14 Kasım 2010 Pazar

Üç Türkiye Vizyonu


Türk Dış Politikası ve dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan hızlı gelişmeler ve değişimler ve bunlara ek olarak Türkiye’nin iç siyasette yaşadığı sert tartışmalar, 2023 yılı yaklaşırken 21. yüzyılda Türkiye’nin dış politikası açısından önünde üç farklı vizyon oluşacağını göstermektedir. Bu yazıda Türkiye kamuoyunun ilerleyen yıllarda daha net olarak tartışacağını düşündüğüm üç Türkiye vizyonunu (bağımsız Türkiye, Avrupa Birliği üyesi Türkiye ve Yeni Osmanlı) tartışmaya açacağım.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda yaşanacak iç ve dış politikadaki sert kutuplaşmalar neticesinde ortaya koyabileceği ilk vizyon kısaca “bağımsız Türkiye” olarak adlandırılabilecek olan Türkiye’nin kendi ulusal ve uluslararası meselelerinin karmaşıklığı nedeniyle daha izolasyonist (içe kapanmacı) bir politika izlemesi anlamına gelecek olan yoldur. İç politikada laiklik-İslamcılık tartışmaları, Kürt sorunu, yapılan yanlış ekonomik tercihlerin ve uygulanan istihdamsız büyüme modellerinin sonucu olan Cumhuriyet tarihinin en yüksek işsizlik oranı ve terör vakası gibi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olan ve bugüne dek bunları çözmek yerine siyaseten kutuplaşmaya daha yatkın bir görüntü çizen Türkiye’de, önümüzdeki on yıllarda siyasal kutuplaşmanın daha da artması ve dışarıdan bu sorunlara müdahalelerin tepki yaratması kuşkusuz bazı çevrelerde Türkiye’nin kendi içine kapanması modelini gündeme getirecektir. Türkiye’nin ulaşmış olduğu dış ticaret hacmi ve kültürel ve ekonomik dışa açıklık ortamında içe kapanmacılık pek cazip bir seçenek olarak gözükmese de, sorunlarına küreselleşme ortamında barışçıl çözüm getiremeyeceğine kanaat getiren Türk devleti, ilerleyen yıllarda içe kapanmacılığı ciddi anlamda bir seçenek olarak ortaya koyabilecektir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin ayakta kalabilmesini sağlamış olan izolasyonizm; dünya politikasında yaşanabilecek yeni kutuplaşmalar ve gruplaşmalar ortamında da Türkiye için yeniden cazip hale gelebilir. Küreselleşmeye ulus-devlet ve laiklik gibi bazı temel noktalarda kuşkuyla yaklaşan Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk bürokrasisi bu noktada temel aktör olmaya elverişli adaylar olarak karşımıza çıkarken, siyasal arenada da küreselleşme karşıtı sosyalist, İslamcı, milliyetçi ve Kemalist kesimler için izolasyonizm daha güvenli bir seçenek olarak algılanabilir. Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin de geçmişte sonradan birer dünya süper gücü olarak ortaya çıkmalarına ortam sağlamış olan izolasyonizm, yine de 21. yüzyıl dünyasında ve küreselleşme ortamında (internet teknolojisi, gelişen finans sektörü vs.) dış dünyadan destek görmeyecek ve Türkiye’nin ekonomik pastasını muhtemelen küçültecek bir formüldür. Ancak Türkiye’nin iç siyasal meselelerini devletin kuruluş ilkelerinden çok sapmadan çözebilmesi ve reel ekonomisini güçlendirmesi adına izolasyonizm ve bağımsız Türkiye modeli hem devlet elitleri, hem de halkın önemli bir bölümü tarafından daha güvenli bir seçenek olarak algılanabilir. İçe kapanan bir Türkiye’nin dışarıda kabul görmesinin yegâne makul gözüken unsuru ise geçmişte Amerikalı ünlü finans spekülatörü ve yatırımcı George Soros’un da belirttiği gibi “en iyi ihraç malı” olan ordusunu küresel güçlerin ve sistemin emrine sunmaktır. Bu noktada kimilerine göre şimdiden başlamış olan yeni Soğuk Savaş’ın getireceği koşullar (İran, Çin, Rusya ve Suriye gibi ülkelere karşı Batı’nın ve Türkiye’nin güvenlik algılamaları) ve füze kalkanı gibi askeri projeler izolasyonizmi güçlü bir alternatif haline getirebilir. İçe kapanan NATO üyesi bir Türkiye’de kuşkusuz ordunun rolü yeniden ön plana çıkacak ve demokratikleşme sekteye uğrayabilecektir. Bu noktada Amerika’daki Cumhuriyetçi çevreler ve askeri-sınaî yapı ile İsrail içe kapanmacı ancak NATO’ya bağlı bir Türkiye’yi orta vadede destekleyebilir. İçe kapanan ancak NATO üyesi görevlerini de yerine getirmeyen bir Türkiye’nin ise kendi kaynakları ve gücüyle ayakta kalabilmesi dış dünyadan alacağı tepkiler nedeniyle zor gözükmektedir.
Birçokları tarafından Cumhuriyet’in kendine koymuş olduğu “muasır medeniyet seviyesini yakalama” hedefinin doğal bir sonucu olan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği ya da “Avrupa Birliği üyesi Türkiye” modeli ise son derece cazip unsurlarına karşın önünde birçok engel bulunan bir vizyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde hızla artan ekonomik sorunlar ve bunların da etkisiyle yükselen ırkçılık, etnik milliyetçilik ve İslamofobi (İslam korkusu ve İslam düşmanlığı) nedeniyle Türkiye’nin önüne konan engeller ve maruz kaldığı çifte standart uygulamaların yakın bir tarihte ortadan kalkacağını düşünmek fazlaca iyimser bir bakış açısı olacaktır. Ancak Avrupa Birliği üyesi Türkiye’nin hem kendisine, hem de Avrupa’ya sayısız faydalarının olacağı da ortada olan bir gerçektir. Avrupa ülkelerindeki yüksek kültür ve bilgi birikimi Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu ve güçlü ordusuyla entegre edilebilirse 21. yüzyılda ortaya güçlü bir Avrupa modeli konabilir. Dahası Avrupa’nın iflas ettiğini birinci ağızdan (Almanya şansölyesi Angela Merkel tarafından) açıkladığı “çok kültürlülük” politikasının yeniden bir düzene sokulması adına Türkiye’nin AB üyeliği ve Avrupa’ya vereceği katkılar kritik bir rol oynayabilir. Avrupa ekonomisinin Orta Doğu ve İslam dünyası başta olmak üzere dünya pazarlarına açılması Türkiye’nin üyeliği ile daha kolay hale gelebilecek, buna karşılık Türkiye de demokrasi seviyesi ve yaşam kalitesini AB üyeliği sayesinde çok daha yukarı taşımayı başarabilecektir. Avrupa kapitalizminin çok ihtiyaç duyduğu ucuz enerjiye ulaşabilmesi ve dış politikada daha aktif ve bağımsız bir aktör haline gelebilmesi adına Türkiye’nin katkıları inanılmaz derecede faydalı olacaktır. Ancak Türkiye’nin kalabalık nüfusu ve yüksek doğurganlık oranı, dahası Türkiye’nin kendi sosyolojik ve siyasal iç çelişkileri ve birbirinden çok farklı yaşam tarzları, kendi içerisinde bütünleşmeyi ve derinleşmeyi amaçlayan ve Hıristiyanlık inancını kendi medeniyetinin temel bir unsuru sayan Avrupa’nın Türkiye’ye olumsuz bakmasında giderek daha fazla etki yapabilir. Yine de Cumhuriyet’in 100. yılına doğru ilerlerken siyasal sisteminin düzene sokulması ve çağdaş yaşama yönelik tehditlerin ortadan kalkması adına seküler hassasiyetleri üst düzeyde olan Türk burjuvazisi bu hedefi zorlayacak ve özellikle Türk medyasında da Avrupa Birliği üyesi Türkiye modeli lehinde rüzgârlar estirilecektir. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri açısından da AB üyesi bir Türkiye “eksen kayması” tartışmalarının yaşandığı, Türkiye’nin İsrail’le neredeyse savaş durumuna geldiği bir ortamda daha cazip bir seçenek haline gelecektir. Amerika’daki Demokrat çevreler tarafından desteklenebilecek bu görüş; izolasyonizmin imkânsız olduğunun anlaşılması durumunda Türk devlet elitleri tarafından da seküler hassasiyetler nedeniyle üçüncü model olarak birazdan anlatılacak olan Yeni Osmanlı’ya tercih edilebilecektir. Ancak burada kritik faktör Türkiye’den ziyade Avrupa’nın yapacağı tercih olacaktır. Zaten bir süredir AB kapısına bağlanmış olarak tutulan Türkiye’nin iç kamuoyunda biriken öfke nedeniyle tam üyeliğinin imkânsız olduğunu fark etmesi durumunda müzakereleri kesmek ya da üyelik başvurusunu geri çekmek gibi ani ve keskin kararlar alabilmesi ya da imtiyazlı ortaklığa razı olması mümkün olabilecektir. Bu modelin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda karar Türkiye’den çok Avrupa’nın takınacağı tutuma bağlıdır. Yeniden solun ağır basmaya başladığı bir Avrupa’nın oluşması durumunda Türkiye, Avrupa’daki giderek aşırı sağa kayan merkez sağ ittifakın (Merkel, Sarkozy vs.) engellerini hızlı bir şekilde aşarak, müzakareleri tamamlayabilir ve AB üyeliğine hak kazanabilir. Özellikle Cumhuriyet’in 100. yılı olan 2023’ün taçlandırılması adına Türkiye bu hedefe daha az İslamcı bir hükümetin işbaşı yapması durumunda kilitlenebilecektir. Ayrıca AB üyeliği hedefinin kaybolması durumunda Türkiye içe kapanmacılığa ya da Orta Doğu’ya (Yeni Osmanlı’ya) yönelebileceği için, bu modele olumsuz bakan Batılı müttefikleri sonunda tüm sorunlara rağmen Türkiye’nin AB üyesi olmasını kabullenmek durumunda kalabilir. Türkiye’nin daha iyi eğitimli kesimleri ve entelijensiyası açısından da AB üyeliği kuşkusuz daha uygun bir hedef olarak görülecektir.
21. yüzyılda Türkiye’nin önüne koyacağı üçüncü ve son model ise kısaca “Yeni Osmanlı” olarak adlandırılabilecek, Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu, Kuzey Afrika) kendi gücünü Batı ve Doğu arasında dengeleyici ve uzlaştırıcı bir unsur olarak yeniden inşa etmesi ve bölgesel bir aktör hatta küresel bir aktör haline gelmek için bölgesel ittifaklara yönelmesidir. Türkiye’nin İsmail Cem döneminde başlattığı çok boyutlu dış politikasının AKP döneminde zaman zaman atılan ölçüsüz adımlara rağmen devam ettirilmesi neticesinde bugün artık Türkiye eski Osmanlı coğrafyasında güçlü ordusu, görece büyük ekonomisi ve genç nüfusuyla en önemli ve merkez aktör durumundadır. Kendi içerisindeki sorunları çözememesine rağmen dış politikada aktif ve güçlü bir aktör olarak ön plana çıkan Türkiye, Müslüman kimliği sayesinde Orta Doğu ülkeleriyle Batı ülkeleri veya İsrail’den daha farklı bir düzeyde konuşma yetisine sahiptir. Balkanlar ve Kafkasya gibi eski Osmanlı coğrafyası bölgelerde de Türkiye kültürel mirası sayesinde halk ve devlet elitleri tarafından sevilen ve öncelikli tercih edilen bir aktördür. Bu nedenle 21. yüzyılda Türkiye artık Soğuk Savaş döneminin kendisine biçtiği dar gömleği yırtıp atmak ve yeniden emperyal bir vizyon ortaya koymayı tercih edebilir. Ancak elbette geçmişte Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapıldığı gibi kılıçla, topla-tüfekle değil, siyasal, ekonomik ve kültürel güçle Türkiye bu bölgelerde etkin bir aktör olmayı deneyecektir. Türkiye’nin son yıllarda bölgesindeki ülkelerle hızla artan ticaret oranı, komşu ülkelerle vizeleri kaldırarak Ortak Pazar'a benzeyen projeler geliştirmesi ve kültürel olarak televizyon dizileri yoluyla bölgesel bir açılım başlatması bu vizyonun ilerleyen yıllarda daha ciddi şekilde gündeme gelebileceğini gösteren somut olaylardır. Fakat böyle bir isimlendirme (Yeni Osmanlı) daha şimdiden Orta Doğu coğrafyasında olumsuz bir algılama yaratmıştır. Dahası Türkiye’nin kültürel olarak heterojen toplum yapısı, Yeni Osmanlı vizyonunun Orta Doğu odaklı ya da salt Orta Doğu’ya yönelik olması durumunda (hükümetin çok boyutluluktan İslamcılığa kayan dış politikası bu noktada şüphe doğurmaktadır) içeride çok ciddi siyasal sorunların yaşanmasına neden olabilir. Türkiye’nin daha iyi eğitimli şehirli toplumsal kesimleri Atatürk mirasından vazgeçildiği ve Orta Doğu’ya dönüldüğü algısına kapıldıklarında AB hedefini de gündemden çıkararak yeniden izolasyonizm modeline yönelebilirler. Yeni Osmanlı olmak Türkiye’nin bölgesindeki ülkelere kıyasla çok daha gelişmiş bir laik-demokratik yapısı (Cumhuriyet devrimleri sayesinde), ekonomik düzeni, kültürel gelişmişliği ve entelektüel kapasitesi olduğu için imkânsız değildir. Ancak ulus-devlet yapısının ciddi bir şekilde reforme edilmesini gerektirdiğinden, bunun getireceği çok ciddi maliyetler Yeni Osmanlı modeli açısından olumsuz faktörlerdir. Dahası Türkiye’nin aktif dış politikası daima emperyal güçler açısından da kendi çıkarlarıyla çatıştığı noktada olumsuz algılanacak ve Türkiye’nin bir türlü çözemediği iç meseleleri dışarıdan sağlanacak desteklerle çok daha şiddetli bir düzeye taşınabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin Yeni Osmanlı modelini tercih ederse bunu tarihsel bir fantezi ya da İslamcı romantizm şeklinde değil, ayağı yere basan somut bir proje şeklinde gerçekleştirmesi gerekmektedir. Sonuçta Yeni Osmanlı modeli artıları kadar eksileri ve tehlikeleri olan bir projedir ve toplumun tamamı tarafından kucaklanması zor gözükmektedir.
Hızla 100. yaşına doğru ilerleyen artık gençlikten çıkmış olgun Türkiye’nin bu tartışmayı makul düzeyde yapıp, en doğru seçeneği yapabilmesi umuduyla…


Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: