30 Ekim 2021 Cumartesi

Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Mülakatı: Dünya Siyasetinde Güncel Gelişmeler

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 30 Ekim 2021 tarihinde Uluslararası İlişkileri Profesörü akademisyen Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ile "Dünya Siyasetinde Güncel Gelişmeler" konulu bir mülakat gerçekleştirdi. Aşağıdaki linkten bu mülakatı izleyebilirsiniz.



14 Ekim 2021 Perşembe

Dörtlü Güvenlik Diyaloğu: QUAD

Kısaca QUAD olarak adlandırılan “Quadrilateral Security Dialogue”, yani Dörtlü Güvenlik Diyaloğu, ilk kez 2007 yılında dönemin Japonya Başbakanı Abe Şinzo’nun (Şinzo Abe) girişimiyle Japonya, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avustralya ve Hindistan arasında başlatılan Asya-Pasifik veya yeni tabirle Hint-Pasifik bölgesine özgü bir güvenlik diyaloğu mekanizmasıdır. 2007 yılında Abe Şinzo’nun çabasıyla ilk kez dönemin ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Avustralya Başbakanı John Howard ve Hindistan Başbakanı Manmohan Singh arasında gerçekleşen görüşmelerle başlayan QUAD, ilerleyen yıllarda adı geçen ülkeler arasında daha önce benzeri görülmemiş çaptaki ortak askeri tatbikatlar ve 2017 yılında Donald Trump’ın Başkanlığında yeniden yapılan müzakereler neticesinde daha kurumsal ve resmi bir mekanizma hüviyeti kazanmıştır. QUAD, yükselen güç Çin Halk Cumhuriyeti’nin Güney Çin Denizi’nde artan etkinliği ve gücünü dengelemek amacıyla kurulduğu düşünülen bir yapıdır. Bu yazıda, QUAD hakkında yazılanları özetleyerek, AUKUS’la birlikte Asya-Pasifik bölgesinde etkili olma potansiyeli olan bu nispeten yeni girişim hakkında bilinenleri derlemeye çalışacağım.

QUAD, katılımcı ülkelerin profillerinden de anlaşılabileceği üzere, Asya-Pasifik bölgesindeki demokratik devletleri bir araya getirmeyi ve stratejik konularda uzlaşı sağlamayı amaçlayan bir yapıdır. 2004 yılında Hint Okyanusu’nda yaşanan büyük tsunami nedeniyle bu dört ülke arasında başlatılan diyalog -ki o dönemde “Tsunami Çekirdek Grubu” olarak adlandırılmıştır-, 2007 yılında yükselen Çin karşısında bazı güvenlik endişeleri oluşan Japonya’nın o dönemdeki Başbakanı Abe Şinzo tarafından ilk kez adı geçen dört ülkenin bölgesel güvenlik meselelerini konuşarak ortak politikalar geliştirmesi bağlamında gündeme getirilmiştir. Nitekim o yıl Filipinler’de yapılan ASEAN Bölgesel Forumu’nda bir araya gelen dört ülke, QUAD olarak adlandırılan girişime start vermişlerdir.[1] 2007 yılı Eylül ayında Bengal Körfezi’nde ilk kez büyük bir deniz tatbikatı düzenlenmesine vesile olan QUAD, Kevin Rudd’ın Başbakanlığı döneminde Avustralya’nın Çin’le yakın ilişkileri nedeniyle oluşuma pek destek vermemesi neticesinde bir süre duraklama evresine girse de, Donald Trump’ın ABD Başkanı olması ve Çin’e yönelik sert politikalar geliştirmesi neticesinde 2017 yılında adeta yeniden kurulmuş ve daha kurumsal bir hüviyet kazanmıştır.[2] 2017 yılı Kasım ayında gerçekleştirilen görüşmeler sonunda yayınlanan bildiriyle, QUAD’ın, Hint-Pasifik bölgesinin “özgür ve açık olması” temelinde bir uzlaşıya dayandığı ilan edilmiştir.[3]

QUAD ülkelerinin kurduğu stratejik dörtgen

Bu uzlaşıda Çin adı açıkça zikredilmese de -ki AUKUS için de bu durum söz konusudur[4]-, tüm uzmanlar, QUAD’ın da Çin’e karşı oluşturulduğu fikrindedirler. Yukarıda yer alan QUAD haritası da incelenirse, bu dört ülkenin de Güney Çin Denizi’ni çevreleyen stratejik bir konumda bulundukları ve Çin’in çevresinde yer aldıkları görülmektedir. Zaten Çin tarafı da, ilk günden beri, QUAD’ın kendisine karşı bir kuşatma stratejisine dayandığını (ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturduğu çevreleme politikası/containment policy’ye benzer şekilde) düşünmektedir.[5] Nitekim 2017 yılında QUAD yeniden kurulduğunda -ki buna o dönemde QUAD 2.0 da denmiştir-, Çin, buna anında tepki göstermiştir.[6]

QUAD bütünleşmesine dair “Asya NATO’su” yakıştırmaları da yapılsa da, böyle iddialı yorumlar yapmak için bence henüz erkendir. Zira bu ittifakın önünde ciddi bazı sorunlar ve meydan okumalar bulunmaktadır. İlk olarak, dörtlünün nüfus açısından en büyük ülkesi olan Hindistan, geleneksel olarak dış politikasında -kurulduğu günden beri- üçüncü dünyacı ve Bağlantısızlar Hareketi temelinde politikalar gütmüş bir ülkedir.[7] Hindistan’ın Çin karşıtı blok politikalarına yönlendirilmesi -Başbakan Narendra Modi'nin istekli tavrına rağmen- bu nedenle o kadar da kolay olmayabilir. İkinci olarak, dörtlünün ikinci büyük ekonomisi olan Japonya da, anayasasının 9. maddesini değiştirme yönünde Abe Şinzo ve diğer bazı sağ eğilimler Başbakanlarca yapılan girişimler olmasına karşın, henüz bu maddeyi (Adalet ve düzene dayalı bir uluslararası barışı samimiyetle arzulayan Japon halkı, ulusun egemen bir hakkı olarak savaştan ve uluslararası anlaşmazlıkları çözmek için güç kullanma tehdidinden veya kullanımından daimî şekilde feragat etmektedir. Devlete savaş hakkı tanınmaz.)[8] değiştirmemiş ve militarist politikalardan uzak durmaya gayret etmiştir. Üçüncü olarak, hem AUKUS, hem de QUAD’da yer alan Avustralya da, Çin’le birçok sektörde (örneğin yükseköğretim sektörü) çok yakın ekonomik ilişkileri olan bir devlettir. Nitekim Çin’le ilişkilerin bozulması, Avustralya’yı ekonomik olarak da zorlayabilecek bir faktördür. Ek olarak, dördüncü bir faktör olarak, bu dört ülkede de demokratik seçimler olduğu için -ki kuşkusuz demokratik seçimler her türlü siyasete izin verildiği anlamında değildir-, Kevin Rudd örneğinde olduğu gibi QUAD konusunda daha isteksiz ve bölgeyi askerileştirmek yerine ticaret odaklı düşünen liderlerin işbaşı yapmaları da imkân dahilindedir.[9] Beşinci olarak, QUAD’ın henüz ortak deklarasyonlar ve siyasi açıklamalar dışında kurumsal bir temeli, örneğin bir tüzüğü yoktur ve bu nedenle oluşumun kapsamı ve içeriği tam olarak bilinmemektedir.[10] Altıncı ve son olarak, Çin Halk Cumhuriyeti’nin güçlenen ekonomisine ve askeri modernleşme hamlelerine karşın geçmişinde herhangi bir askeri işgal ve savaş politikalarına yönelmemiş ve serbest ticaretle gelişen bir ülke olması, Pekin karşıtı distopyaları reelpolitik eksende geçersiz kılabilmektedir. Bu bağlamda, Çin karşıtı bu ittifakın temellerinde bazı sorunlar göze çarpmaktaysa da, ABD’nin büyük gücü sayesinde bu ittifak halen yoluna devam etmektedir. Nitekim 24 Eylül 2021 tarihinde, QUAD, yeni bir ortak açıklama yayınlamıştır. Bu açıklamada, Hint-Pasifik bölgesinin özgür ve açık olmasına yönelik temel ilke tekrar edilmiş ve uluslararası hukuka, navigasyon özgürlüğüne, sorunların barışçıl yöntemlerle çözümüne ve hukuk devletine vurgu yapılmıştır.[11] Bu bağlamda, Covid-19 pandemisine bağlı sorunlar belirtilerek, UNCLOS yani Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin geçerli olduğunun altı çizilmiştir. Ayrıca, QUAD liderleri, ekonomik ve teknolojik açıdan daha kapsamlı işbirliğine vurgu yapmışlar ve savunma ittifakından çok bu boyutu öne çıkarmışlardır.[12]

Sonuç olarak, Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e yönelen ABD’nin AUKUS ile birlikte en önem verdiği girişimlerden biri olan QUAD da yakından takip edilmelidir. Ancak, Çin tehdidi konusundaki önyargı ve şüphelere set çekmek isteyen Çin’in uluslararası hukuka uygun politikaları sürdükçe, bu tarz girişimler ABD’nin saldırgan taraf olarak algılanması dışında pek de bir işe yaramayabilir. Zira Çin, Kuşak Yol İnisiyatifi gibi projeler ve altyapı kalkınma hamleleriyle, bölgede gönülleri kazanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

KAYNAKÇA

 

[1] Mustafa Cem Koyuncu (2021), “Hint-Pasifik Bölgesinin “Yeni Yıldızı” QUAD: Zayıflıklar, Fırsatlar, Tehditler ve Avantajlar”, ANKASAM, 07.07.2021, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.ankasam.org/hint-pasifik-bolgesinin-yeni-yildizi-quad-zayifliklar-firsatlar-tehditler-ve-avantajlar/.

[2] The Diplomat (2018), “The Quad Reborn”, 27.04.2018, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://thediplomat.com/2018/05/the-quad-reborn/.

[3] Tan Ming Hui & Nazia Hussain (2018), “Quad 2.0: Sense and Sensibilities”, The Diplomat, 23.02.2018, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://thediplomat.com/2018/02/quad-2-0-sense-and-sensibilities/.

[4] Ozan Örmeci (2021), “ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya’dan AUKUS Girişimi”, Uluslararası Politika Akademisi, 16.09.2021, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2021/09/16/abd-birlesik-krallik-ve-avustralyadan-aukus-girisimi/.

[5] A.g.e.

[6] Shi Jiangtao & Laura Zhou (2017), “Wary China on ‘Quad’ bloc watch after officials from US, Japan, India and Australia meet on Asean sidelines”, South China Morning Post, 13.11.2017, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.scmp.com/news/china/diplomacy-defence/article/2119719/wary-china-quad-bloc-watch-after-officials-us-japan.

[7] Tan Ming Hui & Nazia Hussain (2018), “Quad 2.0: Sense and Sensibilities”, The Diplomat, 23.02.2018, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://thediplomat.com/2018/02/quad-2-0-sense-and-sensibilities/.

[8] Birth of the Constitution of Japan, “The Constitution of Japan”, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.ndl.go.jp/constitution/e/etc/c01.html.

[9] Sheila A. Smith (2021), “What’s Next for the Quad?”, Council on Foreign Relations. 30.09.2021, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/in-brief/quad-leaders-summit-indo-pacific-whats-next.

[10] Mustafa Cem Koyuncu (2021), “Hint-Pasifik Bölgesinin “Yeni Yıldızı” QUAD: Zayıflıklar, Fırsatlar, Tehditler ve Avantajlar”, ANKASAM, 07.07.2021, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.ankasam.org/hint-pasifik-bolgesinin-yeni-yildizi-quad-zayifliklar-firsatlar-tehditler-ve-avantajlar/.

[11] The White House (2021), “Joint Statement from Quad Leaders”, 24.09.2021, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2021/09/24/joint-statement-from-quad-leaders/.

[12] Sheila A. Smith (2021), “What’s Next for the Quad?”, Council on Foreign Relations. 30.09.2021, Erişim Tarihi: 14.10.2021, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/in-brief/quad-leaders-summit-indo-pacific-whats-next.

12 Ekim 2021 Salı

Tunus'un ve Arap Dünyasının İlk Kadın Başbakanı Necla Buden

 

"Arap Baharı" veya "Arap Devrimleri" olarak adlandırılan süreçte İslam dünyasında yaptığı demokratik reformlarla parmakla gösterilen bir ülke haline gelen Tunus, son dönemde çeşitli siyasal sorunlarla boğuşuyordu. Parlamenter demokrasinin layıkıyla uygulandığı bir ülke olmasına karşın, ekonomik sorunlar ve Covid-19 pandemisinin yarattığı sorunlar ve toplumsal huzursuzluk, ülkedeki demokratik siyaseti geriletmiş ve halkın sivil demokrasiye olan güvenini sarsmıştı. Bunun yanında, ABD ve İsrail'in bu bölgede demokrasiyi sakıncalı bulmaları ve Müslüman Kardeşler (İhvan) karşıtı sert bir siyasaya yönelmeleri neticesinde, Körfez ülkeleri ve diğer Arap monarşileri de Arap dünyasında filizlenen Tunus demokrasisinin gelişimine karşı set çekiyorlardı. Bu gelişmeler neticesinde, 2019 yılında bağımsız aday olarak girdiği Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, anayasal yetkilerini kullanarak 25 Temmuz'da meclisi askıya almış, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmış, Başbakan Hişam el Meşişi'yi azletmiş ve yayınladığı kararnamelerle yetkilerini genişletmişti. Bu yetkiler arasında; Bakanlar Kurulu'nun artık Meclis'e değil, Cumhurbaşkanı'na karşı sorumlu olması, Cumhurbaşkanı'nın Başbakanı atayacak, kabine üyelerini, hükümetin siyasetini ve kararlarını belirleyecek olması ve her türlü Cumhurbaşkanlığı kararını halk oylamasına sunma yetkisi gibi önemli haklar da vardı. Bu yaşananlar, Tunus'ta da Mısır'a benzer şekilde demokrasiden cayma olabileceği endişeleri yaratmasına, ana muhalefet partisi İslamcı Ennahda tarafından "sivil darbe" olarak nitelendirilmesine ve halkta da tepkilere neden olmasına karşın, Cumhurbaşkanı Said, 28 Eylül'de Tunuslu kadın akademisyen Necla Buden'i (Necla Buden Ramazan/Najla Bouden Romdhane) yeni hükümeti kurması için görevlendirdi ve demokrasi hedefinden bir sapma olmayacağını tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Böylelikle, Tunus demokrasisi, bazı reformlarla Fransa tipi bir yarı-Başkanlık modeline yakın bir biçim alarak yoluna devam edeceğini gösterdi. Bu yazıda, son dönemde Tunus'ta yaşanan gelişmeleri özetleyecek ve Tunus'un ve Arap dünyasının ilk kadın lideri olan Nucle Buden'in göreve başlamasının sembolik anlamını sizlere yorumlamaya çalışacağım.

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said'in Najla Bouden'e hükümeti kurması için yetki verdiği görüşmeden bir kare

1958 yılında Tunus'un merkezindeki Kayrevan vilayetinde doğan ve Jeoloji alanında doktora sahibi bir akademisyen olan Necla Buden, uzun süre Tunus El Manar Üniversitesi'ne bağlı Tunus Mühendislik Okulu'nda Jeoloji (Jeofizik) dalında öğretim üyesi olarak görev yapmış ve son olarak da Yüksek Öğrenim Bakanlığı'nda Dünya Bankası programlarının uygulanması üzerine çalışıyordu. Doktorasını Fransa'da Mines ParisTech'den almış olan Buden, eğitime yaptığı katkılar nedeniyle daha önce ülkesinde liyakat nişanına layık görülmüş önemli ama toplumca pek bilinmeyen bir isimdi. İyi düzeyde İngilizce ve Fransızca bilen Necla Buden, böylelikle Cumhurbaşkanı Said'in yoğun eleştirilere maruz kaldığı ve Tunus demokrasisinin var olma mücadelesi verdiği zor bir dönemde sorumluluk üstlenmiş oldu. Cumhurbaşkanı Said, Arap dünyasının ilk kadın Başbakanı'nı atayarak kendisine yöneltilen eleştirileri biraz olsun savuştururken, bu atamanın kadınları onurlandırdığı söyledi. Said, ayrıca, "Yeni hükümet yolsuzlukla mücadele etmeli. Sağlık, ulaşım ve eğitim dahil olmak üzere tüm alanlarda, Tunusluların taleplerini onların onurlarına yaraşır şekilde karşılamalı." diye konuştu. Yetkileri azalan bir Başbakan olarak görev yapacak olan siyaseten tecrübesiz Buden, buna karşın özellikle demokratik ülkelerden destek alabilecek bir kişi olarak sivriliyor. Zira Buden, Tunus ve Arap dünyasının ilk Başbakanı olarak tarihe geçiyor. Buden'in ilk önemli görevi ise, ekonomik olan zorda olan ülkeyi toparlamak için İMF (Uluslararası Para Fonu) ile müzakerelere başlamak ve yeni bir kredi alınmasını sağlamak olacak. Buden, hükümetini kurarak Meclis'ten güvenoyu almayı başardı ve Ekim 11 itibarıyla Tunus'un Başbakanı olarak yeni görevine başladı.

Benazir Butto ve Tansu Çiller

İslam dünyasında kadın liderler aslında bir ilk değil... Buna örnekler vermek gerekirse; seküler Müslüman bir devlet olan Türkiye'de Tansu Çiller daha önce ülkesinde Başbakanlık yapmış bir İktisat Profesörü olarak bu konuda Türkiye'nin diğer devletlerden ne kadar önde olduğunu ispatlayan bir kişiydi. Ayrıca Pakistan'da iki defa Başbakanlık yapan kadın lider Benazir Butto da İslamcı radikalizmle mücadele eden bu ülke için son derece önemli bir figürdü. Yine Bangladeş'te Başbakanlık görevine gelen iki kadın lider Begüm Halide Ziya ve Şeyh Hasina Vecid de bu açıdan tarihe geçen önemli örneklerdi. Endonezya'da Devlet Başkanlığı yapmış Megawati Sukarnoputri, eski Kosova Cumhurbaşkanı Atifete Jahjaga, Kırgızistan'da kısa süre Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan Roza Otunbayeva ve Senegal'in ilk kadın Başbakanı Mame Madior Boye de bu konuda verilebilecek diğer önemli örneklerdi. Ancak ilginçtir ki, İslam dünyasında kadın liderler olmasına karşın, Arap dünyasında kadın liderlere pek rastlanmıyordu. Bu nedenle, Necla Buden, İslam dünyasının değil ama Arap dünyasının ilk kadın Başbakanı (lideri) olarak tarihe geçti.

Necla Buden'in göreve başlaması kuşkusuz Müslüman kadınlar adına önemli bir kazanım olarak görülmeli. Zira kabul etmek gerekir ki, kadın hakları ve özgürlükleri konusunda İslam dünyasının durumu hiç de iç açıcı değil. Bu konuda zaten olumsuz olan tablo, son yıllarda yaşanan gelişmelerle birlikte daha da geriye gitmişti. İslamcı siyasetin yükselişinin kadınlarda yarattığı endişeler ve seküler ve militarist otoriter siyasetin de kadın hakları konusunda parlak bir sicilinin olmaması, bu konudaki ön yargı ve endişeleri güçlendiriyordu. Ancak Necla Buden'in atanması, umuyorum ki İslam dünyası ve dünya genelinde de bir olumlu gidişatın başlaması adına önemli bir dönüm noktası olur. Burada elbette kadın siyasetinin erkek düşmanlığı yapması ya da popüler ifadeyle erkekleri yemesi istenmiyor. İstenen, kadınlara da siyasette erkeklerle eşit şans ve koşulların sunulması ki elbette kadınlar bunu hak ediyorlar. Bu konuda Türkiye'de üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeli ve kadınların siyasete katılımını arttırmak ve teşvik etmek adına mutlaka aktif siyasette adayların en az yüzde 30'unun kadın olması zorunluluğu gibi bazı kota uygulamalarına yönelinmelidir. Elbette eşitsizlik durumu ortadan kalktığında ve toplum buna hazır hale geldiğinde buna gerek kalmayacaktır. Ancak şu an için, kadınlara daha fazla şans vermek adına yüzde 30 ve hatta yüzde 40 kota uygulaması bence gereklidir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 


6 Ekim 2021 Çarşamba

İstanbul Kent Üniversitesi’ndeki Uluslararası Kafkas Araştırmaları Semineri’nde Türkiye-Rusya İlişkileri Tartışıldı

 

Giriş

4 Ekim 2021 tarihinde İstanbul Kent Üniversitesi önemli bir etkinliğe sahne oldu. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hasret Çomak’ın organize ettiği Uluslararası Kafkas Araştırmaları Semineri, Türkiye ve Rusya’dan birçok akademisyenin katılımıyla gerçekleştirildi. Ben de, bu seminerde, Türkiye-Rusya ilişkilerine dair bazı gözlem ve görüşlerimi içeren bir sunum gerçekleştirdim. Bu yazıda, bu sunumda vurguladığım bazı hususları siz değerli okurlarımız için özetlemek isterim.

Seminer afişi

Türkiye'deki Rusya Algılaması: Üç Temel Grup

Öncelikle, Türkiye’de aydın-entelektüel, akademisyen ve genel olarak halkın Rusya’ya yaklaşımını üç temel kategoride toplayabiliriz. “Rusya karşıtları” diyebileceğimiz ilk kategori, Osmanlı döneminden gelen tarihsel rekabet ve Cumhuriyet döneminde Soğuk Savaş yıllarında yaşanan husumet nedeniyle, Rusya’ya karşı her koşulda olumsuz duygu ve düşünceler besleyen gruptur. Daha çok aşırı milliyetçi ve İslamcılardan oluşan bu grup, Rusya’nın Çarlık ve Sovyetler Birliği dönemlerinde Müslüman Türk toplumlarını kontrol altında tutması ve halen de çok sayıda Müslüman ve Türk soylu halka ev sahipliği yapmasından yola çıkarak, bu ülkeyi Türk dünyasının bir hasmı olarak tanımlamaktadır. Türkiye'nin Cumhuriyet döneminde geleneksel müttefiki haline gelen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa ülkelerinin de Rusya'ya karşıt akımlara ve kişilere çoğu zaman destek vermesi sebebiyle, bu grup, Türkiye'de özellikle sağ siyaset içerisinde oldukça güçlü ve aktiftir. "Rusya yanlıları" diyebileceğimiz ikinci kategori, Rusya'ya çeşitli sosyal-kültürel sebeplerle yakın ilgi ve hayranlık duyan ve sol-komünist siyasal gelenekten yetişmiş olmaları ve Rusya'nın da yakın zamana kadar dünyada komünizmin bayraktarlığını yapan etkili bir küresel güç olması sebebiyle bu ülkeyi siyaseten destekleyen kesimdir. Bu gruba, son dönemde, çok popüler bir lider olan Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin'in tarzı ve yaptıklarına hayranlık duyan daha milliyetçi-sağcı çevreler de eklenmiştir. "Nötr olanlar" dediğim ve kendimi de dahil ettiğim üçüncü kategori ise, Rusya değerlendirmelerini ve Türkiye-Rusya ilişkilerini ideolojik saiklerle değil, Türkiye'nin menfaatleri ve uluslararası hukuk ve yaygın pratiklere göre değerlendiren gruptur. Bu grupta yer alanlar, Rusya'nın haklı olduğu konularda Moskova'yı savunmaktan imtina etmedikleri gibi, Rusya'nın haksız olduğu konularda Moskova'yı eleştirmekten de geri durmamaktadırlar.

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Prof. Dr. Hasret Çomak

Türkiye-Rusya İlişkileri: Dezavantajlar

Peki, bu girişte sonra Türkiye-Rusya ilişkilerine dair dezavantajlarımızı sıralayalım. Öncelikle, kabul etmeliyiz ki, iki ülke, gelişen tüm ekonomik ve sosyal ilişkilere rağmen halen farklı kamplarda yer almaktadırlar. Türkiye, NATO üyesi ve Avrupa Birliği'ne (AB) tam üye olmaya çalışan, fakat Batılı müttefikleri tarafından dışlanan bir ülkedir. Rusya Federasyonu (Rusya) ise, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ), Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi uluslararası kurumlara öncülük eden ve özellikle Vladimir Putin liderliğinde Avrasyacı yönelimi artan bir devlettir. Bu anlamda, Türkiye Doğulu bir Batılı, Rusya ise Batılı bir Doğuludur. Bu, benim "ekonomik müttefiklik" olarak tanımladığım ilişkilerin "stratejik müttefiklik" seviyesine ulaşması yolundaki en büyük engeldir. Bunun yanı sıra, ikinci olarak, Türkiye, Rusya ile dış ticarette -Çin'le ilişkilere benzer şekilde- sürekli dış ticaret açığı veren bir ülke görünümündedir. İkili ticaret hacmi büyüse de, Türkiye'nin Rusya'dan yoğun doğalgaz alımlarının da etkisiyle, Ankara, Moskova'ya karşı sürekli dış ticaret açığı vermektedir. Bu durum, iki ülkenin ilişkilerinde bağımlılığın tek taraflı olarak gelişmesine ve bir tür "stratejik bağımlılık" durumu oluşması riskine neden olmaktadır. Bu nedenle, Türkiye'nin Rusya'ya yönelik mal ihracatını çeşitlendirmesi ve arttırması ve daha kritik metalar satması, bence ikili ilişkileri dengeye getirecektir. Üçüncü olarak, iki ülkenin dış politikada Suriye, Dağlık Karabağ ve Güney Kafkasya, Libya, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz gibi konularda ciddi görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu sorunlar yaşamsal nitelikte olmasa dahi, iki ülkenin birbirlerine karşı siyasi güven oluşturmalarına engel teşkil etmektedir. Özellikle 2011'den beri devam eden Suriye krizi, iki ülkeyi ilk kez bu kadar sert biçimde karşı karşıya getirmiş ve "jet krizi", "Karlov suikastı" ve son olarak da çok sayıda Türk askerinin Rusya destekli Suriyeli güçlerce şehit edilmesi (2020 İdlib Saldırısı) gibi istenmeyen olaylara neden olmuştur. Dördüncü olarak, Türkiye'de devlet ve aydınlar, tarihsel-kültürel etkiler ve ekonomik ve siyasal sebeplerle ABD ve AB'ye daha yakın bir görünüm arz etmektedir. Türk aydınlarının düşünce biçimi Batılıdır ve bu durum İslami siyaset için bile geçerlidir. Bu nedenle, Rusya'nın Batı karşıtı politikalarının Türkiye'de destek bulması her zaman kolay olmamaktadır. Beşinci olarak, Türkiye'nin temel siyasi hedefi, bölgesinde etkili ve bölgesel güç seviyesine ulaşmış bir demokrasi olmak iken, Rusya ve Rusya'ya yakın devletlerde demokratik rejime rastlanmamakta ve stratejik hedefler daima tek geçerli kriter haline getirilmektedir. Bu da, iki ülkenin stratejik konularda uyum sağlamasına yönelik bazı zorluklar çıkarmaktadır. Altıncı olarak, Türkiye'de Rusya'yı siyaseten gerçekten iyi bilen, çok iyi düzeyde Rusça konuşan ve Rus düşünce ve duygu dünyasına hâkim çok az sayıda aydın bulunmaktadır. Puşkin Ödülü sahibi şair-yazar Ataol Behramoğlu, tarihçi Profesör İlber Ortaylı ve gazeteci Hakan Aksay gibi isimler dışında, Türkiye'de Rusya'yı ve Rusça'yı akademik düzeyde ve derinlemesine bilen insanların sayısı son derece sınırlıdır. Bu da, ikili ilişkilerde uyumsuzluğa neden olabilmektedir. Rusya ise Türkiye ve Türkçe uzmanları konusunda  daha ileri seviyede olmasına karşın, kuşkusuz, Rusya'daki Türkiye uzmanları da ABD ve Avrupa ülkelerindeki imkânlara sahip değillerdir. Bunlar, ilişkilerdeki temel sorunlar olarak sıralanabilir.

Seminerin uluslararası katılımcılarından olan Rus akademisyen Dr. Veronika Tsibenko ile Japon akademisyen Dr. Keisuke Wakizaka

Türkiye-Rusya İlişkileri: Avantajlar

İkili ilişkilerin ivmelenmesine neden olabilecek çeşitli avantajlar da söz konusudur. İlk olarak, dış ticaret dengesizliğine karşın, iki ülkenin ekonomileri Amerikalıların "complementary" adını verdiği şekilde birbirini tamamlar niteliktedir. Türkiye, doğalgaz ve petrol açısından yetersiz bir ülke iken, Rusya, bu konularda çok şanslı ve dünyadaki nadir kaynaklara ve teknolojilere sahip bir devlettir. Bugün de, ikili ilişkilerdeki motor gücü enerji işbirliği oluşturmaktadır. Buna karşılık, Türkiye de tüketim malları konusunda oldukça başarılı bir üreticidir ve TÜSİAD üyesi Türkiye'nin büyük sermaye grupları çok kaliteli ve uygun fiyatlı tüketim malları üreterek bunları Rusya ve Avrupa ülkelerine satabilmektedir. Ayrıca, Türkiye, turizm sektöründe de Ruslar için bulunmaz bir nimet durumundadır ve Rus turistlerin en uygun ve güzel tatil geçirebilecekleri yer Türkiye'nin güney sahilleridir. İkinci olarak, iki ülkenin bazı konularda ortak değerleri bulunmaktadır. Laik bir devlet olmasına karşın dindar Müslüman bir halkı olan Türkiye, radikal İslam ve buna bağlı olarak gelişen terör hareketlerine karşıt duran ve IŞİD ve El Kaide gibi terör örgütlerine karşı aktif savaş veren bir ülkedir. Rusya da, hem kendi içerisindeki Müslüman halkın radikalleşmesinden endişe ettiği, hem de siyaseten bu tip hareketlere mesafeli olduğu için, iki ülkenin fundamentalist ve radikal hareketlere karşı birlikte hareket etmeleri kesinlikle abes bir durum değildir. Ayrıca, komünizm sonrası Rusya'nın Müslüman inancına saygı göstermesi ve bunu kendi ulusal kimliğine eklemleme çabası da iki ülkeyi birbirlerine yakınlaştırmaktadır. Bunlara ek olarak, "Batı'nın çirkin ördek yavrusu" muamelesi gören Türkiye ve yine Batı tarafından her daim şeytanlaştırılan Rusya'nın Batı şüpheciliği konusunda da uyum sağlamaları mümkünse bile, Türkiye'nin Batıcılığı kuşkusuz daha kalıcı bir eğilimdir. Üçüncü olarak, iki ülke liderleri Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan arasında seneler içerisinde güzel bir kimya oluşmuş ve iki liderin birbirlerine karşı güven duygusu gelişmiştir. Putin, son olarak, "Erdoğan'la her görüşmemiz sorunsuz geçmiyor. Ancak arkadaşlarımız bu konularda çalışarak sorunları çözmeye çalışıyorlar." gibi bir laf ederek, ilişkilerin kurumsal boyutuna dikkat çekmiştir. Buradan hareketle, dördüncü olarak, ilişkilerde artık durumu toparlayan ve krizi engelleyen Üst Düzey Stratejik İşbirliği Konseyi veya diğer ismiyle Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi gibi bir mekanizmanın var olduğunu belirtmek gerekir. Beşinci olarak, iki ülke, son yıllarda büyük projeleri birlikte başarıyla gerçekleştirmektedirler. Mersin-Akkuyu Nükleer Santrali, S-400 alımı ve son olarak Türk Akımı bunlara iyi bir örnektir. Dolayısıyla, iki ülkenin birlikte iş yapabilme kapasiteleri ve uyumları giderek artmaktadır ki bu da gelecek adına ümit verici bir durumdur. Altıncı olarak, Kadir Has Üniversitesi'nin yaptığı "Türk Dış Politikası Algıları" araştırmasının da gösterdiği üzere, Rusya, Türkiye'de halk tarafından ABD, İsrail, Ermenistan ve Avrupa ülkeleri gibi düşman algılanan bir ülke statüsünde değildir. Son yıllarda Rusya'ya karşı daha müspet bir bakış söz konusudur ki, Rus lider Vladimir Putin'e karşı da Türk halkında -entelektüel Murat Belge'nin Mustafa Kemal Atatürk için kullandığı- "korkuyla karışık saygı" (respect mingled with fear) gibi bir genel algı vardır.

Öneriler

Peki, durum buysa ikili ilişkiler nasıl geliştirilebilir? Öncelikle, iki ülkenin, ilişkilerinin daha fazla yıpranmasına ve kriz yaşanmasına engel olmak adına Suriye'deki iç savaş ve kriz durumuna barışçıl bir çözüm geliştirmeleri şarttır. Bu noktada Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Suriye'deki varlığı, Suriyeli Kürtlerin durumu, PYD/YPG/PKK'nın statüsü ve Suriyeli muhaliflerin geleceği gibi hususlar kritik tartışma konularıdır. İki büyük devlet, bu konularda karşılıklı işbirliği ve tavizlerle orta yolu bulabilir ve bu krize son verebilirler. Zira Suriye krizi en çok bu iki ülkeyi olumsuz etkilemiştir. Türkiye, 4 milyonluk büyük bir kitlesel göçe sahne olmuş, büyük insani ve askeri masraflar yapmış; buna karşın krizin kazananı olamamıştır. Rusya ise, Esad rejimini ayakta tutmak adına ciddi bir insan ve maddi kaynak aktarımı sağlamış ve bu nedenle ekonomisi beklenen ölçüde gelişememiştir. Bu nedenlerden ötürü, Suriye'de çözüm, en çok Rusya ve Türkiye'nin işine gelecektir. Bunun yanı sıra, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi adına gecikmeden bir Türk-Rus Üniversitesi'nin kurulması gerektiğini Prof. Dr. Hasret Çomak ve ben sıklıkla vurguluyoruz. Bu üniversitede ilişkilerin gelişmesi adına ders vermekten de şeref duyarız. Zira şunu asla unutmamalıyız ki, Türkiye ve Rusya, iki komşu devlet olarak birbirlerine katlanmaya mecburdurlar. Amerikalılar, Avrupalılar ve diğer milletler bu coğrafyaya geçici olarak gelebilirler; ancak Türkler ve Ruslar tarih boyunca burada olmaya devam edeceklerdir. Bu nedenle, her konuda anlaşamasak bile, ilişkilerimizi kriz ve kazalar olmadan yönetmenin formülünü geliştirmek zorundayız. Ayrıca Rusya'nın Avrupa piyasası ile kıyaslandığında oldukça ucuz olan Rus doğalgazını Türkiye'ye Türk Akımı'nın kapasitesi arttırılarak satmaya devam etmesi ve hatta Ankara'nın daha yoğun alımlara yönelmesi düşünülebilir. Ancak Rusya da, bu durumda, Türkiye'ye daha yoğun turist göndermek ve Türkiye'den farklı sektörlerde de mal tedarik etmek arayışına girerse, dış ticaret dengesi daha da bozulmaz. Bunların dışında, Rusya'nın siyasi özgürlükler konusunda daha olgun ve ileri bir ülke görünümü vermesi ve siyasi muhaliflere yönelik baskıların kaldırılması da, kuşkusuz, Türkiye'deki Rusya algısını güçlendirir ve halk ve aydın desteğini yükseltir. Ayrıca KKTC ve Azerbaycan gibi Türk devletlerinin haklarının korunması konusunda da Rusya'dan beklenen, daha tarafsız ve adil davranmasıdır ki, bu şekilde olursa ikili ilişkiler hızlı bir şekilde gelişebilir. Bu gibi temel meselelerin yanında, kuşkusuz, toplumsal kültürel ilişkileri daha da geliştirmek her iki devletin de temel hedefi olmalıdır. Son olarak, tarihsel husumetleri körüklemek yerine dostluk mesajları vermek ve tarihten Türk-Rus dostluğuna örnek figürler bulmak da daha doğru bir tavır olabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ