29 Nisan 2024 Pazartesi

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou ile Mülakat


Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou (Murteza Ocaklı), İstanbul Aydın Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi'nde Ekonomi ve Finans Bölümü öğretim üyesidir. Ojaghlou, eğitimini Ekonomi ve Finans ile Maden Mühendisliği alanlarında almış olup, 2024 yılında Makroekonomi alanında Doçentlik unvanını kazanmıştır. Ojaghlou, Türk asıllı olup, 1985 İran doğumludur. Dr. Ojaghlou, Payamenoor Üniversitesi-İran, Karadeniz Teknik Üniversitesi-Türkiye, Università Degli Studi di Napoli Parthenope-İtalya, Berlin School of Economics and Law-Almanya ve Warsaw School of Economics-Polonya gibi farklı yükseköğretim kurumlarında eğitim almıştır. Ojaghlou'nun bilimsel çalışmaları genellikle matematiksel makroekonomi, sayısal finans, uluslararası ticaret ve parasal politikalar üzerine odaklanmıştır. Ojaghlou'nun bilimsel çalışmaları ulusal ve uluslararası çeşitli saygın dergilerde yayımlanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Mortaza hocam, bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Mülakatımıza daha güncel konularla başlamak isterim. Yıllardır Türkiye’de yaşayan ve çalışan İranlı Türk asıllı bir akademisyen olarak, Türkiye’de halkın İran-İsrail gerginliği, Filistin Sorunu ve Gazze’de büyük trajedi gibi konulardaki genel eğilimleri hakkında gözlem ve görüşleriniz nelerdir? Sizce halkımız İran ve Filistin’e daha mı yakın duruyorlar, yoksa ABD’nin etkisiyle İsrail yanlısı tutum mu ağır basıyor?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: Bu fırsatı bana tanıdığınız için ben teşekkür ederim. Türk halkının İran-İsrail-Filistin ilişkilerine bakışı oldukça çeşitlidir ve büyük farklılıklar gösterebilir. Aslında İsrail konusu, İran-Türkiye ilişkilerine de sürekli gölge düşürmüş ve olumsuz etkilemiştir. Bu tutumlar, değişik siyasi liderlerin farklı yaklaşımları, güncel jeopolitik durumlar, zaman faktörü ve bölgesel dengeler gibi etkenlere bağlılık göstermektedir. Türk halkının İran’a bakışını özellikle İran-İsrail konusunda düşüncesini etkileyen bazı önemli dönemleri kısaca ele alarak açıklayabiliriz:

1. İran İslam Devrimi’nden Önceki Dönem (1924-1979): Reza Şah Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi dönemlerinde İran-Türkiye ilişkileri genellikle dostane ve iş birliği temelinde ilerledi. Her iki ülke de, bölgedeki siyasi ve ekonomik istikrarı korumak amacıyla birbirleriyle ilişkilerini güçlendirmeye çalıştı. Özellikle Reza Şah döneminde modernleşme ve Batılılaşma çabaları çerçevesinde Türkiye ile İran arasındaki iş birliği arttı. Hatta iki ülke arasında ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda somut iş birliği anlaşmaları imzalandı.

Muhammed Rıza Şah döneminde de bu iş birliği devam etti. Bu yıllarda İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, bölgedeki stratejik ortaklığı güçlendirmeye yönelikti. Bu dönemde diplomatik temaslar arttı, ticaret hacmi genişledi ve ortak çıkarlara dayalı iş birliği alanları geliştirildi. Bu dönemde iki ülkenin İsrail politikası hemen hemen aynı idi ve paralellik içermekteydi. Öyle ki, 29 Kasım 1947’de yapılan oylamada Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan ve 5 Arap ülkesiyle birlikte “Taksim” olarak bilinen 181. karara karşı oy kullanarak karşı çıktı. Ancak yapılan oylama sonucunda Filistin’in bölünmesi BM tarafından kabul edildi.

18 Aralık 1965 tarihi, Türkiye’nin hem Batı dünyasıyla, hem de Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkilerinde adeta bir dönüm noktasını teşkil etti. Çünkü belirtilen tarihte, Kıbrıs ile ilgili olarak BM Genel Kurulu’nda bir oylama yapılmıştı. Bu oylamada 4 devletin (ABD, Arnavutluk, İran ve Pakistan) ret oyuna karşılık, 47 devlet kabul, 54 devlet ise çekimser oy kullandı. O dönemde sayıları 40’ı aşan İslam ülkesinden sadece İran ve Pakistan’ın Türkiye’ye destek olması dikkat çekmiştir.

2. 1979-1990 Dönemi: 1979-1990 döneminde İran-Türkiye ilişkileri dalgalanmalar ve zorluklarla karşı karşıyaydı. 1979’da gerçekleşen İran Devrimi, bir İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanarak İran’ın iç ve dış politikasında önemli değişikliklere neden oldu. Bu dönem, aynı zamanda İran-Irak Savaşı’nın (1980-1988) yaşandığı bir zamana denk geldi; bu da İran’ın komşuları ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini daha da zorlaştırdı.

Türkiye ise, bu dönemde İran’a karşı dikkatli bir yaklaşım sergiledi. Türkiye, bölgedeki ekonomik ve diplomatik çıkarlarını korumaya çalışırken, aynı zamanda İran ile Batılı müttefikleri arasındaki ilişkilerini dengeleme zorluğuyla karşı karşıya kaldı. Arada yaşanan gerilim ve farklılıklara rağmen, her iki ülke de diplomatik ilişkileri ve ticari faaliyetleri sürdürdü. Ancak, bölgedeki genel dinamikler, özellikle İran-Irak Savaşı ve İran’ın devrimci hırsları, 1979-1990 döneminde İran ve Türkiye arasındaki ilişkileri karmaşık ve zaman zaman gergin hale getirdi.

3. Türkiye ile İsrail Arasında 1990'lardaki Stratejik Ortaklık Dönemi: 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’nin İsrail ile stratejik iş birliğine yönelmesi, İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilimlere neden olmuştur. İran, İslam Devrimi’nden sonra ABD ve Batı’yı düşman olarak görürken, İsrail’i de “Siyonist rejim” olarak tanımlayarak İslam ve devrim düşmanı olarak nitelendirmiştir. Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerinden zaten rahatsız olan İran, Türkiye’nin İsrail ile stratejik iş birliğinden de endişe duymuştur. Türk yetkilileri, bu iş birliğinin üçüncü bir ülkeye karşı olmadığını belirtmiş olsalar da, İran, bu iş birliğinin kendisine karşı olduğunu düşünmüştür. İran’ın bu düşüncesinde o dönemde yaşanan bazı gelişmeler de etkili olmuştur. Nitekim 1996’da, Türkiye, İran ile enerji konusunda özelikle doğalgaz anlaşmaları yaparken, aynı zamanda İsrail ile de çeşitli güvenlik anlaşmaları imzalamıştır. Bu anlaşmalar, İsrail’in teknolojik ve endüstriyel bilgilerinden yararlanmayı, askeri istihbarat ve tecrübe paylaşımını içermekteydi. Hatta bu dönemde Türkiye, İsrail ve ABD, Doğu Akdeniz’de ortak deniz tatbikatları düzenlemişlerdir. Bu gelişmeleri tehdit olarak gören İran ise, dönemin İslam Konferansı Örgütü (şimdinin İslam İşbirliği Teşkilatı) Tahran Zirvesi’nde Türkiye'nin İsrail ile olan ilişkilerini kınayan bir karar tasarısına destek vermiştir. Bu karar tasarısının kabul edilmesiyle, zirveye katılan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel zirveyi terk etmek zorunda kalmıştır. Bazı İranlı yetkililer, Türkiye-İran ilişkilerinde yaşanan krizlerde “Siyonist rejim”in etkili olduğunu iddia etmişlerdir.

Bunlara ek olarak, 1980-1990’lı yıllarda Türkiye’deki İslamcı hareketler, büyük ölçüde İran İslam Devrimi’nin etkisi altında kalmış ve hatta Türkiye’de sosyal demokrat-laik bireylere yönelik İran destekli olduğu düşünülen bazı suikastlar gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, İran’ın, Kudüs Gecesi, Büyükelçiler krizi ve Merve Kavakçı krizi gibi durumlarda ön planda olması, iki devlet arasındaki ideolojik çatışmanın bir yansıması olarak yorumlanmıştır. İran’ın Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşmasını Siyonist rejime karşı bir tehdit olarak görmesi ve buna karşı tepkiler vermesi, Türk halkının İran’a bakışını etkilemiştir.

4. Mahmud Ahmedinejad Dönemi (2005-2013): Mahmud Ahmedinejad'ın ilk Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türkiye ile ilişkiler, ideolojik etkenlerden uzaklaşarak karşılıklı çıkarları temel alan bir döneme evrildi. Bu süreçte, iki ülke arasında birçok üst düzey ziyaret gerçekleştirildi ve bu ziyaretler önemli adımların atılmasını sağladı. Özellikle, PKK/PJAK gibi ortak sorunlar üzerinde iş birliği, istihbarat paylaşımı ve enerji konusunda iş birliği gibi konular dikkat çekti. Ancak ikinci dönemde İsrail konusu bu ilişkilere Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile gölge düşürdü.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Ortadoğu’da demokratik reformları teşvik etmeyi ve istikrarı sağlamayı hedefleyen bir girişim olarak tanımlanıyor. İsrail, bu projede önemli bir rol oynamış ve bölgedeki güvenlik ve istikrarın kendi lehine sağlanmasında aktif bir şekilde yer almıştır. İsrail için BOP, kendi güvenliği açısından da önemlidir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, İsrail, Ortadoğu’daki genişleyen coğrafyaya ilgi göstermeye başlamıştır. Orta Asya ve Kafkasya’da yeni Cumhuriyetlerin ortaya çıkması, İsrail’e dar coğrafyasından kurtulma ve geniş bir ekonomik hinterlanda sahip olma fırsatları sunmuştur. İsrail, ayrıca Arap olmayan Müslüman ülkelerle ilişkilerini de daima geliştirmeyi hedeflemiştir. İsrail, bu dönemden başlayarak Türkiye ile askeri iş birliği ve Azerbaycan ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmiştir. Bu dönemde İsrail-Türkiye-Azerbaycan ekseninden dahi söz edilmiştir. İsrail, Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetleri ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve ekonomik yatırımların önünü açmıştır. Bu bölgede yaşayan Yahudi toplulukları da İsrail’in ilgi alanına girmiştir. Bu politika, İran Devleti ve halkını da etkilemiştir.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Irak Savaşı sonrası gündeme gelen Amerikan güdümlü bir girişimdir. BOP, İsrail için aynı anda hem fırsatlar, hem de meydan okumalar yaratabiliyordu. Teröre karşı savaşın öne çıkacağı yeni güvenlik anlayışında Filistin Sorunu merkezi sorun olarak algılanmaktan uzaklaşabiliyor ve demokrasi ve insan hakları konusunda duyarlı inisiyatif İsrail’i potansiyel ortak olarak görebiliyordu. İsrail ile ilgili negatif algılamaları daha az olan ülkelerin değerlendirilmesi, İsrail’in bölgesel politikalarda elini güçlendirebilir. Bu konuda yıllar önce okuduğum Hüseyin Bağcı ve Bayram Sinkaya’nın “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye: AK Parti’nin Perspektifi” çalışması önemli bir makaledir ve okunmasını tavsiye ederim.

Bu dönemde İsrail’in İran-Türkiye ilişkisine gölge düşüren bir diğer konu ise Kürecik Radar Üssü’dür. Kasım 2010’da NATO Lizbon Zirvesi’nde, tüm ittifak üyelerini kapsayan bir balistik füze savunma sistemi kurulması için bir stratejik plan yapıldı. NATO üyesi bir devlet olarak, Türkiye, topraklarında erken uyarı radar sistemi kurulmasını onayladı. Ancak Türkiye, radar istasyonunda toplanan tüm bilgilerin sadece NATO üye devletlerinin kullanımı için olacağını ısrar etti. Radar istasyonu, NATO’nun balistik füze saldırılarına karşı erken uyarı radarı olarak kullanılması için 2012’de kuruldu. Kürecik ve çevresindeki diğer insanlar, radar alanının duyurulmasından sonra karşıtlıklarını dile getirdiler ve protestolar düzenlediler.

Eylül 2011’de, İran, Türkiye’yi erken uyarı radarı kurması nedeniyle eleştirdi ve bu durumun savaş halinde İran füzelerinden İsrail’i koruyacağından endişe etti. Hatta bu son olaylarda (İran’ın 13 Nisan’daki misillemesi) bu radarların İran füzelerini tespitinde devreye girdiğini iddia edenler de oldu, ancak Türkiye bunu yalanladı. Unutmamak gerekir ki, Türkiye, NATO üyesi bir devlettir. NATO üyesi olmanın bazı zorluklarının olduğu bilinmelidir. NATO üyeliği, anlaşma gereği dolaylı olarak ABD’nin savunma doktrini çerçevesinde yer almayı gerektirir. Çünkü eski Fransız reis-i cumhuru De Gaulle’ün de ifade ettiği gibi, “NATO, Amerika’nın Avrupa ile ilişkisini yönetmek için var, Avrupa’nın Amerika ile ilişkisini değil”. De Gaulle, NATO’nun ABD’nin Avrupa’yı kontrol etme aracı olduğuna inanıyordu. O, ABD’nin Avrupa üzerindeki egemenliğine karşı çıkıyordu. De Gaulle, NATO hakkında şunları söylemiştir: “NATO, boş laflar akademisidir. Savunmanın, onun olmadan düşünülemez olduğu fikrini yerleştirerek, ulusal bağımsızlık duygumuzu uyuşturur. NATO, aslında bir aldatmacadır, Amerika’nın Avrupa’yı ele geçirmesi için bir kılıftır.

Öte yandan, ABD Milli Güvenlik Stratejisi belgesinde İran’ın öne çıktığına sık sık rastlanır. İran, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin bir parçası olarak ele alınan önemli bir aktördür. Bu belgede, İran’ın bölgesel istikrarsızlık, terörizm, nükleer programı ve bölgesel politikaları gibi konularda potansiyel tehditler olarak vurgulandığı görülmektedir. NATO üyeleri, karar alma süreçlerine aktif olarak katılsalar da, bireysel ülkelerin bağımsız hareketleri ittifak çerçevesinde sınırlıdır. NATO’nun oluşu, birliğinde ve kolektif savunma ve güvenliğe olan ortak taahhüdünde yatar. Özetle, Türkiye, özellikle ABD tarafından milli güvenlik tehdidi unsuru olarak gördüğü İran’la ilişkilerinde kolektif güvenlik ve aldığı kararlarda ABD ve NATO’yu göz önünde bulundurmak zorunda kalmaktadır. Nitekim, ABD’nin İran ve İranlılara karşı yaptığı ambargolarda Türk firmaları özelikle finansal kuruluşları sert bir şekilde uyduğu görülmektedir. Bu sebepten dolayı, NATO üyesi olan bir ülkenin dünyaya ve İran gibi NATO dışı ülkelere bakışı bazı zorluklar ve karmaşıklıkları içermektedir.

Bu faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda, Ahmedinejad döneminde Türk halkının İran’a bakışı karmaşık bir hâl aldı. Bazı Türkler, İran’ı komşu ve tarihi bağlarla bağlı bir ülke olarak görmeye devam etti ve Ahmedinejad yönetimini eleştirmek yerine, iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmek için çaba harcadı. Ancak bazıları, Ahmedinejad’ın dış politikası ve nükleer programı gibi konularda endişelerini dile getirdi ve İran’ı bölgedeki istikrarsızlığın bir kaynağı olarak gördü. Bu sebepten dolayı, bu dönemde Türk halkı arasında İran’a yönelik genel bir algı oluşturmak zordu; çünkü aynı anda çok farklı görüşler ve duygular mevcuttu. Bu tutum, İran tarafından da geçerli idi. Bu karmaşıklık 2010 yılında başlayan ve önceleri “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla daha da karmaşık hale geldi.

2010’da başlayan Arap isyanları, her iki ülke için de başlangıçta bölgedeki etkilerini genişletme fırsatı olarak görüldü. Türkiye, demokrasi ve ekonomik kalkınma modelinin olumlu bir şekilde algılanmasını umdu. İran ise kendi İslam Devrimi tarafından ilham alınan devrimlerin potansiyelini gördü. Türkiye, Arap ülkelerinde demokratik geçişleri destekledi, hatta İslamcı olmayan gruplara da destek sundu.  Ancak İran, bu isyanlara "Büyük Ortadoğu Projesi"nin devamı ve ABD-İsrail politikasının uzantısı olarak bakarak, müttefikler ve ABD etkisine karşı bir araç olarak gördüğü İslamcı grupları destekledi. Bu dönemde İran’ın mezhepçi politikalar izlediği izlenimi Türk halkına yansıdı. Bu ayrılık, özellikle Suriye üzerinde sürtüşmeye neden oldu. Türkiye, İran destekli Suriye rejimine karşı isyancıları destekledi. Bu, iki ülke arasında önemli bir anlaşmazlık noktası yarattı.

Sonuçta, Arap ayaklanmaları, İran ve Türkiye arasındaki bölgesel rekabetin daha derin bir sorununu ortaya çıkardı. Her iki ülke de bölgeye tarihi ve kültürel bağlara sahip olup, farklı motivasyonlardan dolayı etki alanı için rekabet ediyordu. Politik gerilimlere rağmen, ekonomik bağlar nispeten istikrarlı kaldı. Her iki ülke de özellikle İran’dan Türkiye’ye enerji ithalatından faydalandı. Arap ayaklanmalarının uzun vadeli etkileri hala gelişiyor. Bazı Arap ülkelerinde mezhepçi şiddetin ve istikrarsızlığın artması durumu karmaşık hale getirdi. Gerilimlere rağmen, İran ve Türkiye'nin ABD’nin geri çekilmesinden önce İran nükleer anlaşması gibi konularda iş birliği yapma yolları bulmuşlardır.  İran, Arap isyanlarını bir fırsat olarak görerek kendi nüfuzunu Suriye, Irak ve Lübnan’da artırarak İsrail’i Lübnan ve Suriye’den karadan kuşatmayı başardı. İran’ın bu anti-İsrail ve anti-Amerikan politikaları ile nüfuzunu artırması, mezhepçilik yaptığı algısını güçlendirdi.

5. Hasan Ruhani ve İbrahim Reisi Dönemleri (2013-2024): Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde (2013-2021), İran-Türkiye ilişkileri geçmişte olduğu gibi iş birliği ve zaman zaman gerginliklerle dolu bir dönem yaşadı. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler önemini korurken, ikili ticaret sürekli olarak arttı. Her iki ülke de, enerji, ticaret ve ulaşım gibi çeşitli alanlarda ortak girişimlerde bulundu. Türkiye’deki başarısız darbe girişimi Ruhani dönemine denk gelmiş idi. İran, Türkiye’deki darbe girişimi sırasında net bir tutum sergileyerek önemli ve pozitif bir rol oynadı. Üst düzey siyasi ve askeri yetkililer tarafından ilk saatlerde peşpeşe darbe karşıtı açıklamalar yapılmıştı. İran’ın o dönemki Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Türkiye’deki bu olayların başlangıç saatlerinde, darbe girişiminden hemen sonra ve ardından darbenin başarısızlığından sonra iki ayrı tweet atarak Türkiye’deki krizde seçilmiş iktidarın yanında olduğuna vurgu yapmıştır. Darbenin arkasında ABD’nin olduğunu iddia eden güçlerden birisi de İran’dı. Hatta İran askeri güçleri, Türkiye sınırında, darbecilerin İran’a kaçması veya darbecilerin kullandığı uçakların İran sınırlarına girmesine karşı da tedbirler almıştı. Konuyla ilgili bilgiyi eski İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi kamuoyuyla paylaşmıştı. İran, ayrıca FETÖ’nün ülkede okul açmasına izin vermeyen nadir ülkelerden biriydi. Fethullah Gülen’in “Ahirette Cennet’e giden yol İran'ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı?” şeklindeki beyanını da bu noktada hatırlamakta yarar var.

Ancak bunlara rağmen, bölgesel konularda farklılıklar halen mevcuttu, özellikle de Suriye konusunda. Her iki ülke de Suriye çatışmasına çözüm bulmayı amaçlarken, genellikle farklı tarafları desteklediler. İran, Beşar Esad rejimini desteklerken, Türkiye ise belirli Sünni muhalif grupları destekledi. Bu durum, zaman zaman sürtüşmelere ve anlaşmazlıklara neden oldu, özellikle de Suriye’nin geleceği konusunda. Ancak bu farklılıklara rağmen, her iki ülke de işlevsel bir ilişkiyi sürdürmenin önemini kabul ettiler ve Astana Zirvesi gibi iş birliklerine devam ettiler. Çünkü iki ülkenin ortak sınırları ve tarihi bağları bulunuyordu. Nitekim herhangi bir anlaşmazlığı ele almak ve bölgesel konularda ortak bir zemin bulmak için diplomatik diyaloglarını sürdürdüler.

Bu bilgiler ışığında tekrar soruya dönersek, Türkiye’de İran-İsrail gerginliği, Filistin Sorunu ve Gazze trajedisi gibi konularda halkın genel eğilimleri oldukça karmaşık ve çeşitlidir. Bu konulardaki görüşler, bireyler arasında farklılık gösterebilir, ancak bazı genel gözlemler ve görüşler şunlar olabilir:

  • Türkiye halkının büyük bir kısmı, Filistin halkının haklarını savunur ve İsrail’in Filistin topraklarındaki işgalini eleştirir. Bu, tarihsel dayanışma ve insan haklarına duyarlılıkla ilişkilendirilebilir. Filistin meselesi, Türkiye’de genellikle duygusal ve insani bir konudur ve halkın büyük bir bölümü Filistin’e destek verir. Türkiye ve İran arasındaki ilişkiler ise daha karmaşıktır. İki ülke arasında hem iş birliği hem de rekabet vardır. İran’ın İslam Cumhuriyeti olarak benzer bir dini ve kültürel geçmişi paylaştığı Türkiye ile ilişkiler, zaman zaman gerginliklerle de karşılaşabilir. Türkiye’nin ABD ve İsrail ile ilişkileri değişkendir. Bazı kesimler, ABD ve İsrail’in bölgedeki politikalarını eleştirirken, diğerleri daha işbirlikçi bir tutum sergileyebilir.
  • Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, Filistin meselesi ve Gazze trajedisi gibi konularda hassas bir denge gerektirir. Sonuç olarak, Türkiye halkının bu konulardaki görüşleri çeşitlilik gösterir. İran ve Filistin’e duyarlılık, tarihsel bağlar ve bölgesel dinamikler, bu görüşleri şekillendirir. Ancak kesin bir genelleme yapmak zordur, çünkü her birey kendi düşüncelerine sahiptir.
  • İranlılar genellikle kültürel ve dini benzerlikler nedeniyle Türkiye’yi sever ve turistik açıdan tercih ederler. Ayrıca, Türkiye’nin tarihi yerleri, doğal güzellikleri ve alışveriş olanakları da İranlı turistler için çekicidir. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrasına gelince, Türkiye ve İran, Gazze’deki duruma ilişkin, çoğunlukla kendi jeopolitik çıkarlarını ve ideolojik duruşlarını yansıtan güçlü görüşlerini dile getirdiler. Türkiye, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini açıkça kınadı ve derhal ateşkes çağrısında bulundu. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hamas da dahil olmak üzere Filistinlilerin sadık bir destekçisi olmuş ve İsrail’in politikalarını soykırıma benzeterek açıkça eleştirmiştir.
  • Lakin sert söylemlerine rağmen, Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini sürdürüyor ve İsrail, Türkiye’nin kendisi de dahil olmak üzere çeşitli çevrelerden eleştiri alıyor. İran ise, İsrail’i Gazze’ye yönelik saldırıların devam etmesinin bölgenin kontrolden çıkmasına neden olabileceği konusunda uyardı. İran, Hamas’ın açıktan destekçisi olmuş ve ABD’yi de İsrail’e askeri destek sağladığı için kınamıştır. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan (Hossein Amir-Abdollahian), Gazze’deki durum düzelmezse bunun ciddi sonuçlara ve potansiyel olarak daha geniş bir bölgesel çatışmaya yol açabileceğini belirtti.

Sonuç olarak, her iki ülke de Gazze’deki duruma kendi geniş bölgesel politikalarının merceğinden bakıyor ve konuyu uluslararası sahnede kendi konumlarını göz önüne alarak yaklaşıyor. Türkiye’nin yaklaşımı güçlü siyasi açıklamaları devam eden ekonomik ilişkilerle birleştirirken, İran’ın tutumu olası askeri gerilime ilişkin uyarıları ve Filistinli gruplara desteği içeriyor. Bu konumlar, Ortadoğu’yu karakterize eden diplomasi, ideoloji ve bölgesel güç dinamiklerinin karmaşık etkileşimini yansıtıyor. Sert retoriğe rağmen, Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini sürdürmektedir. Bu hem Türkiye içinde, hem de İran’da çeşitli eleştirilere yol açmıştır. Türk halkı, her zaman Filistin meselesine hassas olmuştur; ancak bir yandan da genellikle Ortadoğu’daki çatışmalardan uzak durmayı tercih etmiştir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: İran İslam Cumhuriyeti, yıllardır Batı dünyasından dışlanmasına, çok ağır yaptırımlara maruz kalmasına ve içeride birçok karışıklık ve zorluk yaşamasına rağmen giderek bölgesel etkisini arttırıyor. Öyle ki, İran etkisi artık bölgedeki birçok ülkede hissediliyor ve dahası, İran’ın nükleer silahlara erişmesi ve ciddi bir nükleer cephanelik oluşturması durumunda bölgesel bir süper güç olması bekleniyor. Sizce İran, İslami rejim döneminde başarılı oldu mu ve İran halkının rejime genel yaklaşımı nedir?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran İslam Cumhuriyeti'nin 1979’daki devrimden beri karşı karşıya olduğu zorluklara rağmen bölgesel etkisini artırdığı doğrudur. Batı yaptırımları, iç siyasi çekişmeler ve sosyoekonomik zorluklar gibi engellere rağmen, İran, Ortadoğu’da önemli bir siyasi ve askeri güç olarak konumunu sağlamlaştırdı. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler ve Irak’taki milis gruplar gibi bölgedeki çeşitli aktörlere verdiği destekle açıkça görülüyor.

Ancak İran'ın “başarısı”nın nasıl değerlendirileceği karmaşık bir sorudur. Rejimin savunucuları, eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda önemli ilerleme kaydedildiğini ve ulusal bağımsızlığı koruduğunu vurgulamaktadırlar. Buna karşın, ülkedeki ve ülke dışındaki muhalifler, siyasi baskı, insan hakları ihlalleri ve ekonomik eşitsizlik gibi konularda rejimin eleştirisini yapmaktadırlar.

İran halkının rejime genel yaklaşımı da karmaşıktır. Rejime desteğin zamanla dalgalandığı ve farklı demografik gruplar arasında önemli farklılıklar olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine İran halkı yüzde 49 katılım göstermiştir ki, bu bizim için önemli bir göstergedir. Zira uzmanlara göre, İran’daki seçimler diğer ülkelerinkiyle farklı konsepte sahiptir. Bu seçimler, adeta İran İslam Devrimi’ni sevenler ile sevmeyenler arasında gerçekleşir. İbrahim Reisi, Mohsen Rezaei (Mohsen Rezaee), Ghazizadeh (Amir-Hossein Ghazizadeh Hashemi) gibi aşırı muhafazakâr adayların bulunduğu bir seçimde yüzde 49 katılım, İran halkının en az yarısının Devrim Muhafızları’nı desteklediği anlamına gelmektedir. Uluslararası medyada yansımasa da, bu oran azımsanmayacak bir desteği göstermektedir. Ourworldindata.org’un verilerine göre,  yılında ulusal hükümetlerine güvenen kişilerin oranlarına bakıldığında; İran’da bu oran  ve Türkiye’de  civarındadır (OECD raporuna göre  yılında Türkiye’de bu oran  olarak kaydedilmiştir[1]). Ancak, unutulmamalıdır ki,  yılı, İranlılar için en zor yıllardan birisidir. Zira ABD tarafından İran’a uygulanan "maksimum baskı" politikasının zirveye ulaştığı bir yıldır.

Sonuç olarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin son 40 yılı karmaşık bir başarı ve başarısızlık hikâyesi olmuştur. Rejim, bölgesel bir güç olarak önemli bir konum elde etmeyi başarmıştır; ancak bu başarıların ışığında ambargo gibi faktörlerle siyasi baskı, insan hakları ihlalleri ve ekonomik sıkıntılar ve eşitsizliği fırsat maliyetine yapmıştır. İran halkının rejime bakış açısı da karmaşıktır ve zamanla ve farklı demografik gruplar arasında değişmektedir. Bu bağlamda diğer önemli konu İran’nın nükleer başarısı ve hırsıdır. İran’ın nükleer programı, bölgedeki en önemli güvenlik endişelerinden biri olmaya devam etmektedir. Rejim, nükleer programının barışçıl amaçlı olduğunu savunurken, ABD ve diğer Batılı ülkeler, İran’ın nükleer silah geliştirmeye çalıştığına inanmaktadır. Eğer İran nükleer silah elde ederse, bu bölgesel güç dengesini önemli ölçüde değiştirebilir ve Ortadoğu’da bir nükleer silahlanma yarışına yol açabilir. Bu durum, ABD Merkez Komutanı General Michael Kurilla’nın 2023’te kongreye sunduğu raporunda, İran’ın nükleer silahlara sahip olması durumunda Ortadoğu’yu bir gecede sonsuza dek değiştireceğini ifade etmiştir. Bu durum, İran’ın bölgesel nüfuzunu artırmasına ve rakiplerini caydırma yeteneğini geliştirmesine olanak verebilir. Nitekim Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, 24 Nisan’da, “İran’ın bir nükleer bomba geliştirmesi için haftalar kaldı, aylar değil” demiştir.

Bir ekonomist olarak bana sorarsanız, hidrokarbon zengini bir ülke için nükleer teknolojiye yatırım yapmak ve bu sebepten dolayı yıllarca sert ambargoya maruz kalmak ekonomik açıdan mantıklı değil. Ancak, İran gibi bir ülke için nükleer teknolojinin stratejik önemi de göz ardı edilmemelidir. Nükleer teknoloji, İran’ın bölgedeki etkisini artırabilir ve caydırıcı bir güç olarak kullanılabilir, özellikle İsrail ve ABD gibi potansiyel rakipler karşısında. Nükleer teknolojinin kazanılması, İran’ı bölgedeki diğer aktörlerle müzakere masasında daha güçlü bir konuma getirebilir. Ayrıca, nükleer silah sahibi olmak istememelerine rağmen, nükleer programları sadece savunma amaçlarıyla sınırlı olmayabilir; aynı zamanda ulusal güvenliklerini sağlamak ve dış müdahalelere karşı bir kalkan oluşturmak için de kullanılabilir. Lakin bu tür bir nükleer programın geliştirilmesi ve sürdürülmesi uluslararası alanda sert tepkilere neden olabilir. Dolayısıyla, nükleer teknolojiye yatırım yapmanın ekonomik zorlukları olduğu kadar, uluslararası ilişkilerde de belirli riskler taşıdığı unutulmamalıdır. Bölgesel bir nükleer savaş riski artabilir ve İran, daha da fazla uluslararası izolasyona maruz kalabilir. Ayrıca, İran’ın olası sahip olacağı nükleer silahları, bölgedeki diğer aktörleri de kendi nükleer programlarını geliştirmeye teşvik edebilir.

Son tahlilde, İran’ın başarısı veya başarısızlığı, bakış açısına bağlı olarak değişebilir. Bölgesel güç olarak etkisini artırması ve bölgede güç göstermesi, İran halkının gururunu okşayan bir durum olarak gözlemleniyor. Bu, İranlıların tarihsel güçleri ve imparatorlukları ile Batı’nın son 150 yılda İran'a karşı baskıcı ve küçümseyici bakış açısından kaynaklanıyor. İran İslam Cumhuriyeti, bu aşağılayıcı bakış açısına son verdi ve İran’ı geçen 250 yılda sürekli toprak kaybeden konumdan Ortadoğu’da genişleyen ve özellikle son zamanlarda İranlılara tarihlerindeki “Büyük İran” veya “İran Platosu Kültürü” mirasını hatırlattı; bu da onların gururunu okşadı ve bunlar başarı olarak değerlendirilebilirken, içerideki az da olsa bazı etnik ve dini çatışmalar ve halkın rejime karşı tutumu, başka bir açıdan başarısızlık olarak yorumlanabilir. Yıllarca ambargo altında kalması, özellikle Donald Trump döneminde İranlılar için zorlu günler yaşattı. Ancak, İranlılar, bu zorlukların ana nedeninin ambargo ve Batı’nın çifte standartları olduğunu biliyorlar. Zira İran, hem bölgesel faaliyetlerini, hem de nükleer faaliyetlerini uluslararası yasalara uygun olarak yürütmektedir. İran’ın Suriye’deki faaliyetleri Esad rejiminin resmi daveti üzerine gerçekleşmiş ve nükleer faaliyetler de NPT anlaşmasına taraf olan İran’a tanıdığı haklar çerçevesinde gerçekleşmektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Biraz kendi alanımız olan yükseköğretime dönersek, Türkiye ve İran’daki eğitim sistemleri ve bunların başarı düzeyi hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Sizce iki ülkenin birbirlerinden öğrenebilecekleri konular ve iş birliği yapabilecekleri alanlar mevcut mu?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran ve Türkiye, tarihleri, kültürel yapıları ve siyasi bağlamları tarafından şekillendirilmiş farklı eğitim sistemlerine sahiptir. İran’daki eğitim sistemi merkeziyetçi bir yapıya sahiptir ve (3+3)+(3+3) şeklinde düzenlenmiştir. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise seviyelerini içerir ve eğitim ilkokul düzeyine kadar zorunludur. Müfredatında İslam dersleri, Farsça, matematik, fen bilimleri, yabancı dilleri (genellikle İngilizce ve Arapça) ve sosyal bilimler önemli yer tutar. Ayrıca, din eğitimi de müfredatın önemli bir bileşenidir. Üniversiteler, lisans ve lisansüstü programlar sunar ve yüksek öğrenim kurumları genellikle uzmanlaşmıştır.

Türkiye’deki eğitim sistemi ise 4+4+4 yapıya sahiptir ve okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise seviyelerini içerir. Eğitim 12 yıl boyunca zorunludur ve müfredatı Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilimler ve yabancı dilleri kapsar. Lâik eğitim anlayışı baskındır. Türk üniversiteleri çeşitli programlar sunar ve yüksek öğrenim kurumları daha çeşitlidir.

İran’da öğretim dilinin ana dili Farsça’dır ve cinsiyet ayrımı okullarda yaygındır; üniversite öncesi kızlar ve erkekler genellikle ayrı sınıflarda eğitim alır. Türkiye’de ise öğretim dili Türkçe’dir ve karma eğitim yaygındır; kızlar ve erkekler birlikte okurlar. Ayrıca, İran’da İslami değerler eğitimde önemli bir rol oynar ve din dersleri zorunludur. Türkiye’de ise zorunlu din derslerine karşın daha ziyade lâik prensipler eğitimi yönlendirir. Ancak ilginç olan, din baskısı çıktısı açısından ters durum söz konusudur.  Ourworldindata.org verilerine göre, İranlıların yüzde 84,2’si bilime güveniyor, ancak Türklerdü bilime güven söz konusudur. CEOWORLD dergisi tarafından 2024 yılında gerçekleştirilen “Dünyanın En (ve En Az) Dindar Ülkeleri” başlıklı araştırmaya göre, Türk nüfusunun  ve İranlıların 'ü dindar olarak sınıflandırılmaktadır.

Öğretmen eğitimi açısından, İran’da öğretmenler pedagoji, alan bilgisi ve din eğitimi alanında eğitim alırlar. Türkiye’de ise öğretmen eğitim programları pedagoji ve alan bilgisi üzerine odaklanır. Özel eğitim alanında ise, İran’da da özel okullar mevcuttur, ancak daha az yaygındır. Türkiye’de ise özel okullar çok yaygındır ve alternatif eğitim sunarlar. Her iki ülkenin eğitim sistemi, kendi benzersiz kültürel ve tarihsel bağlamını yansıtmaktadır.

Her iki ülkenin eğitim sisteminin de kendine özgü güçlü ve zayıf yönleri vardır. Her iki eğitim sisteminde de merkeziyetçi bir yapı söz konusudur. Merkezî sınavların önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Türkiye’nin eğitim sistemi daha esnek ve yeniliklere açıkken, İran’ın eğitim sistemi daha disiplinli ve temele dayalıdır. Her iki ülkenin de eğitimde karşı karşıya olduğu zorluklar vardır. Bu zorlukların üstesinden gelmek için iki ülkenin de birbirinden öğrenebileceği şeyler vardır.

İş birliği olanakları ise bence şu konular etrafında geliştirilebilir:

Müfredat Geliştirme: İki ülke, ortak müfredat geliştirilmesi ve eğitim materyalleri paylaşımı konusunda iş birliği yapabilir.

Öğretmen Değişimi: İki ülke, öğretmenlerin birbirlerinin okullarında misafir öğretmen olarak görev almalarını sağlayabilir.

Ortak Araştırma Projeleri: İki ülke, eğitimdeki ortak sorunlara çözüm bulmak için ortak araştırma projeleri yürütebilir.

Eğitimde Teknoloji Kullanımı: İki ülke, eğitimde teknoloji kullanımını geliştirmek için iş birliği yapabilirler. Üniversite eğitimine gelince, iki ülkede hemen hemen aynı vaziyette kategorize edilebilir. Aşağıdaki tablo, İran ve Türkiye'nin çeşitli akademik alanlardaki dünya sıralamalarını karşılaştırarak önemli bir bilgi sunuyor. Mühendislik alanında İran’ın Türkiye’den biraz daha iyi bir konumda olduğu görülüyor.

Scimago Journal & Country Rank verilerine göre, Türkiye ve İran'ın bilimde dünyadaki konumu:

Alanİran’ın Dünya SıralamasıTürkiye’nin Dünya Sıralaması
Bilgisayar Bilimi2220
Biyokimya, Genetik ve Moleküler Biyoloji1620
Fizik ve Astronomi1821
İşletme ve Yönetim2316
Matematik1415
Malzeme Bilimi1316
Mühendislik1316
Tıp1615

Bu tabloya göre, her iki ülkenin de belirli akademik alanlarda güçlü yönlerinin olduğunu ve farklı disiplinlerde farklı dereceler elde ettiklerini gösteriyor. Bu bilgi, her iki ülkenin de akademik araştırma ve gelişimde aktif olduğunu ve uluslararası alanda rekabet edebildiğini göstermektedir.

Aşağıdaki tablo ise, QS sıralamasına göre dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren üniversiteleri görmekteyiz. İran’ın 4 ve Türkiye’nin 3 üniversitesi dünya çapında ilk 500 üniversite içine yer almayı başarmışlar.

QS sıralamasına göre dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren üniversiteleri:

Dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren İran üniversiteleriDünyada sıralamaDünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren Türkiye üniversiteleriDünyada sıralama
Sharif University of Technology334Middle East Technical University (ODTÜ)336
University of Tehran360Istanbul Technical University (İTÜ)404
Amirkabir University of Technology375Koç University431
Iran University of Science and Technology441--

İran ve Türkiye, dünya çapında üniversite kalitesi açısından benzer sıralamalara sahip. Her iki ülkenin üst sıralara yerleşmiş teknik üniversiteleri bulunuyor. Ancak her iki ülkenin üniversiteleri de dünya çapında üst sıralarda yer almak için rekabet içindeler. Bu değerlendirme, her iki ülkenin de yükseköğretim kurumlarının uluslararası alanda tanınmış ve saygın olduğunu göstermektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: İran ile Batılı ülkeler arasında süregelen bir gerilim ve anlaşmazlık söz konusu. Bu gerginlik, Hamas’ın İsrail’e saldırmasıyla farklı bir boyuta geçmiş görünmektedir. Acaba İran-İsrail ve İran-ABD arasındaki tutumlar ve ilişkiler, Ortadoğu’da ve uluslararası alanda ne gibi sonuçlar doğurabilir? Bu durumun bölgesel istikrar ve güvenlik üzerindeki etkileri nasıl değerlendirilmelidir?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrasında ABD’nin Tahran’daki elçiliğinin basılmasıyla birlikte İran ile ABD arasında doğrudan diplomatik ilişkiler kesilmiştir. Aynı şekilde, devrim sonrasında İran, İsrail’i işgalci bir rejim olarak tanımlayarak, onu bir devlet olarak tanımayı kabul etmemiştir. Nükleer programına kadar İran, bu durumu yönetmeyi öyle veya böyle başarmıştır. Ancak 2002’de İran’ın gizli nükleer faaliyetlerinin ifşasıyla birlikte durum farklı bir boyuta evrilmiş ve İran, bu konuyu Batı ile anlaşmazlığının merkezine yerleştirmiştir. İran’a göre, ABD, baskı ve ambargo uygulamak için bahaneler bulacaktır. İnsan hakları retoriği yerine nükleer mesele daha uygun bir konu olarak görünmüştür; çünkü nükleer teknoloji, İran’ın sağladığı caydırıcı ve teknolojik güçle paralel olarak, İran’ın NPT’den sağlanan meşru hakkı idi ve bu konuda İran’a yapılan baskılar, İran halkına Batı politikalarının meşru bir baskı olmadığını göstermiş ve rejime olan halk desteğini arttırmıştır.

Ancak 2015’te bir dönüm noktası yaşandı. İran ve ABD, 36 yıl sonra doğrudan nükleer konuda görüşmeye başladılar. Sonunda Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) anlaşması imzalandı ve bu anlaşma uyarınca, İran, nükleer faaliyetlerini minimum seviyeye indirdi (yalnızca yüzde 3,67 düzeyinde uranyum zenginleştirebiliyordu) ve büyük ölçüde ambargoların kaldırılması gerekiyordu. Bu başarılı süreç, Trump’ın 2018'de nükleer anlaşmadan tek taraflı ve hukuksuz bir şekilde çekilmesiyle farklı bir boyuta taşındı ve bir dönüm noktası olarak görüldü. Çünkü İran Nükleer Anlaşması, sadece İran ile 5+1 ülkeleri arasında yapılan bir anlaşma değildi. Bu anlaşma, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olarak tüm ülkeler ve özellikle de anlaşmanın tarafı olan ülkeler tarafından bağlayıcı hukuk taşımaktaydı. Trump’ın tek taraflı çıkışı, diğer taraf ülkelerin farklı gerekçelerle anlaşmaya uymamaları ve dünyanın ve Birleşmiş Milletler’in bu konuya kayıtsız kalması, İran’ı bu konuda ciddi şekilde düşündürmeye itmiştir.

İran’ın tepkisi, nükleer faaliyetlerini kademeli olarak arttırmasının yanı sıra, her fırsatta tepki göstermeye başlamasıydı. Bu tepkinin en önemli ve belki de gözden kaçanı, İran’ın Rusya-Ukrayna Savaşı’nda dolaylı taraf olmasıydı. İran, Sasani İmparatorluğu döneminin İran-Roma İmparatorluğu savaşlarından sonra ilk kez Avrupa topraklarında yaşanan bir savaşta silah satarak dolaylı olarak taraf oldu. Bu savaş, İran için büyük fırsatlar sundu:

  1. İran, ABD’nin baskılarından ve komşuluk kaygılarından dolayı İran’a silah satmaya sıcak bakmayan Rusya’dan ilk kez SU35 uçakları alma fırsatını elde etti.
  2. İran, Batı’dan özellikle AB ülkelerinden nükleer anlaşmaya uymayan Avrupa ülkelerine tepki gösterdi ve bu, İran’ın Batı’ya açık şekilde meydan okumasının ilk örneğiydi.

Ancak, bu süreç Hamas saldırısı ve sonrasında İsrail ile yaşanan gerilimle farklı bir boyuta evrildi. İsrail’in Suriye’deki İran konsolosluğuna saldırısı ve sonrasında İran’ın yaklaşık 300 füze ve insansız hava aracı saldırısı, gölgede yaşanan ve daha çok istihbarat savaşının sahaya yansımasına neden oldu ve bazı uzmanlara göre 13 Nisan günü sonrası artık “Ortadoğu” tarihi bitti ve “Batı Asya” tarihi başladı. İran’ın İkinci Dünya Savaşı galipleri ülkelerin tehdit ve ikazına bakmaksızın İsrail’e saldırması ve İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün tabiriyle 20 ülkenin özelikle ABD, İngiltere, Fransa vs. gibi ülkeleri savunma pozisyonuna düşürerek İbrahim anlaşmasına taraf olan ülkelere net ve anlaşılır bir mesaj göndermiş oldu. İran ve İran’a bağlı milislerin son aylarda nükleer bombaya sahip olan ülkelere (Irak’ta ABD üstleri, İsrail ve Pakistan) füze saldırı yapması, İran’ın kararlılık, diş gösterme ve keskin çizgisinin bir göstergesidir. İran, yıllarca halkına ve çıkarlarına yapılan ambargo ve baskılardan dolayı intikam peşinde olduğu izlenimi ve güce sahip olduğunu göstermektedir ve kanımca İran’ın bu tepkileri gelecekte daha sert bir şekilde devam edecektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu mülakat için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

Tarih: 29/04/2024

[1] İran OECD üyesi olmadığı için, bu raporda İran’daki oranlar mevcut değildir.



25 Nisan 2024 Perşembe

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Avrupa Birliği'nin Geleceğine Dair Önemli Konuşması (Nisan 2024)

 

Giriş

2027 yılı Mayıs ayına kadar ikinci döneminde Fransa Cumhurbaşkanı olarak görev yapmaya devam edecek olan genç ve liberal siyasetçi Emmanuel Macron, Beşinci Cumhuriyet dönemi Fransa tarihindeki en Avrupa Birliği (AB) yanlısı lider (Cumhurbaşkanı) olarak dikkat çekmekte ve zaman zaman AB'nin daha da bütünleşmesi gerektiği yönünde sert ve dikkat çeken çıkışlar yapmaktadır. Macron, zaman zaman yaptığı uzun ve önemli konuşmalardan birini, 25 Nisan 2024 tarihinde Paris Sorbonne Üniversitesi'nde  gerçekleştirmiş ve "Discours sur l'Europe" (Avrupa Üzerine Söylev) başlıklı 108 dakikalık bu uzun konuşmasında, ağırlığı, AB'nin geleceğine dair oluşan yeni risklere ayırmıştır. Bu yazıda, Macron'un bu tarihi konuşması özetlenecektir.


Macron'un Konuşmasından Satırbaşları

Arkasında "Europe: Plus Unie, Plus Souveraine, Plus Démocratique" (Avrupa: Daha Bütünleşmiş, Daha Egemen, Daha Demokratik) yazılı dev ekranın önünde yaptığı konuşmasının hemen başında Fransa'nın geleceğinin Avrupa'nın geleceğinden bağımsız/ayrı değerlendirilemeyeceğini belirten Emmanuel Macron, öncelikle 21. yüzyılda Avrupa ülkelerinin ancak bir arada oldukları zaman diğer büyük ve küresel güçlerle rekabet edebileceklerini vurgulamaktadır. Avrupa'da korunmaya ve geliştirilmeye çalışılan demokratik ve liberal değerlerle birlikte Avrupa'nın bağımsızlığının önemine de vurgu yapan Macron, bugüne kadar bazı konularda başarılı, bazı konularda ise başarısız olduklarını vurgularken, Brexit'in AB için ciddi bir meydan okuma olduğunu da sözlerine eklemektedir. Brexit sonrasında COVID-19 (koronavirüs) pandemisi ve Ukrayna-Rusya Savaşı gibi başka zorluklarla yüzleştiklerini belirten Fransa Cumhurbaşkanı, buna karşın günümüzde hiçbir Avrupalı liderin AB'den veya avro bölgesinden çıkmak istemediğinin altını çizmektedir.

Macron, daha sonra son yıllarda Avrupa adına başardıklarını sıralamaktadır. Genç Fransa Cumhurbaşkanı, sözü önce pandemi döneminde uyguladıkları finansal birlik politikasına getirmektedir. Bu konudaki çabalarının yeterince işlenmediğini belirten Macron, pandeminin başlamasının ardından Fransa-Almanya ekseninde birlikte ve uyumlu hareket ederek AB'nin geleceği adına büyük bir iş başardıklarını ima etmektedir. İkinci önemli başarıları olarak pandemi döneminde aşı geliştirilmesi ve tüm Avrupa'ya dağıtılmasını belirten Macron, bu sayede Avrupa dayanışmasını sağlayarak bu zorlu dönemi atlattıklarını ifade etmektedir. Üçüncü önemli icraatları olarak son yıllarda AB'nin teknolojik özerkliğini sağlamalarını işaret eden Macron, bu sayede diğer ülkelere bağımlılıklarının azaldığını belirtmektedir. Bu konularda yine Fransa-Almanya uyumu sayesinde başarılar kazandıklarını ifade eden Fransa Cumhurbaşkanı, Rusya'nın Ukrayna'daki agresyonu karşısında ilk günden başlayarak AB'nin stratejik özerkliğini sağlamaya yönelik politikalar geliştirdiklerini kaydetmekte ve özellikle yarı-iletkenler konusuna vurgu yapmaktadır. Dördüncü önemli başarıları olarak Avrupa'nın başarısız olduğu alanlarda planlama yapmalarını belirten Macron, özellikle yeşil enerji (Green Deal) politikasında yaptıkları aşamayı ve Avrupa çapında geliştirdikleri uyumlu politikalar övmektedir. Beşinci olarak Avrupa'nın son yıllarda sınırlarına sahip çıkmaya başlaması konusuna odaklanan Emmanuel Macron, özellikle kayıtdışı göç konusunda önemli girişimler ve anlaşmalar yaptıklarını hatırlatmaktadır. Altıncı olarak, Avrupa'nın Moldova ve Ukrayna'daki azalan etkisine karşın Balkanlar'daki politikalarını işaret eden Macron, ayrıca kendi başlattığı Avrupa Siyasi Topluluğu girişimini de başarılı icraatlarına bir örnek olarak vermektedir. Macron, bu sayede Avrupa'da kıta bütünlüğünde iş birliği politikaları geliştirebildiklerini ifade etmektedir.

Bu başarılarının ardından başarısız oldukları konulara geçen Macron, bu bağlamda yakın geçmişte yaptığı "NATO'nun beyin ölümü" açıklamasına benzer şoke eden bir ifade kullanmakta ve "Avrupa'nın günümüzde ölümlü olduğunu" ("Notre Europe est aujourd'hui mortelle" ifadesiyle) ve ölebileceğini/dağılabileceğini söylemektedir. Bu konuda yapacakları seçimin kritik olacağını belirten Macron, Avrupa'nın girişimcilik ve inovasyonda öncü ve rekabet edebilir olabilmesi hemen harekete geçmeleri gerektiğini kaydetmektedir. Avrupa'nın liberal demokratik değerlerinin günümüzde tehdit altında olduğunu iddia eden Fransız lider, ABD-Çin rekabeti ve Rusya ve İran gibi bölgesel güçler nedeniyle Avrupa'nın çevrelendiğini ve savunma bütçelerini iki katına çıkarmalarına karşın henüz bu konuda gidecek daha uzun yolları olduğunu ifade etmektedir. Macron, bu bağlamda yine önemli bir ifade kullanmakta ve Avrupa'nın geçmişte savunmasını ABD'ye delege ettiği, enerjisini Rusya'dan aldığı ve tüketim metalarını Çin'de ürettiği dönemin artık kapandığını söylemektedir. Macron, bu konuda kapsamlı politikalar geliştirdiklerini, ancak henüz tam anlamıyla sonuç alamadıklarını vurgulamaktadır. Bu konuda kuralların/şartların değiştiğini de ifade eden Macron, örneğin İran'ın nükleer bir güce dönüşmesinin dengeleri değiştireceğini ifade etmektedir. Bir diğer eksiklik olarak Avrupa'nın üretim ve ekonomik büyüme konusunda ABD'den geride kalmasını vurgulayan Macron, bu konuda da yine aynı ifadeyi kullanmakta ve "oyunun kurallarının/şartların değiştiğini" söylemektedir. Fransa'nın sosyal devlet özelliklerini de öven Fransa Cumhurbaşkanı, Avrupa'nın geleceğinde fakirleşme riski olabileceğini işaret ederek, daha çok üretmek gerektiğini belirtmektedir. Bir diğer önemli sorun olarak Avrupa'nın demokrasi ve insan hakları gibi değerlerinin de son dönemde aşındığını belirten Macron, haksız argümanlarla eleştirilen Avrupa değerlerinin önemine vurgu yapmaktadır. Daha sonra Avrupa'nın güvenliği konusundaki risklere değinen Macron, en önemli tehdidin Ukrayna'daki savaş olduğunu söylemektedir. Avrupa'nın güvenliği için Rusya'nın bu savaşı kazanmaması gerektiğinin altını çizen Macron, bu nedenle Rusya'ya yönelik yaptırımlara ve Ukrayna'ya yardıma devam ettiklerini belirtmektedir. Macron, bu bağlamda Avrupa'nın kendisine özgü ve başkalarına bağımlı olmayan bir savunma konsepti ve gücü olması gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Macron, bu konuda güçlü bir ordusu olan Fransa'nın her türlü çabaya yardımcı olacağını da sözlerine eklemektedir. Bu kapsamda, Fransız Cumhurbaşkanı, kendisinin önerdiği/başlattığı ve başarılı olduğunu vurguladığı Avrupa Müdahale İnisiyatifi (EI2) girişimini de hatırlatmaktadır. Yine bu bağlamda Macron'un öne çıkardığı bir diğer öneri ise gelecek askeri kadroları uyumlu yetiştirmek için Avrupa Askeri Akademisi'nin kurulmasıdır. Macron, Avrupa'nın siber savunma ve siber güvenlik konularında da ortaklaşa hareket etmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Macron, Avrupa'nın güvenliği konusunda Birleşik Krallık'ı da önemli bir ortak olarak öne çıkarmakta/övmekte ve bu şekilde başka devletleri de (örneğin Türkiye olabilir) Avrupa'nın güvenliği konusunda çeşitli anlaşmalar ve angajmanlarla değerlendirmeleri gerektiğini söylemektedir. Fransa Cumhurbaşkanı, savunma girişimlerinin başarılı olabilmesi için savunma endüstrisinin de güçlü olmasını gerektiğini sözlerine eklemekte ve onlarca yıldır yapılmayanları son dönemde yapmaya çalıştıklarını ima etmektedir. Bu bağlamda, Macron, yine slogan olabilecek bir ifadeyle görüşlerini toparlamakta ve "daha hızlı, daha çok ve daha Avrupa'da üretmeleri gerektiğini" (bilhassa savunma sektörü bağlamında) söylemektedir. Macron, Fransız savunma sanayisinin başarısı olarak Yunanistan'a satılan Rafale jetlerinden bahsetmektedir. Savunma sanayisi konusunda Avrupa ülkelerinin bölünmüş ve dağınık durumlarını eleştiren Macron, bu konuda da daha fazla entegrasyon ve iş birliği görüşünü savunmaktadır. Fransa Cumhurbaşkanı, bunları başarabilmek için Avrupa'nın uyumlu bir dış politikaya ihtiyacı olduğunu da söylemekte ve daha önce de belirttiği gibi "AB'nin ABD'nin vassalı (uydusu) olmayacağı"nın altını çizmektedir. Macron, bu bağlamda dünyadaki tüm kıta/bölgelerde etkili olmaları gerektiğini de ısrarla vurgulamakta ve kutuplaşma yerine dengeli yaklaşımları öne çıkarmaktadır. Macron, göç konusuna da bu bölümde yine değinmekte ve bu konuda Avrupa ülkelerinin daha uyumlu hareket etmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Bu bağlamda, Macron, terörizm, organize suç ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi diğer tehlikeleri de vurgulamakta ve tüm bu konularda Avrupa iş birliğine ihtiyaç duyulduğunu söylemektedir. 

Değerlendirme

İlk olarak, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un 25 Nisan 2024 tarihli Sorbonne konuşması, Fransa ve AB tarihi açısından önemli bir dönüm noktası kabul edilebilecek bazı önemli öneri ve saptamaları içermektedir. Öncelikle, Macron'un bu konuşmasında yalnızca Fransa Cumhurbaşkanı gibi değil, adeta Avrupa Birliği'nin lideri gibi konuştuğu ve hareket ettiğini tespit etmek gerekir ki, bu da AB'nin geleceğine adına -Fransa'daki ayrılıkçı/milliyetçi akımların gücü de düşünüldüğünde- önemli bir kazanımdır. 

İkinci olarak, Fransa Cumhurbaşkanı'nın AB'nin mevcut sorunlarını kabul ederken bunlara karşı gösterdiği tavır ve önerdiği mücadele metodolojisi önemlidir. Bu tavır, içe kapanmacı veya ABD ile iş birliğini öne çıkaran bir yaklaşım değil, tam tersine daha fazla iş birliği, entegrasyon ve Avrupa bazında kurumsallaşmaya dayalıdır. Bu anlamda, Macron, iyi bir Avrupacı olmaya devam etmekte ve Fransa'yı da bu konuda Almanya ile birlikte lider ülke olarak davranmaya teşvik etmektedir. 

Üçüncü olarak, Fransa Cumhurbaşkanı, dinleyenleri şok etmek ve ilgilerini de çekmek için "AB'nin ölümlü olduğu ve ölebileceği" şeklinde bir ifade kullanarak, risklerin boyutuna dikkat çekmekte ve sorunları ciddiye almaları gerektiğini vurgulamaktadır. Bu, bir anlamda Avrupalı siyasal elitlere, iş çevrelerine ve tabii ki halklara yapılmış bir ön uyarıdır. Eğer sorumlu davranılmaz ise, AB'nin geleceği, milliyetçilik ve otoriterlik ekseninde çok daha olumsuz bir şekilde seyredebilir.  

Dördüncü olarak, Fransa Cumhurbaşkanı, konuşmasında güvenlik ve askeri meselelere büyük yer vermiş ve bu konuda AB'nin zaafiyetini kabul ederek, daha fazla "stratejik özerklik" için daha fazla çaba olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda, Macron, Avrupa'nın güvenliği için oluşturulan mekanizmalar ve özellikle entegre Avrupa savunma sanayisinin oluşturulması gibi ilginç ve somut bazı önerilerde bulunmuştur. Bu öneriler, önerileri yapan kişinin Fransa Cumhurbaşkanı olduğu da dikkate alınırsa, ilerleyen yıllarda hayata geçirilebilir. 

Beşinci olarak, Macron, yakın zamana kadar Rusya'ya karşı kullandığı sert dili bu konuşmasında kısmen yumuşatmış ve Rusya'nın Ukrayna politikasına şiddetle karşı çıksa ve Ukrayna'ya desteğini yinelese de, bu ülkeyi tamamen karşısına almak istemediklerini hissettirircesine, "Rus işgali" yerine "Rusya'nın agresyonu/saldırganlığı" ifadesini kullanmıştır. Şu bir gerçektir ki, Rusya, Avrupa'nın komşusudur ve bu ülkeyle ilişkiler bir şekilde sürdürülecektir. Bu anlamda, Macron, Ukrayna'da savaşın bitmesi durumunda Rusya ile ilişkilerin yumuşatılması konusunda da bence kapıyı açık bırakmıştır. 

Altıncı olarak, Emmanuel Macron, Avrupa'nın liberal demokratik değerlere dayalı olarak gelişmesi gerektiği konusunda kesin kararlılığını ortaya koymuş ve bu değerlerden asla taviz verilmemesi gerektiğini açıkça belirtmiştir. Bu bağlamda, Macron, dış politika ve ekonomide diğer rejimlerle iş birliği yapılsa da, değerler bağlamında kararlı olunması gerektiğini ima etmiştir. 

Kapak fotoğrafı: https://www.politico.eu/article/emmanuel-macron-europe-china-competition-protectionism-geopolitics/

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

24 Nisan 2024 Çarşamba

Une analyse des élections locales turques de 2024


Introduction

Les élections locales de 2024 en Turquie ont suscité l'optimisme à l'intérieur et à l'extérieur du pays quant à l'avenir de la démocratie turque. En effet, le principal parti d'opposition, le Parti républicain du peuple (CHP), le partti pro-laïque, avec son nouveau et jeune leader Özgür Özel, a réalisé une performance exceptionnellement bonne et inattendue en obtenant près de 38 % du total des voix et en devenant le premier parti du pays. En outre, le CHP a remporté les municipalités de 14 villes métropolitaines, dont les centres les plus peuplés et industrialisés tels qu'Istanbul, Ankara, Izmir, Bursa, Antalya etc. et 21 autres villes anatoliennes, devenant ainsi le premier parti en termes de nombre de municipalités. Après 22 ans de règne de l'AKP (Parti de la justice et du développement), un parti islamoconservateur, les résultats de l'élection ont prouvé que la démocratie turque survit malgré de graves problèmes et que le peuple turc fait des choix rationnels lors des scrutins.

Analyser les élections locales turques de 2024 à la lumière des concepts clés de la science politique

Les élections locales turques de 2024 sont également précieuses pour les études de sciences politiques sur la politique turque. Dans les universités occidentales, l'approche générale de la Turquie s'est récemment concentrée sur le développement de l'autoritarisme dans le pays. C'est un fait qu'en raison des conditions émergentes dans le pays, le président turc Recep Tayyip Erdoğan a dû renoncer à son programme réformiste et a commencé à poursuivre une politique intérieure plus nationaliste et plus autoritaire dans les années 2010 et 2020. Cette tendance a débuté avec les manifestations du parc Gezi en 2013 et est devenue le principal paramètre après les événements de 2015-2016 et le coup d'État manqué de 2016. Il est vrai que le Président Erdoğan et son parti l'AKP auraient pu agir de manière plus démocratique lors des manifestations de 2013 au parc Gezi et auraient pu écouter les souhaits des jeunes venant d'horizons différents. Cependant, je pense qu'il était tout à fait normal qu'un gouvernement élu intervienne militairement en cas de soulèvement armé comme les Événements de Sur de 2015-2016 ou de tentative de renversement du gouvernement comme dans le cas du coup d'État manqué du 15 juillet 2016. En ce sens, le président Erdoğan a été contraint d'agir de manière plus autoritaire en raison de l'évolution de la situation dans le pays et de l'attitude de plus en plus négative des pays occidentaux (principalement les États-Unis) à l'égard d'Ankara.

Bien que je sois d'accord avec les chercheurs occidentaux pour dire qu'il y a eu un sérieux déclin de la qualité de la démocratie turque après 2013 et surtout après 2016, je pense que cela est en quelque sorte lié à l'échec des démocraties dans le monde et à l'effondrement des espoirs de démocratisation au Moyen-Orient pendant le Printemps arabe. En ce sens, la Turquie n'est pas une exception aux tendances mondiales, et la popularité du populisme autoritaire en général (la montée de Donald Trump aux États-Unis, le succès continu de Victor Orban en Hongrie, etc.). De plus, le régime turc ne s'est jamais transformé complètement en un système autoritaire, comme le prouvent les résultats des élections et des référendums. Par exemple, le référendum de 2017 sur la transition vers un système présidentiel n'a été adopté qu'avec 51,4 % de soutien, de manière controversée, ce qui montre la force de l'opposition. De même, lors des élections locales de 2019, le principal parti d'opposition, le CHP, a obtenu d'assez bons résultats, en particulier dans les grandes villes. Même lors des élections présidentielles et parlementaires de l'année dernière, le candidat de l'opposition Kemal Kılıçdaroğlu - un politicien alévi et de gauche originaire de Tunceli/Dersim - a obtenu 48 % des voix, ce qui montre le fort penchant du peuple turc pour la démocratie.

C'est pourquoi la manière d'évaluer les élections locales turques de 2024 devient une question cruciale qui doit être étudiée de manière académique et impartiale. Samuel Huntington, dans son chef-d'œuvre La troisième vague (The Third Wave), utilise le terme "élections étonnantes" pour décrire les élections qui ont abouti à la victoire des forces pro-démocratiques dans les régimes autoritaires. Puisque je classe la Turquie comme un "régime hybride" et un exemple du modèle de "l'autoritarisme compétitif", comme l'affirment Lewitsky et Way, je ne pense pas qu'il s'agisse d'une élection stupéfiante et l'opposition avait la possibilité de battre le gouvernement il y a 10 mois également lors des élections présidentielles et parlementaires, malgré des conditions de concurrence déloyales.

Un autre terme à discuter concernant les élections locales turques de 2024 pourrait être celui d"élections critiques". Il s'agit d'une élection qui entraîne un changement radical sur la scène politique d'un pays et crée les conditions d'un "réalignement". Les élections générales de 2002 en Turquie sont un parfait exemple d'un modèle d'élections critiques. En 2002, tous les partis précédemment représentés à la Grande Assemblée nationale turque (DSP, MHP, FP, ANAP et DYP) sont restés en dessous du seuil électoral de 10 % et deux nouveaux partis (l'AKP et le CHP) sont entrés au parlement. Si l'on compare ces élections locales aux élections générales de 2002, on ne peut évidemment pas parler d'un véritable cas d'élections critiques, car les principaux paramètres de la politique turque (islamistes/nationalistes contre laïcs/gauchistes/libéraux) ainsi que les principaux acteurs (l'AKP et le CHP) sont restés les mêmes. Toutefois, un grand changement est intervenu : pour la première fois depuis 2002, l'AKP est devenu le deuxième parti lors d'une élection (générale, présidentielle ou locale) en perdant de nombreuses voix et en atteignant environ 35 %, tandis que le CHP a enregistré une forte progression, passant de 30 % à 38 %, et est devenu le premier parti. En ce sens, cette élection pourrait changer la vie politique de la Turquie, mais elle ne s'inscrit pas dans le schéma des élections critiques.

Le sécessionnisme kurde dans une nouvelle phase

Un autre aspect important des élections locales de 2024 a été le succès du parti pro-kurde DEM dans le sud-est de l'Anatolie, une région densément peuplée de Kurdes. Bien que l'État turc ait récemment utilisé une politique de pression politique sur les élus du parti pro-kurde (anciennement le HDP) en nommant des administrateurs et en interdisant des politiciens kurdes populaires (le plus célèbre d'entre eux est le leader du HDP emprisonné Selahattin Demirtaş) en réaction aux Événements de Sur 2015-2016, nous avons vu que les Kurdes de la région continuent de voter largement pour le parti pro-kurde. DEM, lors de ces élections locales, a acquis 10 municipalités (3 municipalités métropolitaines) et a creusé l'écart entre son taux de vote et celui de l'AKP dans de nombreuses villes. Nous pouvons donc conclure que la politique de pression n'a pas donné de très bons résultats pour l'État turc, car le parti pro-kurde a protégé sa position supérieure dans la région. Cependant, on pourrait également affirmer que dans des conditions plus démocratiques, le DEM pourrait gagner Bitlis, Şırnak, Bingöl et Kars également. Compte tenu du succès de l'AKP dans les régions à forte population kurde dans les années 2000, je suis plus proche du premier argument et je pense qu'un gouvernement/parti réformiste qui se soucie des droits culturels du peuple kurde pourrait facilement devenir le premier parti en Anatolie du Sud-Est. Il ne faut pas oublier que, lors de ces élections, le gouvernement turc a temporairement envoyé des milliers de soldats et de policiers en service actif dans des villages du sud-est, notamment à Mardin, Diyarbakır, Hakkari et Şırnak, afin de pouvoir concourir dans la région, un fait qui montre la faiblesse de l'État turc à produire un consentement et une légitimité aux yeux des électeurs kurdes.

Les élections nous amènent également à discuter de l'avenir du mouvement politique kurde. Il semble que le mouvement perde la plupart de ses électeurs au profit du principal parti d'opposition, le CHP, dans les grandes métropoles d'Anatolie occidentale (Istanbul, Izmir, Antalya, Mersin, etc.) et présente de plus en plus les caractéristiques d'un parti régional influent dans sa zone locale. C'est peut-être une bonne nouvelle pour le CHP, mais pour la Turquie, du point de vue de l'État, la faiblesse de l'AKP et surtout du CHP dans les villes à population kurde est un problème majeur pour l'avenir du pays en termes de structure d'État unitaire. En ce sens, l'AKP et le CHP devraient commencer à travailler sur une politique kurde complet et cohérent afin d'accroître leur présence dans la région. Dans le cas contraire, la structure d'État unitaire de la Turquie sera menacée à l'avenir et l'État devra à nouveau adhérer à des méthodes antidémocratiques basées sur la force. Une solution idéale à la question kurde pourrait être d'améliorer les conditions de vie dans la région et d'accroître les droits culturels des Kurdes, par exemple en autorisant l'enseignement du kurde dans les écoles pendant un nombre limité d'heures, à l'instar du système français ELCO (un programme d'enseignement des langues et cultures d'origine), et en autorisant l'utilisation de noms kurdes locaux pour les districts officiels. En fait, l'AKP a essayé de faire ces choses dans le passé, mais il s'est heurté à une forte résistance de la part des groupes nationalistes et kémalistes. Mais comme maintenant les kémalistes se sont transformés en sociaux-démocrates et en libéraux essayant d'atteindre tous les groupes de la société turque, l'AKP pourrait facilement réaliser de telles réformes en convainquant uniquement le MHP. Ce faisant, l'AKP pourrait redevenir un parti capable de concurrencer le parti pro-kurde dans la région et de garantir la structure d'État unitaire de la Turquie.

L'islamisme divisé en deux grands partis

Un autre parti victorieux de ces élections est le Nouveau parti du bien-être (le YRP) du Dr. Fatih Erbakan, un nouveau parti islamiste qui suit la tradition de la Perspective/Vision nationale (Milli Görüş) de Necmettin Erbakan, le premier Premier ministre islamiste de Turquie et le père de Fatih Erbakan. Bien que le président Erdoğan ait eu la possibilité d'ajouter le YRP à sa coalition électorale de l'Alliance du peuple (Cumhur İttifakı), le jeune Erbakan a voulu agir de manière indépendante et a demandé de lourdes conditions pour rejoindre l'alliance. Je suppose que le président Erdoğan avait également confiance dans le pouvoir de son parti et qu'il ne voyait aucun inconvénient potentiel à ce que le YRP le rejoigne. Cependant, avec près de 7 % de soutien, le YRP est devenu le troisième plus grand parti politique du pays après ces élections et a prouvé sa puissance et son grand potentiel. En ce sens, l'échec du président Erdoğan à convaincre le YRP a créé un grand rival pour son parti dans le camp islamiste. En ce qui me concerne, le YRP continuera d'agir de manière indépendante puisqu'il pourrait facilement franchir le seuil électoral de 7 % et même prendre la tête du bloc islamiste/de droite au cas où Erdoğan se retirerait de la politique active en raison de la limite de deux mandats présidentiels et de son âge avancé.

Conclusion

Pour conclure, de mon point de vue, les élections locales turques de 2024 ont été un avertissement au gouvernement Erdoğan pour qu'il améliore les conditions économiques et démocratiques du pays dès que possible. La baisse de la participation électorale ainsi que les mauvais résultats de l'AKP montrent que les gens ne sont pas satisfaits du régime actuel. Erdoğan devra donc convaincre son partenaire junior, le MHP, et son leader Devlet Bahçeli d'accroître les libertés du peuple turc et de redresser l'économie pour rester au pouvoir. En fait, l'habile ministre des Finances d'Erdoğan, Mehmet Şimşek, pourrait redresser l'économie en réduisant l'inflation en 2026 et en augmentant le pouvoir d'achat de la population. Cependant, le MHP et son idéologie ultranationaliste laissent peu d'espace à Erdoğan pour faire des ouvertures ou des réformes sur la scène politique, ce qui diminue les chances de l'AKP de rester au pouvoir lors des prochaines élections. En effet, le principal parti d'opposition, le CHP, a une position plus démocratique et pro-européenne et réussit mieux à atteindre les jeunes et les populations urbaines grâce à ses leaders charismatiques tels qu'Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Vahap Seçer et Abdurrahman Tutdere. En ce sens, le CHP est désormais en tête et un candidat du CHP (très probablement le maire d'Istanbul Ekrem İmamoğlu) pourrait facilement remporter la prochaine élection présidentielle en 2028, voire plus tôt. Cependant, le CHP doit obtenir de bons résultats dans les municipalités et continuer à faire des efforts pour devenir un parti central et parti attrape-tout (catch-all party) plutôt qu'un petit parti idéologique. 

Dernier mot, sur les suggestions du MHP, si l'AKP et Erdoğan tentent d'augmenter la pression sur les groupes d'opposition, je pense que cela se retournera contre eux, comme dans le cas des élections locales répétées de 2019 à Istanbul. En effet, le peuple turc a toujours été en faveur d'un régime démocratique modéré, éloigné des idéologies extrémistes (islam radical, communisme, pan-turquisme, sécessionnisme kurde, etc.).

Photo de couverture: WION

Dr. Ozan ÖRMECİ

An Analysis of 2024 Turkish Local Elections

 

Introduction

Türkiye’s 2024 local elections created optimism within and outside of the country about the future of Turkish democracy. That is because the main opposition party, the pro-secular Republican People’s Party (CHP) with its new and young leader Özgür Özel showed an exceptionally good and unexpected performance and acquired almost 38 % of the total votes and became the leading party in the country. Moreover, CHP won municipalities of 14 metropolitan cities including the most populated and industrialized centers such as Istanbul, Ankara, Izmir, Bursa, Antalya, etc., and 21 other Anatolian cities; thus, becoming the leading party in terms of the number of city municipalities as well.[1] After 22 years of Islamist-oriented AK Parti (Justice and Development Party) rule, the results of the election proved that Turkish democracy survives despite serious problems and that Turkish people make rational choices at the ballots.

Analyzing 2024 Turkish Local Elections in the Light of Key Political Science Concepts

2024 Turkish local elections are also valuable to political science studies about Turkish Politics. In Western academia, the general approach towards Türkiye recently focused on the developing authoritarianism in the country. It is a fact that, due to conditions emerging in the country, Turkish President Recep Tayyip Erdoğan had to give up his reformist agenda and began to pursue a more nationalist and authoritarian-leaning domestic policy course in the 2010s and 2020s. This trend started with the 2013 Gezi Park protests and became the main parameter after the 2015-2016 Sur events and the failed coup d’état in 2016. It is a fact that President Erdoğan and his AK Parti could have acted more democratically during the 2013 Gezi Park protests and could have listened to the wishes of young people coming from different backgrounds. However, I think it was quite normal for an elected government to intervene militarily if there is an armed uprising like the 2015-2016 Sur Events or an attempt to overthrow the government as in the case of July 15, 2016, failed coup d’état. In that sense, President Erdoğan in a sense was forced to act in a more authoritarian manner due to evolving conditions within the country and the Western countries’ (primarily the United States) increasing negative attitude towards Ankara.

Although I agree with the Western scholars that there has been a serious decline in the quality of Turkish democracy after 2013 and especially after 2016, I do believe that this is somehow related to the failure of democracies in the world and the collapse of the democratization hopes in the Middle East during the Arab Spring. In that sense, Türkiye is not an exception to global trends, and the popularity of authoritarian populism in general (Donald Trump’s rise in the U.S., Victor Orban’s ongoing success in Hungary, etc.) had its effects in Türkiye as well. Moreover, the Turkish regime never transformed completely into an authoritarian system as proven by the results of elections and referendums. For instance, the 2017 referendum for transition into a Presidential system was passed only with 51.4 % support in a controversial manner, showing the strong force of the opposition. Similarly, in the 2019 local elections, the main opposition party CHP did quite well, especially in big cities. Even in last year’s presidential and parliamentary elections, the opposition candidate Kemal Kılıçdaroğlu -an Alevi and leftist politician coming from Tunceli/Dersim- received 48 % of the votes, showing Turkish people’s strong inclination for democracy.

That is why, how to assess the 2024 Turkish local elections becomes a critical matter which should be studied academically in a non-biased way. Samuel Huntington, in his chef-d’oeuvre The Third Wave, uses the term “stunning elections” to describe elections that resulted in the victory of pro-democracy forces in authoritarian regimes. Since I classify Türkiye as a “hybrid regime” and an example of the “competitive authoritarianism” model as claimed by Lewitsky and Way, I do not think this was a stunning election and the opposition had the chance to defeat the government 10 months ago as well in the presidential and parliamentary elections despite unfair competition conditions.

Another term to be discussed concerning the 2024 Turkish local elections could be “critical elections”. It refers to an election that leads to a dramatic change in the political scene of a country and creates the condition of “realignment”. Türkiye’s 2002 general elections are a perfect example of a critical elections model. In 2002, all parties previously represented in the Turkish Grand National Assembly (DSP, MHP, FP, ANAP, and DYP) stayed below the 10 % electoral threshold and two new parties (AK Parti and CHP) entered the parliament. Comparing these local elections to the 2002 general elections, of course, we cannot talk about a real critical elections case as the main parameter of Turkish politics (Islamists/nationalists versus seculars/leftists/liberals) as well as the main actors (AK Parti and CHP) stay the same. However, one big change came as the AK Parti for the first time since 2002 became the second party in an election (either general, Presidential, or local elections) by losing many votes and reaching around 35 %, whereas CHP made an important rise from 30 % to 38 % and became the biggest party. This could be a game-changer election in that sense, however, it does not fit into the pattern of the critical election.

Kurdish Secessionism in a New Stage

Another important aspect of the 2024 local elections was the success of the pro-Kurdish DEM Party in Southeastern Anatolia, a region densely populated by Kurds. Although the Turkish State recently used a political pressure policy over elected officials of the pro-Kurdish party (previously HDP) by appointing trustees and banning popular Kurdish politicians (most famous among them is the imprisoned HDP leader Selahattin Demirtaş) as a reaction to 2015-2016 Sur Events, we have seen that Kurds of the region continue to vote extensively for the pro-Kurdish party. DEM, in these local elections, acquired 10 municipalities (3 metropolitan municipalities) and widened the gap between its voting rate and the voting rate of the AK Parti in many cities. We can thus conclude that the pressure policy did not create very good results for the Turkish State as the pro-Kurdish party protected its superior position in the region. However, one could also claim that under more democratic conditions, DEM could win Bitlis, Şırnak, Bingöl, and Kars as well. Considering the success of the AK Parti in densely Kurdish-populated regions in the 2000s, I am closer to the first argument and I do believe that a reformist government/party who cares about the cultural rights of Kurdish people could easily become the leading party in the Southeastern Anatolia. It should not be forgotten that, during these elections, the Turkish government temporarily routed thousands of soldiers and policemen on active duty to southeastern villages including Mardin, Diyarbakır, Hakkari, and Şırnak to be able to compete in the region, a fact that shows the weakness of the Turkish State to produce consent and legitimacy in the eyes of Kurdish voters.[2]

Elections also lead us to a discussion about the future of the Kurdish political movement. It seems like the movement loses most of its voters to the main opposition party CHP in the big metropolitan cities of Western Anatolia (Istanbul, Izmir, Antalya, Mersin, etc.) and increasingly shows the characteristics of a regional party that is influential in its local zone. This might be good news for CHP, but for Türkiye, looking from the state’s perspective, the weakness of the AK Parti and especially CHP in the Kurdish-populated cities is a major problem for the future of the country in terms of the unitary state structure. In that sense, both AK Parti and CHP should start working on a comprehensive Kurdish policy to increase their presence in the region. Otherwise, Türkiye’s unitary state structure will be at risk in the future and the state will have to adhere to force-based undemocratic methods once again. An ideal solution to the Kurdish Question could be to improve the life conditions in the region as well as to increase the cultural rights of Kurds such as allowing Kurdish education in the schools for limited hours similar to the French ELCO system (a program for teaching languages and cultures of origin) and allowing local Kurdish names to be used for official districts. In fact, AK Parti tried to do these things in the past, but faced harsh resistance from nationalist and Kemalist groups. Now that Kemalists have transformed into social democrats and liberals trying to reach all groups within Turkish society, AK Parti could easily make such reforms by only convincing MHP. By doing this, AK Parti could become a party that could compete with the pro-Kurdish party in the region once again and could guarantee the unitary state structure of Türkiye.

Islamism Divided into Two Main Parties

Another victorious party in these elections was Dr. Fatih Erbakan’s New Welfare (YRP), a new Islamist party following the National Outlook (Milli Görüş) tradition of Necmettin Erbakan, Türkiye’s first Islamist Prime Minister and Fatih Erbakan's father. Although President Erdoğan had the chance to add YRP to his People’s Alliance (Cumhur İttifakı) electoral coalition, young Erbakan wanted to act independently and asked for heavy conditions for joining the alliance. I guess President Erdoğan also trusted in the power of his party and did not see any potential harm coming from YRP. However, with almost 7 % support, YRP became the third biggest political party in the country after these elections and proved its power and great potential. In that sense, President Erdoğan’s tactical failure to convince YRP created now a big rival to his party in the Islamist camp. As far as I am concerned, YRP will continue to act independently since now they could easily pass the 7 % electoral threshold and even could lead the Islamist/right-wing bloc in case Erdoğan retires from active politics due to the two-terms Presidential limit and his advancing age.

Conclusion

To conclude, from my perspective, the 2024 Turkish local elections were a warning to the Erdoğan government to improve the economic and democratic conditions of the country as soon as possible. The decreasing voting turnout as well as the poor performance of the AK Parti shows that people are unsatisfied with the current regime. Erdoğan, thus, will have to convince its junior partner MHP, and its leader Devlet Bahçeli to increase the freedoms of Turkish people and fix the economy to stay in power. In fact, Erdoğan’s skillful Finance Minister Mehmet Şimşek could fix the economy by lowering the inflation in 2026 and increasing people’s purchasing power. However, MHP and its ultranationalist ideology leave little space to Erdoğan for making any opening or reform in the political scene, which decreases AK Parti’s chance of staying in power at the next election. That is because the main opposition party CHP has a more democratic and pro-European stance and it is more successful in reaching young and urban populations due to its very successful and charismatic leaders such as Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Vahap Seçer, and Abdurrahman Tutdere. In that sense, now CHP has the lead and a CHP candidate (most probably Istanbul Mayor Ekrem İmamoğlu) could easily win the next presidential election in 2028, or earlier. However, CHP has to perform well in municipalities and continue to make efforts to become a center and catch-all party rather than a small and ideological left-wing cadre party.

Last word, upon suggestions coming from MHP, in case AK Parti and Erdoğan try to increase the pressure on opposition groups, I think this will backfire as in the case of repeated 2019 Istanbul local elections. That is because Turkish people have always been in favor of a moderate democratic regime, that is away from extremist ideologies (radical Islam, communism, pan-Turkism, Kurdish secessionism, etc.).

Cover Photo: SETA

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

[1] https://secim.aa.com.tr/.

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/asker-ve-polisler-tasimali-oy-kullandi-dem-partili-vekiller-goruntuledi-haber-1680477.


22 Nisan 2024 Pazartesi

UPA Poscast: Oğuzhan Göksel ile 2024 Yerel Seçimleri ve İsrail-Filistin Krizi

 

İstanbul Aydın Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 22 Nisan 2024 tarihinde Marmara Üniversitesi öğretim üyesi ve UPA yazarı Doç. Dr. Oğuzhan Göksel ile 31 Mart 2024 yerel seçimleri ile İsrail-Filistin krizinin değerlendirildiği bir podcast yayını gerçekleştirdi. Aşağıdaki linkten bu yayını izleyebilirsiniz.




Maldivler’de Çin Yanlısı Muizzu’nun Seçim Zaferi

 

Giriş

Hint Okyanusu’nda yer alan yüzlerce adadan oluşan küçük bir devlet olan Maldivler Cumhuriyeti, Solomon Adaları[1] ve diğer birçok Asya-Pasifik ve Okyanusya devletine benzer şekilde, son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) ile Çin Halk Cumhuriyeti (kısaca Çin) arasında gelişen büyük güç rekabeti nedeniyle[2] giderek önem kazanmış ve bu ülkelerin ekonomik ve siyasal tercihleri ile ülke topraklarında bu iki büyük ülkeden birine askeri tesis ve imkânlar sağlayabilme ihtimali nedeniyle siyaseten önemli hale gelmiştir. Tarihsel olarak Hindistan etkisinin yoğun olduğu Maldivler, bu bağlamda ABD-Çin rekabeti yanında, Çin-Hindistan rekabeti bağlamında da önemli bir devlettir.

Bu yazıda, sonuçları uluslararası basında “Çin yanlılarının zaferi” olarak lanse edilen[3] 2024 Maldivler parlamento seçimleri analiz edilecektir. Bunun için, önce Maldivler hakkında genel bilgiler özetlenecek, daha sonra Maldivler siyasi tarihi açıklanacak ve son olarak da 2024 parlamento seçimleri değerlendirilecektir.

Maldivler Hakkında Bilgiler

Hindistan’ın güneyinde ve Sri Lanka’nın yaklaşık 750 kilometre (435 mil) güneybatısında yer alan Maldivler Cumhuriyeti veya diğer ismiyle Divehi Cumhuriyeti, 1965 yılında bağımsızlığını kazanmış görece genç ve yeni bir devlettir. Güney Asya’da, Hindistan’ın güneyinde, Hint Okyanusu’nda yer alan bir adalar topluluğu olan Maldivler’in hiçbir ülke ile sınırı bulunmamaktadır.[4] Ülkenin denize kıyısı ise 644 kilometredir.[5] Maldivler’in başkenti Male şehri olup, şehrin nüfusu 100.000’in biraz üzerindedir.[6]

Maldivler haritası

Toplam nüfusu 520.000 civarında olan Maldivler[7], halkının neredeyse tamamı (yüzde 97-99) Şâfiî mezhebine mensup Sünni Müslümanlardan oluşan bir İslam ülkesidir.[8] İrili ufaklı 1.200 civarında adadan oluşan -ki bunların 198’inde insan yaşamamaktadır[9]- Maldivler’in yüzölçümü ise 298 kilometrekaredir.[10] Ülkenin nüfusuna etnik açıdan bakıldığında ise; nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve ataları Seylan adasından geldiği için Sinhali diye bilinen topluluk dışında -ki Divehiler olarak da belirtilmektedir-, ülke nüfusu Tamiller ve az sayıda Araplardan oluşur.[11]

Maldivler bayrağı

Başkanlık tipi Cumhuriyet rejimiyle yönetilen Maldivler, resmi dinini İslamiyet olarak belirlemiş ve laik olmayan bir devlettir. Bu anlamda, ülkede İslam hukuku ve İngiliz hukukunun karışımından oluşan karma bir hukuk sistemi uygulanmakta olup, gündelik hayat ve ticareti düzenleyen bazı konularda dini (İslami) kurallar ve yasalar uygulanmaktadır.[12] Ülkede resmi dil olan Divehi dışında Arapça, Hintçe, İngilizce gibi diller konuşulmakta olup, ülkenin iklimi ise ekvatoral tipolojiye uygun ve oldukça sıcaktır.[13] Öyle ki, ülkede yaz-kış genelde ortalama sıcaklık 30 derece düzeyindedir.[14]

Maldivler’in en önemli ticaret ortakları[15]

Ekonomik büyüklüğü düşük nüfusuna uygun olarak 6,189 milyar Amerikan doları düzeyinde olan[16] Maldivler’in kişi başına düşen yıllık ekonomik büyüklüğü ise 11.800 dolar civarındadır ki[17], bu da Maldivler’i bir orta gelir ülkesi yapmaktadır. Maldivler’in başlıca ticaret ortakları Tayland, Sri Lanka, Singapur, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Hindistan olup, ülkenin temel ihracat kalemi balık ve balık ürünleri, temel ithalat gereksinimleri ise yakıt, yağlar, makine ve elektronik ürünlerdir.[18] Maldivler’in ihracatta en önemli ortakları Tayland, Birleşik Krallık ve Almanya iken, ithalatta ise Hindistan, BAE, Çin ve Singapur’dur.[19]

Maldivler, uluslararası platformda ise Birleşmiş Milletler (UN) dışında Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü (SAARC), G-77, Uluslararası Para Fonu (IMF), Uluslararası Polis Teşkilatı (INTERPOL), Bağlantısızlar Hareketi (NAM), İslam İşbirliği Teşkilatı, Commonwealth (İngiliz Milletler Topluluğu) ve Küçük Ada Devletleri İttifakı (AOSIS) da dahil olmak üzere tam 63 uluslararası teşkilata üye olan saygın bir devlettir.[20]

Maldivler Siyasi Tarihi

TDV İslam Ansiklopedisi’ne göre; isminin muhtemelen Sanskritçe’den geldiği kabul edilen Maldivler, Divehiler olarak bilinen yerli halkın dilinde “Divehi Râjje” diye adlandırılır.[21] Tarihsel olarak daha çok Hindistan etkisinde kalan ve uzun asırlar boyunca Hinduizm ve Budizm’den etkilenen Maldivler, 6. yüzyıldan itibaren ise bölgeye giren Müslüman denizciler ve tüccarlar etkisiyle İslamiyet’ten etkilenmeye başlamış ve 7. yüzyıldan itibaren tamamen bir Müslüman diyarı haline gelmiştir.[22] Özellikle 14. yüzyılda burayı ziyaret eden İbn Battûta’nın tarihsel süreçte Maldivler’deki İslam etkisini incelediği bir eseri de mevcuttur.

Maldivler, 1558-1573 yılları arasında Portekiz işgali altında kalmış, 17. yüzyılda da başta Portekiz olmak üzere çeşitli korsan saldırılarına muhatap olmuş, ancak bu girişimler sonucunda Avrupalı kolonyal güçler ülkeyi kontrol altına almayı başaramamıştır. 18. yüzyılda Hollanda’nın bölge üzerinde hâkimiyet kurma çabaları tam bir sömürge yönetimine dönüşememişse de, Flemenkler, burada hegemonik bir ilişki kurmayı başarmıştır. Ancak İngilizler, 1796’da Hollanda güçlerine üstünlük kurarak Maldivler’i bir “koruma bölgesi” hâline getirmiştir.[23] Bu durum yaklaşık bir asır sonra, 1887’de imzalanan bir anlaşma ile resmiyete de dökülmüştür.[24] Himaye yönetimi devam ederken, 1932’de anayasa kabul edilerek yönetim anayasal monarşiye (Sultanlık) dönüştürülmüş, ancak Cumhuriyetin ilan edildiği 1953 yılına kadar Sultanlık rejimi devam etmiştir.[25]

Muhammed Emin Didi

1953 yılına gelindiğinde ise, Muhammed Emin Didi tarafından Cumhuriyet ilan edilmiştir. Didi, halen bile Maldivler’in ilk Cumhurbaşkanı kabul edilmektedir.[26] Yalnızca birkaç ay iktidarda kalabilen Didi’nin devrilmesinin ardından Maldivler’de 12-13 yıl süreyle yeniden monarşiye (Sultanlık) dönülmüş, 26 Temmuz 1965 tarihinde imzalanan anlaşmayla ise Maldivler nihayet İngiltere’den tam bağımsızlığını ilan etmiştir. 1965’ten sonra, Maldivler, 1968 yılında Sultanlık rejiminden ayrılarak bir Cumhuriyet rejimine dönüştürülmüştür.[27] İngilizler, 1976 yılında Maldivler’deki askeri üslerini terk etmiş ve bu şekilde Maldivler’in tam bağımsızlığı kazanılmıştır.

İbrahim Nasır

Bağımsızlık sonrası ülkenin ilk Cumhurbaşkanı 1968-1978 döneminde görev yapan İbrahim Nasır olurken, 1978-2008 döneminde çok uzun süre Maldivler’in başında Mamun Abdül Gayyum kalmıştır.[28] 2008-2012 döneminde Cumhurbaşkanı olan Muhammed Naşid, 2012-2013 döneminde işbaşında kalan Dr. Muhammed Vahid Hasan, 2013-2018 döneminde Cumhurbaşkanı olan Abdulla Yameen ve 2018-2023 döneminde iktidar olan İbrahim Muhammed Salih’in ardından ise, şimdilik Cumhurbaşkanı Muhammed Muizzu seçilmiştir.[29]

Mamun Abdül Gayyum

2008 yılında ilan edilen yeni Maldivler anayasasına göre, Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkede, yürütme erki, doğrudan halk oyuyla ve en az yüzde 50+1 destekle seçilen Cumhurbaşkanı ve onunla birlikte seçilen Başkan Yardımcısı’na aittir.[30] Maldivler’de bir Cumhurbaşkanı en fazla 5 yıl ve iki dönem seçilebilir. Bu anlamda, bir Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 10 yılla sınırlıdır. Ülkede yasamadan sorumlu kurum ise tek kamaralı Halk Meclisi’dir (People’s Majlis). 21 idari bölgeden oluşan Maldivler, 2008 anayasası gereği bir İslam ülkesidir. Maldivler’de demokrasinin tam anlamıyla işlemeye başlaması ise 2008 anayasaı sonrasında olmuştur.

Ülkede 2023 yılında yapılan son Başkanlık seçimlerini, Hindistan’a yakın önceki Cumhurbaşkanı İbrahim Muhammed Salih ile yarışan ve ikinci turda yüzde 54,04 oy alarak kazanan muhalefet adayı ve Male Belediye Başkanı Muhammed Muizzu kazanmıştır.[31] Seçim sonrasında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hussain Mohamed Latheef olurken, Cumhurbaşkanı Muizzu, yeni kabinede 22 Bakan ve toplam 72 Bakan Yardımcısı atamıştır.[32] İngiltere eğitimli ve Yapı Mühendisliği alanında doktora derecesi sahibi bir siyasetçi olan Muizzu, ülkeyi Hindistan etkisinden çıkarıp Çin etkisine sokmakla eleştirilmekte[33] ve bu nedenle bu ülkedeki gelişmeler bu iki ülke ve Çin’in rakibi ABD tarafından dikkatle takip edilmektedir. Her ne kadar Muizzu’nun Çin yanlısı ve Hindistan karşıtı tavrı önceki Cumhurbaşkanlarına kıyasla daha belirgin olsa da -ki bu sürece “Önce Hindistan” (India First) politikasının sonlandırılması denmektedir[34]-, aslında Maldivler’in Çin’in Kuşak Yol Projesi’ne katılması 2013 yılındadır.[35] Dahası, son yıllarda Hindistan ile Maldivler arasında özellikle turizm sektöründe çeşitli sorunlar yaşanmaktadır. Öyle ki, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Maldivler’e çok sayıda turist gönderen ülkesi Hindistan’da kendi toprakları olan Lakşadvip Adaları’nda tatili teşvik etmekte[36], bu da bir turizm ülkesi olan Maldivler’de tepki çekmektedir. Ayrıca, Muizzu, ülkesinde bulunan Hindistan askeri güçlerinin de (85 kadar) topraklarından çıkmasını talep etmektedir.[37] Bununla da yetinmeyen Muizzu, önceden ABD ve Hindistan güçlerince eğitilen Maldivler Ordusu’nun Çin Halk Kurtuluş Ordusu tarafından eğitilmesi için 2024 yılı Mart ayında bir anlaşmaya imza atmıştır.[38]

2024 Maldivler Parlamento Seçimleri

6 farklı siyasi parti ve bağımsız adaylardan oluşan toplam 368 adayın Halk Meclisi’nin 93 milletvekilliğini elde etmek için yarıştıkları parlamento seçimlerinde oy kullanabilecek seçmen sayısı ise 284.000 olarak açıklanmıştır.[39] Seçimler, demokratik bir ortamda ve olaysız gerçekleştirilmiştir. Seçimlere katılım oranı ise resmi makamlarca yüzde 73 olarak açıklanmıştır.[40]

Cumhurbaşkanı Muizzu ve eşi[41]

Seçimlerin ardından, henüz kesinleşmeyen sonuçlara göre, 2024 Maldivler parlamento seçimleri, İslami çizgide siyaset yapan Cumhurbaşkanı Muizzu’nun partisi Halkın Ulusal Kongresi’nin (PNC) açık zaferiyle sonuçlanmıştır. PNC, 93 meclis koltuğundan 66’sını kazanmayı garanti ederken, bu sayının kesin sonuçların açıklanmasının ardından daha da artması ve 70’i bulması beklenmektedir.[42] Kesin sonuçları beklemeden zaferini ilan eden Cumhurbaşkanı Muizzu, bu şekilde Hindistan yanlısı merkez sağ Maldivler Demokratik Partisi-MDP’ye 2019 parlamento seçimlerinde kazandığı büyük zafer sonrasında, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından bir önemli yenilgi daha yaşatmıştır.[43] Nitekim Abdulla Shahid liderliğindeki MDP, bu seçimlerde ancak 15 kadar vekil çıkarabilmiş ve büyük hezimete uğramıştır.[44] Oysa 2019 yılı parlamento seçimlerinde MDP’nin vekil sayısı 65’ti.

Seçim sonuçlarını değerlendiren Batı Avustralya Üniversitesi öğretim üyesi Azim Zahir ise, Cumhurbaşkanı Muizzu’nun artık Cumhurbaşkanlığı (yürütme) dışında parlamento yani yasamaya da hâkim olduğunu ve istediği herşeyi yapmaya muktedir hale geldiğini belirtmiştir.[45]

Sonuç

Sonuç olarak, 2024 Maldivler parlamento seçimleri, ABD-Çin ve Çin-Hindistan rekabeti bağlamında manidar bir siyasal süreç olup, bu süreçten Çin yanlısı Cumhurbaşkanı Muhammed Muizzu üstünlükle ayrılmış ve ülkedeki siyasi hâkimiyetini perçinlemiştir.

Kapak fotoğrafı: Maldivler Cumhurbaşkanı Muhammed Muizzu[46]

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

DİPNOTLAR

[1] Bakınız; Ozan Örmeci (2024), “2024 Solomon Adaları Genel Seçimleri”, Uluslararası Politika Akademisi, 17.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://politikaakademisi.org/2024/04/17/2024-solomon-adalari-genel-secimleri/. Henüz seçimlerin sonuçları net olarak belli olmamıştır ama Çin yanlısı Başbakan Manasseh Sogavare, milletvekili olarak seçilmeyi garantilemiştir. Bakınız; The Guardian (2024), “Solomon Islands election: PM Sogavare retains seat as count continues”, 20.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2024/apr/20/solomon-islands-election-pm-sogavare-retains-seat-as-count-continues.

[2] Bu konuda tüm literatürü özetleyen önemli bir çalışma için, bakınız; Ozan Örmeci & Sina Kısacık & Gamze Helvacıköylü (2023), “21. Yüzyıla Damgasını Vuracak Büyük Güç Rekabeti: ABD-Çin İlişkileri”, içinde Küresel Aktörler ve Büyük Güç Rekabeti (editörler: Hasret Çomak & Burak Şakir Şeker & Huriye Yıldırım Çınar), Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, ss. 425-471, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.academia.edu/107241584/_%C3%96rmeci_Ozan_and_K%C4%B1sac%C4%B1k_Sina_and_Helvac%C4%B1k%C3%B6yl%C3%BC_Gamze_2023_21_Y%C3%BCzy%C4%B1la_Damgas%C4%B1n%C4%B1_Vuracak_B%C3%BCy%C3%BCk_G%C3%BC%C3%A7_Rekabeti_ABD_%C3%87in_%C4%B0li%C5%9Fkileri_i%C3%A7inde_K%C3%BCresel_Akt%C3%B6rler_ve_B%C3%BCy%C3%BCk_G%C3%BC%C3%A7_Rekabeti_edit%C3%B6rler_Hasret_%C3%87omak_and_Burak_%C5%9Eakir_%C5%9Eeker_and_Huriye_Y%C4%B1ld%C4%B1r%C4%B1m_%C3%87%C4%B1nar_Ankara_Nobel_Akademik_Yay%C4%B1nc%C4%B1l%C4%B1k_ss_425_471.

[3] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[4] İnsamer, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-maldivler/.

[5] World Factbook, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/maldives/#people-and-society.

[6] Worldometer, “Maldives Population”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.worldometers.info/world-population/maldives-population/.

[7] World Factbook, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/maldives/#people-and-society.

[8] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[9] U.S. Department of State (1996), “Background Notes: Maldives, June 1996”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://1997-2001.state.gov/background_notes/maldives_0696_bgn.html#:~:text=Although%20governed%20as%20an%20independent,which%20the%20sultanate%20was%20reimposed.

[10] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[11] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[12] İnsamer, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-maldivler/.

[13] World Factbook, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/maldives/#people-and-society.

[14] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[15] Britannica, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/place/Maldives.

[16] Worldometer, “Maldives GDP”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.worldometers.info/gdp/maldives-gdp/.

[17] The World Bank, “GDP per capita (current US$) – Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD?locations=MV.

[18] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Maldivler’in Ekonomisi”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/maldivler-ekonomisi.tr.mfa.

[19] Britannica, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/place/Maldives.

[20] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Ülke Künyesi: Maldivler Cumhuriyeti”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/maldivler-kunyesi.tr.mfa.

[21] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[22] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[23] İnsamer, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-maldivler/.

[24] Britannica, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/place/Maldives.

[25] TDV İslam Ansiklopedisi, “Maldivler”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/maldivler.

[26] The President’s Office – Republic of Maldives, “Former Presidents”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://presidency.gov.mv/PO/FormerPresidents/10.

[27] Britannica, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/place/Maldives.

[28] The President’s Office – Republic of Maldives, “Former Presidents”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://presidency.gov.mv/PO/FormerPresidents/10.

[29] The President’s Office – Republic of Maldives, “Former Presidents”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://presidency.gov.mv/PO/FormerPresidents/10.

[30] Britannica, “Maldives”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/place/Maldives.

[31] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Maldivler’in Siyasi Görünümü”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/maldivler-siyasi-gorunumu.tr.mfa.

[32] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Maldivler’in Siyasi Görünümü”, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/maldivler-siyasi-gorunumu.tr.mfa.

[33] The Guardian (2023), “Pro-China candidate Mohamed Muizzu wins Maldives presidency, upending relationship with India”, 30.09.2023, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://web.archive.org/web/20231012114035/https://www.theguardian.com/world/2023/oct/01/pro-china-candidate-mohamed-muizzu-wins-maldives-presidency-upending-relationship-with-india.

[34] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[35] AlJazeera (2024), “Maldives votes in parliamentary elections amid India-China rivalry”, 21.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2024/4/21/maldives-votes-in-parliamentary-elections-amid-india-china-rivalry.

[36] AlJazeera (2024), “Maldives votes in parliamentary elections amid India-China rivalry”, 21.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2024/4/21/maldives-votes-in-parliamentary-elections-amid-india-china-rivalry.

[37] Anbarasan Ethirajan (2023), “Mohamed Muizzu: The Maldives' new president wants India out”, BBC News, 22.10.2023, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://web.archive.org/web/20231031142117/https://www.bbc.com/news/world-asia-67166425.

[38] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[39] AlJazeera (2024), “Maldives votes in parliamentary elections amid India-China rivalry”, 21.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2024/4/21/maldives-votes-in-parliamentary-elections-amid-india-china-rivalry.

[40] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[41] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[42] TRT Haber (2024), “Maldivler'de parlamento seçimlerinin galibi Devlet Başkanı Muizzu'nun partisi oldu”, 21.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.trthaber.com/haber/dunya/maldivlerde-parlamento-secimlerinin-galibi-devlet-baskani-muizzunun-partisi-oldu-852356.html.

[43] TRT Haber (2024), “Maldivler'de parlamento seçimlerinin galibi Devlet Başkanı Muizzu'nun partisi oldu”, 21.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.trthaber.com/haber/dunya/maldivlerde-parlamento-secimlerinin-galibi-devlet-baskani-muizzunun-partisi-oldu-852356.html.

[44] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[45] Anbarasan Ethirajan (2024), “Maldives: Pro-China party led by Muizzu wins by landslide”, BBC News, 22.04.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-68852720.

[46] Euronews (2024), “Maldivler'den Hindistan'a: 'Askerlerini 15 Mart'a kadar geri çek'”, 14.01.2024, Erişim Tarihi: 22.04.2024, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2024/01/14/maldivlerden-hindistana-askerlerini-15-marta-kadar-geri-cek.