Geçtiğimiz günlerde vefat eden Prof. Dr. Şerif Mardin’in pek bilinmeyen
bir makalesi, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay editörlüğünde hazırlanan
ve 2016 yılında Sentez Yayıncılık tarafından basılan Türk Siyasal Hayatı: Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme[1] adlı
kitapta yer alan “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma” yazısıdır. Bu yazıda,
bu makaleden bazı bölümler Türk Siyasal Tarihi çalışan öğrenci ve akademisyenlere
yeni bilgiler sağlaması açısından özetlenecektir.
Prof. Dr. Şerif Mardin
Makale, Şerif Mardin’in genel yaklaşımına uygun olarak Marksist
perspektiften ziyade Max Weber’e özgü Weberyan bir çizgide yazılmış ve
özellikle “kültür” kavramı üzerinden toplumsal dönüşüm açıklanmaya
çalışılmıştır. Kültür konusunda Osmanlı-Türk geleneğinde “halk edebiyatı” ve “divan
edebiyatı” zıtlığı üzerinden yaratılmış bir ikili yapı durumu söz konusudur.
Bu, aslında başka ülkelerde de benzer şekildedir. Örneğin, ünlü bir Amerikalı
antropolog olan Robert Redfield[2], kültürel
ayrımların dünya genelinde kırsal hayat yaşayan ve tarımla geçinen insanlar ve
şehirde yaşayan ve yönetici sınıfa mensup insanlar arasında olduğunu yazmıştır.
Redfield’in görüşleri, büyük ölçüde Meksika ve Guatemala’da yaptığı çalışmalara
dayansa da, aslında evrensel bir doğruya parmak basmıştır. Sosyolojinin Türkiye’deki
kurucu isimlerinden olan Ziya Gökalp de bu ikiliği “resmi medeniyet” – “halk
medeniyeti” ayrımıyla ifade etmeye çalışmıştır.
Bir diğer önemli kavram olan “ideoloji” ise, Mardin’e göre var olan bir
sosyal yapıyı devam ettirmeye veya yenisini aratmaya yarayan bir fikir
yapısıdır. Ancak Macar sosyolog Karl Mannheim[3],
sistemi değiştirmeye yönelik ideolojileri “ütopya” olarak tasnif etmiş ve “ideoloji”
terimini yalnızca birinci anlamıyla (var olan bir sosyal yapıyı devam ettirmeye
yarayan fikir yapısı) kullanmıştır. Bu bağlamda, Osmanlı’da esnaf ve üst
tabakaların ideolojik tavırlarına dikkat çekmek gerekebilir. Esnaf töresinde,
servetin sosyal bir fonksiyon olduğu inancı vardır. Osmanlı üst tabakalarında
ise, servet, siyasal mevkiin bir uzanımı olarak görülüyordu. Böylece bu iki
ayrı ideoloji de aslında muhafazakâr yönde çalışıyor ve kapitalizmle gelen
servetin kendi başına bir amaç olduğu fikri karşımıza çıkıyordu. Bu ikili ideolojik
yapı içerisinde, Osmanlı Devleti alt sınıfların düşünce ve yaşayışlarına fazla
ilgi göstermediler ve onları milli hayata katmak anlamında başarılı olamadılar.
Yalnızca çöküş döneminde kullanılan İslamcı ideoloji ve argümanlarla alt
sınıfların devlete aidiyeti arttırılmaya çalışıldı. Ancak bu durum da
modernleşme açısından yeni sorunlar üretti. Siyaset Bilimci Karl Deutsch’un[4]
yıllar önce ortaya attığı “toplumsal seferberlik” kavramı, modernleşme öncesi
birbirine girift olan sosyal yapıların farklılaştıktan sonra yeni araçlarla
toplanması ve bir bütün olarak harekete geçirilmesi anlamını taşır. Bu, iki
yoldan olur; ilkin, modernleşme ile ulaşım ve haberleşme düzeninin kurulması, insanların
birbirleriyle haberleşebilmelerini ve aynı zaman diliminde yaşadıklarını fark etmelerini
sağlar. İkincisi ise, farklı toplumsal grupların farklı ekonomik aktivitelerde
uzmanlaşması ve birbirleri arasında bir tür ekonomik bağımlaşma (karşılıklı
bağımlılık) ilişkisinin kurulmasıyla toplumsal bütünleşme sağlanır. Bu ikili
yapı sayesinde, farklı kültürler de birbirini tanır ve birlikte yaşamaya
alışır. Osmanlı Devleti’nde ise bunlar eksik kalmıştır; kültür bakımından “büyük”
ve “küçük” gelenekler bütünleşememiştir. Bu durumun izleri ise Osmanlı-Türk
romancılığında da görülebilir.
Osmanlı edebiyatı, Mardin’e göre Türk modernleşmesi incelenirken az
kullanılan bir kaynaktır. Oysa romanlarda döneminde İstanbul’u ve Osmanlı’sı
hakkında çok değerli gözlem ve bilgiler bulmak mümkündür. Bu romanlar, ayrıca
19. yüzyılda Tanzimat’la beraber yaşanan sosyal dönüşümün yol açtığı zorlukları
da gözlemleme fırsatı verir. Bu romanlar, genel itibariyle iki konu üzerinde
dururlar; kadının toplumdaki yeri ve üst sınıf erkeklerin Batılılaşması. Kadın
özgürlüğü, en baştan beri Osmanlı-Türk aydınının kafasındaki en önemli gündem
maddesi olmuştur. Örneğin, Şinasi, Tanzimat Fermanı’nın yürürlüğe girmesinden
sadece 20 sene sonra Şair Evlenmesi eserinde
düzenlenmiş evliliklerle alay etmeye başlar. Ansiklopedici ve romancı Ahmed Midhat
Efendi için de bu konu en önemli temalardan birisidir. Felatun Bey ve Rakım Efendi (1876) romanında ve “Diplomalı Kız” hikâyesinde,
Ahmet Midhat’ın bu yöndeki algıları görülebilir. Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i (1889) de bu açıdan önemli
bir eserdir. Sultan İkinci Abdülhamid’in sansürüne takılan eser, Türk aydınları
üzerinde Amerika’da 1852’de yayınlanmış olan H.B. Stowe imzalı Tom Amca’nın Kulübesi’ne benzer derin
izler bırakmıştır. Cariyelerin durumuna ve cariye aşklarına ilişkin görüş
değişiklikleri, Namık Kemal’ın İntibah (1876)
romanında da görülür. Roman kahramanı olan Ali Bey, annesinin kendisi için
bulduğu alafranga cariyeyi sevmez ve onu istemez; çünkü hem başka birine âşıktır,
hem de cariyelik kurumundan hoşnut değildir. Romantik sevginin yegâne sevgi
olabileceği teması, Nabizade Nazım’ın Zehra’sında
da (1894) görülebilir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın İffet’i (1896) de bir aile trajedisinin en önemli kişisi olan bir
kadının öyküsüdür. Sonraki nesil yazarlardan Halid Ziya Uşaklıgil’in Sefile’si (1885) de bu geleneği devam
ettirir. Bu roman temalarına benzer şekilde, üst sınıfa mensup Müslüman
Osmanlı-Türk kadınları zamanla özgürleşmiştir. Aslında ünlü yazar Halide Edib
Adıvar’ın otobiyografisinden de bu süreç birebir takip edilebilir. Ancak ilginç
bir şekilde, Adıvar’ın modernleşmesi, İttihat ve Terakki döneminden çok, İkinci
Abdülhamid döneminde yapılan yeniliklerden kaynaklanmaktadır. Nitekim kadın
hakları konusu İttihatçılardan önce Abdülhamid döneminde ve 1890’larda ilk defa
gündeme getirilmiştir. Fatma Aliye’nin Nisvan-ı
İslam’ı (1891) ve Cumhuriyet döneminde Yakup Kadri’nin Kiralık Konak (1922) eseri bu çizgiyi devam ettirmişlerdir.
Kadın özgürlüğü dışında, bu romanlarda karşımıza çıkan Batılılaşma
teması da oldukça ilginçtir. Özellikle Ahmed Midhat Efendi’de karşımıza çıkan iki
tip modernleşme algısı, Osmanlı-Türk romancılarında hayli yaygındır. Rakım
Efendi, kültür ve eğitime ağırlık veren iyi yönde modernleşmeyi temsil ederken,
Felâtun Bey ise modernleşmeyi eğlence (kumar, kadınlar vs.) ve tüketim yönünden
benimser. Recaizâde Ekrem’in Araba
Sevdası (1896) romanı bu açıdan önemlidir; bu eserdeki züppe Bihruz Bey
karakteri, yüzeysel ve tüketime dayalı Batılılaşmanın karikatürize edilmiş bir
temsilcisidir. Bihruz Bey, babası sayesinde bir hükümet memurluğuna yerleşmiş
tembel bir adamdır. Babasının aksine Arapça ve Farsça’yı konuşamaz ama biraz
Fransızca öğrenmiştir. Şıklığına dikkat eder ve şehrin en pahalı terzisine özel
kıyafetler diktirir. Barbarca olarak gördüğü eski Türk geleneklerini küçümser
ve halka karşı aristokratik bir tavır takınır. Bu bağlamda, Şerif Mardin,
Bihruz Bey’i “Türk Oblomov’u” olarak değerlendirir ve onun uygarlık arayışını
kök ve kimlik yoksunluğu olarak görür. Bu ikili yapı, her türlü günahın serbest
olduğu ve yabancılarla dolu İstanbul’un Pera (Beyoğlu) bölgesi ile Müslüman
mahalleri arasındaki farkla da toplumsal hayatta somutlaşmıştır. Böylece
Osmanlı Devleti’nde yaşamın bölünmesi millet tabanına oturmuş ve sosyal hayata
yerleşmiştir. Müslüman halk, zamanla Batılılaşan ve kendilerine küstah davranan
Beyoğlu muhiplerinden nefret etmeye ve korkmaya başlar. Ahmed Midhat Efendi’nin
bir hikâyesinde yer alan Sururî Efendi karakteri de bu konuyu sözlerinde
birebir yansıtmaktadır. Aynı durum, aslında Rusya’da da görülmektedir ve eski
Rus kültürü ile Avrupalılaşan Rus kültürü arasındaki farklar, Osmanlı-Türkiye’de
yaşananlarla birebir örtüşmektedir. Bu gibi eserlerde, genel olarak Batılılaşmaya
ama özellikle de Batılılaşmayı tüketim boyutuyla benimseyenlere yönelik
aşağılayıcı, hatta bu kişileri kendi kültürlerine ihanet eden kimseler gibi
göstermeye yönelik aşırı muhafazakâr bir tutum takınılmıştır. Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın Şık27 romanındaki
Şatıroğlu Şöhret karakteri ile Şıpsevdi romanı
ve Nabizade Nazım’ın Zehra’sındaki
Suphi karakteri bunun en başarılı örnekleridir. Hatta Hacivat-Karagöz isimli
gölge oyununda bile bu tip şarlatan kimselerin bazı özellikleri Hacivat’a
atfedilebilir. Mardin’e göre, o dönemin İstanbul’unda hakikaten de
Batılılaşmayı aşırı şekilde sahiplenen kişiler vardır ve bu nedenle bu romanlar
sosyal gerçekliğe bir ölçüde ışık tutmayı başarmışlardır.
Bu durum, Osmanlı’nın sosyal-siyasal yapısıyla da yakından alakalıdır.
Bir tarafta yöneten bir azınlık (herrschaft),
diğer tarafta yönetilen bir çoğunluğun olduğu Osmanlı Devleti’nde, piyasa ve
sivil toplum aktörleri hiçbir zaman kuvvet ve meşruiyete kavuşamamışlardır.
Hatta kapitalist ekonomiye geçildikten sonra bile tüzel ekonomik yapıların (corporate structures) siyasetteki gücü
son derece sınırlı olabilmiştir. Böyle bir ortamda, Osmanlı Devleti’nde
Montesquieu’nün vurgu yaptığı “Doğu despotizmi” yapısının ortaya çıkmasını
engelleyen tek kudret, halkın dini örgütlenmeler yoluyla güçlenmesi ve siyaseti
kısmen etkileyebilmesi olmuştur. Cemaat yapıları, Mardin’in de kabul ettiği
üzere tam bir modernite kurumu olamasalar da, kişi ile devlet arasına giren bir
“yarı-medeni toplum” (quasi civil society) işlevi görmüştür.
Peki, Osmanlı-Türk romanında Batılılaşmanın bu kadar sıklıkla olarak yerilmesi
derin kökleri olan birşey miydi? Bu, Osmanlı’da entelektüellerin eserlerini bir
nevi sosyal denetim aracı olarak kullandıklarını göstermektedir. “Çevrene uy
veya bir yabancı olarak sınıflandırılmaya razı ol” baskısı, bu tür romanlarda
yoğun olarak görülebilir. Hatta Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi dürüst
Osmanlı-Türk aydınları, kendilerini -bu çok eleştirdiklerini- Batılılaşmış
roman karakterleriyle özdeşleştirdiklerini bile samimiyetle yazabilmişlerdir. Lüks
tüketim ve müsriflik teması da bu dönemin romanlarında ön plandadır. Özellikle
Ahmed Midhat Efendi’nin eserlerinde bu temanın kullanılması yoğun olarak
görülür. Yönetici sınıfın gösterişçi tüketime yöneldiği bir dönemde müsrifliğe
karşı çıkılması başta biraz garip gelebilir. Ayrıca Osmanlı geleneğinde,
zenginler ve soylular açısından eli açık olmak ve halka yemek dağıtmak gibi
uygulamalar yapmak daima övgü konusu olagelmiştir (“Ağalık vermekle olur”
sözünün popülaritesi boşuna değildir). Bu ikili yapı içerisinde bizzat dilin
kendisi de bir sorun kaynağıdır; ağdalı ve Farsça ve Arapça sözcüklerle dolu Osmanlıca
kullanan saray çevresinin aksine, Osmanlı’da Müslüman Türk halk (tebaa), öz
Türkçe konuşmaktadır.
Prof. Dr. Şerif Mardin’e göre, Osmanlı’daki bu eğilimler kısmen
Cumhuriyet döneminde de görülmüş; ancak muhafazakâr tepkilerin yerini büyük
ölçüde milliyetçi eğilimler almıştır. Bu nedenle, Türkiye’de sol ve liberal
hareketlere genelde olumsuz şekilde yaklaşılmış ve muhafazakâr-milliyetçi sağ
partiler ülkede daima daha başarılı olmuşlardır. Bu yazılanlardan kanımca şu
sonucu çıkarabiliriz; Türkiye’de merkez-çevre karşıtlığı, ideolojik ve kültürel
eğilimler yıllar içerisinde değişim ve dönüşümler geçirse bile hala güçlü bir şekilde
var olmaktadır. Osmanlı’da bu durum İslamcı aristokrat merkez ile halk
arasındaki çelişki ile somutlaşırken, Cumhuriyet döneminde merkez milliyetçi ve
laik bir kimliğe bürünmüş ve çevresel hareketler Kürtlük ve İslamcılık gibi
değerler üzerinden yükselmiştir. Son yıllarda Türkiye’de İslamcı popülizmin hâkim
olmasıyla çevresel ve merkez değerlerin bir sentezinin yapılabilmesi ve
devletin halk nezdinde daha büyük desteğe kavuşması umulurken, aslında
yaşananların merkezin daha İslami bir renge bürünmesiyle sınırlı kaldığı ve
halkın devletten dışlanmaya devam ettiği kolaylıkla fark edilebilir. Böylesi
devletçi bir sistem ise, son aylarda Türkiye’de yaşananların da ispatladığı
üzere, kriz zamanlarında kolaylıkla daha otoriter bir modele yönelebilmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Robert_Redfield.
[3] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Karl_Mannheim.
[4] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Karl_Deutsch.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder