23 Haziran 2020 Salı

CFR Paneli: ABD-Çin İlişkilerinde Önümüzdeki Dönem: İşbirliği mi, Rekabet Mi?


ABD merkezli tanınmış düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi-CFR), 8 Haziran 2020 tarihinde ABD-Çin ilişkileri konulu önemli bir online panel[1] (The Way Forward for U.S.-China Relations—Collaboration or Competition? / ABD-Çin İlişkilerinde Önümüzdeki Dönem: İşbirliği mi, Rekabet Mi?) düzenlemiştir. Panele, konuşmacı olarak; Singapurlu deneyimli diplomat ve Singapur Ulusal Üniversitesi öğretim üyesi Kishore Mahbubani, ABD Başkanı Barack Obama döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Asya İşleri Yöneticisi olarak görev yapan Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi Evan S. Medeiros ve Bain & Company Yöneticisi Karen Harris katılmışlardır. Moderatörlüğünü Nicholas Kristof’un yaptığı panel, dünyanın en büyük iki ekonomisi ve en etkin iki siyasi gücünün son dönemde giderek gerginleşen ilişkilerinin analiz edilmesi ve geleceğe yönelik beklentilerin dile getirilmesi anlamında oldukça önemli bir akademik faaliyet olarak dikkat çekmiştir. Bu nedenle, bu yazıda bu panelde konuşulanlar özetlenerek, ABD-Çin ilişkilerinin gidişatına dair bazı öngörüler ifade edilecektir.

Panel kaydı

Panelin ilk konuşmacısı olan Bain & Company Yöneticisi Karen Harris, öncelikle, danışmanlık hizmeti sundukları ve Çin’le veya Çinli firmalarla iş yapan Amerikalı şirketlerin -ABD Başkanı Donald Trump döneminde başlayan ticaret savaşları nedeniyle- zaten bir süredir kendi tedarik zincirlerini değiştirme konusunda risk hesapları yaptıklarını ve iki ülke arasında bir tür ayrışma (decoupling) sürecinin başladığını ifade etmektedir. Koronavirüs (Covid-19) kriziyle birlikte ABD’de Çin’e bağımlılık duyulan sektörlerin (tıbbi ürünler, ilaç sektörü ve otomobil parçaları) daha da belirgin hale geldiğini belirten konuşmacı, Amerikalı şirketlerin bir gün içerisinde Çin’de ışıklarını kapatarak başka bir yere taşınamayacaklarını söylemekte ve bunun (decoupling) yıllarca devam edecek bir süreç olduğunu vurgulamaktadır. Amerikalı ve uluslararası şirketlerin ani tarifeler nedeniyle ekonomik kayba uğrama riskini göze alamayacaklarını da belirten Harris, ABD’de son dönemde küreselleşme ve ekonomik eşitsizliklerin önemli bir tartışma konusu haline geldiğini ve bunun Çin’le ticari ilişkileri olumsuz etkilediğini vurgulayarak, Çin’in etnik azınlıklara yönelik politikalarının da siyasi açıdan olumsuz bir etki oluşturduğunu sözlerine eklemekte ve bu nedenle ABD-Çin ekonomik ilişkilerinde olumlu bir gidişat beklemediğini söylemektedir. Harris, ayrıca, soru üzerine Hong Kong konusunda son yaşanan gelişmelere de değinerek, Çin’in son dönemde yaptıklarının önceki anlaşmalara uygun olup olmadığının tartışmalı olduğunu, ama herşeye rağmen Hong Kong’un Çin toprağı olduğunu vurgulamakta ve Çinli şirketlerin Hong Kong’un fırsatlarından (yetenek havuzu, Batı dünyasına erişim vs.) yararlanmayı ve genel merkezlerini buraya taşımayı düşünebileceklerini ifade etmektedir.

Panelin ikinci konuşmacısı olan Singapurlu emekli diplomat ve Singapur Ulusal Üniversitesi öğretim üyesi Kishore Mahbubani, ki kendisi kısa bir süre önce Has China Won? The Chinese Challenge to American Primacy (Çin Kazandı Mı? Amerikan Önceliğine Çin Meydan Okuması) adlı yeni kitabını[2] yayımlamıştır, sözlerine Doğu Asya bölgesindeki tüm ülkelerin bölgelerinde güçlü bir ABD varlığı görmek istediklerini belirterek başlamakta, bunun nedenini de ABD’nin varlığının bu bölgede piyasaların gelişimi ve istikrarın sağlanması anlamında faydalı olmasıyla açıklamaktadır. Ancak ABD’nin son dönemde uzun vadeli bir stratejisi olmadan Çin’le bir jeopolitik rekabet başlattığını belirten konuşmacı, ABD’nin tavrının öngörülemez ve dengesiz olduğunu söyleyerek, bölgedeki ülkelerin bu nedenle alarma geçtiklerini vurgulamaktadır. Bölge ülkelerinin ABD’nin varlığını desteklediklerini, ama aynı zamanda 4.000 yıldır orada olan Çin’le beraber yaşamaya da mecbur olduklarını hatırlayan Mahbubani, ABD’nin bu süreci daha iyi yönetebileceğinin altını çizmektedir. ABD’nin George F. Kennan’dan bu konuda dersler çıkarabileceğini belirten konuşmacı, Çin’e karşı çevreleme politikasının sonuç vermeyeceğini ve bunun yerine ABD’nin bölgedeki müttefik ve dostlarını arttırmak konusunda girişimler yapması gerektiğini vurgulamaktadır. ABD ile Çin’e jeopolitik rekabetleri konusunda 2-3 seneliğine “pause” tuşuna basmaları tavsiyesini veren Singapurlu konuşmacı, öncelikle koronavirüs (Covid-19) krizinden kurtulmak ve küresel ekonomiyi canlandırmak gerektiğini sözlerine eklemektedir. Moderatör Nicholas Kristof’un ABD ile Çin arasındaki jeopolitik rekabete neden olan gelişmelerde Çin’in hatalarının da (Uygurlara yönelik toplama kampları ve Hong Kong’daki “tek devlet, iki sistem” uygulamasının bozulmaya başlanması) etkili olduğunu hatırlatması üzerine ise, Mahbubani, bu konularda Çin’in uygulamalarını desteklemediğini ve bunları hatalı bulduğunu, ancak son 4.000 yıldır en iyi dönemlerini geçiren 1,4 milyarlık Çin halkının gidişattan memnun olduğunu belirterek, Çin’e yönelik rejim değişikliği politikalarının (Çin Komünist Partisi’nden kurtulmak vs.) gerçekçi olmadığını söylemektedir. Amerikalıların Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) adındaki “komünist” terimine aldanarak hatalı hareket ettiklerini belirten deneyimli diplomat, ÇKP’nin yıllar önce Deng Xiaoping döneminden başlayarak rejim ihracı politikasından vazgeçtiğini ve bölge ülkelerince artık bir tehdit olarak görülmediğinin altını çizmektedir. Bunun yanında, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i kötü gösterme ve şeytanlaştırma politikalarının akıldışı olduğunu ve Amerikalıların Cinping’le çalışmak zorunda olduklarını belirten Kishore Mahbubani, Amerikalıların Çin’i dönüştürme konusunda da hayalci davrandıklarını, zira Çin’in ABD’den çok daha köklü ve vatandaş sayısı 4 kat daha fazla bir devlet ve medeniyet olduğunu hatırlatmaktadır.

Panelin üçüncü konuşmacısı olan ve Başkan Obama döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Asya İşleri Yöneticisi olarak görev yapan Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi Evan S. Medeiros ise, sözlerine, ABD ile Çin arasındaki ilişkilerin güvenlik politikaları temelinde son yıllarda olumsuz bir gidişat yaşadığı ve düşük yoğunluklu risk algısının yüksek yoğunluklu risk algısına dönüştüğü tespitiyle başlamaktadır. Bu önlenemezse, yakın gelecekte ilişkilerin açık düşmanlık temelinde kurgulanmaya başlayacağını belirten Amerikalı konuşmacı, Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi'ndeki sorunları ise iki farklı kategoride değerlendirmektedir. İlk olarak, bu bölgelerde yaşanan sorunu bir askeri/güvenlik meselesi olarak değerlendiren Medeiros, Çin gemilerinin bu bölgelerde her gün boy gösterdiğini ve Malezya ve Vietnam gibi bölge ülkelerini taciz ettiğini iddia etmektedir. Bu bölgelerde deniz yetki alanları konusunda bir uzlaşı olmadığını hatırlatan konuşmacı, Çin'in bu bölgedeki nüfuzunu arttırmak için "tarihsel haklar" (historic rights) kavramını öne sürdüğünü, ancak bunun uluslararası hukukta yeri olmadığını vurgulamaktadır. Bu konunun giderek bir güvenlik riskine dönüştüğünün altını çizen Amerikalı akademisyen, buna karşın Hong Kong ve Tayvan konularının ABD-Çin ilişkilerinde daha öncelikli güvenlik riskleri olduğunu düşünmektedir. İkinci olarak, ABD-Çin rekabetinin ekonomik, teknolojik ve ideolojik mücadele olarak da devam ettiğini açıklayan Medeiros, bunun derinleşmesi durumunda ikili ilişkilerin yeni bir tür "Soğuk Savaş" halini bile alabileceğini iddia etmektedir. Amerikalı akademisyen, ülkesinin bölgeye askeri gemiler göndermeye de devam etmesi gerektiğini; zira ancak bu şekilde bölgedeki Amerikan müttefiklerine güven telkin edilebileceğini vurgulamaktadır. Medeiros, sözlerine, ABD'nin Trump yönetimiyle bazı hatalar yapmış olabileceğini, ama Çin'in de Şi Cinping yönetiminde sürekli olarak ekonomik, siyasi ve askeri olarak sınırları zorlamaya çalıştığını belirterek son vermekte ve bu anlamda hataların iki taraflı olduğunun altını çizmektedir. 

İkinci turda yeniden söz alan Karen Harris, ABD-Çin arasındaki gerilimin yeni bir "Soğuk Savaş"tan daha çok 20. yüzyıl başlarında yaşanan "Büyük Güç rekabeti"ne benzediğini söyleyerek başladığı konuşmasında, ABD-Çin ilişkilerinde bundan sonra Washington'ın uygulayabileceği iki farklı seçeneği olduğunu düşünmektedir. Bunlardan ilkinin ABD'nin Çin üstünlüğünü kabul etmeyerek ilişkileri çatışmaya sürüklemek olduğunu belirten konuşmacı, ikinci seçeneğin ise ABD'nin köşesine çekilerek etki alanları üzerinden Çin'i dengelemesi olduğunu söylemektedir. İkinci modelin tercih edilmesi durumunda Çin'le iklim değişikliği ve başka bazı konularda (terörle mücadele ve Kuzey Kore ilk akla gelen örneklerdir) işbirliği yapılabileceğini düşünen Harris, ancak bu yaklaşımın Başkan Trump yönetiminde olacağına ihtimal vermemektedir. Karen Harris, ayrıca, Avrupa Birliği'nin (AB) de küresel bir güç olmaya çalışması bağlamında Soğuk Savaş kalıbının (iki kutupluluk anlamında) geçerli olmadığını düşünmektedir. Harris, Hindistan'ın da yakın gelecekte önemli bir denge unsuru ve başlı başına bir güç olabileceğine dikkat çekmektedir. Amerikalı konuşmacı, son olarak, ABD ile Çin arasında doğrudan bir sınır sorunu olmadığını, ancak siber uzay ve uzay çalışmaları anlamında ABD, Çin ve Rusya ilişkilerinin riskler içerdiğini belirtmektedir.  

Kishore Mahbubani ise, ikinci turdaki konuşmasına, Çin'in ABD ile çalışmak konusunda uzun vadeli bir stratejisi olduğunu, ancak ABD'nin böyle bir stratejisinin olmadığını söyleyerek başlamaktadır. ABD'nin diğer bir eksikliğinin dünya düzeninin değiştiğini anlamamak olduğunu belirten Mahbubani, Çin ile Hindistan'ın devasa nüfuslarının da etkisiyle yakın gelecekte -geçmişte olduğu gibi- dünyanın en büyük iki ekonomisi olacaklarını ve 200 yıllık Batı hakimiyeti döneminin sona erdiğini iddia etmektedir. ABD başta olmak üzere tüm Batı dünyasının Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından zafer sarhoşluğuna kapıldığını ve Asya ülkelerinin dirilişlerini fark edemediğini belirten Singapurlu konuşmacı, Amerikalıların Çinlileri kendilerine benzetmek konusunda da çok dikkatli olmaları gerektiğini; zira Çinlilerin Amerikalıların süpergüce dönüşme aşamasındaki gibi (örneğin Theodore Roosevelt'in Başkanlığı dönemi) davranmaları durumunda, kendi bölgelerinde birçok savaş başlatmaları ve yayılmacı siyasete yönelmeleri gerektiğini iddia etmektedir. Roosevelt'in şu an Çin Devlet Başkanı olması durumunda Güney Çin Denizi'ni 24 saat içerisinde Çin kontrolüne alacağını iddia eden Mahbubani, bu anlamda Amerikalıların Çin Komünist Partisi ve Çin yönetimini eleştirmelerini mantık dışı bulmaktadır. Büyük güç psikolojisi ve politikasının zaman zaman kasları göstermek ve sertlik yapmak gerektirdiğini de belirten Mahbubani, bu anlamda on yıllardır hiçbir savaşa katılmayan ve son dönemde Hindistan'la yaşanan sınır çatışmaları haricinde sınır çatışmalarına bile girmeyen Çin'in -Batılı ülkelere kıyasla- daha barışçıl bir aktör olduğuna vurgu yapmaktadır. Asya'daki tüm ülkelerin artık Çin'in geri dönüşü ve büyük güce dönüşmesini durdurmanın imkânsız olduğunu kabul ettiğini belirten deneyimli diplomat ve akademisyen, bu anlamda ABD'nin Çin'le diyalog ve işbirliğini sürdürmesi gerektiğini düşünmektedir. 

İkinci turun son konuşmacısı olan akademisyen Evan S. Medeiros ise, Hu Jintao'dan Şi Cinping'e Çin'in giderek daha otoriter bir yapıya dönüşmesinin endişe verici olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında, Amerikalıların hiçbir zaman Çin'in dışa açılmasıyla birlikte Jeffersonvari bir demokrasi (Jeffersonian democracy) olmasını beklemediklerini ve Ronald Reagan, George H. W. Bush ve Bill Clinton döneminde uygulanan politikalarla ÇKP'den kurtulmanın da hedeflenmediğini söylemektedir. Amerikalıların Şi Cinping yönetimini eleştirmesinin temel sebebinin demokrasiden ziyade Pekin'in ekonomik gücünü diplomatik bir silaha çevirmesi ve giderek güçlenen ordusunu bölgesindeki diğer ülkelere karşı koz olarak kullanması olduğunu belirten Amerikalı akademisyen, bu anlamda Washington açısından sorunun Çin'in güçlenmesi değil, bu gücüyle ne yapacağı olduğunun altını çizmektedir. Çin'in Şi Cinping yönetiminde giderek daha Leninist ve otoriter bir yönetim olma yolunda sinyaller verdiğini iddia eden konuşmacı, bunun ise doğal olarak çatışmacı siyasete neden olacağını düşünmektedir. Çin ile ABD arasındaki rekabetin Batı ile Doğu arasında bir mücadele olmadığının da altını çizen Medeiros, Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong'un Foreign Affairs dergisinde yazdığı son makalesinde[3] kullandığı değerlerin Batı kaynaklı değerler olduğunu vurgulayarak, Şi Cinping ve mevcut Çin yönetiminin bilinçli öz çıkar (enlightened self-interest) yaklaşımına sahip olmadığını iddia etmektedir. Bu anlamda, Medeiros, Çin'in son dönemde güçlenmesiyle birlikte gücünü Amerikan çıkarlarının değil, küresel çıkarların aleyhine kullandığını düşünmekte ve bu nedenle ülkesinin Çin'le ilişkilerini gerdiğini vurgulamaktadır. ABD'nin tavrının bir zorunluluk olduğunu da vurgulayan konuşmacı, zira Japonya ve Avustralya dışında Çin'in Hong Kong'daki uygulamalarına tepki gösterebilen bir Asya ülkesinin olmadığını hatırlatmaktadır. 

Konuşmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; katılımcıların görüşlerini makul çerçevede tuttukları görülmekle birlikte, Kishore Mahbubani'nin Çin'e, Karen Harris ve Evan S. Medeiros'un ise ABD'ye daha yakın durdukları belirtilebilir. Harris'in en önemli tespitleri; ABD ile Çin arasındaki ticaretin kademeli olarak azalacağı öngörüsü ve Washington'ın Pekin'e karşı ya askeri/çatışmacı, ya da nüfuz alanları oluşturmak ve müttefikleri desteklemek suretiyle Çin'e daha ılımlı bir yaklaşım oluşturacağı yönündeki vurgusudur. Kishore Mahbubani'nin tartışmaya ve genel olarak literatüre en önemli katkısı, Asya yüzyılının ve Çin'in süpergüce dönüşmesinin artık önlenemez olduğu görüşü ve Çinlilerin diğer devletlere yaklaşımının Batılı devletlerin geçmişte güçlendikleri dönemde uyguladıkları politikalara kıyasla çok daha barışçıl olduğu görüşüdür. Evan S. Medeiros'un tartışmaya en önemli katkısı ise, Çin'in Şi Cinping döneminde uygulamaya başladığı iddialı tavırlarının ABD'den ziyade küresel siyasal ve ekonomik sistem açısından riskli olduğu ve ABD'nin politikalarında yumuşamaya geçilebilmesi için Çin'in de kendi tavırlarını gözden geçirmesi gerektiği yönündeki vurgudur. 

ABD-Çin rekabetine dair kanımca söylenmesi gereken en önemli unsur, Washington'ın Çin'in ekonomik liderliğinin olduğu yeni bir dünya düzeninde küresel liderliğini ve mevcut Bretton Woods sistemini nasıl koruyacağına dair stratejik planlamalarına başlaması gerektiğidir. Çin'in ekonomik liderliği, kesinlikle dünya düzenini artık Çin'in belirleyeceği anlamına gelmemekle birlikte, bunun Çin'in bölgesel ve küresel etkisini daha da arttıracağı yadsınamaz bir gerçektir. Bu anlamda, ABD, yeni dönemde yumuşak güç unsurlarını daha iyi kullanmak ve müttefikleriyle (başta AB olmak üzere) daha iyi ilişkiler kurmak zorundadır. Diğer bir seçenek ise, Çin'e karşı sertlik politikasına yönelmek ve bir Uzak Asya'da girişilecek büyük bir savaşın fitilini ateşlemek olabilir. Ancak bunun maliyeti çok çok ağır olacağı için, ABD, bunu yapmaya da cesaret edememekte ve Donald Trump döneminde ekonomik yaptırım, yüksek tarifeler ve siyasi suçlamalarla Çin'in yükselişini yavaşlatmaya çalışmaktadır. Trump'ın bu politikasını çok eleştirenler olmakla birlikte, Trump'ın rakibi Demokrat Joe Biden'ın da Çin konusunda hiç de ılımlı bir profil sergilemediğini bu noktada hatırlamak gerekir.[4] Bu anlamda, ABD-Çin rekabeti, 21. yüzyılda en önemli akademik ve siyasi tartışma konusu olmayı sürdürecek gibi gözükmektedir. Türkiye'de de bu konuda daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak her iki ülkeyle de yakın ilişkileri olan Avustralya, bu rekabetin ön cephesi ve en önemli fikirlerin yeşerdiği ülke olacak gibi gözükmektedir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/virtual-meeting-way-forward-us-china-relations-collaboration-or-competition.
[2] Kitap hakkında bir analiz için; http://politikaakademisi.org/2020/06/16/kishore-mahbubaniden-has-china-won-the-chinese-challenge-to-american-primacy/.
[3] Bakınız; https://www.foreignaffairs.com/articles/asia/2020-06-04/lee-hsien-loong-endangered-asian-century.
[4] Bakınız; https://www.brookings.edu/blog/order-from-chaos/2020/05/28/how-should-biden-handle-china/.

Hiç yorum yok: