Filistinli çocuklarındır...


Serdar Çukur: Filistin Sorunu, Ortadoğu bölgesinde yaşanan sorunların başında gelmektedir. Bu sorun, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Filistin bölgesinden çekilmesi ile başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesiyle, bölgede İngiltere ve Fransa’nın etkilerinin hissedilmeye başlandığı görülmüştür. Filistin Sorunu'nun temelleri ise, 1920’de İngiltere’nin yönetiminde bu bölgede kurulan manda yönetiminin Yahudiler tarafından oluşturulmasıyla atılmıştır. Bu tarihten sonra, Filistin bölgesinde hem Yahudilerin toprak kazanımlarında, hem de nüfuslarında artış yaşanmıştır. Bu sayede bölgedeki etkinliğini arttıran Yahudiler, 1947’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama sırasında desteğini alarak, Filistin bölgesinin % 56’lık bir alanı içerisinde Yahudi Devleti kurulması fırsatını yakalamışlardır. Bir hatırlatma olarak belirtelim ki, bu dönemde Yahudiler Filistin bölgesinde topraksal olarak sadece % 6’lık bir alana sahiptiler. 

1948 yılının Mayıs ayında Amerika Birleşik Devletleri'nin kısa sürede tanıyacağı bir Yahudi Devleti'nin kurulduğu ilan edilir. Bu bağımsızlık ilanıyla birlikte, Mısır, Irak, Ürdün, Suriye ve Lübnan gibi devletlerinin oluşturduğu Arap kuvvetleri ile İsrail devletinin kuvvetleri arasında ilk savaş yaşanır. Bu savaşın kazananı olan İsrail, Filistin bölgesinde kontrol altında tuttuğu toprakları zamanla % 56’dan % 78’e çıkarmıştır. Bu savaştan birkaç yıl sonra ikinci Arap-İsrail Savaşı yaşanır. Bu savaşın da galibi olan İsrail, sahip olduğu toprakları Doğu Kudüs’ü de içine alacak şekilde Filistin'in tamamında genişletmiş, ayrıca Mısır’dan Sina yarımadasını ve Suriye’den de Golan Tepeleri'ni almıştır. Bu kazanım, 1973’teki Arap-İsrail Savaşı'nda da değişmemiştir. 1979’da ise, İsrail ile Mısır arasında Camp David Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, 1982’de İsrail'in Sina yarımadasından çekilmesine rağmen diğer bölgelerden çekilmediği gözlemlenmiştir.

1990’larda ise, Filistin’de yaşanan sorunun çözülmesi adına bir barış sürecinin başlatıldığı görülmüştür. Ancak bu barış süreci, Eylül 2000’de dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa'ya bir grup askerle girmesi ve daha öncesinde İsrail’in çekilmiş olduğu toprakları yeniden işgal etmesiyle bozulmuştur. Bu girişim ile, İsrail, bölgedeki tek kontrol gücü haline gelmiştir.

2000’li yıllarda ise, İsrail, binlerce insanın öldüğü ve onbinlerce insanın da evsiz kaldığı Gazze kuşatması ile bölgeyi Gazze halkı için adeta cehenneme çevirmiştir. Bu bölgedeki insanların ya da Filistin Sorunu'nun çözümü için; a-) İsrail’in işgal etmiş olduğu topraklardan çekilmesi, b-) Kudüs’ün statüsünde uzlaşılması, c-) Filistinli mültecilerin geri dönmesi ve d-) İsrail’in işgal etmiş olduğu Filistin topraklarına yerleşen Yahudilerin durumlarının çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Bu konuların çözülmesinden önce, şüphesiz, iki tarafın iddialarının ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir.

Filistinlilerin, Mescid-i Aksa’nın da içinde olduğu Doğu Kudüs’ün başkent olduğu bağımsız bir devlet kurma istekleri vardır. Ancak İsrail, ancak karadan, havadan ve denizden kontrolünün İsrail tarafından sağlandığı bir Filistin Devleti'ne izin vermektedir. Bunun yanında, İsrail tarafından bu devletin askeri gücünün olmasına ve diğer devletlerle ikili ilişkiler geliştirmesine de izin verilmemektedir. Ayrıca İsrail makamları tarafından 1967’de işgal ettikleri topraklardan geri çekilmelerinin imkânsız olduğu da her daim vurgulanmaktadır.

İsrail'in politikalarının, 1948’de bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasından günümüze kadar ABD’den her anlamda destek bulduğu görülmüştür. Özellikle Ocak 2017’de ABD’nin yeni başkanı olan Donald Trump’ın, önceki Başkanlara kıyasla, İsrail yanlısı politikalarını daha da açık ve sert şekilde dile getirmeye başladığı görülmüştür. Öyle ki, bu politikaların ilk somut uygulaması, Başkan Trump’ın Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu tanıması ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya karar vermesi olmuştur. Sözünü tutan Trump'ın, bu kararı 14 Mayıs 2018’de yerine getirdiği görülmüştür.

ABD Başkanı Trump, yakın zamanda Filistin bölgesine yönelik yeni bir barış planı ile (Asrın Anlaşması-Deal of the Century) ortaya çıkmıştır. Ancak Başkan Trump’ın ifade etmiş olduğu barış planına bakıldığı vakit, İsrail’in hukuken kendisine ait olmayan topraklardaki egemenliğini tanımasının yanında, Filistin’de bağımsız bir devlet kurulmasına ilişkin bazı olumlu adımlara karşın, sorunun tam anlamıyla çözüme kavuşturulmadığı görülmektedir. Ayrıca İsrail’in bölgede uyguladığı şiddet sona ermediği müddetçe, Filistin Sorunu'na ilişkin barış planlarının sözde kalacağı düşünülmektedir.

28 Ocak 2020 Salı

ABD Başkanı Donald Trump’ın Açıkladığı ‘Asrın Anlaşması’ Planı


Giriş
ABD Başkanı Donald Trump, 28 Ocak 2020 tarihinde, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile birlikte, Beyaz Saray’da, uzun süredir beklenen ve İsrail-Filistin Sorunu’na çözüm geliştirme iddiasındaki “Asrın Anlaşması” (Deal of the Century) planını açıkladı. Büyük bir halkla ilişkiler (pr) şovuna dönüşen planın açıklanma töreni tüm dünyada merakla takip edilirken, Trump’ın damadı Jared Kushner tarafından hazırlandığı belirtilen planın, önceden uluslararası basında yer alan duyumların aksine, “iki devletli çözüm” temelinde bir girişim olması dikkat çekti. Bu yazıda, ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun birlikte açıkladıkları “Asrın Anlaşması” planı hakkında ilk izlenimlerimi paylaşacağım. Ancak elbette, 181 sayfalık planın tamamı açıklanmadan ve okunmadan, kesin yorumlar yapmak konusunda ihtiyatlı davranmakta fayda var.

Planın açıklandığı basın toplantısı

Asrın Anlaşması: Trump Neler Vaat Etti?
“Asrın Anlaşması” planına dair ilk ve en önemli tespit, basında yer alan karamsar yorumların aksine, planın “iki devletli çözüm” temelinde geliştirilen bir proje olmasıdır. Yani bu plan başarıyla uygulanabilirse, ki bu konuda elbette ciddi şüpheler vardır, “Asrın Anlaşması” ile bağımsız İsrail devletine benzer şekilde, bağımsız ve tanınmış bir Filistin Devleti kurulacaktır. Ancak planın 4 yıl süreyle müzakere edileceğini ve henüz nihai halini almadığını da bu noktada belirtmek gerekiyor.

İkinci önemli husus, Trump’ın daha önce ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini de taşıdığı Kudüs’ü “İsrail’in bölünmemiş başkenti” olarak ilan etmesidir. Ancak Trump, aynı zamanda başkenti Doğu Kudüs olacak ve ABD’nin Büyükelçiliği’nin açılacağı bir Filistin Devleti’nden de söz ederek, bu konuda çelişkili bir söylem ortaya koymuştur.

Üçüncü önemli unsur, yeni Filistin Devleti’nin topraklarının şimdiki halinin iki katına çıkarılacak olmasıdır. Dolayısıyla, eğer Trump’ın açıklamaları doğru kabul edilirse, Filistin Devleti, bu anlaşmadan topraklarını genişleterek çıkacaktır. Ancak bu konuda İsrail’le ortak bir komite kurulacak ve kesin harita ilerleyen günlerde netleştirilecektir.

Dördüncü önemli konu, ABD’nin barış planını kabul etmesi durumunda Filistin Devleti ve halkına büyük yardım ve fırsatlar sağlayacak olmasıdır. Başkan Trump’ın söylemlerine bakılırsa; kısa sürede Filistin’de 1 milyondan fazla yeni iş imkânları yaratılacak ve Mescid-i Aksa’nın güvenli bir şekilde herkesin ziyaret ve özgürce ibadet edebildiği bir ibadethane haline getirilmesi sağlanacaktır.

Beşinci önemli konu ise, bu anlaşma sonrasında İsrail’in Müslüman dünyasıyla ilişkilerinin düzeltileceği ümididir. Başkan Trump, bu anlaşmanın ardından İslam ülkelerinin İsrail’i tanımamaları için artık bir neden kalmadığını ima ederek, yıllarca Ortadoğu’da boş yere kan dökülmesinden yakınmış ve artık Ortadoğu’ya huzur getirilebileceğini vurgulamıştır. Trump, ayrıca Müslüman ülkelerden Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn'e teşekkür etmiştir. 


Asrın Anlaşması'nda yer alan harita

Plana Yönelik Eleştiriler
İlk olarak, planın açıklandığı basın toplantısında Filistin Devleti’ni temsil eden hiçbir yetkilinin bulunmaması ve Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte bu etkinliği bir şova dönüştürmesi, bu girişimin tek taraflı olarak yapıldığı düşüncesini güçlendiren bir durum olmuştur. Oysa Filistin Devleti’nden bir yetkili de burada yer alabilseydi, bu, çok daha anlamlı ve güçlü bir girişim olacak ve başarı şansı da artacaktı.

İkinci önemli eleştiri noktası, kuşkusuz, Kudüs konusunun muğlak bırakılması oldu. Öyle ki, bir yandan Kudüs’ü “İsrail’in bölünmez başkenti” ilan eden Trump, öte yandan Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak ilan etti. Dolayısıyla, bu konuda ABD’nin çözüm planı tam olarak anlaşılamadı. Basında yer alan iddialara göre, plana göre Kudüs tamamen İsrail'in kontrolünde olacak, ancak Doğu Kudüs bölgesinde Filistin'e küçük bir bölge verilecek ve ABD'nin Filistin Büyükelçiliği de burada kurulacak.

Üçüncü önemli eleştiri konusu, basın toplantısında Filistin Devleti’nin topraklarının iki katına çıkarılacağı iddia edilirken, bir yandan da İsrail’in yeni yerleşimler inşa ettiği bölgelerin (Batı Şeria) İsrail toprağı haline geldiğinin vurgulanmasıydı. Dolayısıyla, Filistin Devleti’nin büyüyen topraklarının neresi olacağı konusu da anlaşılamamış oldu.

Dördüncü önemli eleştiri konusu ise, Başkan Trump’ın “Asrın Anlaşması” planını Filistinliler için “son şans” olarak lanse etmesi ve planın reddedilmesi durumunda Filistinliler için işlerin iyi gitmeyeceğini ima ederek, aba altından sopa göstermesi olmuştur. Trump, ayrıca Hamas ve İslami Cihat örgütleriyle mücadele edilmesini de şart olarak öne sürmüştür. 

Beşinci ve son olarak da, milyonlarca Filistinli mültecinin durumuna ilişkin, ki bu konu Filistin Sorunu olarak bilinen meselenin en önemli parametrelerinden birisidir, açıklamada hiçbir vurgunun yapılmaması bir eleştiri konusu olmuştur.

Asrın Anlaşması’nın Başarı Şansı
Başkan Trump’ın “Asrın Anlaşması” girişimi, beklenenden daha ılımlı ve olumlu bir girişim olarak yorumlanabilir. Zira bu şekilde Filistin Devleti’nin varlığının tanınması ve gelişiminin sağlanması konusunda ilk kez bir ABD Başkanı açık taahhütlerde bulunmuştur. Bu, kesinlikle küçümsenmemesi gereken bir durumdur. Ancak Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, “Yüzyılın Şamarı” olarak nitelendirdiği anlaşmayı daha şimdiden reddetmiştir. Planın doğrudan muhatabı olan Filistinlilerin desteği alınmadan, kuşkusuz, Asrın Anlaşması’nın başarıya ulaşma şansı yüksek gözükmemektedir.

Buna karşın, “Asrın Anlaşması” konusunda Arap/İslam dünyasından destek sağlanabilirse, bu durumda plan adına daha olumlu düşünülebilir. Özellikle Arap/İslam dünyasının önemli ülkelerinden Suudi Arabistan, Mısır vb. devletlerin desteği sağlanabilirse, Filistin otoritelerinin projeye bakışı da yumuşayabilir.

İran İslam Cumhuriyeti ve Türkiye’nin ise plana karşı çıkacakları tahmin edilmektedir. İran için bu durum teokratik rejim ve onun temellerini oluşturan anti-Siyonist ideolojiyle izah edilebilirken, Türkiye’nin itirazının temelinde Kudüs’ün İslam dünyasındaki önemi argümanının kullanılması muhtemeldir.

Tüm bunlar değerlendirildiğinde, Trump’ın açıkladığı planın başarı şansı şimdilik yarı yarıyadır. Ancak Arap/İslam dünyasından kayda değer bir destek sağlanabilirse, Türkiye ve özellikle İran’ın muhalefetine karşın, bu plan bir şekilde hayata geçirilebilir.

Zamanlama
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun adeta bir siyasi kampanya ve hatta şova çevirdikleri basın toplantısının zamanlamasına da dikkat çekmek gerekiyor. Ülkesinde Senato’da azil (impeachment) sürecinde olan Başkan Trump, bu basın toplantısıyla İsrail yanlısı Cumhuriyetçi Parti Senatörleri ve Amerikan kamuoyunda desteğini sağlamlaştırmak ve 2020’deki Başkanlık seçimine güçlü bir aday olarak girmek istemiş olabilir. Aynı şekilde, ülkesinde çeşitli yolsuzluk soruşturmalarına konu olan Başbakan Netanyahu da, 2 Mart 2020 tarihinde yapılacak ve İsrail’in bir yıldan kısa süre içerisinde gerçekleştirdiği üçüncü seçim öncesinde siyaseten gövde gösterisi yapmayı amaçlamış olabilir. Bu anlamda, barış planının iç siyasete yönelik olarak da düşünülmüş bir girişim olduğu ve Trump ile Netanyahu'nun "bir taşla iki kuş vurmak" istedikleri söylenebilir.

Sonuç
Kuşkusuz, tüm eleştirilere karşın, Ortadoğu’da akan kanı durdurabilir ve Filistinlilere ve İsraillilere barış getirebilirse, bu proje, iyi niyetli bir girişim olarak tarihe geçer ve hatta sonuç da alabilir. Lakin Trump'ın plandaki çelişkileri ve boşlukları gidermesi ve Filistin'de kendisine bir muhatap bulması başarı için şart gözükmektedir. Aksi takdirde, bu, popülist ve içi boş bir proje ve bir iç politika malzemesi olmaktan öteye gidemeyecektir. Ayrıca bu barış planı, uluslararası kamuoyunda Trump antipatisinin ötesinde değerlendirilmeli ve Filistin halkının iyiliği de hesaba katılmalıdır. Bu nedenle, plan, güç dengeleri doğrultusunda Realist bir perspektiften okunmalı ve ileride Filistinlilerin çok daha zor duruma gelmeleri halinde haksız duruma düşmemek için, Asrın Anlaşması, önyargısız olarak değerlendirilmelidir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

22 Ocak 2020 Çarşamba

İsrail'in Üçüncü Seçimi


Giriş
Ortadoğu’nun önemli ülkelerinden İsrail’de, 9 Nisan 2019 ve 17 Eylül 2019 tarihlerinde yapılan genel seçimler sonrasında bir koalisyon hükümeti kurulamaması nedeniyle, 2 Mart 2020 tarihinde bir kez daha genel seçim için sandık başında gidilecek. Bu yazıda, İsrail’in bir yıldan kısa bir süre içerisinde gerçekleştirdiği üçüncü seçimi analiz edeceğim.

2019 Seçimleri
Hatırlanacağı üzere, 9 Nisan 2019 tarihinde yapılan genel seçimde, seçime favori olarak giren Başbakan Benyamin Netanyahu ve partisi –merkez sağ- Likud, yüzde 26,46 oyla birinci parti olmayı başarmış ve Knesset’te 35 koltuk kazanmış; ancak yeni kurulan eski Genelkurmay Başkanı Benny Gantz liderliğindeki Mavi Beyaz İttifak (Kahol Lavan) da yüzde 26,13 oranında oyla aynı sayıda (35) milletvekilliği elde etmeyi başarmıştı.[1] Seçimin ardından yapılan koalisyon hükümeti pazarlıkları ise, aşırı sağ/milliyetçi çizgideki Avigdor Lieberman’ın lideri olduğu İsrail Evimiz Partisi (Yisrael Beiteinu) ile Netanyahu arasında yaşanan anlaşmazlık nedeniyle sonuç vermemişti. Bu seçim sonrasında, önceki seçim olan 2015 genel seçimine kıyasla, ki o seçimde Likud yüzde 23,40 oyla yalnızca 30 milletvekilliği kazanabilmişti, sandalye sayısını (5) ve oy oranını (yüzde 3) arttırması nedeniyle Netanyahu’ya yönelik tepkiler sınırlı kalmış ve İsrail’in en uzun süre görevde kalan Başbakanı[2], uluslararası kamuoyunca genel olarak başarılı bulunmuştu. Ancak Benny Gantz ve kurduğu geniş kapsamlı seçim ittifakının hızlı yükselişi, Netanyahu ve partisi adına bir alarm sinyali olarak değerlendirilmişti. Seçim sonrasında Lieberman’ı sorumsuz davranmakla suçlayan Netanyahu ise, ikinci bir seçimden daha rahat çıkacağı düşüncesiyle hareket etmişti.

17 Eylül 2019 tarihinde yapılan ikinci genel seçimde ise, Benny Gantz liderliğindeki Mavi Beyaz İttifakı yüzde 25,95 oyla birinci parti olmuş ve 33 sandalye kazanmış, Netanyahu ve partisi Likud ise yüzde 25,10 düzeyinde oy oranıyla ikinci parti durumuna düşmüştü.[3] Bu seçim sonrasında da, Netanyahu ve Gantz tarafından yapılan koalisyon hükümeti kurma girişimleri başarıyla neticelendirilememişti. Netanyahu, bu seçim sonrasında ilk kez birinciliği başka bir partiye kaptırması nedeniyle eleştirilerin hedefi haline gelmişti. Netanyahu’nun avantajı ise, ABD Başkanı Donald Trump’ın kendisine koşulsuz desteği ve rakibi olan Benny Gantz ve partisinin de Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi tartışmalı konularda kendisi kadar milliyetçi olmasıydı.[4]

Netanyahu’nun Durumu
2019 yılı seçimlerinde istediğini elde edemeyen ama Başbakanlığa devam eden Netanyahu, bu süreçte iki büyük zorlukla yüzleşmek durumunda kaldı. İlk olarak, Netanyahu, İsrail Adalet Bakanlığı’nın başlattığı rüşvet, yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Bu dönemde gündeme getirilen iddialardan en ağırı, Netanyahu hükümetinin Bezeq adlı telekomünikasyon şirketine hukuki ayrıcalıklar tanınması ve karşılığında bu şirketin sahibinin kurduğu Walla adlı internet sitesinde Netanyahu lehine haberler yapılmasıydı.[5] Ayrıca İsrail Başbakanı’nın Yedioth Ahronoth gazetesinin sahibi Arnon Moses’la yakın ilişkileri ve pahalı hediyeler kabul etmesi gibi konular da yolsuzluk dosyasında yer alıyordu. Bu dosyalardan henüz bir şey çıkmasa da -ki Netanyahu suçlu bulunursa istifa etmek zorunda kalacaktır- İsrail Başbakanı’nın bu süreçte ülkesi içerisinde yıpratılmaya başlandığı anlaşılıyor.

Kendisine yönelik suçlamaları reddeden ve bunları bir “cadı avı”na benzeyen Netanyahu’nun bu süreçte yüzleşmek zorunda kaldığı ikinci önemli zorluk ise, partisi Likud içerisinde yaşanan Genel Başkanlık yarışı oldu. Eski Eğitim ve İçişleri Bakanı Gideon Sa'ar’ın da aday olduğu Genel Başkanlık seçimi, 26 Aralık 2019 tarihinde gerçekleşti. Liderlik yarışını yüzde 72,5 oyla ezici bir galibiyet elde eden Netanyahu kazansa da[6], Netanyahu’ya yönelik tepkilerin kendi partisi içerisinde de oluştuğunun görülmesi anlamında, bu seçim de İsrail Başbakanı adına olumsuz bir gelişme oldu.

2020 Genel Seçimi ve Koalisyon Formülleri
2 Mart 2020 tarihinde yapılacak ve 23. dönem Knesset milletvekillerini belirleyecek 2020 İsrail genel seçimi, yine Likud ve Mavi Beyaz İttifak’ın kıyasıya rekabetine sahne olacak gibi görünüyor. Seçim öncesinde yapılan kamuoyu yoklaması ve anketler de bu durumu doğruluyor. Örneğin, 16 Ocak 2020 tarihli Maagar Mochot anketi, Mavi Beyaz İttifak’ın seçimden birinci olarak çıkacağını ve 34 koltuk kazanacağını, Likud’in ise 30 milletvekilliği ile yetineceğini ortaya koyuyor.[7] Project HaMidgam tarafından yapılan bir diğer kamuoyu yoklaması da, Mavi Beyaz İttifak ve lideri Benny Gantz’ın, Likud ve lideri Benyamin Netanyahu’ya bu seçimde 34’e karşı 31 milletvekilliğiyle üstün geleceği projeksiyonunu yapıyor.[8]

Anketler, Mavi Beyaz İttifak’ın geçen süre zarfında İsrail’deki birinci parti haline geldiğini ve Netanyahu ve Likud’un duraklama sürecine girdiği göstermesine karşın, İsrail’de hükümet kurmak için 120 koltuklu Knesset’te 61 milletvekili sayısına ulaşmak gerektiği için, aslında makro siyaset adına değişen fazla bir şey de yok. Bu nedenle, 2019 seçimleri sonrasında gündeme gelen iktidar formülleri aynı şekilde geçerli olmaya devam ediyor. Bunlar şöyle sıralanabilir:
  • Netanyahu veya Gantz Başbakanlığında (ki daha fazla oy ve koltuk kazananın Başbakan olması beklenmeli) bir Likud-Mavi Beyaz İttifakı merkez sağ koalisyon hükümeti (ideal formül olarak karşımıza bu seçenek çıkıyor).
  • Netanyahu’nun Başbakanlığında, Likud’un, Şas (Shas), Birleşik Tora Yahudiliği, Yamina ve Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu) gibi sağ ve aşırı sağ partilerin katılımıyla kuracağı bir sağ/aşırı sağ koalisyon hükümeti (bunun için Avigdor Lieberman’ın desteği şart).
  • Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Birleşik Arap Listesi ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının katılımıyla kuracağı bir merkez/merkez sol koalisyon (ancak bu seçenek ancak üç partinin koltuk sayısının 61’i bulması durumunda gerçekleşebilir ki bu da garanti değil).
  • Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu), Yamina ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının katılımıyla kuracağı bir merkez sol-merkez sağ koalisyonu (sağ ve sol partileri aynı koalisyona sokmak kolay olmayabilir).
  • Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu), Yamina, Şas (Shas) ve Birleşik Tora Yahudiliği gibi partilerle kuracağı bir sağ/aşırı sağ koalisyon (seküler ve dinci partileri aynı koalisyona sokmak kolay olmayabilir).
Bu seçeneklere bakıldığında, Avigdor Lieberman’ın ikna edilmesi durumunda halen en güçlü iktidar seçeneğinin Netanyahu’nun Başbakanlığında, Likud’un, Şas (Shas), Birleşik Tora Yahudiliği, Yamina ve Evimiz İsrail Partisi (Yisrael Beiteinu) gibi sağ ve aşırı sağ partilerin katılımıyla kuracağı bir sağ/aşırı sağ koalisyon hükümeti olduğu söylenebilir. Bunun nedenleri ise, bu formülün daha önce denenmiş ve yapılabilmiş olması ve Netanyahu’nun sağı ve aşırı sağı kolaylıkla birleştirebilmesidir. Ancak Netanyahu’nun Lieberman’la arasındaki buzları eritmesi ve anlaşmazlıkları çözmesi bu noktada tek ve en önemli koşul durumundadır.

İkinci en güçlü seçenek ise, Netanyahu veya Gantz Başbakanlığında (ki daha fazla oy ve koltuk kazananın Başbakan olması beklendiği için Benny Gantz bu noktada daha şanslıdır) bir Likud-Mavi Beyaz İttifakı koalisyon hükümetidir. Bu koalisyon formülü, hem İsrail’de Netanyahu karşıtlarını sevindirecek, hem de aleyhine dosyalar açılan ve siyaseten zor duruma sokulan Netanyahu’nun -Başbakan olmasa da- Dışişleri Bakanı veya önemli bir görevde kalarak İsrail siyasetine yön vermeye devam etmesini sağlayacaktır. Netanyahu’nun hükümetteyken aleyhindeki iddialarla mücadele etmesi de kuşkusuz daha kolay olacaktır.

Üçüncü en makul alternatif, koltuk sayısının 61’i bulması durumunda, Benny Gantz’ın Başbakanlığında, Mavi Beyaz İttifak’ın, Birleşik Arap Listesi ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının katılımıyla kuracağı bir merkez/merkez sol koalisyondur. Ancak bu formül için Birleşik Arap Listesi ve İsrail İşçi Partisi-Gesher-Meretz ittifakının oy oranlarında bir miktar artış sağlaması gerekmektedir. Zira 61’i bulabilmek için, 34-35 koltuk kazanması beklenen Mavi Beyaz İttifak'ın 26-27 milletvekiline daha ihtiyacı olacaktır. Anketlere göre ise, diğer iki sol partinin koltuk sayısı şu an için 23-24 düzeyindedir. Bu üç formül dışında, kuşkusuz diğer iki koalisyon hükümeti alternatiflerinin de bir miktar şansı bulunmaktadır.

Sonuç
2 Mart 2020’de düzenlenecek olan genel seçim, İsrail’de bir yıldan kısa bir süre içerisinde yapılan üçüncü genel seçim olacaktır. Bu durum, İsrail’in bir demokrasi olduğunu teyit etmesi bağlamında önemli ve pozitif bir gelişme olmakla birlikte, çok partili ve dağınık siyasetin yönetimde istikrar anlamında sorun yaratabileceğini de göstermektedir. Bu nedenle, ilerleyen yıllarda, ABD ile çok yakın siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri olan İsrail’in bu ülkeye benzer şekilde Başkanlık sistemine geçmesi ve siyasi sistemini reforme etmesi gündeme gelebilir. Bunun nedeni, İsrail gibi güvenlik riskleri çok yüksek düzeyde olan bir ülkede yönetimde istikrar ve güçlü hükümet modeline gereksinim duyulmasıdır. 1949’dan bugüne kadar farklı koalisyon hükümetleriyle yönetilen İsrail’de[9], bu öneri, ilerleyen dönemlerde ciddi şekilde tartışılabilir. Bu durum, Netanyahu sonrasında veya sol bir Başbakan veya hükümet döneminde de değişmeyecektir. Zira Filistin Sorunu, İran nükleer programı, terör örgütleri, yasadışı kitlesel göç hareketleri ve anti-Siyonist ideolojinin Müslüman toplumlar üzerindeki gücü gibi sebeplerle, İsrail, bir güvenlik devleti olarak kalmaya mahkûm durumdadır.

Ancak bu öneri gerçekleşmese bile, İsrail’de üst üste yapılan üç seçimin ekonomik kayıplara ve enerji israfına yol açtığı ve artık 4-5 sene görev yapacak güçlü bir hükümete ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in de belirttiği gibi, parlamenter demokrasiye duyulan inancı kaybetmemek[10] ve bir şekilde koalisyon hükümetinin kurulması sağlamak çok gereklidir. Zira İsrail’in, yeni dönemde, İran nükleer programı ve Doğu Akdeniz’deki gerginlikler konusunda mutlaka yapıcı politikalar geliştirmesi ve ABD üzerindeki etkisini (lobi gücünü) olumlu yönde kullanması gerekmektedir. Bunun için de, Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzeltilmesi çok iyi bir başlangıç olabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bu seçimin analizi için; http://politikaakademisi.org/2019/08/27/2019-israil-genel-secimleri/.
[2] Milliyetçi sağ çizgide siyaset yapan Benyamin Netanyahu, ilk kez 1996 yılında İsrail’in en genç Başbakanı olarak seçilmiş ve 1996-1999 döneminde 3 yıl süreyle Başbakan olarak görev yapmıştır. Daha sonrasında ise, 2009’da yeniden Başbakan seçilmiş ve o tarihten bugüne Başbakanlık görevini sürdürmektedir.
[3] Bakınız; http://politikaakademisi.org/2019/09/18/israilde-kritik-secimin-galibi-yok/.
[4] Bu konuda bir analiz için; http://politikaakademisi.org/2019/09/22/israil-saginin-malum-secimi/.
[5] Bakınız; https://www.dw.com/tr/netanyahu-yolsuzluk-ve-r%C3%BC%C5%9Fvetten-yarg%C4%B1lanacak/a-51358607.
[6] https://www.timesofisrael.com/netanyahu-declares-victory-in-likud-primary-appears-headed-for-landslide-win/.
[7] Bakınız; https://knessetjeremy.com/2020/01/17/20th-poll-of-2020-election-blue-white-34-likud-30-joint-list-14-labor-gesher-meretz-10-yamina-9-shas-8-yisrael-beitenu-8-utj-7/.
[8] Bakınız; https://knessetjeremy.com/2020/01/17/19th-poll-of-2020-election-blue-white-34-likud-31-joint-list-14-labor-gesher-meretz-9-yisrael-beitenu-8-yamina-7-utj-7-shas-6-otzma-4/.
[9] https://mfa.gov.il/mfa/aboutisrael/state/government/pages/the%20governments%20of%20israel.aspx.
[10] Bakınız; https://www.timesofisrael.com/rivlin-urges-israelis-not-to-lose-faith-in-democracy-despite-third-elections/.

19 Ocak 2020 Pazar

Son Yıllarda Türkiye-Birleşik Krallık (İngiltere) İlişkileri: İlişkilerde 'Altın Çağ' Dönemi Mi? (Güncellenmiş Versiyon)


Özet: Türkiye-Birleşik Krallık (İngiltere) ilişkileri, kamuoyunda hakkında pek fazla yazılıp çizilmemesine karşın, 2000’li yıllarda istikrarlı bir gelişim göstererek gayet iyi bir seviyeye gelmiş ve 2010’lu yılların başında, her iki tarafın da en üst düzey yöneticilerinin ifadesiyle, ikili ilişkilerde ‘Altın Çağ’ dönemi yaşanmaya başlamıştır. İkili ekonomik ilişkilerin son yıllarda -küresel ekonomik krize rağmen- ivmeli gelişimi, Ankara ile Londra’nın birbirlerine destek veren AB politikaları, Ortadoğu’da cereyan eden gelişmelere karşı gösterilen benzer reaksiyonlar, Kıbrıs Sorunu bağlamında büyük ölçüde aynı çizgide buluşan yaklaşımlar, son dönemde Ukrayna ve Suriye’de gözlemlenen Rus saldırganlığına karşı geliştirilen ortak tehdit algılaması ve iki ülke arasında husumet yaratan hayati bir konunun olmaması, bu olumlu ilişkilerdeki kilit faktörlerdir. Ayrıca İngiliz muhafazakârlığının Türkiye’deki sağ/İslamcı hareketler açısından oldukça muteber algılanan çizgisi de, son yıllarda her iki ülkede de muhafazakâr/sağ iktidarların bulunması bağlamında ilişkileri güçlendirici bir rol oynamıştır. Ancak özellikle 2010-2015 döneminde David Cameron’ın Başbakanlığı döneminde oldukça hızlı gelişen ilişkiler, 2016 sonrasında daha durgun bir seyir izlemeye başlamıştır. Bunun temel nedenleri ise, Türkiye’nin dönüşen siyasi sisteminin ve dış politik hamlelerinin Batı kamuoyunda ve İngiltere’de olumsuz algılanması ve dış politikada yakınlık yaratan konuların etkisinin azalmasıdır. Bu çalışmada, Türkiye-İngiltere ilişkilerini karakterize eden önemli konular, son 10 yıllık döneme odaklanılarak ve medya taraması yöntemi kullanılarak analiz edilmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Türkiye-İngiltere İlişkileri, Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Recep Tayyip Erdoğan, David Cameron, Theresa May, Boris Johnson, Kıbrıs Sorunu, Brexit.

Giriş ve Tarihi İlişkilere Kısa Bir Bakış
Dünyanın İmparatorluk geleneğinden beslenen iki önemli ve tarihsel siyasi gücü olan Birleşik Krallık (İngiltere) ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler, 1583 yılında İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu nezdinde atadığı ilk Büyükelçi olan William Harborne’un İstanbul’a gelmesiyle resmi olarak başlamıştır. Osmanlı Devleti de, bu atamadan yaklaşık iki asır sonra, Yusuf Agâh Efendi’yi 1793 yılında Londra Büyükelçisi olarak atayarak bu ülkeye göndermiştir.[1] Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş dönemlerinde Osmanlı üzerindeki İngiliz nüfuzu ve etkisi artarken, bu dönemlerde Fransa ve daha sonrasında Almanya ile birlikte, Bab-ı Ali üzerinde en etkili olan devletlerden birisi de İngiltere olmuştur. Bu dönemde ilişkiler sadece rekabet temelinde kurgulanmamıştır; Osmanlı’nın Rusya veya kendisinden farklı bir Batılı gücün (temelde Fransa veya Almanya) kontrolüne girmesini istemeyen Londra, zaman zaman Osmanlı ile dayanışma ve İstanbul’a destek politikalarına da (Kırım Savaşı örneğinde olduğu gibi) yönelebilmiştir.

Yusuf Agâh Efendi

Birinci Dünya Savaşı başta olmak üzere, tarihsel süreç içerisinde zaman zaman düşman cephelerde yer almalarına karşın, Türkiye’nin 1923 yılında kurulan laik Cumhuriyet ile birlikte Avrupa siyasal sistemini ve Batı medeniyetini kendisine referans alması sayesinde, İngiltere’nin Türkiye’deki imajı genelde müspet olmuş ve siyasal ilişkiler de rekabetten çok işbirliği algısı temelinde gelişmiştir. Bu dönemde, adada, İngilizleri Çanakkale Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda iki defa yenilgiye uğratan Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik büyük bir saygı oluşmuştur. Atatürk, büyüklüğünü, Kurtuluş Savaşı’nda karşı cephelerde çarpıştığı İngiltere, Yunanistan ve Fransa gibi ülkelerle savaş sonrasında kurduğu dostane ilişkilerle de ispatlamıştır. Nitekim 1933-1939 döneminde İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yapan ve Atatürk’le kişisel dostluk kurmayı başaran Sir Percy Loraine[2] (1880-1961), Atatürk’ün vefatı ardından İngiltere Dışişleri Bakanı Frederick Lindley Wood’a (Edward Wood) şu bilgileri geçmiştir:
Aziz Lordum, Size Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum. Bu belgeye ek olarak, bu yazımda; Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki, onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır. Bu bilginin toplanmasında, ben, belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen kabinedeki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil; yüz yıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, -bir insanın büyüklüğünün ve sıradışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- 15 yıl gibi kısa bir sürede bu insan bir çok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir… Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türklerin tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan -tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi- faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi. İddia edilen acımasızlığı; onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. İddia edilen tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevkler; toplumda kadının rolü kavramıyla bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çok eşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. Atatürk, Batı’da ‘yes-men’ ve uzun süredir Türkiye’de ‘evet efendimci’ olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor; bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, halkı için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi, ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil… Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinç altının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dik duruşunun bir başka parçasıydı. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu; doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti. İşini iyi bilen, yetenek sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkeler arası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı.[3]
Atatürk ve Percy Loraine

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından stratejik tercihini Batı bloğu içerisinde yer almak şeklinde yapması ve NATO ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumlara katılmasıyla beraber, ki Türkiye ile İngiltere CENTO/Bağdat Paktı’nın da birlikte üyesi olmuşlardır, Ankara ve Londra arasındaki ilişkiler daha da güçlenmiştir. Haliyle, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı bloğunun siyasal ve askeri önderliğini ABD’nin üstlenmesiyle birlikte Birleşik Krallık’la olan ilişkiler kısmen arka plana itilse de, Kıbrıs Sorunu başta olmak üzere çeşitli ortak siyasal gündemler ve genel itibariyle örtüşen çıkarlar nedeniyle, Türkiye-İngiltere ilişkileri bugüne kadar büyük sıkıntılar yaşanmadan ve genel olarak gelişerek ilerlemiştir. Ayrıca Transatlantik bağların ve NATO üyeliğinin her iki ülke siyasetinde de çok önemli rol oynaması, bu iki ülkeyi birbirlerine yakınlaştıran diğer önemli faktörlerdir. Bu nedenle, 2010’lu yılların başında, David Cameron ve Abdullah Gül gibi siyasetçilerin de etkisiyle, ikili ilişkilerde ‘Altın Çağ’ döneminden söz edilmeye başlanmıştır. Bu dönemde ekonomik ilişkiler hızla gelişmiş, Rusya’nın politikalarına yönelik ortak bir tehdit algısı ortaya çıkmış, askeri alanda işbirliği projeleri ve terörle mücadeleye yönelik ortak bir anlayış geliştirilmiş ve her iki ülke de ABD ile birçok konuda uyumlu hareket etmişlerdir. Fakat bu en olumlu dönemde bile, aslında, ekonomik ilişkiler -özellikle İngiltere’den bakıldığında- genel ekonomik tablo içerisinde çok önemli bir seviyeye yükselmemiştir. Yine de, 2000-2015 dönemi, Türk-İngiliz ilişkileri açısından en başarılı dönemlerden biri olarak görülebilir.

Ancak son dönemde, özellikle de 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişimi sonrasında, Türkiye’nin Rusya ile kurduğu yakın ilişkiler, ABD ve genel olarak Batı dünyası ile bozulan ilişkiler ve rejiminin giderek otoriter bir yönetim tipine dönüşmesiyle birlikte, ikili ilişkilerde daha fazla atılım yapılması mümkün olmamıştır. Bu nedenle, 2016 sonrasında, ikili ilişkilerde daha durgun bir döneme girilmiş, fakat şimdiye kadar iki ülke arasında büyük bir kriz ya da polemik de yaşanmamıştır. İki ülke arasındaki en temel görüş ayrılığının ise Kürtlerin geleceği hakkında yaşanabileceği söylenebilir. Her ne kadar bu konuda Londra’nın resmi pozisyonu net olmasa da, Türkiye’nin PYD/YPG gibi PKK uzantılı gruplara yönelik askeri müdahaleleri, tüm Batı dünyasında olduğu gibi, İngiltere’de de genelde olumsuz algılanmaktadır. Bunun yanı sıra, yakın geçmişe kadar Türkiye’nin AB üyeliğine en çok destek veren Avrupa ülkesi olan İngiltere’nin Brexit sürecinde AB’den ayrılma kararı alması ve bunu 2020 yılı itibariyle gerçekleştirmesi de, ikili siyasi ve ekonomik ilişkilerin nasıl kurgulanacağı konusunda daha belirsiz bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Bu yeni dönem, kuşkusuz, fırsatlar ve riskleri bir arada barındırmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde de vurgulandığı gibi, “Türk-İngiliz ikili ilişkileri, tarihten gelen güçlü bağların da etkisiyle çok boyutludur”.[4] İki ülkenin, NATO, Avrupa Konseyi ve G20 üyeliği başta olmak üzere bazı uluslararası platformlarda beraber yer almaları ve birçok konuda ortak hareket etmeleri, iki ülkeyi birbirine yakınlaştıran en önemli etkenlerdir. Daha da önemlisi, iki ülke arasında bir sınır (toprak) sorunu, büyük bir siyasal anlaşmazlık ve çıkarların doğrudan rekabet temelinde kurgulandığı bir ülke/bölgede nüfuz mücadelesi söz konusu değildir. Bu nedenle, zaman zaman siyasal açıdan yaşanan anlaşmazlıklara ve bazı kesimlerdeki toplumsal önyargılara karşın, iki ülkenin ilişkileri büyük ölçüde dostluk temelinde oluşmuş ve sürekli olarak gelişmektedir. Özellikle Türkiye’nin stratejik bir hedef olarak belirlediği Avrupa Birliği tam üyeliğine İngiltere’nin verdiği açık ve güçlü destek, yakın geçmişe kadar bu ülkeye yönelik Türkiye’deki desteğin artmasına neden olmuştur. Bunun dışında, Kıbrıs Sorunu başta olmak üzere, iki ülkenin Ortadoğu ve dünya politikaları bağlamında da birbirleriyle zaman zaman kesişen gündemleri bulunmaktadır. Bu kesişen gündem konularına yaklaşımda, her iki ülkenin de birbirlerinin hassasiyetlerine özen gösterdiği ve dost ve müttefiklik ilişkisine uygun bir üslup ve hareket tarzının benimsendiği gözlemlenmektedir. Bunlara ek olarak, sürekli olarak gelişen ekonomik ve kültürel ilişkiler, iki ülke ilişkilerinin sadece siyasal alanda kalmasını önlemekte ve devletleri olduğu gibi, halkları da birbirine yakınlaştırmaktadır.

Türkiye-Birleşik Krallık (İngiltere) ilişkileri, kamuoyunda hakkında pek fazla yazılıp çizilmemesine karşın, 2000’li yıllarda istikrarlı bir gelişim göstererek gayet iyi bir seviyeye gelmiş ve 2010’lu yılların başında, her iki tarafın da en üst düzey yöneticilerinin ifadesiyle, ikili ilişkilerde ‘Altın Çağ’ dönemi yaşanmaya başlamıştır. İkili ekonomik ilişkilerin son yıllarda -küresel ekonomik krize rağmen- ivmeli gelişimi, Ankara ile Londra’nın birbirlerine destek veren AB politikaları, Ortadoğu’da cereyan eden gelişmelere karşı gösterilen benzer reaksiyonlar, Kıbrıs Sorunu bağlamında büyük ölçüde aynı çizgide buluşan yaklaşımlar, son dönemde Ukrayna ve Suriye’de gözlemlenen Rus saldırganlığına karşı geliştirilen ortak tehdit algılaması ve iki ülke arasında husumet yaratan hayati bir konunun olmaması, bu olumlu ilişkilerdeki kilit faktörlerdir. Ayrıca İngiliz muhafazakârlığının Türkiye’deki sağ/İslamcı hareketler açısından oldukça muteber olarak algılanan çizgisi de, son yıllarda her iki ülkede de muhafazakâr-sağ iktidarların bulunması bağlamında ilişkileri güçlendirici bir rol oynamıştır. Ancak özellikle 2010-2015 döneminde David Cameron’ın Başbakanlığı döneminde oldukça hızlı gelişen ilişkiler, 2016 sonrasında daha durgun bir seyir izlemeye başlamıştır. Bunun temel nedenleri ise, Türkiye’nin dönüşen siyasi sisteminin ve dış politik hamlelerinin Batı kamuoyunda ve İngiltere’de olumsuz algılanması ve dış politikada yakınlık yaratan konuların etkisinin azalmasıdır. Bu çalışmada, Türkiye-İngiltere ilişkilerini karakterize eden önemli konular, son 10 yıllık döneme odaklanılarak ve medya taraması yöntemi kullanılarak analiz edilmeye çalışılacaktır.

Yakın Siyasi Geçmiş
2010 yılının Mayıs ayında yapılan genel seçimler sonucunda İngiltere’de 13 yıllık sol iktidarın sona ermesi, İşçi Partisi’nin Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği büyük destek nedeniyle başta Türkiye’de biraz endişeyle karşılanmıştır. Zira sosyal demokrat Tony Blair ve Gordon Brown iktidarları dönemlerinde Türkiye ile gayet iyi ilişkiler kuran Birleşik Krallık’ın, Muhafazakâr Parti eksenli bir yönetimin elinde, Almanya ve Fransa’daki sağ yönetimler gibi (ki bu Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı sağ liderlerin Türkiye’ye AB üyeliği yerine “imtiyazlı ortaklık” gibi öneriler yaptığı bilinmektedir) İslamofobiye dayalı ve daha Türkiye karşıtı bir çizgiye kayacağından endişe edilmiştir. Ancak uzun yıllar devam eden İşçi Partisi iktidarının ardından oluşan koalisyon hükümetini kuran Muhafazakâr Parti ve Liberal Demokratların da Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermesi[5], Ankara’daki endişe ortamını kısa sürede dağıtmış; dahası, adada iktidara gelen Muhafazakâr-Liberal koalisyon, Türkiye’deki İslamcı hükümetle özellikle ekonomi alanında örtüşen politikalar izlediği için, iki ülke arasında daha kapsamlı işbirlikleri için uygun bir ortam doğmuştur. Öyle ki, Birleşik Krallık’ın o dönemdeki Ankara Büyükelçisi Sir David Logan, “bir önceki Başbakan Gordon Brown zamanında ikili ilişkilerde bir yavaşlama olduğu”nu ve “yeni hükümet döneminde bunun değişeceğini” bile söylemiştir.[6]

Sir David Logan

İlk kez 2010 yılının Temmuz ayı sonunda Ankara’ya resmi bir ziyaret gerçekleştiren İngiliz Başbakanı David Cameron, Türk muhatabı Recep Tayyip Erdoğan’la bir araya gelmiş ve ikili ilişkilerin tarihteki en iyi seviyesinde olduğunu belirtmiştir. Bu gezi kapsamında düzenlenen ortak basın toplantısında konuşan dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da, iki ülkenin gelişen ticari ilişkilerine ve dış politikadaki benzer yaklaşımlarına dikkat çekmiş ve İngiltere’yi övmüştür.[7] Aynı basın toplantısında, David Cameron ise, Türkiye’nin hem Doğu, hem de Batı ile ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan çok boyutlu dış politika yaklaşımını övmüş ve ikili ilişkilerde “Altın Çağ”ın başladığı tespitini yapan ilk siyasetçi olmuştur.[8] Bu ziyaret vesilesiyle imzalanan ve 2007 yılında Erdoğan ve Gordon Brown arasında imzalanan[9] anlaşmanın güncellenmiş bir versiyonu olan “Stratejik Ortaklık Belgesi” (SOB) ise, ikili ilişkilerde geliştirilmesi planlanan alanları şöyle sıralamıştır; İkili İlişkiler, İkili Ticaret ve Yatırımlar, Türkiye’nin AB Üyeliği, Bölgesel İstikrar ve Barış, Kıbrıs, Savunma, Küresel Güvenlik, Küçük ve Hafif Silahların Yasadışı Ticareti, Yasadışı Göçle Mücadele, Enerji Güvenliği ve Düşük Karbonlu Yakıt Geleceği, Kültürlerarası Diyalog ile Eğitim ve Kültür.[10] İkili ilişkilerin daha da geliştirilmesini ve bu kapsamda gelecekte karşılıklı ziyaretlerin arttırılmasını öngören SOB, özellikle karşılıklı ticaret ve yatırım konularında hızlandırıcı adımların atılmasını taahhüt etmektedir. Erdoğan, Cameron’ın daveti üzerine 30-31 Mart 2011 ve 2012 Londra Olimpiyat Oyunları vesilesiyle 26-28 Temmuz 2012 tarihlerinde de İngiltere’yi ziyaret etmiş ve bu ziyaretlerin hepsi oldukça başarılı geçmiştir.[11]

İki ülkenin o dönemdeki liderleri David Cameron ve Recep Tayyip Erdoğan

2011 yılı Kasım ayında bu ülkeyi ziyaret eden dönemin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise, 1988’de resmi bir ziyaret gerçekleştiren 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den[12] tam 23 yıl sonra İngiltere’yi ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olmuş[13] ve Kraliçe II. Elizabeth’in 2008 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyaretin iadesi niteliği taşıyan bu tarihi ziyarete, İngiliz ve Türk medyasınca hayli yoğun bir ilgi gösterilmiştir.[14] Ziyaret kapsamında, başta İngiltere Başbakanı David Cameron olmak üzere birçok üst düzey devlet görevlisi ve Kraliyet ailesi üyeleriyle görüşen Abdullah Gül, İngiltere’ye Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği destek nedeniyle teşekkür etmiş ve “iki ülke ilişkilerinin ‘Altın Çağ’ını yaşadığını” söylemiştir.[15] Cumhurbaşkanı Gül, bu gezisi sırasında layık görüldüğü Chatham House Ödülü’nü de Buckingham Sarayı’nda düzenlenen törenle almıştır.[16] Yine bu ziyaret kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ve dönemin İngiliz Savunma Bakanı Philip Hammond arasında bir askeri işbirliği anlaşması da imzalanmıştır.[17] Bu gezinin hemen ardından bazı temaslarda bulunmak üzere Trabzon’a gelen İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway de, Gül’e destek verir şekilde, 2009 yılından sonra ticari ilişkilerde yüzde 40 seviyesinde bir artış olduğuna dikkat çekerek, “ilişkilerin ‘Altın Çağ’ını yaşadığını” söylemiştir.[18]

Cumhurbaşkanı Gül için düzenlenen Chatham House ödül töreninden bir kare

[19] Arap Baharı sürecinde Ortadoğu’daki devrimci hareketlere sıcak yaklaşan her iki ülkede de, zaman içerisinde güvenlik endişelerinin ön plana geçtiği yeni bir yaklaşımın hâkim olmaya başladığı, bu ziyaretle birlikte daha görünür hale gelmiştir. Nitekim Suriye’deki iç savaş ortamında, ilerleyen aylarda İngiltere açısından Suriye’deki Beşar Esad yönetimine karşı olan eleştirel tavrın dozu -aynı ABD ve Fransa gibi- düşerken, Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı köktendinci terör örgütünün yaptığı katliamlar -dünya medyasındaki propagandanın da etkisiyle- ön plana çıkmış ve bu da, Suriye’deki Esad yönetimini tehdit algılamasının en tepe noktasına yerleştiren Türkiye’yi dış politikada zor bir duruma düşürmüştür. Bu nedenle, Avam Kamarası’ndan Suriye’ye müdahale için onay almaya çalışan David Cameron dönemi sonrasında, Londra, Suriye politikasında değişime gitmiştir. Buna karşın, Birleşik Krallık resmi makamlarından Türkiye’yi suçlayıcı açıklamalar yapılmamış, ancak zaman zaman İngiliz medyasında Türkiye’nin İslami gruplara yakınlığı ve Suriye politikası aleyhine sert yazılar çıkmıştır.[20] Dönemin Başbakanı David Cameron hükümeti ise, Türkiye’nin terör gruplarına karşı başlattığı sınır ötesi operasyonlarına destek vermiş; ancak operasyonun odak noktasının Kürtler değil, IŞİD olması gerektiğini söylemiştir.[21]
Ayrıca Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron, 26-27 Temmuz 2014 ve 9-10 Aralık 2014 tarihlerinde Türkiye’ye iki resmi ziyaret daha gerçekleştirmiştir.[22] İki gün süren bu ziyaretlerin ikincisinin sonucunda; Suriye’deki iç savaş sürecinde bu ülkede halkın tamamını temsil edebilecek bir hükümetin kurulması ve terör faaliyetlerine engel olunması konusunda görüş birliğine varılmış, Kıbrıs konusunda çözümü destekleyici pozisyonda olunduğu belirtilmiş, Türkiye’nin AB üyeliği sürecine destek verilmiş ve ikili ticaret hacmini daha da arttırmak için çalışmalar yapılması konusunda mutabakata varılmıştır.[23]

Tatlıdil Forumu’nun kurulduğu dönemde eşbaşkanlık görevini üstlenen Dışişleri eski Bakanı Yaşar Yakış

Bunların dışında, iki ülke arasında sivil diyalogu güçlendirmek ve kurumsallaştırmak amacıyla oluşturulan “Türk-İngiliz Tatlıdil Forumu” (Turkey-UK Sweet Talk Forum)[24], 2011 yılından beri düzenlenmeye devam etmektedir. Kurulduğu dönemde Forum’un eşbaşkanlıklarını üstlenen iki ülkenin eski Dışişleri Bakanlarından Yaşar Yakış ve Jack Straw, iki ülke ilişkilerini güçlendirmek için bu platformu bir vesile olarak kullanmışlardır.[25] İlki İngiltere’de, ikincisi İstanbul’da, üçüncüsü Edinburgh’da düzenlenen[26] bu etkinlik, siyasal elitleri kaynaştıran önemli bir siyasi ve kültürel faaliyet olarak ele alınmalıdır. Etkinliğin dördüncüsü, 28-30 Kasım 2014 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenmiştir. Etkinliğin beşincisi ise, 11-13 Mart 2016 tarihlerinde Bath’da gerçekleştirilmiş ve Forum’a Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ve Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Philip Hammond gibi üst düzey isimler katılmışlardır.[27] Resmi bir platform olmamasına karşın Forum’a Türkiye’nin gösterdiği üst düzey ilgi, Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından Birleşik Krallık’a yönelik stratejik bakışın kanıtı olarak sunulmaktadır.[28] Etkinliğin altıncısı 24-26 Mart 2017 tarihlerinde Antalya’da, yedincisi ise 11-13 Mayıs 2018 tarihlerinde İngiltere’de gerçekleştirilmiştir. Kurumun güncel eşbaşkanı olan kişiler ise şunlardır: Reha Denemeç, Dr. Bülent Göktuna, Sir Julian Horn-Smith ve Jack Straw. Türk-İngiliz Tatlıdil Forumu, henüz ikili ilişkilerde çok önemli bir kurum olmasa da, iki ülke arasında yeni bir iletişim kanalı ve mekanizmasının kurulması anlamında faydalı bir girişim olarak görülmelidir.

Türk-İngiliz Tatlıdil Forumu” (Turkey-UK Sweet Talk Forum) güncel eşbaşkanları

Birleşik Krallık’ta David Cameron’dan sonra Başbakan olan Theresa May, 28 Ocak 2017 tarihinde Türkiye’yi ziyaret etmiş ve bu ziyarette “Brexit” bağlamında iki ülke ticari ilişkilerinin geleceğini ele almak üzere "Ticaret ve Yatırımlar Çalışma Grubu” kurulduğu açıklanmıştır.[29] Ayrıca yine bu ziyaret kapsamında, sivil havacılık güvenliği alanında işbirliğinin geliştirilmesini öngören bir belge ile ‘Milli Muharip Uçak’ projesi (TF-X) kapsamında BAE Systems ve TAİ (TUSAŞ) arasında “Ana İlkeler Sözleşmesi” (Heads of Agreement) imzalanmıştır. Ayrıca iki ülke İçişleri Bakanlıkları Müsteşarları düzeyinde yürütülen güvenlik istişareleri, bu ziyaretle birlikte Stratejik Güvenlik Diyaloğu (Strategic Security Dialogue-SSD) adı altında yeniden yapılandırılmıştır. Bunlara ek olarak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2018 yılı Mayıs ayında yaptığı İngiltere ziyareti de -Türkiye’ye yönelik eleştirilerin yoğun olduğu bir dönemde gerçekleşmesine karşın- oldukça başarılı geçmiştir.

BAE Systems ortaklığında geliştirilen ‘Milli Muharip Uçak’ projesi (TF-X)

İki ülke arasında diplomatik faaliyetler, Başbakan ve Cumhurbaşkanlarının yaptıkları devlet ziyaretleri ve görüşmeler dışında, farklı düzeylerde de devam etmektedir. Örneğin, 2014 yılı Mayıs ayında Ankara’da Atılım Üniversitesi’nde bir konferans veren dönemin Birleşik Krallık Ankara Büyükelçisi Richard Moore, ikili ilişkilerin çok iyi seviyede olduğunu vurgulamış ve “en sevdiği bisküvilerin Türk malı olduğunu” söyleyerek, iki ülke arasındaki ekonomik entegrasyona esprili bir şekilde dikkat çekmiştir.[30] Mükemmel Türkçesi ile de dikkat çeken İngiliz Büyükelçi[31], -her iki ülkenin diplomatları gibi- ilişkilerin daha da iyileştirilmesi için çalışan sayısız kişiden birisidir. Richard Moore, Sir Percy Loraine’den bu yana en aktif İngiltere Büyükelçilerinden biri olarak dikkat çekmiş ve defalarca Türk televizyonlarında canlı yayınlara ve Türk üniversitelerinde konferanslara katılarak, iyi düzeydeki Türkçesi ile Türk halkına ve öğrencilerine doğrudan kendi dillerinde hitap etmiştir.[32] Ancak Büyükelçi Moore, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) mensubu milletvekili Semih Yalçın’la bir ara sert bir polemiğe girmiş ve bu dönemde Türk milliyetçilerinin tepkisini çekmiştir.[33]

Richard Moore

Richard Moore sonrasında, 2018 yılı başından itibaren Birleşik Krallık’ın Türkiye Büyükelçiliği görevini Sir Dominick Chilcott (1959-) üstlenmiştir. Daha önce İran ve İrlanda Cumhuriyeti gibi önemli ülkelerde görev yapan deneyimli bir diplomat olan Chilcott, Brexit sürecinde Türk-İngiliz ilişkilerinin değer kaybı yaşamayacağına yönelik açıklamalar yapmış ve post-Brexit döneminde de ikili ilişkilerin olumlu olacağından söz etmiştir.[34] Büyükelçi Chilcott, önceki Büyükelçi Moore kadar medyatik olmamasına ve zor bir dönemde görev yapmasına karşın, görev yaptığı dönemde iki ülke arasında herhangi bir diplomatik kriz yaşanmamıştır. Türkiye’nin Londra Büyükelçiliğini ise 2018 yılı ortalarından beri Ümit Yalçın yapmaktadır.

Dominic Chilcott ve Recep Tayyip Erdoğan

İki ülkenin son yıllardaki siyasi ilişkileri bakımında polemik konusu olan birkaç olayı sıralamak gerekirse; en önemli sayılabilecek hadise, 2016 yılı Şubat ayı sonunda Diyarbakır’a bir ziyarette bulunan SNP (İskoç Ulusal Partisi) mensubu ve Avam Kamarası’nda görev yapan İskoç milletvekili Natalie McGarry’nin -kısa süreliğine de olsa- gözaltına alınması olmuştur. Cep telefonunu kullandığı gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terör örgütü PKK’ya operasyonlar düzenlediği bir dönemde polis tarafından iki saatliğine gözaltına alınan McGarry, başına gelenlerin bu bölgede yaşanan sorunlara müdahale edilmesi gerektiğini gösterdiğini ifade etmiştir.[35] Yine İngiliz akademisyen Chris Stephenson’ın Kürt siyasal hareketini temsil eden Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Nevruz bildirilerini dağıtırken gözaltına alınması ve sınırdışı edilmesi, iki ülke ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.[36] Ayrıca Türkiye’de son dönemde artan özgür basına yönelik çeşitli tehdit ve saldırılar, tüm Avrupa’da olduğu gibi İngiltere’de de yakından takip edilmektedir. Örneğin, Suriye’ye yönelik Türk devletinin gerçekleştirdiği gizli bir silah sevkiyatı hakkında haber yapan Türk gazeteci Can Dündar, halen ömür boyu hapis cezasıyla yargılanmaktadır.[37] Yine Fethullah Gülen cemaatine yakın Zaman gazetesine yapılan polis baskını ve bu gazetenin başına bir kayyum atanması (ki gazete daha sonra kapatılmıştır), İngiliz basınında eleştirel bir biçimde yer almıştır.[38] Ayrıca daha sonraları bu İslami cemaatin 15 Temmuz 2016 darbe girişimini örgütlediği iddiasıyla terör örgütü (FETÖ) kapsamına sokulması gündeme gelmiştir. Brexit referandumu öncesinde de, muhtemelen Türkiye’nin otoriterleşen yönetimi ve giderek artan İslami yönelimi nedeniyle, İngiliz Maliye Bakanı George Osborne’dan Türkiye’nin AB üyeliği konusunda olumsuz bir açıklama gelmesi dikkat çekmiştir.[39] Ayrıca Gezi Parkı Olayları’nda hükümeti eleştiren tavrıyla dikkat çeken Türk aktör Mehmet Ali Alabora, yıllarca İngiltere’den siyasi sığınma alarak yaşadıktan sonra, İngiliz vatandaşlığına geçmiştir.[40] Bu gibi olaylar, İngiltere’de, Türkiye’nin demokrasiden uzaklaştığı algısını pekiştirmekte ve İngiliz basınında, genelde, Türkiye’nin haklı olduğu noktalar görmezden gelinerek, İslamcı ve otoriter bir rejim kurulduğu düşüncesi güç kazanmaktadır. Son bir olay olarak, her ne kadar ne olduğu henüz açığa çıkmasa da, İngiliz eski istihbarat subayı James Gustaf Edward Le Mesurier’nin İstanbul’daki şüpheli ölümü de son dönemde ses getiren bir vaka olarak belirtilebilir.[41]

Ali Kemal ve Boris Johnson

2019 yılında İngiltere’de Osmanlı/Türk soyundan gelen ve Osmanlı döneminde Bakanlık yapan Ali Kemal’in torunu Stanley Johnson’ın oğlu olan Boris Johnson’ın Başbakan olması ise, somut bir siyasi fayda sağlamasa da, Türk-İngiliz ilişkilerinde yumuşama yaratabilecek bir konu olarak özellikle Türk basınında sıklıkla vurgulanmıştır.[42] Ek olarak, 2019 yılı Aralık ayında yapılan Birleşik Krallık genel seçiminde Malatya-Kürecik doğumlu Feryal Demirci Clark’ın Enfield North bölgesinden İşçi Partisi adına milletvekili seçilmesi de güncel ve olumlu bir gelişme olarak not edilebilir. Kürt asıllı ve Alevi olan Clark, böylelikle Avam Kamarası’na giren ilk Türk (Türkiye kökenli kişi) olmayı başarmıştır. Son olarak, 2019 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen ve Türkiye’de muhalefetin yeni umudu haline gelen CHP'li Ekrem İmamoğlu, 2019 yılı Kasım ayında İngiltere’yi ziyaret etmiş ve Kraliyet düşünce kuruluşu Chatham House’da bir konuşma yapmıştır.[43]

Feryal Demirci Clark

Ekonomik İlişkiler
2014 yılı Dünya Girişimcilik Endeksi’nde dünyanın en girişimci 4., Avrupa’nın ise en girişimci ülkesi olarak ilan edilen[44] Birleşik Krallık’ta, özellikle Muhafazakâr Parti iktidarı için, ekonomik büyümenin korunması ve ekonominin iyi yönetimi herşeyden önce gelmektedir. Öyle ki, David Cameron döneminde ulusal çıkarlarını herşeyin üzerinde tutan Londra, Çin Halk Cumhuriyeti[45] ve Mısır[46] gibi Batı’nın demokratik standartlarına pek de uygun olduğu söylenemeyecek ülkelerle bile yoğun ekonomik ilişkiler geliştirmeye başlamıştır. Hatta bu ülke, kısa bir süre önce, Çin’in öncülüğünde Dünya Bankası’na alternatif olarak kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası’na (AIIB) katılma kararı almıştır.[47] Bu dış politik hamlelerin hepsinin temel amacı, Birleşik Krallık’ın ekonomik büyüme oranlarını arttırmak ve daha müreffeh bir toplum yaratmaktır. Zira 2008 küresel ekonomik krizinin etkilerini yakından hisseden İngiltere, 2009 yılında İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük ekonomik daralmayı (yüzde 4,9) yaşamış ve bu da İngiltere’de son derece tatsız hatıralar bırakmıştır. 2010 yılında, yeni hükümetiyle krizden çıkan ülkenin ekonomisi yüzde 1,3 oranında büyümüştür. Son yıllara bakıldığında ise; Birleşik Krallık ekonomisi, 2014 yılında yüzde 2,95, 2015 yılında yüzde 2,35, 2016 yılında yüzde 1,79, 2017 yılında yüzde 1,82, 2018 yılında yüzde 1,4 ve 2019 yılında yüzde 1,24 büyümüştür. 2020 yılı için ise yüzde 1,45’lik bir ekonomik büyüme oranı öngörülmektedir. 2021, 2022, 2023 ve 2024 yılları için de benzer düzeyde (yüzde 1,5 civarında) ekonomik büyüme performansı öngörülmektedir.

Birleşik Krallık ekonomik büyüme oranları[48]

Ancak Brexit sürecinin etkileri tam olarak bilinemediği için, Birleşik Krallık ekonomisinin yakın geleceği konusunda tahminde bulunmak oldukça zordur. Bunun sebepleri; hem Brexit sürecinde yaşanacak kayıplar, hem de yeni serbest ticaret anlaşmalarının imzalanması sürecinde yaşanacak ekonomik gelişmelerin şimdiden tahmin edilememesidir. 2019 yılı itibariyle Birleşik Krallık’ın toplam GSYİH’sı (GDP’si) ise 2.743 milyar dolardır.[49] Böylelikle, ABD, Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, Almanya ve Hindistan’dan sonra, Birleşik Krallık, dünyadaki en büyük 6. ekonomi durumundadır. Birleşik Krallık, 7. sıradaki Fransa ile oldukça yakın durumda olmasına karşın, daha uzun yıllar dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisinde yer alacaktır. Ancak Brexit sürecinin başlamasıyla birlikte, Birleşik Krallık ekonomisi için yeni ve neler getireceği öngörülemeyen bir dönem başlamıştır. Kişi başına düşen gelir açısından ise, 2019 yılı itibariyle, Birleşik Krallık, 41.030 dolar ile dünyada 23. sıradadır. Dünyanın en büyük 19. ekonomisi durumundaki Türkiye’nin kişi başına düşen gelir açısından dünyada 75. sırada olduğu da (8.958 dolarla Birleşik Krallık’ın neredeyse beşte biri) hesaba katılırsa, adadaki ekonomik eşitsizliklerin sanıldığı kadar olumsuz olmadığı söylenebilir.

Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında Birleşik Krallık 6. sırada[50]

İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik siyasi yaklaşımında, ekonomik ilişkilerin korunması ve geliştirilmesi perspektifi fazlasıyla ön plandadır. Örneğin, 2010 yılında Downing Sokağı 10 numaradaki daha ilk günlerinde Türkiye’de TOBB’un (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) düzenlediği bir etkinlikte konuşan Başbakan David Cameron, 9 milyar doların üzerinde olan iki ülke arasındaki yıllık ticaret hacmini “önümüzdeki beş yıl içerisinde iki katına çıkarma çabasında” olduklarını ifade etmiştir.[51] Dış ticaret hacminin artırılmasına yönelik bu beklenti, Türk tarafının da öncelikleri arasında olmuştur. Ayrıca, dönemin Türkiye Cumhuriyeti Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da, aynı yıl 17 Mart’ta Türkiye-İngiltere İş Forumu Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, “Türkiye ve İngiltere arasındaki dış ticaret hacminin 2-3 yıl içinde 20 milyar doların üzerine çıkabilecek kapasitede olduğu”nu belirtmiştir.[52] Nitekim bu söylemleri desteklercesine, 2009’daki 9,4 milyar dolar olan dış ticaret hacminin 2010 yılında 11,9 milyar dolara çıkmış olması dikkat çekici bir gelişmedir.[53] 23 Şubat 2015 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Türkiye-İngiltere İş Forumu’na (Türk-İngiliz İş Forumu) katılan dönemin Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi ise, Türkiye ve İngiltere’nin birbirlerini tamamlayıcı nitelikte ekonomiler olduğuna vurgu yaparak, Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu ile İngiltere’nin ortaklığında, yalnızca Anadolu’da değil, Balkanlar, Afrika ve Asya’da da ortak projeler geliştirilebileceğine dikkat çekmiştir.[54] Aynı etkinlikte konuşan İngiltere Ticaret ve Yatırım Bakanı Lord Livingston da, İngiltere’nin Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermeyi sürdüreceğini belirterek, Türkiye’de faaliyet gösteren 2.500 civarındaki İngiliz firmasına vurgu yapmış ve ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması gerektiğine dikkat çekmiştir.[55]

Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı’nın verilerine göre (2014 yılı itibariyle)[56]; Türkiye’den İngiltere’ye yapılan ihracat 10 milyar dolar, ithalat ise 6 milyar dolar civarındadır. 16 milyar dolarlık toplam ticaret hacmi olan ikili ekonomik ilişkiler yakından incelendiğinde; Türkiye’nin İngiltere’ye tekstil ve hazır giyim ürünleri, elektrikli ve elektriksiz makineler, motorlu araçlar ve parçaları ve demir çelik ürünleri ihraç ettiği, İngiltere’den ise elektrikli ve elektriksiz makineler, otomotiv ve yan sanayi ürünleri, eczacılık ürünleri, demir çelik ile plastik ve plastikten mamul eşya ithal ettiği görülmektedir. Toplam ticaret hacminin birkaç yıl içerisinde rahatlıkla 20 milyar dolar seviyesine yükseltilebileceği umulmaktadır. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) 2013 yılı raporu incelendiğinde; Birleşik Krallık’ın Almanya ve Irak’ın ardından Türkiye ihracat pazarında yüzde 5,8’lik bir dilimi elinde tuttuğu[57] ve 3. sırada yer aldığı, ithalat konusunda ise yüzde 2,5 oranıyla ancak 11. sırada yer alabildiği[58] görülmektedir. Bu durum, özellikle ithalat alanında daha büyük mesafeler alınabileceğini göstermektedir.

Türkiye’deki yabancı sermayeli şirketler incelendiğinde ise; İngiltere’nin, -AB ülkeleri arasında- Almanya’nın (5.991 şirket) ardından, 2.760 şirket ile ikinci sırada yer aldığı görülmektedir.[59] British Airways, HSBC, Tesco, BP, Shell, Vodafone, Marks and Spencer, Harvey Nichols ve Commercial Union gibi birçok önemli İngiliz firması Türkiye’de faaliyet göstermektedir. Türkiye’nin önde gelen Vestel, Sabancı, Koç, Doğan ve Doğuş gibi sermaye grupları ve firmalarının da İngiltere’de önemli yatırımları bulunmaktadır.[60] Ekonomik ilişkilerin gelişmesinde faydalı bazı sivil toplum kuruluşlarına da burada parantez açmak gerekir. Örneğin, İngiltere dışında dünyadaki en eski ikinci İngiliz Ticaret Odası olma özelliği taşıyan Türkiye’deki İngiliz Ticaret Odası (BCCT)[61], 1887 yılında İstanbul’da yaşayan ve ticaret yapan bir grup İngiliz işadamı tarafından kurulmuş ve bugüne kadar İngiltere ve Türkiye arasındaki ticaret ve yatırım ilişkilerinin geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Her iki ülke kurum ve kuruluşları ile yakın ilişkiler içerisinde olan BCCT, ayrıca İngiltere dışında yaklaşık 70 ülkede faaliyet gösteren İngiliz Ticaret Odaları arasından Avrupa kıtasındaki İngiliz Ticaret Odaları Konfederasyonu’nun (COBCOE) bir üyesidir.[62]

İlişkilerin turizm boyutu da oldukça önemlidir. Türkiye, Birleşik Krallık açısından, Fransa, İspanya ve ABD’nin ardından en cazip dördüncü turizm merkezi durumundadır. Birleşik Krallık’tan Türkiye’ye gelen toplam turist sayısı, 2013 yılında 2,5 milyonu geçmiştir.[63] Nitekim 2010 yılı verilerine bakıldığında; İngiltere’nin, -Almanya (yüzde 15,35) ve Rusya’dan (yüzde 11,54) sonra- yüzde 9,98’lik oranla Türkiye’ye en fazla turist gönderen 3. ülke olduğu görülmektedir.[64] 2014 yılı istatistiklerinde de benzer bir durum görülmektedir. Bu yıl içerisinde Türkiye’ye gelen İngiliz turist sayısı 2,6 milyona çıkarken, yüzdelik dilimde oran 7,06’ya kadar düşmüş, ancak Almanya ve Rusya’nın ardından 3. sıradaki konum korunmuştur.[65] Turizmin kültürel ilişkilere de katkısı düşünüldüğünde, bu (2,6 milyon turist), çok önemli bir sayıdır. Dahası, Kıbrıs’ta yerleşik olarak var olan Türk ve İngiliz kültürlerinin yarattığı sinerji, bu ülke ve halkları arasında özel bir bağ kurmaktadır. 2019 yılı itibariyle de, İngiltere, Türkiye’de en fazla turist gönderen 3. ülke konumunu korumaktadır.[66]

Dönemin Başbakanları David Cameron ve Ahmet Davutoğlu Londra’da görüşürlerken

Güncel bir değerlendirme yapmak gerekirse; 2018 yılı itibariyle 2018 yılında Birleşik Krallık’ın Türkiye’den yaptığı ithalat 11 milyar 111 milyon dolar, Türkiye’ye yaptığı ihracat ise 7 milyar 446 milyon dolar düzeyindedir.[67] İki ülkenin toplam ticaret hacmi ise 18 milyar 557 milyon dolara ulaşmıştır. Bu rakamları 2017 yılı ile kıyasladığımızda; ithalatta % 15,7, ihracatta % 13,6 ve ikili ticaret hacminde de % 14,8 oranında artış görümektedir.[68] Bu rakamlar, Başbakan David Cameron’ın 2010 yılında belirlediği 5 yıllık ekonomik hedeflere birkaç yıl gecikmeyle de olsa ulaşıldığını ve o dönem 9 milyar dolar ikili ticaret hacminin günümüzde 18 milyar doları aşarak, 19 milyar dolar seviyesine ulaştığını göstermektedir. Ayrıca, Türkiye, ilginç bir şekilde, Birleşik Krallık’ın en çok dış ticaret açığı verdiği (Çin Halk Cumhuriyeti, Almanya, Norveç, İspanya, Belçika, Polonya, İtalya ve Hollanda’dan sonra) 9. ülke durumundadır.[69] Ancak Birleşik Krallık ekonomisi içerisinde Türkiye’nin yeri ne ithalatta, ne ihracatta, ne de genel tabloda ilk 10’da değildir. Buna karşın, Türkiye ekonomisi içerisinde Birleşik Krallık’ın önemi büyüktür. Öyle ki, 2018 yılı itibariyle TÜİK web sitesinden ulaşılabilen Türkiye’nin toplam ihracat ve ithalat verileri incelendiğinde; Birleşik Krallık’ın, Almanya (36-37 milyar dolar), Rusya Federasyonu (24-25 milyar dolar), Çin Halk Cumhuriyeti (23-24 milyar dolar), ABD (20-21 milyar dolar) ve İtalya’dan (19-20 milyar dolar) sonra Türkiye’nin dış ticaretinde 6. sırada yer aldığı anlaşılmaktadır.[70] Bu durum, ekonomik ilişkilerin daha çok Türkiye lehine olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Ancak Brexit sürecinde Birleşik Krallık’ın AB’nin Gümrük Birliği'ne dahil olan Türkiye ile ekonomik ilişkilerini nasıl kurgulayacağı, kuşkusuz, ekonomik ilişkilerin nasıl gelişeceği konusunda kritik bir konu olacaktır. Sektörel uzmanlara göre, Brexit sonrasında Birleşik Krallık’ın Çin ve Hindistan gibi büyük üretim merkezi olan ülkelerle serbest ticaret anlaşmalarına yönelmesi, Türkiye ekonomisinde bazı sektörlerde kayıplara yol açabilir.

Türkiye-İngiltere dış ticaret rakamları[71]

Kültürel İlişkiler
Birleşik Krallık ve Türkiye arasındaki kültürel etkileşimler uzun yıllara dayanmaktadır. İki ülke arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler Osmanlı döneminde başlamasına karşın, 20. yüzyıla damgasını vuran olay -hiç kuşkusuz- Çanakkale Savaşı’dır. Aslında İngilizlerden çok Anzak askeri birliklerinin yoğunlukta yer alması sebebiyle daha çok Avustralya ve Yeni Zelanda vatandaşlarının sahiplendiği bu tarihsel olay, yine de İngiltere-Türkiye ilişkileri açısından da sembolik ve önemlidir. Salgın hastalıklara, kanlı çarpışmalara, Mustafa Kemal Atatürk gibi yeni ve büyük bir liderin doğuşuna ve aynı zamanda iki ordu arasında savaş dışında yaşanan bazı sportmence olaylara da sahne olan bu tarihi savaş, her iki ülke halkının hafızasında da rakiplerinin kahramanlıkları ve mertlikleriyle yer etmesini sağlamış çok önemli bir olaydır. İki demokratik ve olgun toplum, bugüne kadar bu konuda çok doğru bir algı yönetimi yapmayı başarmış ve bu savaşı -aynı dönemde yaşanan 1915 Tehciri gibi bir diğer tarihsel olayı toplumlar arasında husumet yaratmak için kullanan Ermenistan gibi ülkelerin aksine- bir düşmanlık değil, dostluk aracı olarak kullanmak konusunda büyük başarı göstermişlerdir. Öyle ki, 2015 yılında düzenlenen Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümü etkinliklerine, Birleşik Krallık’ı temsilen Veliaht Prens Charles ve Prens Harry katılmışlar ve Türkiye’de sevgi gösterileriyle ve üst düzey ilgiyle karşılanmışlardır.[72]

Çanakkale Savaşı’nın 100. yıl etkinliklerinde İlham Aliyev, Prens Charles ve Recep Tayyip Erdoğan

Birleşik Krallık’ın son yıllarda kendi Müslüman nüfusunu ve iç barışını da düşünerek Müslümanlara hoş gelebilecek bazı politikalar izlemesi, Türkiye’de -özellikle de uzun yıllardır iktidarda olan İslamcı çevrelerde- büyük sempati toplamaktadır. Bu ülkede yurt çapında yapılan orta öğretim sınavlarının tarihleri Ramazan’a göre belirlenmesi, buna iyi bir örnektir.[73] ABD ve kıta Avrupa’sında İslamofobinin son yıllarda hızlı şekilde arttığı da dikkate alındığında, “Birleşik Krallık, Sünni İslam dünyasında en olumlu karşılanan Batılı ülkelerden birisidir” tespiti rahatlıkla yapılabilir. Başbakan David Cameron da, bu konuda özenli bir politikacı olarak Türkiye’de genelde takdir toplamıştır. Örneğin, Cameron, her sene Ramazan ve Kurban Bayramı gibi zamanlarda basına açıklama yapmakta ve Müslümanların bayramını kutlamaktadır.[74] Bu geleneği, Cameron’dan sonra iktidarı devralan Theresa May ve Boris Johnson da sürdürmüştür. Buna karşın, Cameron’ın 2014 yılında yaptığı “İngiltere Hıristiyan bir ülkedir” açıklaması[75], Türkiye ve dünyada şaşkınlıkla karşılanmıştır. Ancak açıklamanın pratikte dışlayıcı/ayrımcı politikalarla desteklenmediği düşünülünce, bu, daha çok seçim öncesinde kullanılan popülist bir söylem olarak algılanmıştır. İngiliz muhafazakârlığı, Hıristiyanlık temelleri üzerine kurulu olmasına karşın, ilginç bir şekilde Türkiye’deki Sünni Müslüman çevrelerde genelde hayranlık uyandırmaktadır. Yine Körfez ülkelerinde ve genel olarak Arap monarşilerinde de, İngiltere’ye ve özellikle bu ülkenin demokratik monarşik yapısına duyulan bir hayranlık hemen göze çarpmaktadır.

İngiltere-Türkiye ilişkilerinde son yıllarda kültürel açıdan somut bazı olumlu gelişmeler de yaşanmıştır. Örneğin, kısa bir süre önce Londra’da bir Yunus Emre Kültür Merkezi[76] açılmış ve bu kurum, İngiliz devleti ve toplumu tarafından oldukça sıcak şekilde karşılanmıştır.[77] Türkiye’de 1940 yılından beri faaliyet gösteren British Council[78] da, iki ülke ilişkilerine kültürel alanda katkı yapan önemli bir kurum olarak dikkat çekmektedir. Ankara ve İstanbul’da bulunan ofisleri aracılığıyla hizmet veren British Council, yalnızca İngilizce dilini öğretmekle sınırlı kalmamakta ve İngiliz kültürünün de Türkiye’de yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Türkiye’de güç geçtikçe artan İngilizce eğitiminin de etkisiyle, genel olarak Batı (Avrupa ve Kuzey Amerika), özel olarak da İngiliz kültürü bu ülkede giderek yayılmaktadır. Ayrıca British Culture dil okulları da Türkiye’de hayli yaygın ve saygın durumdadır. Bunların yanı sıra, 2016 yılında Londra Belediye Başkanlığına Pakistan asıllı Müslüman bir siyasetçi olan Sadık Han’ın seçilmesi ve 2019 yılında Cambridge’de Avrupa’nın ilk çevre dostu camisi olan Cambridge Merkez Camii’nin (Cambridge Central Mosque) açılması, ki açılış törenine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da iştirak etmiştir, kültürel ilişkiler adına olumlu gelişmelerdir.

Cambridge Merkez Camii (Cambridge Central Mosque)

Eğitim alanında da, İngiltere, Türk öğrenciler açısından cazibe merkezi olmaya devam etmektedir. Türkiye’de yıllardır iktidarda olan AK Parti’nin üst düzey kadrolarında Abdullah Gül, Mevlüt Çavuşoğlu ve Mehmet Şimşek[79] gibi İngiltere eğitimli kişilerin bulunması, bu noktada Birleşik Krallık’taki eğitim fırsatlarını ve faaliyetlerini daha da popüler hale getirmektedir. İngiltere’nin son yıllarda eğitim sektörünü ticari bir faaliyet kapsamında değerlendirmeye başlaması da, bu trendi güçlendirmektedir. Bir araştırmaya göre; Türkiye’den her yıl 30.000 civarında öğrenci lisans, yüksek lisans veya doktora eğitimi için İngiltere’ye gitmektedir. Bu, tüm dünya ülkeleri arasında Türk öğrencilerin en fazla -KKTC sayılmazsa- İngiltere’yi tercih ettiğini göstermektedir (ikinci sıradaki ABD için her yıl 25.000 öğrenci ortalaması var).[80]

Kültürel ilişkilerin önemli bir boyutunu oluşturan sanat ve spora da muhakkak göz atmak gerekir. Spor alanında, İngiltere’nin en üst düzey futbol ligi olan Premier League’in özel bir konumu vardır. Türkiye’de çok sevilen ve izlenen İngiliz futbolu sayesinde, Manchester United, Manchester City, Arsenal FC, Liverpool FC ve Chelsea FC gibi İngiliz futbol takımlarının Türkiye’de de yüz binlerce taraftarı ve sempatizanı vardır. Özellikle Türk asıllı Alman milli futbolcu Mesut Özil’in İngiltere’de Arsenal FC takımının forması giymesi, bu futbolcu ve takımını Türk futbolseverler için özel bir konuma getirmiştir. Colin Kazım Richards, bir dönem Türkiye A milli futbol takımında forma giymiş ve İngiliz pasaportu da olan bir futbolcudur. Son dönemde Everton FC’de forma giyen (şimdilerde Crystal Palace FC takımına kiralanmıştır) Cenk Tosun ve Leicester City’de forma giyen Çağlar Söyüncü de İngiltere’deki başarılarıyla Türk halkını gururlandırmaktadırlar. Yine bir dönem Türkiye’de Beşiktaş’ı üç dönem üst üste lig şampiyonu yapan İngiliz teknik direktör Gordon Milne, Türkiye’de -özellikle bu takım taraftarlarınca- adeta kutsal bir şahıs olarak kabul edilmektedir. İngiliz şampiyon boksör David Haye ise, Türkiye’de pek tanınmasa da, KKTC pasaportunun olması nedeniyle Kıbrıslı Türkler arasında hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahiptir.

İngiliz müziği ve sinemasına da Türkiye’de ciddi bir ilgi bulunmaktadır. Sinema alanında Hollywood’un gerisinde kalsalar da, İngiliz sinemasına Türkiye’de de azımsanmayacak bir ilgi vardır. Örneğin, Marksist İngiliz yönetmen Ken Loach’un Türkiye’deki sol çevrelerde kendine has bir hayran kitlesi bulunmaktadır. Daha önemlisi, Hollywood’a transfer olan Hugh Grant, Helen Mirren, Sean Connery, Daniel Craig, Jude Law, Benedict Cumberbatch, Kate Winslet, Anthony Hopkins ve Keira Knightley gibi Britanyalı sinema yıldızları, Türkiye’de İngiliz politikacılardan çok daha fazla tanınmakta ve gerçekten çok sevilmektedirler. James Bond serisi, zaman zaman Türkiye’de de geçen senaryoları (From Russia With Love-1963, The World Is Not Enough-1999, Skyfall-2012) sayesinde, bu ülkede çok sevilen bir film serisidir. Müzik alanında ise, eşi bir Türk olan İngiliz şarkıcı Robbie Williams, son yıllarda Türkiye’de en sevilen yabancı pop müzik yıldızlarından biri olarak dikkat çekmektedir. Ayrıca The Beatles ve Queen gibi gruplar da, yaşı daha ileri olan Türk müzikseverler için hala efsanevi müzik toplulukları niteliğindedir. Spice Girls grubu ile yakın geçmişte büyük bir çıkış gerçekleştiren İngiliz kadın pop yıldızı Geri Halliwell, bir dönem Türkiye’de yarışma programlarında hosteslik yapmış ve bu ülkede çok sevilen bir isimdir. Ayrıca İngiliz kadın şarkıcı Adele de, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de son yıllarda büyük bir yıldız haline gelmiştir.

Edebiyat alanında da, Türkiye’de çok iyi tanınan bazı İngiliz yazarlardan söz edilebilir. Örneğin William Shakespeare, Ian Fleming, George Orwell, John le Carré, Rudyard Kipling, Graham Greene ve D.H. Lawrence, Türkiye’de kitapları rafların ve kütüphanelerin en ön sıralarında yer alan önemli edebiyatçılar olarak sayılabilir. En ünlü Kıbrıs romanı olan Kıbrıs’ın Acı Limonları’nın (Bitter Lemons of Cyprus) yazarı olan Lawrence Durrell de, Kıbrıslı Türkler açısından önemli bir isimdirTürk edebiyatına da, Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi popüler yazarlar sayesinde, İngiltere’de son yıllarda bir miktar ilgi oluşmuştur.

İngiliz araştırmacı ve akademisyenlerin inceleme kitapları da Türkiye’de büyük rağbet görmektedir. Örneğin, bir dönem Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair’e danışmanlık da yapan “Yeni Sol” ve “Üçüncü Yol” teorisyeni İngiliz sosyolog Anthony Giddens’ın Sosyoloji kitabı, yıllar içerisinde neredeyse Türkiye’deki tüm üniversitelerde okutulan bir ders kitabı haline gelmiştir. Ayrıca yine İngiliz akademisyen ve araştırmacılar tarafından yazılan Osmanlı-Türkiye tarihi, Birinci Dünya Savaşı ve Mustafa Kemal Atatürk konulu kitaplar, Türkiye’de çok sevilmekte ve yüksek satış grafiklerine ulaşmaktadır. Bu gibi popüler kitapları yazan İngiliz akademisyen ve araştırmacılar arasında Lord Kinross, H.C. Armstrong, Andrew Mango ve Norman Stone gibi isimler ilk akla gelenlerdir. 

İngiltere’de Türkiye üzerine bilimsel araştırmalar yapan çeşitli kürsü, araştırma kuruluşları ve web siteleri de bulunmaktadır. Profesör Şevket Pamuk’un yönetimindeki London School of Economics’e (LSE) bağlı Contemporary Turkish Studies (Çağdaş Türkiye Çalışmaları) programı[81], Research Turkey[82] ve CEFTUS (Centre for Turkey Studies)[83] gibi düşünce kuruluşları, bu bağlamda belirtilmesi gereken en önemli platformlardır.

İngiliz medya kuruluşlarına da, Türkiye’de özellikle son yıllarda İngilizce bilen nüfusun artmasına paralel olarak, daha yoğun bir ilgi gösterilmeye başlanmıştır. Bu alanda, BBC, en önde gelen ve beğenilen televizyon kanalı ve internet haber portalı olarak göze çarparken, Türkçe yayın yapan BBC Türkçe[84] de Türk vatandaşları ve öğrenciler tarafından yakından takip edilmektedir. BBC Türkçe, Türkiye’ye dair geçmiş tarihli haberlerini zaman zaman web sitesinden ve sosyal medya platformlarından paylaşarak dikkat çekmekte ve gündem yaratmaktadır. BBC Radyo’nun da, eskisi kadar yoğun olmasa da, sadık bir dinleyici kitlesi mevcuttur. Gazeteler arasında ise, The Sun, Daily Mirror, The Guardian, The Times ve The Independent gibi günlük yayınlar, internet üzerinden yüksek tıklanma oranlarına ulaşmaktadırlar. Yakın zamanda The Independent gazetesi, Independent Türkçe[85] adıyla Türkçe bir internet edisyonunu da başlatmıştır. Ayrıca British Pathé de, bir süre önce Türkiye arşivlerini internet sitesinden paylaşma kararı almıştır.[86]

Bunlara ek olarak, İngiltere’de yaklaşık olarak 350.000 civarında Kıbrıslı ve Türkiyeli Türk ve Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşadığı tahmin edilmektedir.[87] Bu rakamın içerisinde tahminen 150.000 civarında kişi Kıbrıslı Türklerden oluşmaktadır. İngiltere’deki Türkler ağırlıklı olarak catering sektöründe çalışmaktadır. Son yıllarda Türkler ve Kürtler arasında kimlik farklılaşmasına dayalı olarak etnik tansiyon da zaman zaman yükselebilmektedir. Konuyla ilgili saha araştırması yapan gazeteci Adem Yavuz Arslan’a göre; İngiltere’deki Türklerin medyası da çok renkli ve çok sesli bir nitelikte olup, yayınlanan gazeteler haftada yaklaşık 200.000 kişi gibi yüksek sayıda kişiye ulaşmayı başarabilmektedir.[88] Ancak bu yayın organları arasında, ayrılıkçı Kürt terör örgütü PKK’ya yakın bazı gazeteler de bulunmaktadır. İngiltere’deki Türklerin sosyal statüleri henüz çok yüksek olmasa da, devlete bağlılıkları ve yasalara saygıları nedeniyle kendilerine yönelen ırkçı motifli saldırılar ve stereotipiye dayalı etiketlemeler oldukça düşük seviyededir. “Kebapçı Türk” imajı, Türklerin catering sektöründeki ağırlığı nedeniyle İngiltere’de de hayli yaygın olsa da, bu durum diğer bazı etnik gruplara yönelik yaygın imajla karşılaştırıldığında, çok da kötü seviyede değildir. Öyle ki, 2011 yılında Türklerin yoğun olarak yaşadığı başkent Londra’da başlayan isyanlarda, Türk göçmenlerin polisin yapamadığını başararak saldırganları geri püskürtmesi, İngiltere’deki sağ çevrelerde büyük beğeni toplamıştır.[89] Türkiye’de yerleşik olarak yaşayan İngilizlerin sayısı da hızla artmaktadır. Özellikle Muğla’nın Fethiye ilçesinde, bu bölgeye yerleşen on bine yakın İngiliz bulunmaktadır.[90] Yerel halkla mükemmel uyumu olan bu kimselerin; evlerine Atatürk resimleri asmaları, cenazelerine rahiple birlikte imam davet etmeleri ve mezar taşlarına Türk bayrağı motifleri yaptırmaları gibi jestler, Türk basınında da zaman zaman övgü konusu olmakta ve İngiliz sevgisini daha da arttırmaktadır.

Kültürel ilişkiler açısından Kıbrıs’ın da özel bir konumunun olduğu burada mutlaka söylenmelidir. Zira 19. yüzyıl sonlarında İngiltere’ye kiralanan ve Birinci Dünya Savaşı döneminde İngiliz kolonisi olan adada, İngilizler ve Türklerin onlarca yıllık birlikte yaşam pratiklerinin doğal bir sonucu olarak, iki etnik grup arasındaki kültürel etkileşim ve paylaşımlar üst seviyelere taşınmıştır. Bugün de, Kıbrıs’ın kuzeyinde, İngiliz ve Türkler barış ve huzur içerisinde bir arada yaşamaktadırlar. Bu vesileyle, yüzlerce İngiliz-Türk ailesi ve çeşitli iş ortaklıkları kurulmuştur. Güneydeki Rumların daha milliyetçi tutumlarının aksine, Kıbrıslı Türkler, İngilizlerle beraber yaşamaktan oldukça mutlu gözükmektedirler.[91]

İlişkilerin Dış Politika Boyutu
A-) Türkiye’nin AB Üyeliği
Brexit süreci öncesinde, Türkiye’nin AB üyeliğini en çok destekleyen Avrupa ülkelerinin başında Birleşik Krallık gelmekteydi. Öyle ki, UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) dışında İngiltere’deki bütün büyük partiler (Muhafazakâr Parti, İşçi Partisi, Liberal Demokratlar) Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vermekteydiler.[92] Bu konuda daha Başbakan olduğu ilk günlerde bir açıklama yapan David Cameron, “Bir NATO müttefiki olarak Türkiye’nin Avrupa’yı savunmak için yaptıklarını ve bugün Avrupalı müttefiklerimizin yanında Afganistan’da yaptıklarını düşündüğümde, AB üyeliğine yönelik ilerlemenizin bugün olduğu şekliyle hüsrana uğratılabiliyor olması beni kızdırıyor. Bu konudaki görüşlerim nettir: Türkiye kamp alanını korusun ama çadıra alınmasın demenin yanlış olduğuna inanıyorum. AB üyeliğiniz ve Avrupa diplomasisinin en üst kademelerinde daha fazla nüfuz sahibi olmanız konusunda muhtemelen en güçlü destekçiniz olarak kalacağım. Bu, gerçekten son derece güçlü ve hırslı olduğum bir konu. Ankara’dan Brüksel’e uzanan yolu birlikte açalım istiyorum.” şeklinde konuşmuştu.[93] Hakikaten de, Fransa ve Almanya gibi diğer AB lokomotifi ülkelerle kıyaslandığında, İngiltere’de Türkiye’ye olan desteğin daha yüksek olduğu kolaylıkla fark edilebiliyordu. Bu algılamalara uygun şekilde, Türkiye’de 2002’den beri iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) de, yakın geçmişte, Avrupa’daki merkez sağ partilerin oluşturduğu AB partisi olan Avrupa Halk Partisi (European People’s Party) yerine, David Cameron önderliğinde yeni kurulan ECR’ye (European Conservative and Reformists-Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular İttifakı)[94] katılma kararı almıştı.[95] Bu karar, Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda, AB içerisinde İngiltere ile birlikte hareket edeceğini göstermekteydi. Türkiye, bu şekilde, İngiltere ile olan yakın ilişkilerini, kendi üyeliğine hararetle karşı çıkan Fransa ve Almanya’ya karşı bir koz olarak da kullanmaya çalışmaktaydı. AB’nin gevşek bir birlik olmasını tercih eden İngiltere de, Türkiye’nin üyeliğini kendi stratejik hesapları açısından faydalı görmekteydi.[96] Ancak Brexit sonrasında ne İngiltere’nin Türkiye’nin AB üyeliğine desteği söz konusu olacak, ne de bunun bir etkisi olacaktır.

B-) Kıbrıs Sorunu
İngiltere-Türkiye ilişkilerinde Kıbrıs Sorunu’nun daima özel bir konumu olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu adayı 1878’de İngiltere’ye kiralamış, İngiltere ise Birinci Dünya Savaşı’nda adayı kendi topraklarına katarak, burada bir koloni yönetimi kurmuştur. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması döneminde Yunanistan’la birlikte yeni devletin garantörlerinden olan bu iki devlet, Kıbrıs Sorunu konusunda da birlikte hareket etmeye gayret göstermektedirler. İki ülke arasında 2010 yılında güncellenen Stratejik Ortaklık Belgesi’nde, Birleşik Krallık ve Türkiye’nin Kıbrıs konusunda “politik eşitlik temelinde iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyondan yana oldukları” ifade edilmiştir.[97] Bu resmi söylemlere karşın, Kıbrıs’taki durumu iyi bilen İngiliz devlet seçkinleri içerisinde daha farklı yaklaşıma sahip olanlar da mevcuttur. Örneğin, eski İngiliz Dışişleri Bakanı (2001-2006) Jack Straw, Kıbrıs’ta iki toplum temelinde tek bir devletin kurulması amacıyla yürütülen birleşme görüşmeleri “saçmalığına” bir son verilmesi gerektiğini ve ihtilafın çözümünün bölünmeden geçtiğini bile yazmıştır.[98] Kıbrıs, görünürdeki siyasal çekişmelerin ötesinde, aslında Birleşik Krallık ve Türkiye’nin askeri tesislerinin bulunduğu (İngilizler için Dikelya ve Ağrotur-Akrotiri) ve her iki ülkenin de Ortadoğu politikaları bağlamında çok önemli yeri olan adeta “yüzen bir uçak gemisi”dir. Nitekim daha birkaç sene öncesinde, Birleşik Krallık, Kıbrıs’taki askeri üslerinden kalkan savaş uçaklarıyla IŞİD hedeflerini zaman zaman vurmaktaydı.[99] (Türkiye’nin de adada askeri üsleri bulunmakta olup, bunlar 1974 müdahalesi sonrasında inşa edilmiş ve -Britanya üslerinin aksine- uluslararası hukuk güvencesinden yoksundur. Hatta Türkiye, son dönemde Kıbrıs’a bir deniz üssü kurma girişimlerine de başlamıştır.)

Jack Straw

Buna karşın, Birleşik Krallık, Kıbrıs’ta gelişen müzakere süreçlerini engeller bir görüntü de çizmemeye gayret etmekte ve bu konuyu iki toplumun kararına bırakmaktadır. Bu şekilde, İngiltere, Rum ve Yunan lobisinin çalışmaları sonucunda kendisine yönelen eleştirilerden de kurtulmaktadır. Örneğin, yakın geçmişte basına açıklamalar yapan Birleşik Krallık’ın o dönemdeki Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Kıbrıs’ta çözüm halinde, önce egemen askeri üslerinin de yer aldığı toprakların yarısını Birleşik Kıbrıs’a devretmeye hazır olduklarını[100], daha sonra da -Kıbrıs’taki toplumların istemesi halinde- garantörlük haklarından feragat etmeye razı olduklarını belirtmiştir[101]. Birkaç yıl önce Kıbrıs’a gelerek her iki toplum lideri (Devlet Başkanı) Nikos Anastasiades ve Mustafa Akıncı ile de görüşen Hammond, bu konuda dengeli bir duruş sergilemiştir. İngiltere, Kıbrıs Sorunu konusunda artık kendi ulusal çıkarlarının somut bir unsuru olan askeri üslerinin varlığına odaklanan ve iki toplum (Kıbrıslı Türkler-Kıbrıslı Rumlar) arasında taraf tutmayan bir çizgiye gelmiştir. Ancak Birleşik Krallık’ın aksine, Türkiye’nin adadaki garantörlük haklarından vazgeçmek yönünde bir irade beyanı, bugüne kadar hiç olmamıştır. Dahası, Kıbrıslı Türklerin de Türkiye’nin garantörlüğünün yer almadığı bir diplomatik çözüme ne ölçüde sıcak bakacakları son derece tartışmalıdır. Bu nedenle, Kıbrıs konusunda Türk-İngiliz ilişkileri yakın olmakla birlikte, çıkarlar yüzde yüz örtüşmemektedir.

Christopher Pincher

Son dönemde Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin yaptığı enerji anlaşmalarında Kıbrıs Türkleri’nin haklarını gözetmemesi ve Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye’siz İsrail, Yunanistan ve Mısır’la anlaşmalara yönelmesi sonrasında, Ankara, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne yönelik söylem ve politikalarını sertleştirmiştir.[102] Ancak bu politika, şimdiye kadar, ABD ve AB’nin yanı sıra, İngiltere’den de pek destek bulamamıştır. Nitekim Türkiye’nin de Kıbrıs etrafında sondaj çalışmalarına başlaması üzerine, İngiltere’nin Avrupa Birliği İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Christopher Pincher, “Büyük Britanya’nın Kıbrıs’a yakın sularda sondaj çalışması yapılmasından üzüntü duyduğunu ancak Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesinde petrol çıkarma hakkını desteklediğini” açıklamıştır.[103] Pincher’den önce bu görevde olan Alan Duncan ise, Rumların Doğu Akdeniz’de hak iddia ettiği yerleri ‘egemenliği ihtilaflı’ olarak tanımlamış ve bu nedenle Rumların diplomatik eleştirilerine maruz kalmıştı.[104] Sonuç olarak, Kıbrıs Sorunu’nun iki ülke ilişkileri açısından önemli bir gündem maddesi olmaya devam edeceği ve bu konuda politikalar mutlak şekilde örtüşmese de, iki ülkenin ilişkilerinin bu konu yüzünden -Türk-Yunan ilişkileri gibi- gerilmeyeceği iddia edilebilir. Ancak Doğu Akdeniz’deki gerginliğin çatışma durumuna dönüşmesi durumunda, İngiltere, ABD ve AB ile daha uyumlu hareket edecek gibi gözükmektedir.

C-) Arap Baharı ve Ortadoğu Politikaları
Tarihsel olarak Ortadoğu politikalarında oldukça önemli bir yeri olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ABD ve Sovyetler Birliği’nin bölgeye girişi arasındaki dönemde -Fransa ile birlikte- bu bölgeye kısa bir süre yön veren İngiltere, Soğuk Savaş’ın ardından yine siyasi, ekonomik, kültürel ve istihbarata dayalı faaliyetleriyle bu bölgede etkili olmaya çalışmaktadır. Ancak ABD ile birlikte girişilen 2003 Irak Savaşı’nın neden olduğu kötü imaj ve olumsuz sonuçlar[105], İngiltere’yi bu konuda son derece temkinli adımlar atmaya yönlendirmektedir.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde 2011 yılında başlayan ve demokratikleşme umutlarını yeşerten Arap Baharı sürecinde, diğer Müslüman toplumlara örnek olması için “Müslüman Demokrat” veya “Ilımlı İslami” çizgideki bir rol model siyasal hareket olarak sunulan Türkiye’deki AK Parti yönetimine oldukça büyük önem atfeden Birleşik Krallık, buna karşın, bazı raporlarda da belirtildiği üzere[106], Türkiye demokrasisinin Kemalist otoriter modernleşme geleneği ve güçlü merkezi devlet yapısı gibi Arap devletlerinden farklılıkları ve dışlayıcı milli kimlik, çoğunlukçu siyasi kültür, kısıtlayıcı seçim sistemi, gelişmemiş sivil toplum, cinsiyet eşitsizliği, Kürt Sorunu ve insan hakları ihlalleri gibi Batılı demokrasilere kıyasla ciddi eksikliklerinin de daima farkında olmuştur. Bu nedenle, Arap Baharı’nın Tunus’taki başarılı geçişin ardından Libya, Mısır ve Suriye’de beklenen seviyelere gelememesi neticesinde, İngiltere’de frene basılmış ve Ortadoğu’da statükonun korunmasına yönelik daha temkinli bir dış politika izlenmeye başlamıştır. Bir benzeri ABD, Fransa ve diğer Batılı ülkelerde de görülen bu durum, tüm dış politikasını Suriye’deki Beşar Esad yönetiminin çökmesi ihtimali üzerine kuran Türkiye’yi zor bir konuma sokmuştur. Dolayısıyla, savaşa angaje olması sonrasında birçok terör eylemine sahne olan ve 4 milyon mülteciye bakmak durumunda kalan Türkiye’nin aksine, İngiltere’nin bu konudaki tavrı, ABD ile birlikte, Kıbrıs’taki üslerden kalkan uçaklarıyla IŞİD hedeflerini veya kimyasal silah saldırıları yapması ardından Suriye rejim güçlerini birkaç defa vurmakla sınırlı kalmıştır. Bir ara İngiltere’nin Suriye’ye askeri müdahalesi gündeme gelse de, Başbakan David Cameron, bu konuda Avam Kamarası’ndan destek alamamıştır. Fransa ve ABD’de de görülen bu müdahale isteksizliği sonucunda, Rusya, 2015 yılında Suriye’ye müdahale ederek, bir anda yeniden Ortadoğu’da aktif bir oyuncu haline gelmiştir.

Ben Wallace

Bu konunun Türkiye-İngiltere ilişkileri açısından en önemli boyutu ise, Suriye’nin geleceği kadar, kuşkusuz, Kürtlerin durumu olacaktır. Suriye Kürtlerinin durumu, ABD ve İngiltere ile Türkiye arasında bundan sonraki dönemde önemli bir fay hattı olacaktır. Bu durum, daha 2015 yılında o dönemde İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olan Richard Moore’un “PYD’yi PKK ile aynı görmüyoruz” açıklamasıyla ortaya çıkmıştır.[107] Buna karşın, ilerleyen süreçte Türkiye’nin yoğun diplomatik çabaları sonucunda, İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace, “Türkiye'nin kendisini savunmak için bazen yapması gerekeni yapması zaruri” açıklamasıyla, Ankara’nın Suriye topraklarında yaptığı Barış Pınarı Harekâtı’na destek vermiştir.[108] Bu noktada, İngiltere ile Türkiye’nin terörle mücadele konusunda uzlaştıkları, ancak İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Türkiye’nin NATO müttefikleriyle uyumlu hareket etmesi konusunda ısrar ettikleri ve bu nedenle Türkiye’ye son dönemde eleştirel yaklaştıkları söylenebilir.

Ortadoğu’daki bir diğer önemli konu olan İran meselesine bakmak gerekirse; İran’la -kendisinin de dâhil olduğu- P5+1 ülkeleri arasında yapılan nükleer müzakerelerin başarıya ulaşmasının ardından bu ülkeye -Fransa gibi- hızlı bir çıkarma yapan İngiltere, önce Tahran’daki Büyükelçiliğini yeniden açmış[109], sonrasında da İran’a ekonomik -özellikle bankacılık sektöründe yoğunlaşan- yatırımlara başlamıştır[110]. Bu konuda da, Türkiye’nin son yıllarda takip ettiği dış politika çizgisiyle İngiltere arasında -İran’ı uluslararası sisteme entegre etmek konusunda- bir uyum gözükmektedir. Ancak Donald Trump’ın ABD Başkanı olması ve İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) iptal etmesi sonrasında, İngiltere’nin İran’la ilişkileri hızla bozulmaya başlamıştır. 2019 yılı Temmuz ayında iki ülke karşılıklı olarak birbirlerinin gemilerini alıkoymuşlar[111]; hatta ABD’nin düzenlediği -İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Generali- Kasım Süleymani suikastı sonrasında, 2020 yılı Ocak ayı içerisinde İngiltere’nin İran Büyükelçisi Rob Macaire, Tahran’da bir gösteriye katıldığı gerekçesiyle birkaç saat süreyle gözaltına bile alınmıştır.[112] Türkiye, ABD-İran gerginliği karşısında sessiz kalırken, Birleşik Krallık da itidalli hareket etmeye gayret etmektedir. Ancak ABD ile “özel ilişkiler”i nedeniyle, İngiltere’nin İran politikasının yeni dönemde daha İran karşıtı bir çizgiye doğru evrilmesi muhtemeldir. Zaten büyük resme de bakıldığında, Londra’nın Sünni Müslüman dünyasıyla ve özellikle de Körfez ülkeleriyle çok daha yakın ve yoğun ekonomik ve siyasi ilişkilerinin olduğu görülmektedir.

Genel olarak Ortadoğu, özel olarak da Körfez ülkeleriyle çok yakın siyasi ve ekonomik ilişkileri olan İngiltere, bu bölgeye yönelik olarak daha çok ekonomik menfaat temelinde hareket etmektedir. Ancak ABD ile kurulan özel ilişkiler nedeniyle, Londra, Ortadoğu’da Irak Savaşı (2003) örneğinde olduğu gibi Amerikan politikalarına genelde destek olmak durumunda kalmaktadır. Yeni dönemde, ABD-İran gerginliği ve ABD’nin Kürt politikası gibi konularda İngiltere’nin tepkileri, Türkiye ile ilişkilerin seyrini de belirleyecektir. Kısa süre önce Bahreyn’de yeni bir donanma üssü elde eden Birleşik Krallık[113], bölgeye yönelik ilgisini kaybetmediğini her fırsatta göstermektedir. Bahreyn’deki HMS Jufair deniz üssü ve buna destek amacıyla açılan yeni tesis dışında, İngiltere’nin Ortadoğu’da Katar’da Udeid Hava Üssü (Al Udeid Air Bas) ve Umman’da bir lojistik destek üssü bulunmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye ile İngiltere’nin çıkarları arasında büyük çelişkiler bulunmamaktadır. Zira her iki ülke de, IŞİD ve El Kaide gibi terör örgütleriyle mücadele konusunda kararlıdırlar. Ortadoğu özelinde sorun yaratabilecek en önemli husus, Kürtlere yönelik politikalar olacaktır. Ayrıca İngiltere ve ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde en etkili olduğu ülkelerden olan Mısır’la Türkiye’nin ilişkilerinin son yıllarda neredeyse kopma noktasına gelmesi de potansiyel bir sorun kaynağıdır.

Birleşik Krallık’ın denizaşırı üsleri[114]

Birleşik Krallık, son yıllarda Türkiye’nin İsrail ile yaşadığı sorunlu süreçlerde -yakın geçmişte- Türkiye’ye en çok destek veren Avrupalı ülke olmuştur. Mavi Marmara Krizi ile doruk noktasına ulaşan kriz sürecinde, İngiltere, Türkiye’nin tezlerine yakın bir duruş göstermiş ve İsrail’i eleştirmiştir.[115] Hatta David Cameron’ın bu duruşu, İsrail’deki sağ ve aşırı sağ çevreleri rahatsız etmiştir. Buna rağmen, Cameron hükümeti, İran nükleer programının kriz yaratmaması için Türkiye ve Brezilya’nın çabalarıyla yapılan anlaşma konusunda da Türkiye’ye yakın bir duruş sergileyerek, İsrail’deki şahin çevreleri daha da kızdırmıştır. Ancak ilerleyen aylarda, İngiliz hükümetinin başarılı kamuoyu diplomasisi çalışmaları sonucunda, İsrail basınında Cameron’ın bugüne kadar görev yapan “en İsrail yanlısı Britanya Başbakanı” olduğu da yazılmıştır.[116] Bu noktada, Birleşik Krallık’ın İran gibi büyük ülkelerin dâhil olacağı ve bölgeyi felakete sürükleyebilecek askeri çatışmaların yaşanmasını önlemek amacıyla sorumlu davranmaya çalıştığı ve aslında İsrail’in güvenliği de bölgeye yönelik dış politika öncelikleri arasında yer aldığı için böyle davrandığı düşünülebilir. Ancak Türkiye’nin İsrail politikası geçen yıllar içerisinde aynı şekilde devam ederken, Cameron sonrasında, Birleşik Krallık, bilhassa da Boris Johnson’ın Başbakanlığında, çok daha İsrail yanlısı bir duruş benimsemiştir. Zira Başbakan Johnson, İsrail’i “Ortadoğu’daki yegane demokrasi” olarak görmekte[117] ve ABD’ye benzer şekilde, Ortadoğu politikasında İsrail’in güvenliğini en önemli ilkelerinden birisi olarak kabul etmektedir. Bu nedenle, bu konuda da iki ülke arasında yine mutlak uyum sağlanmayabilir.

İngiltere’nin son yıllarda yeniden daha aktif hale gelen dış politikasının yarattığı olumlu hava nedeniyle, Maliye Bakanı George Osborne, yakın geçmişte “İngiltere mojosunu geri kazandı” gibi ilginç bir açıklama yapmıştır.[118] Ancak Cameron hükümetinin AB konusunda şüpheci ve eski İmparatorluk geleneğine referanslar içeren bu yeni dış politika yaklaşımını tehlikeli bulan[119] ve eleştirenler[120] de mevcuttur. Bu doğrultuda, Birleşik Krallık’ın bir dünya gücü olup olmadığı yönündeki tartışmalar halen İngiliz ve dünya basınında zaman zaman gündeme getirilmektedir.[121] Görüldüğü üzere, iki ülkenin Ortadoğu bağlamında dış politikadaki çıkarları arasında büyük çelişkiler yoktur. Ancak Kürtlerin durumunun yarattığı gerginlik ve İngiltere ve ABD gibi bölge dışı aktörlerin, Türkiye ve İsrail gibi bölge ülkelerinin aksine, Ortadoğu’daki yangını ve sorunları çok yakından (göç sorunu, güvenlik riskleri vs.) hissetmemeleri, mutlak uyum konusunda halen bazı sıkıntılar yaratmaktadır. Ayrıca Kürtlerin geleceği ve İran konusu, yeni dönemde en önemli konular olacak gibi gözükmektedir.

D-) Rusya ile İlişkiler
Son dönemde Gürcistan (2008) ve Ukrayna’da (2014) ortaya çıkan Rus müdahaleciliği ve yayılmacılığı, kısa süre öncesine kadar Londra ile Ankara arasında yakın bir işbirliği oluşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim dönemin Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron[122] ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan[123], o yıllarda Rusya’nın Suriye politikası konusunda da Avrupalı liderler arasında en sert üslubu benimseyen iki lider olarak dikkat çekmekteydiler. Ukrayna ve özellikle Kırım ilhakı konusunda her iki ülke de uluslararası hukuka vurgu yaparken, Suriye konusunda da insani trajedilere (kimyasal silahlarla rejim tarafından yapılan saldırılar) işaret etmektelerdi. Hatta bu konuda, her iki ülkenin de basın-yayın organları ve düşünce kuruluşlarında çeşitli eleştirel yayınlar yapılmaktaydı.[124]

Lakin Türkiye’nin Rusya’ya olan yüksek düzeylerdeki enerji (doğalgaz) bağımlılığı ve Batılı ülkelerin Suriye konusundaki etkisizliği nedeniyle bu konuda da ilerleyen yıllarda politikalardaki uyum kaybolmuştur. Nitekim İngiltere ve ABD’nin başını çektiği Batı dünyası Vladimir Putin Rusya’sına ekonomik yaptırımlar uygulamaya devam ederken, Türkiye, Moskova’ya olan doğalgaz bağımlığı ve “jet krizi” ile “Karlov suikastı” gibi olaylara yönelik olarak ülke içerisinde ve uluslararası kamuoyunda oluşan tepkiler nedeniyle, 2016’dan itibaren Rusya’ya en yakın Batılı ülke durumuna gelmiştir. İngiltere’nin çıkarları, bu konuda Türkiye ile uyumlu değildir; zira Rusya’ya yönelik olumsuz bakışın yanı sıra, İngiltere’nin enerji politikası bağlamında da Rusya’ya herhangi bir bağımlılığı -Türkiye’nin aksine- yoktur. Bunu somutlaştırmak gerekirse, 2012 yılı verilerine bakıldığında; İngiltere’nin yıllık gaz tüketiminin hemen hemen yarısı olan 91 milyar metreküplük kısmı kendisi tarafından üretilmiş, bununla beraber, satın alınan gazın yaklaşık yüzde 29’luk kısmı Norveç’ten, yüzde 7’lik kısmı Hollanda’dan, yüzde 3’lük kısmı Belçika’dan (bu ülkelerden alınan gaz dolaylı olarak Rusya’dan alınmaktadır) ve yaklaşık yüzde 15’lik kısmı Katar’dan temin edilmiştir.[125] Türkiye ise, doğalgaz konusunda Rusya’ya yüzde 55 gibi yüksek bir oranda bağımlıdır.[126] Türkiye’nin, enerji alanındaki Rus hâkimiyetini/bağımlılığını kırabilmek adına, Azerbaycan, İran, Katar ve Nijerya gibi ülkelerden daha yüksek oranlarda gaz almaya başlaması ve Hazar doğalgaz rezervlerinin Rus engeli olmadan Batı’ya aktarılmaya başlanmasını sağlaması gerekmektedir. Bu durum, bölgede BP gibi şirketleriyle son derece aktif bir ülke olan Birleşik Krallık’ın da çıkarınadır.

Geleeğe Dair
Birleşik Krallık’ta 2019 yılı Aralık ayında yapılan genel seçimi, Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti kazanmış ve yüzde 44’e yakın bir oy alarak, tek başına iktidara gelmiştir.[127] Bu durum, önceki dönemde DUP desteğiyle bir azınlık hükümeti kuran Muhafazakâr Parti ve Başbakan Johnson’ın çok daha güçlü bir iktidar kurmasını sağlamıştır. 2020 yılı içerisinde, Birleşik Krallık, Brexit sürecinin tamamlayarak AB’den ayrılacaktır. Bu süreç, İngiltere için kaçınılmaz şekilde bir miktar ekonomik kayıplara yol açacaktır. Nitekim Londra merkezli Center for European Reform (CER) isimli araştırma kuruluşunun bulgularına göre[128]; İngiltere’deki doğrudan yabancı yatırım stokunun yüzde 50’si AB menşelidir. Benzer şekilde, İngiltere bankalarının avro bölgesindeki varlıkları, ABD’deki varlıklarından yüzde 70 daha fazladır. Ticaret alanında da, AB, yüzde 50’nin üzerinde pay ile İngiltere’nin en büyük ortağı konumundadır. Ancak Londra’nın, ABD ve AB başta olmak üzere, çeşitli uluslararası aktörlerle kısa süre içerisinde serbest ticaret anlaşmalarının imzalaması ve ekonomiyi bir veya iki yıl içerisinde yeniden rayına oturtması beklenmektedir. Ancak Hindistan ve Çin gibi üretim merkezi dev ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları yapılırsa, bu durum, İngiltere’ye yoğun ihracat yapan Türkiye’yi bazı sektörlerde olumsuz etkileyebilir ve Türkiye’nin adaya yönelik ihraç payını azaltabilir. Ayrıca Muhafazakâr Parti’nin İşçi Partisi’ne kıyasla Türkiye’nin demokratik zaafiyetleri konusunda daha ketum davranması, ikili ilişkiler adına yeni dönemde bir şanstır. Zira bilindiği üzere, Türkiye’deki hükümet, eleştirilerden pek hoşlanmamaktadır.

Boris Johnson ve Recep Tayyip Erdoğan

Her ne kadar Brexit süreci ciddi bir belirsizlik yaratsa da, Birleşik Krallık’ın yeni dönemde Türkiye ile ilişkileri kriz boyutuna ulaşmayacaktır. Zira ikili ilişkilerde artık bir istikrar söz konusudur. Bu durum, 13 yıllık İşçi Partisi iktidarını takip eden Muhafazakâr-Liberal koalisyon ve sonrasında kurulan Muhafazakâr Parti iktidarları dönemlerinde ispatlanmıştır. Zira köklü bir devlet geleneği olan Birleşik Krallık için, -ideolojik yaklaşımların üzerinde- Britanya’nın ulusal çıkarları vardır. Bu durum, son yıllarda ülkedeki ideolojik kutuplaşma İslamcılık-laiklik ve Türklük-Kürtlük ekseninde biraz fazla artmasına karşın, aslında Türkiye için de geçerlidir. Dolayısıyla, her iki ülkede de yaşanan iç siyasi gelişmelerden bağımsız olarak, İngiltere-Türkiye ilişkilerinde bir kopuş beklemek yersizdir. Ancak Ortadoğu’da Kürtlerin durumu, İran’a yönelik politikalar ve hatta Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Sorunu gibi konularda iki ülke arasında zaman zaman anlaşmazlıklar yaşanabilir. Bu noktada, ABD ile yakın ilişkiler ve NATO müttefikliği ise iki ülke için büyük fırsatlardır. İki ülke ilişkilerinin gelişimi için, ABD eksenli olumlu gelişmeler yaşanması kolaylaştırıcı bir faktör olacaktır. Ancak ABD’nin Donald Trump döneminde bazı konularda (İran nükleer programı, Çin'le ticaret vs.) çok sert politikalara yönelmesi, aslına bakılırsa her iki ülkeyi de zorlamaktadır. Ayrıca Rusya konusunda da iki ülke arasındaki uyum kaybolmuş ve Türkiye Moskova’ya giderek daha bağımlı bir ülke haline gelmiştir.

Bu bağlamda, Brexit sürecinin Birleşik Krallık açısından anlamı da (politik psikoloji perspektifinden) sorgulanmalıdır. 1962 yılında ABD Dışişleri eski Bakanı Dean Acheson tarafından “İmparatorluğu kaybetmiş ve yeni bir rol arayan bir ülke” olarak tanımlanan Birleşik Krallık[129], hakikaten de Acheson’ı doğrular şekilde, Soğuk Savaş döneminde Avrupa ile ABD’yi özellikle Sovyetler Birliği’ne yönelik güvenlik politikaları ekseninde uyumlu hale getiren ve aradaki bağlantıyı kuran kilit ülke olarak yeni ve önemli bir rol üstlenmiştir. Bu yeni rol, büyük bir İmparatorluk sahibi olmak kadar olmasa da, İngilizleri ve Birleşik Krallık’ı önemli ölçüde tatmin edebilmiş ve özgüvenini yerine getirmiştir. Soğuk Savaş dönemi boyunca İngiltere bu rolü benimsemiş ve bu konuda başarılı bir performans göstermiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Almanya ve Fransa’nın, son yıllarda kendi içlerinde uyumlu bir ikili olarak AB çatısı altında ABD ve İngiltere’nin politikalarıyla örtüşmeyen bazı angajmanlar içerisine girmesi (2003 Irak Savaşı’na Alman-Fransız muhalefeti hemen akla gelebilir), jeopolitik düzlemde İngiltere’nin AB üyeliğini sorunlu bir hale getirmiştir. AB içerisinde Almanya’nın ekonomik hâkimiyetini kabul ettirmesi ve siyasal liderliğin de birlik içerisinde Almanya ve Fransa arasında paylaşılıyor gibi bir görüntü vermesi, İngiltere’nin bu konudaki isteksizliğini daha da üst boyutlara taşımaktadır. Nitekim 200-300 yıl kadar dünyayı tek başına yönetmiş bir İmparatorluğun mirasçısı olan İngiltere, küçük Avrupa kıtası içerisinde yer alan AB’nin işleyişinde bile arka planda kalmayı içine sindirememektedir. Dolayısıyla, Birleşik Krallık için AB’den ayrı ve ABD ile uyumlu bir şekilde Ortadoğu’da ve diğer bazı bölgelerde daha aktif roller üstlenmek, yakın gelecekte pekâlâ bu ülke için daha cazip bir politika alternatifi haline gelebilir. Aslında 11 Eylül saldırıları sonrasında, Tony Blair döneminde de İngiltere buna benzer bir rolü ABD ile beraber üstlenmeyi denemiş, ancak bu ilk deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun temel nedeni ise, Irak Savaşı’nın “Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahlarının olduğu” şeklindeki bir yalan üzerine kurulu olması nedeniyle dünya kamuoyundan yeterince destek bulamamasıdır. Ayrıca Tony Blair’in sol bir lider olarak askeri-güvenlik politikalarına ağırlık vermesi de, İngiliz halkında ve dünyadaki sol hareketlerde kendisine karşı ciddi bir tepki oluşturmuştur. Ayrıca bu noktada düşman tanımlaması doğru yapılmalı ve devletlerden ziyade, terör örgütleriyle mücadele ön plana çıkarılmalıdır. Birleşik Krallık’ın Ortadoğu’da sert güç unsurlarını da uygulamaya sokan daha aktif bir ülke haline gelmesi durumunda, Türkiye ile ilişkiler daha da önem kazanacak ve iki ülkeyi birbirine yakınlaştıracaktır. Zira Türkiye, bir NATO Ordusu olan ve yakın geçmişte Afganistan ve Kosova gibi ülkelerde başarıyla görev yapmış Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde, Batı güvenlik sisteminin çok önemli ve vazgeçilmez bir parçası ve İngiltere ve ABD’nin de askeri politikalar bağlamında en önemli müttefiklerinden birisidir.

Sonuç
Bu çalışmada, önce Birleşik Krallık ve Türkiye ilişkilerinde son yıllarda yaşanan siyasi/diplomatik gelişmeler medya taraması yapılarak özetlenmiş, daha sonra ise iki ülke arasında hızla gelişmeye devam eden ekonomik ve kültürel ilişkilere odaklanılmıştır. Makalenin sonraki bölümünde, İngiltere ile Türkiye’nin ortak dış politika gündemlerine (AB, Kıbrıs, Ortadoğu, Rusya) yakından bakılmış ve iki ülke çıkarlarının, diplomaside, birkaç yıl öncesindeki gibi uyumlu olmasa da, büyük çıkar çatışmalarına da dayanmadığı sonucuna varılmıştır. Makalenin son bölümünde ise, adadaki siyasal gelişmelere odaklanılarak, yakın gelecekte yaşanabilecek gelişmelerin ikili ilişkilere etkileri üzerinde durulmuştur. Makalede, her iki ülkenin de üst düzey devlet adamlarının yakın geçmişte yapmış olduğu “ilişkilerin Altın Çağı” tespitinin abartılı olduğu sonucuna varılmıştır. Ancak ekonomik ve kültürel ilişkilerin halen gelişmeye açık olduğu ve bu yönde çok daha fazla gayret gösterilebileceği ortadadır. Neredeyse 20 milyar doları yakalayan ikili ticaret hacminin daha da geliştirilmesi, İstanbul’da kurulabilecek bir Türk-İngiliz Üniversitesi, düşünce kuruluşları, silahlı kuvvetler, emniyet ve istihbarat teşkilatları arasında güvenlik konularında daha yoğun işbirliği ve siyasal liderler, sivil toplum örgütleri ve siyasal partiler arasında daha fazla siyasi temas gibi birçok konu, kısa ve orta vadede rahatlıkla gerçeğe dönüştürülebilir. Zira iki ülkenin birbiriyle mutlak şekilde çelişen çıkarları veya politikaları yoktur. Daha da önemlisi, her iki ülkede de toplumların artık birbirlerini “düşman” olarak algılamaması ve ilişkilere genel olarak dostane bir havanın hâkim olmasıdır. Bu nedenle, İngiliz-Türk ilişkilerinin geleceğinden umutlu olmak gerekir...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA

[1] “Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 14.02.2019, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ingiltere-siyasi-iliskileri.tr.mfa.
[2] Birleşik Krallık’ın Ankara’ya bugüne kadar gönderdiği Büyükelçiler şunlardır:
1920–1924: Sir Horace Rumbold, 9th Baronet
1925–1926: Sir Ronald Lindsay
1926–1933: Sir George Clerk
1933–1939: Sir Percy Loraine, 12th Baronet
1939–1944: Sir Hughe Knatchbull-Hugessen
1944–1946: Sir Maurice Peterson
1946–1949: Sir David Kelly
1949–1951: Sir Noel Charles
1951–1954: Sir Knox Helm
1954–1958: Sir James Bowker
1958–1962: Sir Bernard Burrows
1963–1967: Sir Denis Allen
1967–1969: Sir Roger Allen
1969–1972: Sir Roderick Sarell
1973–1977: Sir Horace Phillips
1977–1980: Sir Derek Dodson
1980–1983: Sir Peter Laurence
1983–1986: Sir Mark Russell
1986–1992: Sir Timothy Daunt
1992–1995: John Goulden
1995–1997: Sir Kieran Prendergast
1997–2001: Sir David Logan
2002–2006: Sir Peter Westmacott
2006–2009: Nick Baird
2009–2014: Sir David Reddaway
2014–2017: Richard Moore
2018–: Sir Dominick Chilcott
Bakınız; Wikipedia, “List of ambassadors of the United Kingdom to Turkey”, Erişim Tarihi: 17.01.2020, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_ambassadors_of_the_United_Kingdom_to_Turkey.
[3] Soner Yalçın (2016), “İngiliz gizli belgelerinde Atatürk’ün para ilişkileri”, Sözcü, 10 Nisan 2016, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: https://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/ingiliz-gizli-belgelerinde-ataturkun-para-iliskileri-1176677/.
[4] “Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 14.02.2019, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ingiltere-siyasi-iliskileri.tr.mfa.
[5] Seçimlerin hemen ardından koalisyon tartışmaları yapıldığı dönemde, Muhafazakâr Parti’nin gölge Dışişleri Bakanı William Hague, Türkiye’nin AB üyeliği sürecine etkin destek vereceklerini belirtmiştir. Bakınız; Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 355.
[6] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 356.
[7] “Türkiye-İngiltere ilişkilerinde 'altın çağ'” (2010), Hürriyet, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/turkiye-ingiltere-iliskilerinde-altin-cag-15426304.
[8] “Türkiye-İngiltere ilişkilerinde 'altın çağ'” (2010), Hürriyet, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/turkiye-ingiltere-iliskilerinde-altin-cag-15426304.
[9] “Info Notes Political Relations” (2013), Turkish Embassy in London, 20.03.2013, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://london.emb.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=180168.
[10] “Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 14.02.2019, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ingiltere-siyasi-iliskileri.tr.mfa.
[11] “Info Notes Political Relations” (2013), Turkish Embassy in London, 20.03.2013, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://london.emb.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=180168.
[12] Bu ziyarete dair görüntüler için bakınız; Yeni Akit (2017), “Lordlar gibi Kraliçe sofrasında ağırlanan paşa”, 22 Ocak 2017, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: https://m.yeniakit.com.tr/haber/lordlar-gibi-kralice-sofrasinda-agirlanan-anli-sanli-pasamiz-kenan-evren-264552.html.
[13] Evren öncesinde Cumhurbaşkanı düzeyindeki son ziyareti ise 1967 yılında Cevdet Sunay yapmıştır.
[14] “Gül’den İngiltere’ye tarihi ziyaret” (2011), NTV, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.ntv.com.tr/turkiye/gulden-ingiltereye-tarihi-ziyaret,HJXj2ZCrjEykb6ZEBKP3Ig.
[15] “Türkiye-İngiltere ilişkilerinde 'altın çağ'” (2011), BBC Türkçe, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2011/11/111123_gul_wednesday.shtml.
[16] “Relations between Turkey and the United Kingdom”, Republic of Turkey Ministry of Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/relations-between-turkey-and-the-united-kingdom.en.mfa.
[17] “UK-Turkey relations and Turkey’s regional role - Foreign Affairs Committee”, Parliament.uk, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.publications.parliament.uk/pa/cm201012/cmselect/ cmfaff/1567/156706.htm.
[18] “İngiltere ile Türkiye ilişkileri altın çağını yaşıyor” (2011), Habertürk, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.haberturk.com/dunya/haber/696762-ingiltere-ile-turkiye-iliskileri-altin-cagini-yasiyor.
[19] İngiltere-Türkiye İlişkileri Gelişiyor mu?” (2013), Amerika’nın Sesi, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.amerikaninsesi.com/content/ingiltere-turkiye-iliskileri-gelisiyor-mu/1795742.html.
[20] Türkiye’yi Suriye’de kimyasal saldırı düzenlenmesine yardımcı olmakla suçlayan son derece sert bir yazı için bakınız; Seymour M. Hersh (2014), “The Red Line and the Rat Line”, London Review of Books, 17 Nisan 2014, Cilt 36, No: 8, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: https://www.lrb.co.uk/v36/n08/seymour-m-hersh/the-red-line-and-the-rat-line. Bir diğer örnek için; “Robert Fisk: Türkiye Pakistan’ın yolundan gidiyor” (2015), BBC Türkçe, 28 Temmuz 2015, Erişim Tarihi: 22.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150727_fisk_kurtler.
[21] “Cameron: Türkiye Kürtlere değil, IŞİD’e odaklanmalı” (2015), Sputnik Türkiye, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://tr.sputniknews.com/turkiye/20150727/1016796642.html.
[22] Ziyaret öncesinde bazı değerlendirmeler için; Ozan Örmeci (2014), “British PM David Cameron Set to Visit Turkey This Week”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2014/12/08/british-pm-david-cameron-set-to-visit-turkey-next-week/; Ünal Çeviköz (2014), “UK PM Cameron’s agenda in his visit to Turkey”, Hürriyet Daily News, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.hurriyetdailynews.com/Default.aspx?pageID=238&nID= 75347&NewsCatID=396.
[23] Bu konuda bir analiz için; Hacı Mehmet Boyraz & Metin Erol (2014), “David Cameron’ın Türkiye Ziyareti: Her Konuda Daha Fazla İşbirliği”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2014/12/10/david-cameronin-turkiye-ziyareti-her-konuda-daha-fazla-isbirligi/.
[24] Resmi web sitesi için bakınız; https://www.tatlidilforum.org/.
[25] “No:224, 6 Ekim 2011, Türkiye-İngiltere Tatlıdil Forumu Hk.” (2011), Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/no_224_-6-ekim-2011_-turkiye-ingiltere-tatlidil-forumu-hk_.tr.mfa.
[26] Yaşar Yakış (2013), “Turkish-UK ’Tatlıdil’ Forum”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.todayszaman.com/columnist/yasar-yakis/turkish-uk-tatlidil-forum_330173.html.
[27] “5. Türk-İngiliz Tatlıdil Forumu 11-13 Mart’ta Bath’da Gerçekleşecek” (2016), Haberler.com, Erişim Tarihi: 12.03.2016, Erişim Adresi: http://www.haberler.com/5-turk-ingiliz-tatlidil-forumu-11-13-mart-ta-bath-8244861-haberi/.
[28] “No: 61, 10 March 2016, Press Release Regarding the 5th Meeting of “Turkish - British Tatlıdil Forum”” (2016), Republic of Turkey Ministry of Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 12.03.2016, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/no_-61_-10_03_-2016_-press-release-regarding-the-5th-meeting-of-_turkish-_-british-tatl%C4%B1dil-forum_.en.mfa.
[29] “Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 14.02.2019, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ingiltere-siyasi-iliskileri.tr.mfa.
[30] “Yeni Dönemde Türkiye - İngiltere İlişkileri” (2014), İngiltere Büyükelçisi Richard Moore’un Atılım Üniversitesi Konferansı, Atılım Üniversitesi Kadriye Zaim Kütüphanesi, Erişim Tarihi: 16.02.2016, Erişim Adresi: http://kurumsal.library.atilim.edu.tr/libinstitutional/view/id/1870.
[31] Bakınız; http://webtv.hurriyet.com.tr/haber/ingiltere-buyukelcisi-moore-turkiye-de-en-cok-korktugum-an_89498.
[32] Büyükelçi Richard Moore’un Türkiye’de katıldığı son canlı yayınlardan biri için; https://www.youtube.com/watch?v=oFCEyCwlaWw.
[33] Hürriyet (2017), “MHP ile İngiliz Büyükelçi Richard Moore arasında atışma”, 21 Ağustos2017, Erişim Tarihi: 20.01.2020, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/mhp-ile-ingiliz-buyukelci-richard-moore-arasinda-atisma-40586261.
[34] AA (2019), “İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Chilcott: Brexit Türkiye'ye verdiğimiz değeri değiştirmeyecek”, 8 Mayıs 2019, Erişim Tarihi: 15.01.2020, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ingilterenin-ankara-buyukelcisi-chilcott-brexit-turkiyeye-verdigimiz-degeri-degistirmeyecek/1473595.
[35] “Scottish MP detained in Turkey talks of 'terrifying experience'”, The Guardian, 27 Şubat 2016, Erişim Tarihi: 28.02.2016, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/uk-news/2016/feb/27/scottish-mp-detained-in-turkey-talks-of-terrifying-experience.
[36] Bu karar daha sonra düzeltilmiştir. Bakınız; “İngiliz akademisyen Stephenson hakkındaki sınırdışı kararı kalktı” (2016), Diken, 18.03.2016, Erişim Tarihi: 18.03.2016, Erişim Adresi: http://www.diken.com.tr/ingiliz-akademisyen-hakkinda-sinirdisi-karari-kalkti/.
[37] “Turkish journalists face life in jail over Syria report” (2016), BBC, 27.01.2016, Erişim Tarihi: 07.03.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/world-europe-35422357.
[38] “Zaman newspaper: Defiant last edition as Turkey police raid” (2016), BBC, 05.03.2016, Erişim Tarihi: 07.03.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/world-europe-35735793.
[39] “İngiltere: Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyebiliriz” (2016), NTV, 13.03.2016, Erişim Tarihi: 13.03.2016, Erişim Adresi: http://www.ntv.com.tr/dunya/ingiltere-turkiyenin-ab-uyeligini-engelleyebiliriz,Ia4S2xJ5UkK5-gA3YmrIQA.
[40] Ensonhaber.com (2014), “Mehmet Ali Alabora İngiliz vatandaşı oldu”, 26 Eylül 2014, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: https://www.ensonhaber.com/mehmet-ali-alabora-ingiliz-vatandasi-oldu-2014-09-26.html.
[41] Can Özçelik (2019), “İstanbul’da ölü bulunan İngiliz ajanının ölüm sebebi belli oldu”, Sözcü, 16 Aralık 2019, Erişim Tarihi: 17.01.2020, Erişim Adresi: https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/istanbulda-olu-bulunan-ingiliz-ajaninin-olum-sebebi-belli-oldu-5512777/.
[42] Oda Tv (2019), “Ali Kemal'in torunu Başbakan oluyor”, 23 Temmuz 2019, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://odatv.com/ali-kemalin-torunu-basbakan-oldu-23071909.html.
[43] İBB Kurumsal, “İmamoğlu’nun Londra Temasları Başladı”, 14 Kasım 2019, Erişim Tarihi: 17.01.2020, Erişim Adresi: https://www.ibb.istanbul/News/Detail/36078.
[44] “UK is 'most entrepreneurial' country in Europe” (2014), The Telegraph, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.telegraph.co.uk/finance/yourbusiness/11241579/UK-is-most-entrepreneurial-country-in-Europe.html.
[45] Kerry Brown (2015), “In George Osborne, Britain has a Driver for Engagement with China”, Chatham House, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/expert/comment/george-osborne-britain-has-driver-engagement-china#sthash.537Bm20u.dpuf.
[46] “İngiltere ve Mısır anlaştı” (2015), Sputnik Türkiye, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://tr.sputniknews.com/avrupa/20151107/1018864850/ingiltere-misir-mutabakat.html.
[47] “US anger at Britain joining Chinese-led investment bank AIIB” (2015), The Guardian, 13 Mart 2015, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/us-news/2015/mar/13/white-house-pointedly-asks-uk-to-use-its-voice-as-part-of-chinese-led-bank.
[48] Statista.com, “United Kingdom: Real gross domestic product (GDP) growth rate from 2014 to 2024”, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://www.statista.com/statistics/263613/gross-domestic-product-gdp-growth-rate-in-the-united-kingdom/.
[49] Statistics Times, “Projected GDP Ranking (2019-2024)”, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: http://statisticstimes.com/economy/projected-world-gdp-ranking.php.
[50] Statistics Times, “Projected GDP Ranking (2019-2024)”, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: http://statisticstimes.com/economy/projected-world-gdp-ranking.php.
[51] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 367.
[52] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 367.
[53] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 368.
[54] “Türkiye-İngiltere Ekonomik İlişkileri İvme Kazanıyor”, DEİK, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.deik.org.tr/6016/TyüzdeC3yüzde9CRKyüzdeC4yüzdeB0YE_yüzdeC4yüzdeB0NGyüzdeC4yüzdeB0LTERE_EKONOMyüzdeC4yüzdeB0K_yüzdeC4yüzdeB0LyüzdeC4yüzdeB0yüzdeC5yüzde9EKyüzdeC4yüzdeB0LERyüzdeC4yüzdeB0_yüzdeC4yüzdeB0VME_KAZANIYOR.html.
[55] “Türkiye-İngiltere Ekonomik İlişkileri İvme Kazanıyor”, DEİK, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.deik.org.tr/6016/TyüzdeC3yüzde9CRKyüzdeC4yüzdeB0YE_yüzdeC4yüzdeB0NGyüzdeC4yüzdeB0LTERE_EKONOMyüzdeC4yüzdeB0K_yüzdeC4yüzdeB0LyüzdeC4yüzdeB0yüzdeC5yüzde9EKyüzdeC4yüzdeB0LERyüzdeC4yüzdeB0_yüzdeC4yüzdeB0VME_KAZANIYOR.html.
[56] “Türkiye-İngiltere Ekonomik İlişkileri İvme Kazanıyor”, DEİK, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.deik.org.tr/6016/TyüzdeC3yüzde9CRKyüzdeC4yüzdeB0YE_yüzdeC4yüzdeB0NGyüzdeC4yüzdeB0LTERE_EKONOMyüzdeC4yüzdeB0K_yüzdeC4yüzdeB0LyüzdeC4yüzdeB0yüzdeC5yüzde9EKyüzdeC4yüzdeB0LERyüzdeC4yüzdeB0_yüzdeC4yüzdeB0VME_KAZANIYOR.html.
[57] TİM (2014), “Ekonomi ve Dış Ticaret Raporu 2014”, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.tim.org.tr/files/downloads/raporlar/tim_ekonomi_ve_dis_ticaret_raporu_2014.pdf, ss. 73-74.
[58] TİM (2014), “Ekonomi ve Dış Ticaret Raporu 2014”, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.tim.org.tr/files/downloads/raporlar/tim_ekonomi_ve_dis_ticaret_raporu_2014.pdf, s. 126.
[59] “2 bin 760 İngiliz firması Türkiye’de” (2014), Londra Gazete, 27 Aralık 2014, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.londragazete.com/2014/12/27/2-bin-760-ingiliz-firmasi-turkiyede/.
[60] Eda Akalın, “TÜRKİYE’DE İNGİLİZ TİCARET ODASI (THE BRITISH CHAMBER OF COMMERCE OF TURKEY – BCCT)”, TOBB, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.tobb.org.tr/UlkeRehberi/Documents/Ulkeler/ingiltere/bcc_of_TR.pdf.
[61] Web sitesi için; http://www.bcct.org.tr/.
[62] Eda Akalın, “TÜRKİYE’DE İNGİLİZ TİCARET ODASI (THE BRITISH CHAMBER OF COMMERCE OF TURKEY – BCCT)”, TOBB, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.tobb.org.tr/UlkeRehberi/Documents/Ulkeler/ingiltere/bcc_of_TR.pdf.
[63] “Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 14.02.2019, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ingiltere-siyasi-iliskileri.tr.mfa.
[64] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 369.
[65] “Turist sayısında rekor!” (2015), Milliyet, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.milliyet.com.tr/turist-sayisinda-rekor-/ekonomi/detay/2002775/default.htm.
[66] T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, “Turist sayısı 41 milyonu, turizm geliri 26 milyar doları aştı”, Erişim Tarihi: 14.01.2020, Erişim Adresi: https://basin.ktb.gov.tr/TR-246545/turist-sayisi-41-milyonu-turizm-geliri-26-milyar-dolari-.html.
[67] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Birleşik Krallık'ın Ekonomisi”, Erişim Tarihi: 22.01.2020, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/birlesik-krallik-ekonomisi.tr.mfa.
[68] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Birleşik Krallık'ın Ekonomisi”, Erişim Tarihi: 22.01.2020, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/birlesik-krallik-ekonomisi.tr.mfa.
[69] Department of International Trade (2020), “UK Trade in Numbers September 2019”, Erişim Tarihi: 20.01.2020, Erişim Adresi: https://assets.publishing.service.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/836787/190924_UK_trade_in_numbers_full_web_version_final.pdf, s. 19.
[70] Türkiye İstatistik Kurumu, “Dış Ticaret İstatistikleri Veri Tabanı”, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://biruni.tuik.gov.tr/disticaretapp/menu.zul.
[71] Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı, “Türkiye ile Ticaret”, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: https://ticaret.gov.tr/yurtdisi-teskilati/avrupa/ingiltere/ulke-profili/turkiye-ile-ticaret.
[72] “Çanakkale ve Erivan'da 100. yıl anma törenleri” (2015), BBC Türkçe, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/04/150424_canakkale_1915_canli.
[73] “İngiltere sınav takvimini Ramazan’a göre değiştirdi” (2016), BBC Türkçe, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/01/160107_ingiltere_ramazan.
[74] “Kurban Bayramı 2015: David Cameron’un mesajı” (2015), Gov.uk, 23.09.2015, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: https://www.gov.uk/government/news/eid-al-adha-2015-david-camerons-message.tr.
[75] Birce Bora (2014), “‘İngiltere Hıristiyan bir ülke’ deyince...”, 22 Nisan 2014, Hürriyet, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/ingiltere-hiristiyan-bir-ulke-deyince-26270512.
[76] Web sitesi için; http://londra.yee.org.tr/.
[77] “UK-Turkey Relations and Turkey’s Regional Role” (2012), Government Response to the House of Commons Foreign Affairs Committee Report of Session 2010-12, Haziran 2012, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/ file/32945/2012-jun-uk-turkey-relations.pdf.
[78] Web sitesi için; http://www.britishcouncil.org.tr/.
[79] Kendisi aynı zamanda bir İngiltere vatandaşıdır. Bakınız; http://www.milliyet.com.tr/2007/10/08/siyaset/axsiy02.html.
[80] “Türkiye’nin beyin gücü yurtdışında eğitime 1,5 milyar dolar harcıyor” (2015), Milliyet, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.milliyet.com.tr/-turkiye-nin-beyin-gucu-egitim-2029136/.
[81] Bakınız; http://www.lse.ac.uk/europeanInstitute/research/ContemporaryTurkishStudies/Home.aspx.
[82] Web sitesi için; http://researchturkey.org/.
[83] Web sitesi için; http://ceftus.org/.
[84] Web sitesi için; http://www.bbc.com/turkce.
[85] Bakınız; https://www.independentturkish.com/.
[86] Bakınız; https://www.britishpathe.com/workspaces/0485f5ff21c809f0b82900a33b66ab88/Eski-Turkiye.
[87] Adem Yavuz Arslan (2014), “Londra’daki küçük Türkiye”, Aksiyon, 13 Aralık 2014, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.aksiyon.com.tr/dunya/londradaki-kucuk-turkiye_514788.
[88] Adem Yavuz Arslan (2014), “Londra’daki küçük Türkiye”, Aksiyon, 13 Aralık 2014, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.aksiyon.com.tr/dunya/londradaki-kucuk-turkiye_514788.
[89] “Türkler varken polise ne gerek var!” (2011), Sabah, 09.08.2011, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.sabah.com.tr/dunya/2011/08/09/turkler-varken-polise-ne-gerek-var.
[90] “İngilizlerin ikinci vatanı Fethiye” (2011), Sabah, 28.03.2011, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.sabah.com.tr/turizm/2011/03/28/ingilizlerin_ikinci_vatani_fethiye_oldu.
[91] Burada 3,5 yıl süreyle yaşadığım KKTC’deki gözlemlerim sonucunda böyle bir kanaate vardığımı belirtmeliyim. Ayrıca bu konuda bir yazım için; http://www.starkibris.net/index.asp?haberID=203844.
[92] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 358.
[93] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 359.
[94] Web sitesi için; http://www.aecr.eu/.
[95] “Erdogan’s AKP party joins Cameron’s conservative political family” (2013), EurActiv, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.euractiv.com/section/elections/news/erdogan-s-akp-party-joins-cameron-s-conservative-political-family/.
[96] Çiğdem Nas, “Cameron Ziyaretinin Ardından”, İKV, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://oldweb.ikv.org.tr/icerik.asp?konu=haberler&id=2761&baslik=yüzdeDDNGyüzdeDDLTEREyüzde20BAyüzdeDEBAKANIyüzde20DAVIDyüzde20CAMERONyüzde92UNyüzde20TyüzdeDCRKyüzdeDDYEyüzde20ZyüzdeDDYARETyüzDDyüzde20ARKASINDANyüzde20ByüzdeDDRyüzde20DEyüzdeD0ERLENDyüzdeDDRMEyüzde20YAZISI.
[97] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, s. 357.
[98] Bakınız; BBC Türkçe (2017), “İngiltere eski Dışişleri Bakanı Jack Straw: Kıbrıs bölünmeli, Türk tarafı tanınmalı”, 3 Ekim 2017, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41479266.
[99] “Britain carries out first Syria airstrikes after MPs approve action against Isis” (2015), The Guardian, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/world/2015/dec/02/syria-airstrikes-mps-approve-uk-action-against-isis-after-marathon-debate.
[100] “İngiltere’den, Kıbrıs’taki Üssü Devretme Önerisi” (2015), Star Kıbrıs, 24.11.2015, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.starkibris.net/index.asp?haberID=217271.
[101] “İngiltere garantörlükten vazgeçmeye hazır” (2016), Kıbrıs Gazetesi, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.kibrisgazetesi.com/?p=761064.
[102] Bu konuda güncel bir çalışma için bakınız; Ozan Örmeci & Sina Kısacık (2019), “2002-2017 Döneminde Kıbrıs Sorunu ve Türk Dış Politikası: Gordion Düğümü Henüz Çözülemedi”, içinde Türk Dış Politikası 2000'li Yıllar (editörler: Serkan Kekevi & Ömer Kurtbağ), Ankara: Berikan Yayınevi, ss. 47-116.
[103] Euronews (2019), “İngiltere ve Kıbrıs'tan Türkiye'ye 'sondaj' tepkisi”, 4 Ekim 2019, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2019/10/04/ingiltere-ve-kibris-tan-turkiye-ye-sondaj-tepkisi.
[104] CNNTürk (2019), “İngiliz Bakan Rumları kızdırdı”, 16 Mayıs 2019, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://www.cnnturk.com/dunya/ingiliz-bakan-rumlari-kizdirdi.
[105] “İngiliz Dış Politikasının Ortadoğu İkilemi” (2013), Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2013/09/17/ingiliz-dis-politikasinin-ortadogu-ikilemi/.
[106] Fadi Hakura (2011), “UK-Turkey Relations and Turkey’s Regional Role”, Chatham House, Eylül 2011, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/sites/files/ chathamhouse/public/Research/Europe/0511pment_hakura.pdf, ss. 5-6.
[107] Bakınız; “İngiltere Büyükelçisi: PYD’yi PKK ile aynı görmüyoruz” (2015), T24, 10 Ağustos 2015, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://t24.com.tr/haber/ingiltere-buyukelcisi-pydyi-pkk-ile-ayni-gormuyoruz,305731.
[108] NTV (2019), “İngiltere'den Barış Pınarı açıklaması: Türkiye tehdit altındaydı”, 15 Ekim 2019, Erişim Tarihi: 18.01.2020, Erişim Adresi: https://www.ntv.com.tr/dunya/ingiltereden-baris-pinari-aciklamasi-turkiye-tehdit-altindaydi,BQEgQOPoyUur_DcuXxaBcQ.
[109] “Britain to reopen embassy in Tehran this weekend after four years” (2015), The Guardian, 20 Ağustos 2015, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/world/2015/aug/20/britain-to-reopen-embassy-in-tehran-after-four-years-iran.
[110] İngiltere bankacılık sektöründe İran'la işbirliği yapmak istiyor” (2015), Sputnik Türkiye, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://tr.sputniknews.com/ekonomi/20150823/1017287199.html.
[111] Simon J. Smith (2019), “What US wants from UK on security after Brexit – and why this puts Britain in a tricky position”, The Conversation, 14 Ağustos 2019, Erişim Tarihi: 16.01.2020, Erişim Adresi: https://theconversation.com/what-us-wants-from-uk-on-security-after-brexit-and-why-this-puts-britain-in-a-tricky-position-121790.
[112] DW Türkçe (2020), “Gözaltına alınan İngiliz büyükelçi: Gösteriye değil anmaya katıldım”, 12 Ocak 2020, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/g%C3%B6zalt%C4%B1na-al%C4%B1nan-ingiliz-b%C3%BCy%C3%BCkel%C3%A7i-g%C3%B6steriye-de%C4%9Fil-anmaya-kat%C4%B1ld%C4%B1m/a-51972543.
[113] “‘Watershed moment’: UK starts building new permanent navy base in Bahrain” (2015), RT, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.rt.com/uk/320358-royal-navy-base-bahrain/.
[114] Wikipedia, “Overseas military bases of the United Kingdom”, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/Overseas_military_bases_of_the_United_Kingdom.
[115] Ali Balcı (2011), “Türkiye-İngiltere İlişkileri 2010”, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://works.bepress.com/alibalci/19/, ss. 362-363.
[116] Anshel Pfeffer (2015), “Is David Cameron the Most pro-Israel British PM Ever?”, Haaretz, 27 Nisan 2015, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.haaretz.com/israel-news/.premium-1.653847.
[117] Times of Israel (2019), “Boris Johnson set to move forward with anti-BDS law”, 16 Aralık 2019, Erişim Tarihi: 19.01.2020, Erişim Adresi: https://www.timesofisrael.com/boris-johnson-set-to-move-forward-with-anti-bds-law/.
[118] Anand Menon (2015), “Little England No More?: The United Kingdom Sends a Signal in Syria”, Foreign Affairs, 16 Aralık 2015, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-kingdom/2015-12-16/little-england-no-more.
[119] Matthias Matthijs (2013), “David Cameron’s Dangerous Game: The Folly of Flirting With an EU Exit”, Foreign Affairs, Eylül-Ekim 2013, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/western-europe/2013-09-01/david-cameron-s-dangerous-game.
[120] Peter Martin (2016), “After Empire: An Era of British Decline”, Foreign Affairs, 20 Ocak 2016, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/2016-01-20/after-empire.
[121] Jawad Iqbal (2015), “Does the UK remain a world power?”, BBC, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/uk-32317703.
[122] “Cameron’dan Putin Uyarısı” (2014), NTV, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.ntv.com.tr/dunya/camerondan-putin-uyarisi,FHKP_AhXdEyA3rNMvX-8qA.
[123] “Erdoğan ve Putin arasında IŞİD petrolü polemiği” (2015), BBC Türkçe, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/11/151130_putin_ucak.
[124] Bir özet için; Ozan Örmeci (2014), “Rusya’nın Ukrayna Politikasına Yönelik Eleştiriler ve Yeni Soğuk Savaş Tartışmaları”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2014/11/19/rusyanin-ukrayna-politikasina-yonelik-elestiriler-ve-yeni-soguk-savas-tartismalari/.
[125] “İngiltere yaptırımlara rağmen Rus gazını doğrudan satın almaya hazırlanıyor” (2014), Enerji Enstitüsü, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://enerjienstitusu.com/2014/03/26/ingiltere-yaptirimlara-ragmen-rus-gazini-dogrudan-satin-almaya-hazirlaniyor/.
[126] Cüneyt Kazokoğlu (2015), “Türkiye doğalgazda Rusya’ya ne kadar bağımlı?”, BBC Türkçe, 4 Aralık 2015, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/ekonomi/ 2015/12/151204_rusya_turkiye_dogalgaz_cuneyt_kazokoglu.
[127] Seçim hakkında bir analiz için; Ozan Örmeci (2019), “Birleşik Krallık’ta Brexit Seçiminin Galibi Muhafazakâr Parti”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 14.02.2020, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2019/12/13/birlesik-krallikta-brexit-seciminin-galibi-muhafazakar-parti/.
[128] “The economic consequences of leaving the EU” (2014), Centre for European Reform, Erişim Tarihi: 14.02.2016, Erişim Adresi: http://www.cer.org.uk/sites/default/files/publications/attachments/pdf/2014/ report_smc_final_report_june2014-9013.pdf.
[129] Jawad Iqbal (2015), “Does the UK remain a world power?”, BBC, Erişim Tarihi: 15.02.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/uk-32317703.