Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri, dünya
tarihinin en önemli ülkelerinden birisi ve dünyanın 5. en büyük ekonomisi olan Birleşik
Krallık (İngiltere)[1], siyasi
kültürü itibariyle de son derece ilginç ve özgün bir ülkedir. Bu yazıda,
Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet
Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür[2]
eserinden özetle, Birleşik Krallık’ın siyasal hayatına yön veren İngiliz
siyasal kültürü açıklanmaya çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in kitabındaki bilgilere tarafımdan güncel gelişmeler doğrultusunda yapılan bazı eklemeler de mevcuttur.
Roskin’e göre, İngiliz siyasi kültürünün en önemli özelliklerinden
birisi sosyal sınıflar arasındaki gücendirici ayrımlar ve üst sınıfların alt
sınıflara yönelik züppe (ukala) yaklaşımlarıdır. Bu ayrım, özellikle
işçi-emekçi sınıflar ve orta sınıflar arasında kendini gösterir; bu doğrultuda
gelir düzeyi ve komşuluk iki temel parametredir. Ancak zaman içerisinde
sınıfsal farklılıklar hayli azaltılmış ve Benjamin Disraeli’nin Britanya’nın
zengin ve fakir Britanya olmak üzere iki farklı ulus olduğunu belirtmesinin[3]
üzerinden epey zaman geçmiştir. Bu süreçte emekçi ve orta sınıflar zenginleşmiş
ve büyümüş, çok zengin üst sınıf ise yoksullaşmıştır. Ancak psikolojik açıdan
üst ve alt sınıflar arasındaki ayrım hala etkindir. Roskin’e göre, ilginç bir
şekilde İngilizler bu ayrımdan memnundurlar ve bunu kültürlerinin bir parçası
olarak kabul ederek korumaya çalışmaktadırlar. Alman sosyolog Ralf Dahrendorf,
İngiltere’de yaptığı araştırmalar sonucunda, bu ülkede sınıfsal kimliklere
dayalı dayanışmanın çok güçlü olduğunu keşfetmiştir. Sınıfsal dayanışma ve
büyük bir gruba ait olma duygusu, İngiliz kültüründe hala bireysel başarının
önündedir. Bu durum, siyasal hayata da fazlasıyla yansımıştır. Geleneksel
olarak işçi-emekçi sınıfların Labour (İngiliz İşçi Partisi) yanlısı olması,
sınıfsal dayanışmanın somut bir sonucudur.
Her ülkede olduğu gibi, Britanya’da da meritokrasi praktiği sınırlıdır.
İyi bir aile ve ebeveynin çocuğu olmak, her ülkede olduğu gibi İngiltere’de de
büyük bir şanstır. İyi ailelerden yetişen çocuklar genelde kamu okullarına
gitmektedir ki, bu okullar -isminin aksine- son derece pahalı ve kaliteli özel
eğitim kurumlarıdır. Eton, Harrow, Rugby, St. Paul’s, Winchester ve benzeri
birçok akademi, nesillerdir orta ve üst sınıf Britanyalı ailelerin çocuklarını
geleceğin elitleri olmak adına gönderdikleri kurumlardır. Bu tarz okullarda
Britanyalı gençlere iyi bir müfredattan fazlası sunulur; Roskin’in deyimiyle,
onlara alt sınıflara ve diğer milletlere karşı küstahlık noktasına varabilen bir
özgüven, özdisiplin ve yönetme arzusu öğretilir. Casus romanlarıyla bilinen
ünlü İngiliz yazar John Le Carré, bir keresinde kamu okulunda okuyan
arkadaşlarının köylülere nasıl küçümseyici şekilde yaklaştıklarını anlatmıştır.
“Kamu Okulları” denilen İngiliz özel okul sisteminin bir diğer önemli sonucu
da, geleceğin elitleri arasında genç yaşlardan başlayarak bir tür “network”
(arkadaş ağı) üretmeyi başarabilmesidir. Özellikle Conservative Party
(Muhafazakar Parti) geleneğinde bu okulların büyük rolü vardır; bugün bile bu
partinin vekillerinin neredeyse yarısı bu tip okullardan yetişmiştir.
Muhafazakar Bakanlar açısından bu oran daha da yüksektir; örneğin Margaret
Thatcher kabinesinde bu oran yüzde 90, John Major kabinesinde ise yüzde 64’tü.
İşçi Partisi’nden ise az sayıda kişi bu tarz okullara gidebilir; örneğin eski
Labour lideri Tony Blair, bu az sayıdaki seçkin kişilerden biridir. Blair’in
kabinesindeki bu tarz okullar mezunu Bakanların sayısı ise yüzde 39’du. 1970’lere
kadar İngiliz eğitim sisteminde 11 yaşında girilen ürkütücü bir orta öğretim sınavı
vardı. Ancak bu sistem aşamalı olarak ortadan kaldırıldı. Yine de eğitimdeki
ikili yapı bugüne kadar devam etti ve zengin çocukları yatılı ve özel “kamu
okulları”na, orta ve alt sınıf çocukları ise sıradan devlet okullarına gitmeye
devam ettiler.
Oxbridge
İngiliz üniversiteleri arasında da belirgin kalite farklılıkları vardır;
“Oxbridge” olarak bilinen Oxford ve Cambridge gibi elit üniversiteler, diğer
üniversitelerin önünde bir şöhrete ve eğitim kalitesine sahiptirler. Bu
üniversitelerin mezunlarının milletvekilleri arasındaki oranı Muhafazakar Parti’de
yüzde 50, İşçi Partisi’nde ise yüzde 25 civarındadır. Kabinede ise bu oranlar
daha da yüksektir. Başbakanlar ise istisnalar dışında genelde ya Oxford, ya da
Cambridge mezunu olurlar. Nitekim Thatcher ve Blair Oxford’luydu. Oxbridge
mezunlarının sahip oldukları özgüven ve network, onları profesyonel
yaşamlarında da iyi noktaya taşımaktadırlar. Üstelik bu kurumlar sadece
Britanya’da değil, yurtdışında da çok başarılı mezunlara sahiptirler; örneğin
ABD eski Başkanı Bill Clinton, Rhodes Bursu ile Oxford’da okumuştur.
İngiltere’de sınıfsal oy verme çok yaygındır. Emekçi sınıflar genelde
Labour’a oy verirken, üst ve orta üst sınıflarda Torrie’lere (Muhafazakar
Parti) oy verme geleneği vardır. Ancak bu durumu genellemek de zordur; örneğin
İşçi Partisi’nin uzun süre liderliğini yapan Tony Benn, aslında aristokrat bir
kişidir. Keza göçmenlere yönelik sert tedbirleri ve düşük vergiler nedeniyle
Muhafazakarlara destek veren işçi sınıfı mensupları da ülkede azımsanmayacak
orandadır. Sınıfsal oy verme son yıllarda giderek azalmaktadır ve siyasetin
konusu çeşitlenmektedir. Ancak yine de işçi sınıfının Labour eğilimi halen daha
fazladır, keza üst sınıfların Muhafazakar Parti eğilimleri de belirgindir. Ayrıca
kırsal yerler ve taşra semtlerinde Torrie’ler hala çok güçlüdür. Labour kimliğini
içselleştirmiş bazı şehirleşmiş ve işçi sınıfı ağırlıklı bölgelerde ise İşçi
Partisi girdiği her seçimi kazanmaktadır. Bu nedenle, İngiltere özelinde, sınıf değişkeni yanında
bölgeleri de incelemeye almak gerekir.
İngilizler konusunda eski bir stereotipi, onların itaatkar olduğu
yönündedir. Bu, günümüzün sosyolojisini açıklayan bir durum değildir; ancak
elbette İngiliz muhafazakarlığı ve reformistliği, örneğin Fransız
devrimciliğiyle kıyaslandığında daha belirgindir. İngilizler değişimlerin yavaş
yavaş ve gelenekten beslenerek olmasını tercih ederler. Bu durum, özellikle
Muhafazakar Parti’de çok net olarak görülebilir. İngiliz kibarlığı da bir diğer
önemli stereotipidir. Birbirlerini çok sert şekilde eleştiren farklı partideki
ve görüşteki İngiliz siyasetçiler bile, bir noktada kendilerini tutar ve hakaret
yerine alaycı sözleri tercih ederler. Ancak İngiliz tartışma geleneğinde laf
kesme de vardır ve zaman zaman hararetli tartışmalarda hakaret sözleri bile
duyulabilir. İngiliz pragmatizmi de İngilizlere dair bir diğer önemli iddiadır. İngiliz siyasi
kültürü, bazı ülkelerin siyasi kültürleriyle kıyaslanınca bariz şekilde
pragmatiktir, yani işe yarayanı kullanmaya dayalıdır. Her iki büyük partide de
pragmatik eğilimler vardır, ancak Muhafazakar Parti’de özellikle Thatcher
sonrasında bu durum daha baskın hale gelmiştir.
İngiltere siyasi kültüründe gelenekler ve semboller konusu da önemlidir.
Yazılı anayasası bile olmayan bir ülkede, gelenekler ve teamüller, özellikle
siyasette çok geçerlidir. İngiliz muhafazakarlığı, semboller ve geleneklerin toplumun
istikrarı ve sürekliliğini sağladığına dair katı bir inanç besler. Bunların
altüst olması durumunda ise, kendilerini kaybolmuş ve özgüvensiz hissetmeye
başlarlar. Nitekim gençlerin burun kıvırdığı İngiliz Kraliyet ailesi, bugüne kadar hiçbir zaman ciddi bir meşruiyet krizi içerisine girmemiştir.[4]
Faytonlar ve kırmızı ceketli süvarilerin yer aldığı törenler, iyi yetişmiş
İngilizler için yalnızca turistik atraksiyon olarak değil, siyasi gelenek
açısından da önem teşkil eder. İngiliz toplumunda geleneklerin siyasi radikalleri ve genel olarak
radikalizmi bastırdığı inancı da yaygındır. İngilizler, özellikle İrlanda
Cumhuriyet Ordusu (IRA) deneyimini de göz önünde bulundurarak, radikal akımları
tasvip etmez ve bunlara karşı siyasette gelenekleri ve muhafazakarlığı ön plana
çıkarırlar. Buna karşın, ülkenin futbol kültüründe yaygın “holiganizm” önemli
bir tezat teşkil eder; yakın zamana kadar İngiliz taraftarları, dünyada en
fazla olaya karışan taraftar grupları olarak kötü bir şöhrete sahiptiler.
Britanya siyasi kültürünün ortak özelliklerine karşın, “Ulster” adı
verilen Kuzey İrlanda’nın siyasi kültürüne burada bir parantez açmak gerekir.
Zira Kuzey İrlanda, adanın geri kalanından epey farklı bir siyasi kültüre
sahiptir. Bu kültürün temelleri Katolikliğin yasaklandığı ve İrlandalılara kötü
muamele edildiği devirlere kadar uzanır. Nitekim 1846-1854 döneminde yaşanan
patates kıtlığında bir milyon İrlandalı açlıktan ölürken, bol gıda stokları
olan İngilizler bunu seyretmiştir. Bu dönemde milyonlarca İrlandalı ABD’ye göç
etmiştir. İrlanda’da Protestan ve Katolik rekabeti hala yaygındır. Katolikler genelde
İngiliz hükümetine muhalif ve Cumhuriyetçi yapıda, Protestanlar ise daha Kralcı
ve İngiliz yanlısıdırlar. 1972’deki Kanlı Pazar (Bloody Sunday) olayı[5], edebiyat
ve sinemada çeşitli eserlere de konu olan çok önemli bir çatışma vakasıdır ve
bu sorunun hala potansiyel bir siyasal tehdide dönüşebileceğini göstermektedir.
İskoçya da son dönemde önemli bir sorun haline gelmiştir; her ne kadar 2014
referandumundan Londra’ya bağlılık kararı çıksa da, İskoç ayrılıkçılığı da
İngilizleri ilerleyen yıllarda zorlamaya devam edecektir.
Bunların dışında, Roskin’e göre Fransızların aşırılık, İngilizlerin ise
ılımlılık ve sükûnetle özdeşleştirilerek sunulması siyaset bilimciler açısından
bir gelenek olsa da, bu durum gerçekte bu kadar basit değildir. Bu genellemenin
en önemli sebebi ise, son yıllarda akademiye hakim olan Amerikalıların genelde Anglofil
(İngiliz yanlısı) ve Frankofob (Fransız karşıtı) olmalarıdır. Bu nedenle,
Amerikan ders kitaplarında Kuzey İrlanda Sorunu genelde geçiştirilirken, Fransa’nın
ya da başka ülkelerin siyasi sorunlarına daha fazla yer verilir. Bir diğer
önemli sebep ise, İngiltere ve onun muhafazakar ve ılımlı kültürü hakkında
yapılan çalışmaların 1950’ler ve 1960’larda yapılmış olmasıdır. Nitekim Gabriel
Almond ve Sidney Verba’nın The Civic Culture
araştırmaları[6] bu
dönemin bir ürünüdür ve hala sıklıkla referans yapılan bir teoridir. Oysa
günümüz İngiltere’sinin siyasi kültürü bu döneme kıyasla çok daha farklıdır.
Herşeyden önce, artık İngiltere’de çok fazla sayıda Afro İngiliz ve
Pakistan-Hindistan kökenli nüfus ve yine giderek artan bir Müslüman nüfus
bulunmaktadır. Hatta Londra Belediye Başkanı olan Sadık Han, Pakistan kökenli
Müslüman bir İngilizdir.[7] Bu
artan göçmen ve Müslüman nüfus, İngiltere’de son dönemde daha aşırıcı ve farklı
bir milliyetçiliğin doğmasına yol açmış ve UKIP’in (Birleşik Krallık
Bağımsızlık Partisi) ve lideri Nigel Farage’ın yükselişine neden olmuştur. Dolayısıyla,
günümüz İngiltere’sinde yapılacak siyasal kültür araştırmalarında, popüler siyasal kültürde sınıfsal
farklılıkların yerini etnik ve dini kimliklerin almaya başladığı kolaylıkla
fark edilebilecektir. Ancak İngiliz devleti, bugüne kadar laik bir devlet olmanın
hakkını teslim etmiş ve tüm dinlere özgürlük sağlamıştır. Bu sayede, toplumsal
gerginlikler fazla büyümemiş ve ulusal siyasete etki etmemiştir. Ancak Brexit
kararının da gösterdiği üzere, İngiltere’de yeni bir sürece girilmiş olabilir
ve bu sürecin etkileri ancak ilerleyen yıllarda anlaşılabilecektir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[3] Tam ifade şu şekildedir; “Two
nations between whom there is no intercourse and no sympathy; who are as
ignorant of each other's habits, thoughts, and feelings, as if they were
dwellers in different zones, or inhabitants of different planets. The rich and
the poor.”
[4] Bu noktada, Prenses Diana’nın
ölümü sonrasında yaşanan sürecin aslında Kraliyet ailesi açısından oldukça
zorlu geçtiği belirtilmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder