10 Kasım 2010 Çarşamba

İran-Irak Savaşı



İran-Irak Savaşı 1980 yılında başlayıp 1988 yılında sona eren ve dünyayı yakından ilgilendiren bir savaş olmuştur. Savaşın esas nedenlerinin İran ve Irak arasındaki sınır kavgası ve Ortadoğu’da hegemonik güç sağlamak olduğu açıktır. Bunun yanı sıra emperyalist ülkelerin silah satışlarını arttırmak ve Ortadoğu ülkeleri arasında iyi ilişkiler gelişmesine engel olmak amaçlarının da savaşın ortaya çıkmasındaki rolü azımsanmayacak derecede önemlidir. İki ülke arasındaki sorunun 1971’lere de dayandığı görülmektedir. Bunun da baş nedenleri İran’ın bir kaç Körfez adasını işgal etmesi ve suyolları sorunudur. İran-Irak Savaşı Ortadoğu’daki dengeleri değiştirmiş, daha sonra da Körfez Savaşı’nın da bir anlamda nedeni olmuştur. İran ve Irak’ın tanınması, savaş nedenleri, savaş sonrası ortaya çıkanları görmemiz, savaşı kavramamız açısından büyük önem taşır. Irak; İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı sonrasında uygulanan uluslararası ambargo, Kuzey Irak’ta yaşanan parçalanma, Güney Irak’taki ayaklanmalar ve bütün bu gelişmelere rağmen kesintisiz devam etmiş Saddam zulmü ve en son Amerikan işgali sebebiyle uzun süredir gündemde olan bir ülkedir. Irak halkının %77’si Arap, %19’u Kürt, %1.7’si Türk’tür. Bunların yanı sıra her birinin oranı %1’den daha az olan Farisiler (İranlılar), Lurlar, Nasturiler ve Iber-Kafkas Çerkes’leri yaşamaktadır. Bunun yanında Irak’ta uzun yıllar tek partili otoriter bir siyasi sistem hakim olmuştur (Baas Partisi). 22 Eylül 1968’den Irak’ın işgali sonrası hazırlanan yeni anayasasına kadar yürürlükte kalan anayasa devletin en üst yöneticisi olan devlet başkanına da oldukça geniş yetkiler tanımıştır.

İran-Irak Savaşı, aslında Irak tarihine de dayanmaktadır. Sebebi Irak politikası ve sosyal hayatı ve ayrıca ekonomik şartlardır. Tarihsel bakış açısıyla 1980’deki çatışmanın çıkış sebebi antik İran-Arap çatışmasının 20. yüzyıl sınır tartışmalarına dayanarak yenilenmesidir. Birçok gözlemciye göre Saddam Hüseyin’in İran’ı işgal kararı, onun ihtiras ve zayıflığından kaynaklanan kişisel bir yanlış hesaptır. Saddam Hüseyin, laik ve ulusal bir Irak devleti kurmak konusunda yapmış olduğu çalışmalara karşın yeni İran devrim yönetiminin Irak’ın Sünni-Şii dengesini bozmasından ve Irak’ın özellikle Körfez Bölgesi'nde etkisini kırmasından korkmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında Saddam Hüseyin’in İran’ı işgali tarihsel bir olaydır; Antik Mezopotamya krallığı dışarıdan gelen saldırılardan ve yabancı fetihlerden korkmakta özellikle yüksek ülkelerden gelen insanların sık sık neden olduğu savaşlarla uğraşmak zorundaydılar. İran-Irak savaşı çok boyutlu ve aşırı dini yönelimleri, sınır tartışmalarını ve politik farklılıkları içermekteydi. İki ülke arasındaki tartışma eski Sünni-Şii ve Arap-İran dini etnik çatışmasının ve Saddam Hüseyin ve Humeyni’nin kişisel rekabetinin bir sonucu idi. Bununla birlikte Irak için savaşın anlamı Arap dünyasındaki popülerliğini arttırmak ve İran’ın körfez bölgesinde baskın bir devlet olmasını engellemekti. Irak uluslararası ilişkileri konusunda uzman olan Phebe Marr bu konuda şöyle söylemektedir: “Savaş öncelikle zayıf politik kararların ve Saddam Hüseyin’în yanlış hesaplamalarının sonucudur ve İran’ın zayıf zamanında yapılan işgal planı, Saddam Hüseyin’e aittir”.

Irak-İran uzun zamandır sınır çatışmalarını sürdürüyorlardı. Ayrıca 1979’da ortaya çıkan Şattül-Arap su yolu anlaşmazlığı da buna eklenmişti. Bu konuda Irak, İran kıyı şeridinin 200 km içerisinde hak iddia ediyordu buna karşın İran, 1975 sonuçlanan anlaşmaya göre mevcut sınırın korunmasında ısrar ediyordu. Irak özellikle Baas Partisi, 1975 anlaşmasının bağlayıcı bir karar olarak kabul etmiyordu. Bunun yanında Irak, İran İslam Devrimi hareketini kendi Pan-Arap hareketine karşı bir tehdit olarak algılıyordu. Bağdat hükümeti İran ordusundaki azledilmelerden özellikle yüksek rütbeli subayların idam edilmelerinden etkilenmişti. Irak Arabistan’ında Irak gizli servis elemanları işçi harekelerini teşvik etti ve Kürt bölgesinde çıkan yeni bir ayaklanma Humeyni hükümetini bir süre uğraştırdı. Baas Partisi askeri operasyonunu planlarken sakin olmak için her türlü sebebe sahipti. Sadece bu İran’ın zayıf idaresinden değil aynı zamanda İran silahlı kuvvetlerinin -Irak gizli servisine göre- sahip olduğu Amerikan silahlarındaki parça eksikliğinden kaynaklanıyordu. Ayrıca Bağdat, çok iyi eğitim görmüş ve silahlanmış bir orduya sahipti. Moral her gecen yükseliyordu. İran’ın küçük, askeri tecrübesi az ve aşırı dinci olan Devrim Muhafızları’na karşı, Irak ordusu 12 iyi donatılmış mekanize tümenden oluşuyordu. Bu tümenler son model Sovyet malı askeri malzemelerle donatılmıştı. 1970 sonlarına doğru yapılanan Irak silahlı kuvvetleriyle birlikte 190.000 adam, 2200 tank ve 450 savaş uçağı Saddam Hüseyin tarafından toplandı. Buna ek olarak Sovyet istihkam (sulardan geçiş teçhizatı) malzemeleriyle donatılmış bir ordu için Şattül-Arap bölgesindeki alan hiçbir savunma hattı içermemekteydi. Irak strateji uzmanlarına göre tek bilinmeyen Amerikan yapımı savaş uçaklarıyla donatılmış İran hava kuvvetleriydi. Bu kuvvetler özellikle Amerika’nın 1980’de rehinelerini kurtarmak için giriştiği başarısız operasyonda görev almıştır. Bu gösteri Irak ordusunun İran havaalanlarını savaşın başında tahrip etmeyi planlanmasına neden olmuştur. Irak hükümetinin düşüncesine karşın 1979 İran Devrimi hemen 1975 Cezayir Antlaşması’nda kurulan İran–Irak politik ilişkilerini zarara uğratmamıştı. Irak’ın İran hükümetiyle iyi ilişkileri sürdürme işareti başkan Bekir’in Humeyni’ye göndermiş olduğu şu mesajda görülüyordu: “Yeni İslam Cumhuriyeti’ni kuran dost İran halkına en iyi dileklerimle”. Buna ek olarak 1979 Ağustosu’nun sonlarına doğru Irak otoritesinin İran’daki Mehdi Bazargan’ı davet etmesi ve İslam Cumhuriyeti ilk başkanının Irak’ı ziyaret etmesi ikili ilişkileri geliştirmış gözüküyordu. Ilımlı Bazargan hükümetinin 1979 yılının sonlarına doğru düşmesiyle birlikte yükselen İslami militan vaazlarında vurgulanan yayılmacı dış politikası İran-Irak ilişkilerini kesintiye uğrattı.

İran-Irak ilişkilerinin zarar gelmesi 1980’de meydana gelen olaylara dayanmaktaydı. Nisan’da İran destekli Ad Dawah, Irak başbakanı Tarık Aziz’e suikast girişiminde bulundu. Tarık Aziz’e yapılan bombalı saldırının hemen ardından Ad Dawah bir başka Irak liderine daha suikast girişiminden suçlandı. Bu lider Irak kültür ve enformasyon bakanı Latif Naif Jasim’di. Irak acilen Ad Dawah’ın üye ve destekçilerini kuşatarak İran kökenli binlerce Şii’yi İran’a sürdü. 1980 yazında Saddam Hüseyin Ad Dawah lideri Ayetullah Seyid Muhammed Bekir As Sadr ve kız kardeşlerini idam ettirdi. Eylül 1980’de Kasr-ı Şirin’de sınır çatışması her iki taraftan başlatılan topçu ateşiyle başladı. Birkaç hafta sonra Saddam Hüseyin 1975 İran-Irak Antlaşması’nı tanımadığını ve Şattül-Arap’ın Irak’ın toprağı olduğunu iddia etti. İran bunu şiddetle reddetti. Çatışmalar her iki tarafın birbirlerinin iç bölgelerine doğru düzenlediği bombardımanlarla gelişti ve bu çok kanlı ve çok pahalı bir savaşın başlangıcı oldu. Bağdat, Tahran üzerinde kolay bir zafer umudu taşıyordu. Saddam petrol zengini ve Arapça konuşan halklardan oluşan Kuşistan’ın işgalini Humeyni rejimine karşı bir Arap başkaldırısı olarak planlıyordu. Bu ayaklanma gerçekleşmedi ve Arap azınlık Tahran hükümetine bağlı kaldı.

1984’e kadar savaş tüm hızıyla devam etti. Birçok askeri uzman kayıpları İran tarafında 300.000, Irak tarafında 250.000 olarak gösterdi. Birçok askeri uzman ne İran ne de Irak’ın modern askeri silahlarını verimli bir şekilde kullanamadıklarını ifade ederler. 1984’ün Ekim ayına gelindiğinde Irak yönetimi kimyasal silah kullanımını emretti. Irak’ın reddetmesine rağmen 1981 Mayıs’ıyla 1984 Mart’ı arasında İran, Irak’ın 402’den fazla kimyasal saldırı düzenlediğini iddia etmektedir. 1986 Mart’ının sonlarına doğru Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Javier Perez De Cuellar, Irak hükümetinin İran’a karşı kimyasal silah kullandığını söyledi. İran’a gönderilen kimyasal silah uzmanlarının raporları doğrultusunda sekreter 1925 Cenova protokolüne Bağdat hükümetini uymaya davet etti. Bundan sonra da ABD hükümeti Irak ve İran’a kimyasal silah yapımda kullanılacak materyalleri satmayacağını açıkladı. Diğer ülkeler de benzer kararlar aldılar. Bu önlemlerden sonra kimyasal silahların kullanım azalmasına rağmen hiçbir zaman kesilmedi. İngiliz televizyonu İran’ın Majnoon adasında Nisan ortalarında yapılan bir kimyasal saldırının delillerini sundu fakat İran medyası bu tip raporları yayınlamayı İran halkının moralini bozmaması için sonlandırdı. İran her zaman Irak silahlarının Sovyetler tarafından sağlandığını iddia etmiştir. Bu kaynaklar Brezilya, Fransa ve İngiltere’yi de suçlamaktadır. Fransa, Çekoslovakya ve Almanya ile birlikte Irak’a kimyasal silah üretimi için gerekli bilgi yardımında bulunulduğu iddia edildi. Resmi olmayan kaynaklar ayrıca Mısır’ın da kimyasal silah sağlayıcılarından biri olduğunu belirtmişlerdir.

İran resmi açıklamaları, Irak’ın üretim faaliyetine Batı Almanya’nın yardımı ile 1976 yılında başladığını ifade etmiştir. Tanımsız bir Amerikan bilgi kaynağı, Irak’ın hardal gazı üretimine 1970’lerde başladığını söyler. Öte yandan basın Amerikan hükümet kaynaklarına dayanarak Irak’ta 3 veya diğer bir ihtimalle 5 üretim tesisi olduğunu belirtmiştir. Bu tesisler basına göre Samana, Ramadi ve Akashat bölgelerindeydi. Son üç tesis buraları gezen İngiliz gazeteci tarafından verilen raporda kimyasal tesis olamadığı yönünde idi. 1987’nin başlarında, güçlü devletler bölgede emniyet kendi çıkarları için önemsemeye başladılar. Sovyet Dış İşleri Bakanı Irak-İran savaşının kendi ülkesine yaptığını etkiyi belirtmek için Ortadoğu’ya ziyarette bulundu. Mayıs 1987’de ABD yardımcı sekreteri Richard Murphy de bölgeyi Arap ülkelerine Amerika’nın bölgede özellikle İran’a Lübnan’daki Amerikalı rehineleri kurtarmasına yardım etmesi karşılığında sağladığı silah yardımından dolayı taşıdığı sorumluluğu vurgulamak için ziyaret etti. Bir diğer diplomatik çaba, BM tarafından desteklenen her iki süper gücün savaşın bitirilmesi için yaptığı idi. Her iki süper güç devreye girince savaş yeni bir safhaya girdi. Bir örnek Sovyetler'in 1980’de Irak ve İran’a silah yardımını durdurmasına rağmen İran’ın İran Komünist Partisi Tudeh’i yasaklaması ve birçok liderini idam etmesi üzerine 1982’de Irak’a yeniden başlattığı silah sevkiyatıdır. Sovyetler tarafsız gözükmesine karşın sonradan Irak’a gelişmiş silahların en büyük sağlayıcısı olmuştur.1985’te Amerika el altından direk veya dolay yoldan İran ordusu ile silah pazarlığına başladı ve bunun sonucunda İran’a birkaç parti silah satışı yapıldı. 1987 baharının sonlarına doğru, süper güçler Basra şehrinin düşerek İran İslam Devrimi’nin Irak’ın güneyine yayılmasından korktukları için savaşa daha doğrudan müdahale etmeye başladılar. Ayrıca yoğunlaşan tanker savaşları da onları düşündürüyordu. 1988’de dört büyük çatışma oldu. Bu sıralarda Amerika yoğun bir şekilde Irak’a strateji ve bilgi yardımında bulundu. Savaşın son büyük çarpışmasında 65000 İranlı çoğu kimyasal silahlarla olmak üzere öldürüldü. Ağustos 1988’de Irak ve İran ateşkes ilan ettiler. Beş gün sonra Saddam Hüseyin Kuzey Irak’taki
Kürtleri cezalandırmak için kimyasal saldırı düzenledi. Saddam Hüseyin’in de büyük rolü olan bu savaşta, onu da tanımak oldukça önemlidir.

28 Nisan 1937'de Irak'ın Tikrit kasabasında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Saddam Hüseyin, babasının ölümü nedeniyle annesi ve akrabaları tarafından büyütüldü. Saddam'ın siyasetle tanışıklığı ilk gençlik günlerine kadar uzanıyor. O günlerde kendini, Arap dünyasına egemen ulusçu-özgürlükçü ve anti emperyalist rüzgara kaptıran Saddam, genç yaşlarda Baas Partisi'ne katıldı. 1956 yılında başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Monarşinin sona ermesinden ardından Başbakan Abdül Kerim Hassam'ı öldürmek için oluşturulan bir suikast örgütünün içinde önemli bir rol oynadı. Ancak bu olay açığa çıktı ve Saddam ülke dışına kaçmak zorunda kaldı. 1963 yılında Baas Partisi iktidara gelince ülkesine geri döndü. Bu sırada kuzeni Sacide ile evlendi ve ikisi erkek üçü kız beş çocuğu oldu. Ancak geçen yıllar Baas Partisi ile arasındaki farklılıklar derinleşmeye başladı. Çatışmalar iyice sertleşince Saddam hapse atıldı. 1968 yılında yapılan darbe Saddam'ı da hapisten kurtardı. Parti içinde hızla yükselen Saddam, taviz vermez kararlılığı ve sertliği sayesinde Baas'ın en önemli yapılarından olan Devrim Konseyi Kurulu'na girdi. Zamanla konumunu iyice pekiştirdi ve Başkan Ahmed Hasan Bekri iktidarının perde arkasındaki asıl güç kaynağı oldu. 1979 yılında ise bir darbeyle iktidara el koyarak perdeyi indirdi. İlk iş olarak da muhaliflerine karşı acımasız bir imha kampanyası başlattı. Saddam iktidarını, güçlü bir istihbarat ağına dayanan baskıcı yöntemlere dayandırdı. Sesini yükselteni öldürmekten hiç çekinmedi. Bazen bu imha kampanyaları, Halepçe örneğinde olduğu gibi, tüm bir kente yönelik soykırım haline de dönüştü. 1980 yılında Saddam kendisini Arap dünyasının liderliğine taşıyacak, Batı'nın gözünde de vazgeçilmez kılacak bir fırsat gördüğünü sandı. İran'da İslam Devrimi bütün hızıyla sürmekteydi. Humeyni rejiminin başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkileri giderek kötüleşiyor, İran, devrim ihracı politikasıyla tüm bölge için bir tehdit olarak algılanıyordu. Saddam işte bu tespite dayanarak İran'a savaş açtı. Hesapları, bu savaşta Batı'nın desteğini kolayca alacağına ve çalkantılı günler geçiren İran'ın fazla direnemeyeceğine dayanıyordu.

Savaşın ilk günlerinde Irak askerleri önemli bir su bölgesi olan Şattül-Arap'ı ele geçirdi. Ama İran, Saddam'ın tahmin ettiğinden daha dişli çıktı. Ve 8 yıl süren savaş yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtı. İki ülkenin ekonomisi de tahrip oldu. Savaş bittiğinde her iki taraf da başlanılan noktadaydı. Petrolün, gücünü elindeki tek güç olduğu için çok iyi bilen Saddam, İran Savaşı'ndan umduğu kazancı elde edemeyince gözünü Kuveyt'e çevirdi. 2 Ağustos 1990 yılında Saddam'ın birlikleri Kuveyt'i işgal etti. Bunun üzerine ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetler Irak'a savaş ilan ettiler. 16 Aralık 1990'da büyük bir bombardıman başladı ve bu bombardıman 27 Şubat 1991 yılında sona erdi. Fakat o günden sonra ara ara da olsa bombardıman sürdü. Irak 1980'de, İran İslam Devrimi'nden sonra küçük çaplı sınır çatışmalarından sonra İran'ı işgal ederek savaşı başlatmıştı. 1988'de BM arabuluculuğunda sona erdirilen savaş sonucunda en az 1 milyon kişi hayatını kaybetti. Basra Körfezi'nin çıkışında İran'ın petrol dolum tesislerinin bulunduğu Harg Adası'nı bombalayan ve işgal eden Irak, 8 yıllık savaş sırasında İran'a karşı sinir gazı da kullandı.

Irak Kürtleri, 1988'de özerklik taleplerini artırınca, Irak güçleri Halepçe'de siyanür gazı kullanarak kadın-çocuk 5 bin sivilin ölmesine neden oldu. “Kimyager Ali” olarak bilinen General Ali Hasan El Mecid, Kürtleri kendi köylerinden çıkarmak için kimyasal silah kullandı. Binlerce Kürt, köylerinden uzaklaştırılarak yeniden yerleşim kampı denilen bölgelerde yaşamak zorunda bırakıldı. 1991'deki Körfez Savaşı sırasında ise, onbinlerce Kürt öldürüldü ya da hapsedildi, 1 milyona yakını ülkeden kaçtı ve Türkiye gibi yakın ülkelere sığındı. Saddam Hüseyin'in komutasındaki Irak ordusu, Kuveyt'i işgal ederek Körfez Savaşı'nın başlamasına neden oldu. Iraklı askerler, Kuveyt'ten çekilirken yüzlerce Kuveytli'yi esir alarak Bağdat'a götürdü, kenti yağmaladı. Savaş sırasında 700'den fazla petrol kuyusu ateşe verildi, petrol boru hatları açılarak Körfez ve su kaynakları kirletildi. Irak'ta, onbinlerce insanın gömüldüğü düşünülen 270 toplu mezar olduğuna dair kanıtlar bulunuyor. BM İnsan Hakları Komisyonu, 2001'de Irak yönetimini, suçlulara karşı geniş çaplı, sistematik işkence ve acımasız, insanlık dışı cezalar uyguladığı için kınadı. Rejimin uyguladığı işkence yöntemleri arasında askıya almak, dayak, tecavüz ve canlı insanları yakmak olduğu bildiriliyor. 1979 İran İslam Devrimi'ne destek verdikleri gerekçesiyle tutuklanan binlerce Şii'nin akıbetleri bilinmiyor. Saddam Hüseyin 1979'da iktidarı ele geçirdiğinde, partinin yüzlerce üst düzey üyesi hapse atıldı ya da idam edildi.

Savaş bittikten üç ay sonra, ABD Donanma Müsteşar Yardımcısı Seth Crospy, Körfez’deki Amerikan operasyonlarının neticesinin, “önemli meseleler gündeme geldiğinde Amerika’nın Üçüncü Dünya’daki silahlı çatışmalarda askeri güç kullanması konusunda halkta varolan isteksizliği” ortadan kaldıracağını umduğunu söyledi. Amerikan müdahaleciliğine karşı olanlar bu umudu paylaşmayacaklardır. Bunun nedeni, gündemde önemli meselelerin olmayışı değil; evet gerçekten de önemli meseleler vardı. Ama bunlar, Sovyetler’in işgal tehlikesi veya Batılı ekonomilerin petrolden yoksun kalması tehdidi değildi. Washington için önemli olan konu, Pentagon açısından büyük bir stratejik değere sahip, petrol şirketleri açısındansa büyük bir ekonomik değer arz eden bölgede ABD’nin statükoyu korumayı başarıp başaramayacağı idi. İktidar koridorlarının dışında olanlar için ise, asıl meseleler her zaman Körfez’de ve başka her yerde barışın, adaletin ve kendi kaderini belirleme hakkının nasıl geliştirileceği olmuştur ve olmaya da devam edecektir ve bu meseleler kendini savaş gemisi diplomasisine teslim edemez.

Sonuç olarak, Halepçe Katliamı tüm insanlığa karşı işlenen bir insanlık suçudur. Bu katliamın, yaşam hakkı başta olmak üzere temel insan hak ve özgürlüklerinin uluslararası antlaşmalarla bütün insanlık için güvenceye kavuşturulduğu, evrensel bir hukuk ilkesi olarak kabul edildiği ve bunlara dayalı olarak insanlığın demokratik uygarlığa doğru evrildiği önemli bir dönemeçte yaşanmış olması, uygarlığın bir ayıbıdır. Çağımıza yakışmayan, örneğine ancak ilkçağ mitoloji masallarında rastlayabileceğimiz bir trajedidir. Uluslararası antlaşmalarla yasaklanmış olmasına rağmen bu yükümlülüklerin hiçe sayılarak kitlesel imha silahı olan kimyasal gazların kullanılması, tamamen sivil halkın hedef alınması ve bunun da savaşın sona erdiği bir zamanda yapılmış olması, suçu işleyenlerin gözü dönmüşlüğünü ortaya koyduğu gibi, işlenen suçun ağırlığını ve tarif edilmezliğini de göstermektedir. Bu katliamda insanlığın on beş bin yıllık ahlaki değerleri pervasızca çiğnenmiş, hiçbir insani değer yargısı gözetilmemiştir. Zaten suçun özünde varolan tüm insanlığa karşı işlenmiş olma gerçeği de buradan ileri gelmektedir. Olayda askeri bir mantık bulmak da mümkün değildir. Kimyasal gazla kadın-çocuk, genç-yaşlı demeden bir şehri tümden imha etmenin, doğayı, kendi topraklarını bu denli zehirleyip yaşanmaz kılmanın askerlik ve savaşla ne alakası olabilir? Bu davranış, aşırı düşmanlık ölçülerine bile sığmaz. Katliam tarihine uzanıp o günün politik gelişmelerine ve Ortadoğu üzerindeki hâkimiyet mücadelesine göz atarsak, Halepçe Katliamı gerçeği daha iyi anlaşılacaktır. Halepçe Katliamı on yıla yakın süren İran-Irak Savaşı'nın hemen bitiminde gerçekleştirilmiştir. Bu durum, savaşın karakteri ve sonuçlarıyla birebir ilişkilidir. Bu açıdan savaşın neden patlak verdiğini doğru çözümlememiz önemlidir. 1979'da Ortadoğu'da önemli gelişmeler yaşandı. İran'da Şahlık yıkılırken, İslam Devrimi zafer kazandı. Bu devrim, I. ve II. Dünya Savaşları sonucunda emperyalizmin çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş Ortadoğu statüsünde açılmış büyük bir gedik anlamına geliyordu. Güçler dengesi İran İslam Cumhuriyeti unsuru ile bozulmuştu. Üstelik gerçekleşen, radikal bir İslam Devrimi’ydi. Zafer kazanan her devrim gibi İran Devrimi de, yeni zafer kazanmanın güven, heyecan ve coşkusu ile merkezden çevreye doğru bir yayılma eğilimi gösteriyordu. Şüphesiz, nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan, aynı zamanda çok ağır ulusal, sosyal ve dinsel sorunlar yaşayan Ortadoğu gibi bir bölgede din esasına dayalı bir devrimin zaferi, diğer toplumları da derinden etkileyecek bir gelişmeydi. ABD bölgedeki en yakın müttefiklerinden birini yitirmiş, elçiliği büyük çaplı bir krize yol açacak düzeyde işgal edilmişti. İsrail yeniden vurulabilir bir hedef haline dönüşmeye başlıyordu. Ortadoğu'nun diğer devletleri de, kendi gelecekleri için bir tehdit olarak gördüklerinden bir an evvel bu devrimin önünün kesilip etkisizleştirilmesini siyasi çıkarları için gerekli görüyorlardı.
İran-Irak Savaşı aslında bu arayışın bir ürünü olarak çıkmıştır. Özü itibariyle İslam Devrimi'ni yaymak isteyenlerle onu tasfiye etmek isteyenlerin savaşıdır. Örneğin I. Dünya Savaşı'nda Araplar ile Türkleri birbirine vurdurarak, bir yandan birçok Arap ülkesinde oluşturduğu çağdışı, monarşik, ucube şeyh devletleriyle Arapları kendine bağlarken, diğer yandan Ermenileri ve Kürtleri isyana teşvik edip Türkleri zayıf düşürerek kendine muhtaç hale sokmuştur. Bu açıdan emperyalizm, Ortadoğu Hıristiyan toplumlarının hamisi gibi görünerek onları Müslüman halklarla çatışmaya kışkırttığı için, onların soykırıma uğratılmalarında da, en az soykırımı gerçekleştirenler kadar pay sahibidir.

İran-Irak Savaşı'nda oyun tutmuş, emperyalist devletler İsrail ile birlikte çok bilinçli bir politikayla, hangi taraf zayıf düşerse onu destekleyerek, ama hiçbirine zafer kazanma imkânı vermeyerek, savaşın on yıl gibi uzun bir süre devam etmesini sağlamışlardır. Sonuçları o kadar ağır olmuştur ki, İran hala bu savaşın tahribatlarını onarmakla meşguldür. Irak'ın durumu ise daha vahimdir. Tarihin cilvesine bakın ki, o savaşta sırtı sıvazlanan ve yenilmemesi için kendisine her türlü destek sağlanan Saddam, ABD ve müttefikleri tarafından bir askeri müdahaleyle siyaset sahnesinden tümüyle silinmiştir. O açıdan İran-Irak Savaşı'nı kışkırtan, Saddam yönetimini her türlü savaş tekniği ve kitle imha silahlarıyla teçhiz edip donatan, geleneksel Ortadoğu politikasıyla sürekli halkları birbirine kırdırtan emperyalizm, birçok katliamın olduğu gibi, Halepçe Katliamı'nın da başta gelen sorumlularındandır. Olayı salt Irak'ın faşistliği ve Saddam'ın gaddarlığıyla izah edersek, eksik değerlendirmiş oluruz. Ancak bütün bunlar, Saddam yönetiminin Halepçe Katliamı’nın asli suçlusu olduğu gerçeğini hiçbir biçimde değiştirmez. Saddam, temellerini Sümer rahiplerinin beş bin yıl önce attığı Ortadoğu komploculuğu ve şark kurnazlığını temel politik ilke edindiğinden, İran'da devrimin yarattığı boşluktan yararlanıp İran'la arasında anlaşmazlık oluşturan sorunlara tek yanlı çözüm getirmek istemiştir.

Ortadoğu'da komşularıyla sınır anlaşmazlığı olmayan devlet yok gibidir. Sınırlar, zamanında emperyalistlerce ve kendi çıkarları temelinde belirlendiği için, bilinçli olarak bu tür çelişki ve çatışmalara yol açacak şekilde çizilmiştir. Buna en çarpıcı örneklerden birini oluşturan Şattül-Arap da İran ve Irak arasında sürekli bir anlaşmazlık konusu olagelmiştir. 1975'te imzalanan Cezayir Antlaşması'yla, Barzani hareketinin tasfiyesine karşılık Şattül-Arap bir taviz olarak İran'a verilmiştir. Şahlığın desteği kesmesiyle gerçekleşen 1975 Barzani yenilgisi, bu antlaşmanın bir sonucudur. Saddam, emperyalist devletlerin desteğini arkasına alarak Cezayir Antlaşması'nı iptal edip savaşın başlatıcısı olmuştur. Kolay bir zafer kazanacağını ya da en azından henüz yeterince kurumlaşmadığını sandığı İslami yönetimden hesapladığı tavizleri koparacağını umuyordu. Ama savaş başladıktan sonra bitmek bilmedi. Her iki taraf da yüz binlerle ifade edilen insanın yanı sıra, önemli ekonomik kaynaklarını da, sonucu pata olan bir savaşta tüketti. İran-Irak Savaşı'nda yaşanan, bunun tekrarıdır. Güney Kürdistan'daki feodal temelli ilkel milliyetçi önderlikler tamamen İran saflarında Irak'a karşı savaşa katılmışlar, savaş bittiğinde ise Saddam'ın tüm hışmını ve soykırım uygulamasını kendi üzerlerinde bulmuşlardır. Savaştan umduğunu elde edemeyen Saddam, İran'la ateşkes yaptıktan sonra tüm hıncını Kürtler’den almıştır. Bu bakımdan Halepçe, Kürtleri tam da Saddam mantığına göre, çılgınca bir cezalandırma operasyonudur. Olayın herhangi askeri bir mantığı ve savaş değeri olmadığı gibi, Saddam'a da ilkel intikam duygularını tatmin etmenin ötesinde bir şey kazandırmamıştır.

Ozan Örmeci


Hiç yorum yok: