1978 yılında Lefkoşa’da doğan İpek Borman, 1999 yılında Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimini, 2001’de Georgetown Üniversitesi Liberal Çalışmalar programında Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans eğitimini ve 2012’de ODTÜ Ankara’da Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora eğitimini tamamladı. 2005-2010 ve 2015-2020 yılları arasında KKTC Cumhurbaşkanlığı’nda Dış İlişkiler Uzmanı olarak çalıştı. Bu dönemde Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik sürdürülen kapsamlı müzakerelerde, Kıbrıs Türk Müzakere Heyeti Üyesi olarak görev yaptı. 2001 yılından sonra, KKTC’de çeşitli üniversitelerde yarı zamanlı olarak Uluslararası İlişkiler dersleri verdi. Eylül 2021’den bu yana, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Uluslararası İlişkiler bölümünde ders vermektedir. Kıbrıs sorunu, barış, uzlaşı ve toplumsal cinsiyet eşitliği alanlarında yazılar yazmakta ve sivil toplum çalışmalarında bulunmaktadır. Şu anda, Kıbrıs’ta faaliyet gösteren bağımsız bir düşünce kuruluşu olan Global Politikalar Merkezi-GLOPOL’un Asbaşkanlığını yürütmektedir.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Sayın Borman, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. İsterseniz güncel bir konuyla başlayalım. 2023 yılı Şubat ayında bizim Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRK) olarak tanıdığımız devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Başkanlık seçimleri yapılacak. İddialı adaylara bakıldığında; AKEL’in desteklediği Andreas Mavroyiannis, DISY’nin desteklediği Averof Neofytou ve DIKO, EDEK ve DIPO’nun desteklediği Nikos Christodoulides isimleri öne çıkıyor. Sizce bu adaylar arasında en şanslı olan kim ve bu adayların Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye bakışları ne şekilde?
Dr. İpek Borman: Davetiniz için öncelikle ben size teşekkür ederim. Bahsettiğiniz gibi önümüzdeki ay, 5 Şubat 2023 tarihinde Kıbrıs’ın güneyinde Başkanlık seçimleri olacak. Bugüne kadarki en yüksek aday sayısıyla, 14 adayla seçime gidiliyor. 14 adayın 7’si anketlerde yer buluyor, ancak bu adaylardan özellikle 3’ü öne çıkıyor. Mevcut Başkan Anastasiades’in partisi, yani iktidar partisi DISY/DISI’nin şu anki lideri Neofytou, ana muhalefet partisi AKEL’in desteklediği ancak uzun yıllar Anastasiades’in Müzakerecisi olan ve Başkanlık seçimlerinde aday olmak için görevinden ayrılan Mavroyannis ve de yine uzun yıllar Anastasiades’in yakın çalışma arkadaşı olan, bir dönem Sözcülüğünü ve bir dönem de Dışişleri Bakanlığını yapmış, aday olmak istediği için partisi DISY ile ters düşen ve hem partisinden, hem de Dışişleri Bakanlığından ayrılarak bağımsız aday olan Hristodoulides (Hristodulidis). Bu resme baktığınızda, aslında üçü de “Başkan’ın adamları” ve Başkan Anastasiades’in ortaya koyduğu politikalarla hemen hemen aynı yaklaşımlara sahiptirler. Tabii ki, görüntüdeki bu aynılığa rağmen birtakım farklılıkları da vardır. Kıbrıs sorununa yaklaşımları benzer olsa da, hem içerik, hem de yöntemsel olarak detaylarda farklılaşıyorlar. Ancak, Kıbrıs’ın kuzeyinde de olduğu gibi, Kıbrıs sorunu, şu anda Kıbrıs Rum toplumunun da ağırlıklı olarak öncelik verdiği bir konu değil. Bu yüzden de seçimlerde önemli bir yer tutmuyor ve adayların Kıbrıs sorunu odaklı yaklaşımları çok fazla ele alınıp irdelenmiyor. Toplumu şu anda fazlasıyla meşgul eden yönetimsel meseleler, özellikle altın pasaport skandalıyla gündem olan yolsuzluk ve ekonomiye, enerjiye, göç politikalarına dayalı küresel boyutta da yer kaplayan meselelerdir.
Neofytou-Mavroyannis-Hristodulidis
Böyle olunca, aslında Kıbrıs sorununun gidişatını olumlu yönde etkileyebilecek politikaların Rum toplumunun seçimlerde ortaya koyacağı irade yoluyla ortaya çıkması pek muhtemel görünmüyor. Neden böyle söylüyorum? Çünkü uzun zamandır anketlerde açık ara birinci çıkan ve kazanması en muhtemel aday olan Hristodoulides, üç aday arasında Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik en katı tutuma sahip olandır. Buna temel bir örnekle değinecek olursak; her üç aday da Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki kesimli bir federasyon yoluyla kapsamlı çözüme ulaştırılması gerektiğini söylerken, diğer iki aday 2017 yılında Crans-Montana’da müzakerelerin çöktüğü yerden başlamasını savunuyor ve o tarihe kadar iki taraf arasında elde edilen uzlaşı ve yakınlaşmalara bağlı olduklarını ifade ediyorlar. Ancak Hristodoulides, iki tarafın da çerçeve olarak kabul ettiği ve Crans-Montana’da müzakereleri üzerinden yürüttükleri Guterres çerçevesinin yeniden müzakere edilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Bu temel nokta bile aslında bize Hristodoulides’in süreci ileriye değil, geriye götürme niyetinde olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Diğer iki adayla kıyaslandığında, olası bir federasyon müzakeresi sürecinde iki toplumun siyasi eşitliğinin sağlanması dahil olmak üzere gerçek anlamda federal temelde bir güç paylaşımına en uzak duran aday olarak görülüyor. Zaten, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik katı tutumlarıyla bilinen ve iki toplumlu, iki kesimli federasyona karşı durarak esasen Kıbrıslı Rumların yönetiminde daha üniter bir yapıyı benimseyen DIKO ve EDEK partileri tarafından destekleniyor. Aynı zamanda, Dışişleri Bakanı olduğu dönemdeki politikalarından da hatırlanacağı üzere, Kıbrıs Rum tarafının Avrupa Birliği (AB) üyeliğini kullanarak Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını teşvik ediyor. Özellikle doğalgaz konusunun yönetilmesinde diplomasi ve müzakere değil, Türkiye’ye yaptırım uygulayarak Türkiye’yi yalnızlaştırma ve Kıbrıslı Türklerin izolasyonunu derinleştirme taraftarı olduğu gözlemleniyor.
Genel olarak, üç adayın da Kıbrıslı Türklere yaklaşımı neredeyse yok denecek seviyede kısıtlıdır. İki toplum arasındaki ilişkileri iyileştirme veya geliştirme yönünde bir politika izledikleri görülmüyor. Mevcut şartlarda Kıbrıslı Türklerle köprü kurabilecekleri bir tek Kıbrıs sorunu var, ki o da bahsettiğim üzere bu seçimlerde öncelikli bir konu olarak adaylarca ele alınmıyor. Bu bağlamda, adaylardan sadece bağımsız aday Achilleas Demetriades öne çıkıyor. Kıbrıs sorunun çözümü ve iki toplum arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine dair en açık pozisyonları o ortaya koyuyor. Tabii Demetriades, Kıbrıslı Rumların Türkiye’ye karşı AİHM’e taşıdıkları mülkiyet davalarında öne çıkan bir isim, bir avukat. Mülkiyet müzakerelerinde de dönem dönem yer aldı. Ancak anketlerde 4. sırada görünüyor ve oy oranı yüzde 5’ler civarında. Beşinci sırada ise, aşırı sağ ELAM partisinin Başkanı var.
Achilleas DemetriadesSeçimin, ilk turdan bir hafta sonra gerçekleştirilecek ikinci tura kalmasına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Dolayısıyla, Hristodoulides’le kimin ikinci tura kalacağı önemli. Neofytou mu, Mavroyannis mi? Hristodoulides’le diğer iki aday arasında şu anda yüzde 10 civarında bir fark varken, Neofytou ve Mavroyannis arasındaki fark yüzde 1 civarındadır. Buradaki en çarpıcı unsur, her ne kadar iki aday da esasen Hristodoulides’e karşı seçim kampanyalarını yürütseler de, taban tabana zıt ideolojilere sahip oldukları için DISY ve AKEL taraftarları geleneksel olarak birbirlerinin adaylarına oy vermezler. Mesela AKEL’in oylarının Kıbrıs sorunu bağlamında nispeten daha ılımlı bir noktada olan Neofytou yerine Hristodoulides’e gitmesi muhtemeldir.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Sayın Ersin Tatar, Kıbrıs müzakerelerinde Türkiye’nin de desteğiyle iki devletli çözüm önerisinde ısrarcı bir politika sergilerken, müzakerelerin yeniden başlaması ve federal çözüm ihtimalinin gerçekleşmesi bu konjonktürde pek de gerçekçi gözükmüyor. Sizce yakın gelecekte Kıbrıs sorununda yeniden çözüm ihtimali ve bu doğrultuda yapılan müzakereler gündeme gelebilecek mi? Adanın iki yakasında iç politikada yaşanacak değişimler sizce bu süreçte etkili olabilir mi?
Dr. İpek Borman: Evet, her iki taraftaki mevcut pozisyonlara baktığımızda müzakerelerin öngörülebilir bir dönemde yeniden başlaması mümkün görünmüyor. Bunun en büyük sebebi, iki tarafın şu anda uç noktalarda pozisyonlara sahip olmasıdır. Yani, bırakın müzakerelerin yeniden başlayabilmesini, taraflar arasında müzakerelere ilişkin ortak bir zemin bile yok. Türk tarafı, on yıllar içinde tarafların bir uzlaşı zemini olarak oluşturup kabul ettiği ve uluslararası toplumca da desteklenen federal çözümden sapmış bulunuyor. Şu anda iki eşit egemen devletin kabulünü müzakerelere başlamak için bir ön şart olarak ortaya koyuyor. Önce Kıbrıs Türk tarafının eşit egemenliği ve eşit uluslararası statüde olduğu BM Güvenlik Konseyi kararlarınca teyit edilecek, "ona göre müzakere masasına otururum" diyor. Kıbrıs Rum tarafı ise buna şiddetle karşı çıkıyor. Bu şartlar altında liderler herhangi bir anlamlı diyalog bile gerçekleştirmiyorlar. Sadece senede bir veya iki kez bazı sosyal etkinliklerde bir araya geliyorlar. Ortak zemini bulabilmek için herhangi bir görüşme dahi yapılamıyor. Örneğin, BM Genel Sekreteri’nin, mevcut çıkmazın aşılması ve tarafların ortak zemine ulaşmalarına yardımcı olması için bir Özel Temsilci atama düşüncesi vardı. "Special Envoy" denilen bu Özel Temsilci, sırf taraflarla durumu istişare etmek üzere geçici olarak atanacaktı. Taraflar arasında Kıbrıs sorununun özüne ilişkin derin görüş ayrılığı olduğu için bu dahi başarılamadı. Nitekim daha birkaç gün önce BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu son raporunda, Genel Sekreter, bu hususa değinerek mevcut kutuplaşmanın taşıdığı risklere dikkat çekiyor.
KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar
Yine bu raporda Genel Sekreter başka önemli bir hususa değiniyor ve diyor ki, “Müzakerelerin yeniden başlamasına yönelik çabalarda, BM parametrelerini de oluşturan ilgili Güvenlik Konseyi kararları bana rehberlik etmektedir”. İlgili Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda oluşan BM parametreleri nelerdir? Siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu ve iki kesimli federasyon. Kısacası, Genel Sekreter, müzakereleri yeniden başlatmak üzere bir ortak zemin bulunmasından bahsederken, bunun bu parametreler çerçevesinde, yani bir federasyon temelinde olması gerektiğini söylüyor. Yani, Kıbrıs Türk tarafının Türkiye’nin desteğiyle BM parametreleri zemininde federal bir çözüm arayışından sapmış olması, uluslararası toplumun kabul ettiği zeminin de ortadan kalktığı anlamına gelmez. Biliyoruz ki, Güvenlik Konseyi kararları yine Güvenlik Konseyi kararı ile değişebilir. Güvenlik Konseyi’nin mevcut karar alma yapısına baktığımızda, beş daimî üyenin de buna onay vermesi ve veto hakkını kullanmaması gerekir. Özellikle mevcut konjonktürde, Rusya, ABD, İngiltere (Birleşik Krallık), Fransa ve Çin gibi ülkelerin mutabık kalarak çözüm zeminini değiştirmesini öngörebilir miyiz? Pek de öngöremeyiz. Ayrıca, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu ve iki kesimli federasyon zemini, iki tarafın başlangıç pozisyonları arasında bulunan ve zamanla şekillenen bir uzlaşıdır; esasen de Türk tarafının ortaya koyduğu bir tezdir. Hatta bazı Kıbrıslı Rumlar, bunu "acı bir uzlaşı" olarak bile adlandırırlar. Çünkü biliyorlar ki, Kıbrıs’ta artık üniter bir devlet yapısına dönmek mümkün değildir. Tabii, Kıbrıs Rum tarafı "acı" bulduğu bu uzlaşıyı kendi pozisyonları çerçevesinde şekillendirmek istiyor. Bundan dolayı, bugüne kadar ortaya çıkmış olan bazı çözüm fırsatlarını maalesef kendi dar siyasi kalıplarından sıyrılarak değerlendiremediler. Ancak bunun karşılığı, üzerinde uzlaşılmış ve BMGK kararları ile desteklenen zeminin terk edilmesi ve uzlaşıya dayalı olmayan, tek taraflı olarak ilan edilen zıtlaşma siyaseti olmamalıdır. Tam tersine, Rum tarafının üzerinde ısrarla baskı oluşturarak, iki toplumun siyasi haklarına dayalı bir federasyon temelinde kapsamlı çözümü müzakere edip sonuç odaklı bir şekilde hareket edilmesinin sağlanması gerekir. Çünkü mevcut siyasetin herhangi bir sonuç vermeyeceği, hatta statükonun giderek elverişli koşullarını kaybedip daha da ağırlaşacağı, umut edilenin aksine Kıbrıs Türk halkının haklı davasına zarar vererek uluslararası ortamdan daha da tecrit edilmesine yol açacağı ortadadır. Zaten geçirdiğimiz bunca yılda tanınma siyasetinin sonuç vermediğini yaşayıp gördük. Türkiye’nin dostu olan, Kıbrıslı Türklere müzahir olduğu söylenen devletler dahi, BMGK kararlarından dolayı bırakın KKTC’yi tanımayı, doğrudan uçuş bile gerçekleştiremiyorlar. Şimdi bazıları "bu değişecek" diyorlar ama özellikle de mevcut konjonktürde bunun değişme ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Tam da Rusya’nın Ukrayna’yı parçalamaya çalıştığı ve ayrılıkçılığın tanınmasının gerek AB içerisinde, gerekse küresel bağlamda sorun yaratacağı ortadayken… Dolayısıyla, Türk tarafı, uzlaşı zemininden uzaklaşarak diyaloğa ve müzakereye açık olmayan bir şekilde kendi siyasi çözümünü tek taraflı dayatma çabası içinde olduğu sürece, Kıbrıs’ta bir çözüm ihtimalinin yeşermesi mümkün görünmüyor.
İç politikada yaşanacak gelişmeler elbette etkili olabilir ve en azından yeniden ortak zemine dönülmesine yönelik bir değişim sürecini tetikleyebilir. Bu da büyük ölçüde toplumların ortaya koyacağı iradeye bağlı olarak seçtikleri liderlikler ve bu yolla verdikleri mesaj üzerinden olabilir. Ancak şu an için bu yönde bir iradenin ortaya konulabileceğine dair bir sinyal yoktur. Güneydeki durum ortada. Kuzeyde ise, en son 2020 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye’deki iktidarın federal çözümü destekleyen o dönemki Cumhurbaşkanının (Mustafa Akıncı) kazanmaması için yoğun bir müdahalede bulunduğunu biliyoruz.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Kıbrıs müzakerelerinde yeniden çözüm ihtimali belirirse, sizce çözüm parametreleri nasıl ideal şekilde oluşturulabilir?
Dr. İpek Borman: Az önce değindiğim gibi, çözüm ihtimali belirli şartlar altında ortaya çıkabilir. Öncelikle tarafların ortak bir zeminde buluşması gerekir ki bir çözümü müzakere edebilsin. Peki çözüm nasıl sağlanabilir? Taraflar arasında bir uzlaşıyla sağlanabilir. Bu uzlaşının ne olduğu, ortak zeminin ne olduğu da bellidir. Bu, hem taraflar arasında bir uzlaşı çözümü olan, hem de uluslararası toplum tarafından kabul edilen ve BMGK kararlarınca da tescillenen siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu ve iki kesimli bir federasyondur. 2004’te Kıbrıs’taki toplumların onayına sunulan Annan Planı da dahil olmak üzere, o tarihe kadar hep BM’nin arabuluculuğunda, dolaylı veya doğrudan müzakereler yoluyla şekillenen, ancak BM’nin derlediği ve şekillendirdiği fikirler, anlaşmalar ve planlar ortaya çıktı. 2008 itibariyle ise, Kıbrıs’taki taraflar doğrudan müzakerede bulunarak, ilk defa vardıkları uzlaşı ve anlaşmaları kendilerinin kaleme aldıkları ortak metinler üretip kayda geçirdiler. Özellikle 2008-2010 ile 2015-2017 yılları arasında taraflar 6 ana başlıkta çok yoğun müzakereler gerçekleştirdiler. Elbette yine BM’nin kolaylaştırıcılığında ve garantör ülkelerin desteğiyle. Arada 2014 Ortak Açıklaması gibi önemli uzlaşılara da imza attılar. Bu süreçlerde, BM parametreleri dediğimiz siyasi eşitlik, iki kesimlilik ve iki toplumluluk gibi ilkelerin altı doldurularak, gerçek anlamda bir federasyonun, sahip olacağı tüm kurumları ve yapıları ile nasıl hayat bulacağı ete kemiğe büründürüldü, çok ciddi bir "çözüm müktesebatı" oluşturuldu. Nitekim, 2017 yılının yazında Crans-Montana’da çok taraflı Kıbrıs Konferansı’na gidildiğinde, BM Genel Sekreteri "çözümün ana hatları ortaya çıkmıştır, çözüm esasen oradadır" diyebilmiştir. Bir çözüm ihtimali belirmesi durumunda, taraflara düşen, federal çözüme yönelik oluşmuş olan çözüm müktesebatının üzerine inşa edecekleri müzakere sürecini sonuç odaklı olacak şekilde planlayıp yapılandırmak ve makul bir süre içerisinde hedefe ulaşacak şekilde ilerlemek olmalıdır.
Elbette, çatışma yaşamış, büyük kayıplar vermiş, nice travmalardan geçmiş iki toplumun uzlaşması kolay bir süreç değildir. Tek başlarına da değildirler; hem bölgesel, hem de küresel düzlemlerde diğer aktörlerle birlikte vardırlar. Bunlar da dikkate alınmak durumundadır. Konjonktürel veya jeostratejik nedenler de eklenince, çözümün şartlarını oluşturmak zorlu bir mücadeledir. Ancak, tarihsel süreçler ve siyasi dinamiklerle şekillenen ve ortaya çıkan bir çözüm şekli ve müktesebatı vardır. Bunu elimizin tersiyle itemeyiz. Adadaki iki halkı ve iki tarafı birbirine yakınlaştırarak, bu küçük ve karmaşık coğrafyada birlikte istikrar, refah, güvenlik ve en önemlisi barış içinde yaşamalarının yollarını bulmak zorundayız. Aksi ise, sürekli bir çatışma ortamıdır. Teknolojik gelişmelerle sözde çağ atladığımız bu yüzyılda dahi dünyanın haline bir bakalım; sorunların çözülmediği yerlerde ufak bir kıvılcımın bile toplumları ve devletleri nasıl karşı karşıya getirdiğini ve insanları nasıl bir zulme maruz bıraktığını görelim. Zıtlaşarak değil, uzlaşmanın yollarını arayarak, çözümü ısrarla zorlayarak ancak başarılı olabiliriz diye düşünüyorum.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Sayın Borman, Kıbrıslı bir Türk olarak en büyük sorunlarınız sizce nelerdir? Ben yaklaşık dört yıl orada yaşayan bir Türk olarak bakınca, yalnızca Türkiye tarafından tanınmasına rağmen demokrasisi ve yaşam standartlarıyla gelişmiş bir ülke görüyorum. Peki Kıbrıslı Türkler neden rejimleri ve ülkelerinden memnun değiller?
Dr. İpek Borman: Biliyorsunuz ki, tarih boyunca Kıbrıs adasına jeostratejik olarak büyük önem atfedildi ve farklı medeniyetler tarafından fethedilip yönetildi. Bu bağlamda, adada önemli bir kültürel zenginlik vardır. Adadaki farklı toplumlar farklı siyasi ve kültürel yapılar altında yüzyıllarca beraber yaşadıklarından dolayı siyasi kültürleri de ona göre şekillendi. Çeşitlilik, çoğulculuk, farklılıklara saygı ve hoşgörü bu siyasi kültürün bir parçasıydı. Ada, ilk defa sömürge döneminden sonra, 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti vasıtasıyla, iki ana etnik toplum güdümünde Kıbrıslılar tarafından yönetilmeye başladı. Ancak bu dönemde yükselen milliyetçilikle birlikte iki toplum kısa sürede birbirine ters düştü ve ayrı siyasi yapılanmalara ve toplumsal otonomiye doğru kaydılar. 60 yıldır da Kıbrıs sorunu devam ediyor ve her iki toplum kendi mecrasında ayrı ayrı ilerliyor. Kıbrıs’ta 1974 sonrası sıcak çatışma olmadığı ve sadece siyasi bir sorun görüldüğü için burası bir "donmuş çatışma" alanı olarak nitelendiriliyor. Halbuki statüko statik değildir, değişmez değildir. Neredeyse 30 yıl boyunca toplumlar arasında hiçbir etkileşim olmadı, karşılıklı geçişler yasaktı. 2003 yılında karşılıklı geçişler başlamış olsa bile, toplumları dönüştürebilecek seviyede bir yakınlaşma ve uzlaşı ortamı yaratılamadı. İki toplumun birbiriyle ilişkisi çoğunlukla yüzeysel, sadece ekonomik alışverişe dayalı bir şekilde kaldı. Zaten siyasi liderliklerin bu yönde politika izlediklerini de pek görmedik. Ancak şu anda, tam tersine, ilişkileri zorlaştırıcı bir anlayışla hareket ediyorlar. Pozisyonlar katılaşıyor, diyalogsuzluk ortamında toplumlar arasındaki siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel uçurumlar derinleşiyor. Tüm bu süreçler geri döndürülmesi zor tahribatlara yol açıyor.
Şunu da teslim etmeliyiz ki, siyasi çözümsüzlük en fazla Kıbrıslı Türkleri olumsuz olarak etkiliyor. Çünkü siyasi bir varlık olarak tanınmış bir kimlikleri yok, uluslararası toplum içinde yer almıyorlar ve uluslararası hukuk dışında tutuluyorlar. Yaşadıkları devletin tanınmamasından ve uluslararası alanda kendilerine uygulanan izolasyonlardan dolayı, giderek artan bir şekilde Türkiye’ye bağlı ve bağımlı bir yapı içinde hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Bu da, Kıbrıslı Türkleri sadece siyasi bağlamda değil, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak da fazlasıyla etkiliyor. Belki son yıllarda yaşanan gelişmelerden, özellikle pandemi süreci ve Ukrayna Savaşı'ndan dolayı küresel anlamda büyük bir belirsizlik yaşanıyor; ama Kıbrıslı Türkler açısından bu belirsizlik daha derin boyutlardadır. Çünkü sorunlar giderek katmerleniyor ve çözümler pek de yakın görünmüyor. Zaten uluslararası toplum tarafından tecrit altındasınız, tek dayanağınız Türkiye ve haliyle Türkiye’ye bağımlılığınız ekonomiden kültürel yapıya her şeyinizi etkiliyor. Giderek çoğalan bir gelecek kaygısı içinde toplum kutuplaşıyor. Bir taraftan mevcut liderliğin pozisyonunda, Türkiye’nin güdümünde iki egemen eşit devletli bir çözüm siyasetini destekleyenler, diğer taraftan dünyaya açılabilmenin yolu olarak görülen, siyasi eşitliğe dayalı federasyon temelinde bir çözümü destekleyenler bulunuyor. İkisi arasında bir geçişkenlik olmadığı gibi, diğer kutba karşı da ciddi bir reaksiyon ve direnç var. Kıbrıs Türk tarafı, sadece Kıbrıs Rum tarafıyla ayrışmıyor, kendi içerisinde de önemli bir ayrışma yaşıyor.
2017 Crans-Montana sonrası Kıbrıs Türk toplumu içinde büyük bir kırılma yaşandı. 2004’te Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğunun "evet" demesine karşın, Rum toplumunun yine büyük oranda "hayır" demesi ve buna rağmen Kıbrıslı Türklerin yine uluslararası toplumun dışında kalması ama Rum tarafının tek yanlı olarak AB üyesi yapılması büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Bunun ardından toparlanmak kolay olmadı; ama bu süreç, Kıbrıs Türk halkının aslında ayrılıkçı olmadığını ispatlaması ve uluslararası toplum ile bütünleşme yollarını araması önemli bir açılım sağlamıştır. Bu süreç bizi 2017’ye kadar taşıdı. Ama Rum liderliği özelinde samimiyet ve siyasi irade eksikliği olmasından dolayı süreç yeniden çöktü ve Kıbrıslı Türkler tabir-i caizse yine ortada kaldılar. Burada tabii ki Türk tarafının haklı bir serzenişi oldu. Kapsamlı çözümü zorlayan Kıbrıslı Türkler, ama her şeye rağmen yine ortada kalan Kıbrıslı Türkler. Elbette bu noktada, Kıbrıslı Türkler, Rum liderliğinin insafında kalmak istemiyorlar. Burada uluslararası toplumun daha objektif bir değerlendirme yaparak Kıbrıslı Türklerin dünyaya açılımı noktasında adım atması gerekirdi. Örneğin, uygulanan uluslararası izolasyonların kaldırılması veya en azından hafifletilmesi bağlamında bir siyaset izlemeleri gerekirdi. Ama zaten kendi içinde bölünmüş olan uluslararası toplumdan herhangi bir anlamlı açılıma dair adım atılmadı. Bu da, Türkiye’yi farklı bir siyaset izlemeye yöneltti ve bu durum da Kıbrıslı Türkler arasında büyük bir kırılmaya neden oldu. Bir taraftan Rum tarafını ipten indirerek rahatlatacak şekilde dünyaya rest çekilmesi ve müzakere ve uzlaşı çabalarından uzaklaşılması söz konusuydu, diğer taraftan haklılığımızı yılmadan ortaya koyan, uluslararası toplum içinde haklı yerini almasını zorlayan, siyasi çözümsüzlüğe karşı proaktif olan ve Kıbrıslı Türklerin gelecek ufkunu açan bir siyaset izlenmesi isteniyordu. Şu anda bu ikisi arasında sıkışmış bir toplum var. Tüm bunların üzerine, yaşanan sosyal ve ekonomik buhranlarla sorunlarını çözme noktasında Türkiye’ye bağımlılığından ve edilgen hale getirilen siyasi yapısından dolayı geleceğe dair bir hayal kuramıyor. Kendi coğrafyalarında, kendi iradelerini tam anlamıyla sergileyemiyorlar ve neredeyse her gün yaşanan siyasi ve kültürel müdahalelerle kendi yurtlarına yabancılaşıyorlar.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: ABD ve Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere, Rusya, Çin ve diğer etkili ülkelerin Kıbrıs sorununa bakışları sizce ne düzeyde? Yani çözüm sürecine destek verebilecek ülkeler var mı, yoksa büyük aktörler mevcut durumdan memnunlar mı?
Dr. İpek Borman: Tüm bu ülkelerin veya birliklerin kendi "realpolitik" dünyaları içinde siyaset izlediklerini ve pozisyon aldıklarını görüyoruz. Dolayısıyla, değişen konjonktüre bağlı olarak zaman zaman ilgileri ve angajmanları artıyor ya da azalıyor. Bulunduğumuz konjonktürde, Rusya-Ukrayna Savaşı, Kıbrıs sorununa yaklaşımlarını belirleyen en önemli etken olarak karşımıza çıkıyor. Kıbrıs sorununa müdahil olan bölgedeki ülkeleri de denkleme eklediğimizde, durum daha da çetrefilli bir hâl alıyor. Sonuçta, Türkiye ve Yunanistan da denklemin parçasıdırlar. Örneğin, ABD’nin Rusya’ya karşı küresel olarak kendini konumlandırma manevraları bağlamında, geleneksel olarak NATO savunma alanın güney kanadını oluşturan Türkiye ile yaşadığı sorunlardan dolayı belirli bir süredir Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafıyla askeri ve savunma iş birliğini artırdığını ve derinleştirdiğini görüyoruz. Türkiye’nin tüm karşı çıkışlarına rağmen, ABD yardımıyla Yunanistan’da adaların silahlandırılması ve Rum tarafına silah ambargosunun kaldırılması sadece Türkiye ile olan ilişkileri etkilemiyor, Kıbrıs sorununu da doğrudan etkiliyor. Buna karşı, Türkiye’nin adanın kuzeyindeki askeri nüfuzunu genişletmesi söz konusu oluyor. Bu da, doğrudan adadaki taraflar arasındaki ilişkilere olumsuz yansıyor. Sorun, sadece artan askerileşme ve militarist politikaların yayılması değil, aynı zamanda enerji başta olmak üzere bölgedeki tüm potansiyel iş birlikleri de olumsuz gelişmelere maruz kalıyor. Diğer yandan, AB, kendi güvenliğinin derdine düşmüş durumda. Zaten Kıbrıs sorununun çözümü bağlamında Rum tarafının yapısal parçası olması nedeniyle siyaseten pek de aktif olarak rahat hareket edemiyor. Rusya’nın yaklaşımı ve etkisi ise biraz daha karmaşıklaştı. Geleneksel olarak Rum tarafına yakın bir pozisyondaydı ve güneyde siyasi parti kuracak kadar önemli bir Rus toplumu bulunduğundan daha yakın ilişkilere sahiptiler. Ama bu savaşla beraber, hem Rusya ile Türkiye arasındaki yakınlaşma arttı, hem de AB yaptırımlarından dolayı Rus vatandaşlarının varlığı güneyde azalırken kuzeyde artış gösterdi. Gelinen aşamada, Çin’in de Kıbrıs’ı daha yakından gözlemlediğini düşünüyorum. Ama kendi çatışma alanlarından dolayı siyaseten her zaman Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs sorunundaki pozisyonuna daha yakın durmuşlardır. Kısacası, görünürde resmi tezleri değişmese de, mevcut küresel koşullara ve sorunlara göre bu ülkelerin Kıbrıs’a yaklaşımları dolayı veya doğrudan etkileniyor.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Birleşik Krallık (İngiltere) ve Yunanistan’ın Kıbrıs sorununa bakışında son yıllarda bir değişim-dönüşüm yaşandığını düşünüyor musunuz?
Dr. İpek Borman: Çok bariz bir değişiklik olduğunu düşünmüyorum. Yunanistan, zaten genelde Kıbrıs Rum tarafının pozisyonuna göre kendini adapte ediyor ve Kıbrıs sorununda çok belirleyici bir tavır sergilemiyor. Birleşik Krallık açısından baktığımızda ise, ciddi bir değişim ve dönüşümden bahsedemeyiz ama elbette Brexit’le birlikte Kıbrıs sorunu bağlamında daha aktif olmaya çalıştığını da gözlemliyoruz. Sonuçta, garantör ülkelerden biri ve artık AB politikasıyla bağlı olmadığından buradaki nüfuzunu canlı tutmak istiyor.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’den takip ettiğiniz akademisyen ve yazarları öğrenmek isteriz.
Dr. İpek Borman: Uluslararası ilişkiler alanında geniş bir kesimi takip etmeye çalışıyorum. Ancak özellikle üzerinde çalıştığım konular bağlamında, Pınar Bilgin, Sinem Açıkmeşe, Atila Eralp, Mustafa Aydın, Evren Balta, Serhat Güvenç, Mühdan Sağlam, Soli Özel, Fuat Keyman, Çiğdem Üstün ve Senem Aydın Düzgit’i yakından takip etmeye çalışıyorum.
Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu keyifli mülakat için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.
Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 16.01.2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder